Cemil Meriç'ten bir facianın öyküsü

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • baymarti
    Member
    • 12-05-2005
    • 944

    Cemil Meriç'ten bir facianın öyküsü

    Cemil Meriç'ten bir facianın öyküsü

    Büyük Türk düşünürü Cemil Meriç bugün 90 yaşına bastı. Kendisini saygıyla anarken onun kaleminden bir facia öyküsü anlatacagız.
    Öykü hayli tanıdık gelecek. Niyenin cevabı sizde ?



    Cemil Meriç'in doğumunun 90. Yılı nedeniyle yarın önemli bir etkinlik gerçekleştirilecek. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Araştırma Komisyonu (BÜTAK) Cemil Meriç konulu bir panel düzenliyor.
    Panel 13 aralık Çarşamba, saat 16 00-18 00 arasında, Boğaziçi Üniversitesi, Güney kampüsü, İbrahim Bodur Konferans Salonunda yapılacak.
    Programa Dücane Cündioğlu konuşmacı olarak katılacak. Ümit Meriç`in de katılacağı panelde davetliler, Cemil Meriç`in son günlerinde TRT tarafından çekilen belgeseli izleyebilecekler.
    Büyük fikir adamını saygı ile anarken onunla ilgili tüm bilgilere www.cemilmeric.net sitesinden ulaşabileceğini ve bu adresten tüm kitaplarından önemli pasajlar okuyabileceğinizi hatırlatıyoruz.
    Yine büyük üstadı anmışken onun gölgede kalmış bir eseriden ilginç bir pasaj sunarak, bu ülkenin gerçeklerinin ne kadar değiştiğinin analizini sizlere bırakıyoruz.

    Bir Facianın Hikayesi
    En son 1981 yılında Umran yayınları tarafından basılmıştır....

    Kitaptan Bir Parça

    1908 - 1918 BUHRANI İMPARATORLUÐUN ÇÖKÜŞÜ

    Amca ile Yeğen
    1008 deyiz. Abdülhamid 30 yıldan beri imparatorlu­ğun başındadır. Ve bütün devre damgasını vurmuştur. Ayırıcı vasfı : Mahmud'dan ve 1841 den beri yeni bir dü­zene sokulan ananevi iktidar tarafından takip edilen siya­setin klasik bir temsilcisi olmak. Kazaya rıza politikası diyeceksiniz. Belki, ama bir hayatını sürdürme, bir diren­me politikası da. Padişah başka ne yapabilirdi? İdarenin gemlerini bir an elinden kaçırdığı için devlet bu hallere düşmüştü. Manzara ortadaydı. Midhat Paşa ve yandaş­larından nefret ediyordu dikbaşlı ve maceracıydılar. «Si­yasi intelijensiya» ne bahasına olursa olsun «zafer» di­yordu. Padişah bu intelijansiyanın arzularına karşı koya­madığı, onu dizginlemeye cesaret edemediği için kendi kendine kızıyordu. «Böyle yapmamalıydım» dedikçe kini bir kat daha alevleniyordu. Gerçek şu ki, «Kanûn-i esasi'nin babası» diye adlandırılan Midhat Paşaya beslediği düşmanlığın asıl kaynağı hukuk-u şahaneyi sınırlamaya yeltenmesinden fazla kendi cesaretsizliği. Evet, Mithat iki padişahı tahttan indirmişti ama Abdülhamid'in bir tür­lü sönmeyen kini alaşağı edilme endişesinden ziyade ken­di kendini suçlamasından ileri geliyordu. Filhakika, Murad rızasıyla halledilmişti ve bundan yararlanan da kendi ol­muştu. Ama bu hatıralardan da rahatsız olmuyor değildi. Bilhassa amcası Abdülaziz'i unutamıyordu bir türlü.

    «Adamsendeciliğinin», nazırlarına körü körüne itaat etmesinin kurbanı olmuştu.
    Esasen Abdülhamid, mizaç bakımından amcasının taban tabana zıddıdır. Evvela vücutça : Abdülaziz uzun boylu, şişman, gözleri parlak, alnı dar, kanlı canlı bir zat; Abdülhamid, aşağı yukarı kısa boylu, sıska ve biraz kam­bur. Teni esmere yakın, kocaman bir burun, derin göz çukurlarında kaybolan gözler. Amca zevklerinde aşırı, ye­ğen kanaatkar ve nefsine hâkim. Manevi bakımdan da tam bir zıddiyet : Abdülaziz padişahlık görevini ihmal et­mişti. Abdülhamid lüzumundan fazla padişahtı. Yegâne karar mercii kendisiydi. Bütün işler Yıldız Sarayında çö­zümlenir, bütün pazarlıklar orada yapılırdı. Bitmez muha­bereler yüzünden kendini de tüketir, kâtiplerin de canına okurdu. Abdülaziz, deminde söyledik, herkese güvenirdi. Abdülhamid'in kimseye itimadı yoktu. Başbaşa verip ka­zan kaynatmasınlar, fesat çıkarmasınlar diye nazırlarını gözünün önünden ayırmaz, onları sadık birer bende hali­ne getirmek isterdi. Abdülaziz sabırsızdı. Devlet işlerinden söz açan başvekilini sonuna kadar dinlemez, hiçbir şeyi nihayetine kadar okumazdı, hatta methiyeleri bile. Ab­dülhamid herşeyi okurdu : Bütün mektupları, bütün jur­nalleri, liberal Avrupa basınının aleyhinde döktürdüğü en zehirli hiviclere varıncaya kadar eline geçen herşeyi, hem de tek satır atlamadan okurdu. Vatanperverlerin yazdıkları da caba. Yüzde yüz inanmıştı ki, devlet ellerine tevdi edi­len mukaddes bir emanettir. Başlıca vazifesi : emaneti olduğu gibi muhafaza etmek ve gelecek nesillere hesap vermektir. Bu görevi yerine getirirken milletin de yardım­cı olmasını istiyor, ama nasıl yardım edeceğini kendi ta­yin etmeli. Unutmak mümkün müydü? Türk intelijansi\a-sı başı boş bırakılınca gemi azıya almış, vatanperverliği yüzünden ihtiyatsızlığa sürüklenmiş, memleketi de felakete atmıştı. Üstelik, Abdülhamid sessizliğe de aşıktı, her patırtıya, her gürültülü nümayişe düşmandı, adeta mara-zi bir düşmanlık. Bu ruh haleti yüzünden liberal metotla­rı, meşrutiyetçiliği büsbütün sevimsiz buluyordu.
    Kısaca, dahilde mutlak otorite peşindeydi. Yıllarla daha- da güçlenen bir tutku Matbuata intişardan önce sansür konacak, gazeteler zamanla resmi haberlerin yayıcısı olacak, Zât'ı Şahane ile hükümetini övücüsü duru­muna düşecektir. Roman, tiyatro, dış dünyadan haberler, herşey sansürden geçirilmekte, rejim aleyhinde yorumla­nabilecek en küçük bir imaya izin verilmemektedir. Top­lantılar yasak, demekler kontrole tabi İstanbul’u hafiyeler sarmış. Saraya jurnaller yağıyor. Hepsi de, birbirinden da­ha endişe verici haberlerle dolu.

    Şahane Münzevi
    Saltanat yılları uzadıkça hükümdar. Yıldız Köşkü'ne daha çok kapanıyor. Bir tepede kâin olan bu saray, sele­finin oturduğu Dolma Bahçe'den daha kolay korunabilir. Nadiren çıkıyor saraydan, sonraları aşağı yukarı hiç çık­mıyor. Cuma namazlarını Saray-ı Hümayun'a 300 metre ötede bir camide kılmaya başlıyor. Namaza arabayla git­mektedir. Önünde askerler, çevresinde muhafızlar ve sa­ray erkânı.
    Bu ihtiyarî inziva, şahane münzeviyi bir nevi umacı, bir nevi korkuluk haline sokmuştur. Evet, insanî zaafları­nı gizlemiştir ama meziyetlerine, kabiliyetlerine de gölge düşürmüştür. Kendi kendime sormuşumdur : «Acaba bu davranış korku kadar bir hesaba da mı dayanıyordu? Sa­mimiyet hiçbir ülkede doğuda olduğu kadar saygısızlığı körüklemez. Hiçbir ülkede sükût bilgelik alâmeti sayıla­maz.

    Nezaket doğudaki kadar kısır, babacanlık, doğudaki kadar tehlikeli değildir. Orada hükümdar, milletine ser­bestçe ve sık sık gösteremez kendini; meğer ki sert, hat­ta insafsız davransın. En küçük vesilelerle izhar-ı zulm etmekten çekinmesin. Yoksa tebasının itaat ve saygısını çabucak kaybeder.»
    Oysa Abdülhamid katiyyen zalim değildi. Adına ve hatırasına eklenen «Kızıl Sultan» lâkabı tarihin en büyük yalanı. Boğdurulup yokedilen devrimci talebeler masalı yalan, çuvallara dikilip Boğaz'ın sularına atılan saraylı ka­dınlar hikâyesi yalan! Tam tersine... Abdülhamid şiddet­ten nefret ederdi. Tahammül edemezdi kan akmasına, maddî eza duyardı. Nefret ederdi darağacından. Affetme selahiyetini her vesileyle kullanırdı. Hatta suistimal eder­di. Nizamî muhakeme tarafından verilen idam hükümle­rinin hemen hepsi otomatik olarak sürgüne tahvil edilir­di. Siyasî hasımlarına karşı başlıca silahı sürgündü. Us­taca derecelendirilmiş bir sürgün : Yemen veya Fizan'da göz altında bulundurulmaktan tutunda Payitahttan az ve­ya çok uzak vilayet veya kazalarda valilik veya kayma­kamlığa kadar. Sürgüne yollanılan maaş alır, iaşe ve iba­tesi temin edilir ve daima payitahta dönmek ümidini mu­hafaza ederdi. Çok defa efendi olarak gidilir, bey olarak dönülür, paşa olarak dönülürdü. Belki bu da bir hesaba dayanıyordu.
    Abdülhamid'in ayırıcı vasfı trimetrik (düzenleyici) ol­maktır, kombinezonlara bayılır, kesin çözümlemelerden hoşlanmaz. Hiçbir bağlılığı önceden reddetmez, sönmez bir kin tutuşturmak istemez. Şiarı : korksunlar ama nef­ret etmesinler. Bir kelimeyle faydacı ve şüpheci. Ne var ki, bu vasıflarının altında hakşinas ve âdil bir hükümdar saklıdır. Tebalarının —siyasî olması da— medenî hakla­rına saygılı herkesin mülkiyet hukukuna riayetkar bir padişah. Uzun süren saltanatı boyunca, makamından fay­dalanarak meşru olmayan bir kazanç elde etmeğe kal­kıştığı veya birinin rızası hilafına ve kanunî bir tazminat ödemeden malını gaspettiği görülmemiştir. Demek ki, munsif ve âdil oluşunu sadece hesaba ve sadece politi­kaya atfetmek doğru olmaz.

    Avrupa Konseri
    Bir kere buhran atlatılıp da gereken fedakârlıklar ya­pılınca, padişah «Avrupa Konseri» denilen teşekkülün ne menem şey olduğunu ve ona karşı nasıl davranmak lazım geldiğini anlamakta gecikmedi. Üyeler arasında düşünce birliği olmadıkça bir devletler topluluğu iş göremez. Cemi-yet-i Akvam'ın başlıca üyeleri, Fransa ile İngiltere iken, Fransa ile İngiltere'nin ittifak halinde oldukları bütün ko­nular da hakim-i mutlaktı bu cemiyet. Birleşmiş Milletler ise ABD ve SSCB hiç bir meselede anlaşmadığı için iş gö­rememektedir. Onların öncüsü olan «Avrupa Konseri» de hiç bir noktada birleşemiyordu. Avrupa Konseri dünya hâ­kimiyetini ele geçirmek emelindeydi. Her devlet bu amacı takip ederken, öteki devletleri mümkün olduğu kadar te­dirgin etmemeye, önüne geçilmez ihtilaflara yol açmama­ya çalışıyordu. Hepsi de toprak arzularını sınırlamak ka­rarındaydı. Bu karar Rusya ile hem hudut ülkeler ve bil­hassa Çin ve Türkiye için daha da geçerliydi. Bıktırıncaya kadar tekrarlanan meşhur «statüko» tamamiyet-i mül­kiye» tekerlemelerinin mânâsı buydu. Devletlerin üzerinde anlaştıkları tek nokta, ticaret ve sanayie açık kapı bırak­mak, Türkiye'de ve İran'da «kapitüler» rejimi, Çin'de ise «imtiyazlar» rejimini sürdürmekti. Bu devletler, eski ra­kiplerin yerini alarak, kendilerini Avrupa Türkiyesinden kalan toprakların tabiî varisi saydıkları zaman durum ger­çekten vahamet kazandı.
    Avrupa topluluğunun ayak ta durduğu XIX. asrın son 25 yılı yerinden oynamayan bu kaypak zeminde Abdülha­mid devlet gemisini büyük bir ustalıkla yönetti. İtle dalaş-maktansa çalıyı dolaşmayı tercih etti. Daima uzlaşıcı, dai­ma mümkün olan tavizleri vermeye hazırdı... Ancak tama­miyet-i mülkiye tehlikeye düşünce karşı koyar gibi davran­dı. 1885 de Bulgar Prensliği Şarkî Romanya adı verilen Fi-lipoli Eyaleti'ni ilhak edince müdahale etmedi. Berlin muahedesi'nden beri zaten İstanbul'a bağlı değildi burası. Ay­nı yıl, Sırplar Bulgaristan'a savaş açıp yenilince yine ses çıkarmadı. Yalnızca bir kere, 1898 de, Avrupa'nın şımarık çocuğu Yunanistan, Girit'i' ilhak etmeye kınca kının­dan çıkardı kılıcını: Teselya Savaşı, Türk Ordusu zafer kazandı ve sultan geçici bir zaman için halkın sevgisiyle kuşatıldı.

    Abdülhamid Olmasaydı..
    1877-1878 Savaşı Abdülhamid'i vahim bir durumla gerçek bir çöküşle karşı karşıya getirmiştir; yeni baştan derlenip toparlanmak, iktidarı ayakta tutmak için büyük bir cesarete, azimkârlığa ve dirayete ihtiyaç vardı. İngiliz tarihçisi Medlicott, «Berlin Kongresi ve Sonrası» adlı ese­rinde şöyle yazar •. O kadar zeki ve hamiyetli genç bir pa­dişaha sahip olmasaydı, Devlet-i Aliye büyük bir ihtimalle param parça olurdu. Toprakları insafsızca elinden alın­mıştı, Rus askerlerinin ve onların kışkırttığı Slav halkının zulmünden kaçan bir sürü müslüman muhacir akın etmiş­ti İstanbul'a. Bu felaketler yetmiyormuş gibi malî buhran gittikçe korkunçlaşıyordu. Hemen hemen boş olan devlet hazinesine Berlin Muahedesi, Rusya'ya tazminat-ı harbiye ödemek gibi bir mecburiyet yüklemişti Nisbi bir denge sağlamak için yıllarca zamana ihtiyaç vardı. Padişah bu işe adadı kendini, adadı ama gayretleri iki taarruzla engel­lendi. Şark Buhranının bir nevi harman sonu ganimeti:
    Fransa 1882 de Tunus'u gaspetti. İngiltere Mısır'ı işgal et­ti.
    Bu «kibarca» davranışları mümkün kılan, Tunus'un da, Mısır'ın da merkezden uzak olması; Rusya bana da yok mu diyemiyecekti. Allah için şurasını da söyleyelim : Berlin Kongresinde Türkiye çıkarları fazla gözetilmemiş de olsa Rusya'nın çok kârlı çıkmamasına dikkat edilmişti.
    Avrupa Türkiye'sinde bağımsız veya yarı-bağımsız ka­lan devletler zinciri (Romanya, Bulgaristan, Sırbistan) ya­ratmak, Rusya'nın açık denize ve İstanbul'a ilerlemesini durduracak bir engel yaratmak demekti. Nitekim, Ruslar da kızmış, faka bastıklarını anlamışlardı. Bir Alman pren­sinin vesayetine terkedilen Bulgarlar bu vesayetten kur­tulmaya can atıyor. Batı devletleriyle Avusturya'nın ken­dilerine destek olmasını istiyorlardı. Sırbistan ve Karadağ, daha çok Rusya'ya bağlı idi. Ne var ki, coğrafi bakımdan Bizans'a giden yol üzerinde değillerdi. Romanya ise siya­si bakımdan Almanya’nın parçasıydı, kültür bakımından Fransa'nın. Bölge diplomasisinin bütün imkânlarını sunu­yordu bu ülkeler. Padişah bu imkanlardan ustaca faydala­nacaktı. 26 sene büyük devletlerle oynayacağı kumar da koz olarak kullanacaktı onları. Balkan devletleri, o za­manlar Avrupa Türkiyesi denilen kara parçasının merke­zine yani Makedonya'ya hep birden göz dikinceye kadar padişahın işine yaramıştı.

    Kaleyi İçten Fethetmek
    Çetin ve sıkıntılı bir politika, karşıdakiler iki yüzlü, iç­ten pazarlıklı ve netice olarak ne yapacağı belirsiz kim­seler. Demin de arzettik, devletler paylaşmaktan vaz geç­mişlerdir şimdilik. Ama «Konser»in hasbî çabalarına rağ­men imparatorluğu paylaşmak zaruri ve kabil-i tatbik olur­sa, hepsi de o gün için silâhlı olmak, müsaid durumda bulunmak istemektedir. Hepsi de bir yolunu bulup işe karış­mak kararında. Bunun için de, imparatorluk toprakların­da «kendine bağlı» adamlar peydah etmeye çalışıyor. Bu niyet tabii olarak endişeler, karışıklıklar, sürtüşmeler yara­tacaktı. Devletler suret-i haktan görünüp «medeniyet ve barış» adına bu çatışmaları önlemek istiyorlar güya. Avus­turya katolik Arnavutların arkasında, Fransa Lübnan Ma-runilerinin ve bir parça da doğu katoliklerinin. İngiltere, şeyhleri ve daha ılımlı olarak Dürzileri destekliyor. Ruslar, Ermenilerin koruyucusu. Çünkü artık Ortodokslarla uğraş­mak gibi bir bahaneleri kalmamış. Bağımsız bir YunanDev-leti kurulmuş, başına Danimarkalı bir kral geçmiştir. Şu veya bu topluluğa arka çıkmayan tek devlet galiba Alman­ya. Osmanlı ricaline şirin görünmesi bundan. Padişah nez-dindeki itibarını da bununla izah edebiliriz. Herkesin ağ­zında bir «Islahat» teranesi, hem de tek değil bir çok Islahat söz konusu.

    Hiçbir zaman bu kadar Islahat lafı edilmemiştir. Bilen de bilmeyen de «böyle yapmamalıydınız» diyor; herkesin reçetesi elinde. İstiyor ki padişah yalnız kendi reçetesini kabul etsin ve uygulasın. Ne var ki, bütün bu hayır sahip­lerinin unuttukları bir nokta var: Devlet-i Aliye bu reçetele­ri tatbik edemez. Edemez çünkü daha önce mahallî sana­yiin verimini arttırmak, iktisadî bir altyapı kurmak, müba­deleyi kolaylaştıracak yolları inşa etmek ve böylece hem, refahı, hem de huzuru sağlamak lazım.
    Servet artacak, sürtüşmeler azalacak, idare kolay­laşacaktı. Oysa yukarda da anlattım: ekonomi her gün bi­raz daha bozuluyor, vergi sistemi idarenin gündelik ihti­yaçlarını karşılayacak, memurların maaşını ödeyecek, or­duyu besleyecek parayı bile sağlamaktan âciz. Devlet-i Aliye (Rusya ile hem hudut ülkelerin hepsi de ona benzer ya...) Avrupa ticaret ve sanayiinin «özel bir avlanma yeri» haline gelmiştir. Türklere düşen iş de «saydıgâh»in bekçi­liğini ve jandarmalığını yapmak. Kalkmış ona «görevini yapmıyorsun» diyorlar, ama daha iyi yapması için gereken imkânları sağladıkları yok. Belki de, günün birinde, «Bunun meşru sahibi benim» diye hak iddia etmeye kalkma­sından korkmaktadırlar. Hazine tamtakır, maaşlar ödenmi­yor... Yüzüstü bırakılan gemiler Haliç'de çürümektedir. O canım ordunun üstü başı perişan, yalnız Yıldız'da vazifeli birkaç alayın üniformaları şaşaalı. Teçhizat kiyafetsiz.

    İstikrazlar
    Bir Heyet-i Vükela toplantısında tutulan zabıt (ki sad­razam Said Paşa'nın hatıralarında yer almıştır) ülkenin malî durumunu keskin bir ışıkla aydınlatmaktadır. Toplan­tı 1902 de vukubulmuştur. Gayesi : bütçenin yürekler acısı haline bir çare bulmak için alınması gereken tedbirleri müzakere etmek. Vekillerin ileri sürdüğü mütalalar birer ehliyetsizlik şaheseri. Bir çokları «Ben anlamam bu işten» deyip çıkıyor, ötekiler beylik bir iki lakırdı kekeliyor. Yalnız Hariciye Nazırı ile Evkaf Nazırı, çekine çekine, dış istik­raza baş vurmaktan söz ediyor. Çünkü herkes padişahın bu çareden hoşlanmayacağını bilmektedir.

    Abdülaziz'in zaman-ı saltanatından aldığı bir ders de bu, Abdülhamid'in. Filhakika tahta çıktığı zaman, Devlet-i Aliye yabancı ülkelere 300 milyon Sterling'e yakın bir borç altındaydı. Gerçi bu paranın yalnız yarısını almıştık ama va­desi olan borçları ödemek için devlet gelirlerinin bütünü­nü bu işe ayırmak lazım gelecekti.. Tam bir rezalet.. Dü­rüst bir insan olan yeni padişah, tekrar böyle bir vaziyetin tahaddüs etmesini istemiyor, istikrazdan vebadan korkar gibi korkuyordu. Çünkü 1882 de senet hamilleriyle bir an­laşmaya varılmıştı. Yılda 25 milyon sterlin ödeyecekti. Ne var ki bu şartları kabul ettirmek için yeni bir ipoteğe rıza göstermek lazımdı, devletin hükümdarlığını daha da zede­leyen bir ipoteğe, Payitahtda yabancı bir idare (Düyunu Umumiye) kuruluyordu, bütün eyaletlere dalbudak saran bir idare. Belli resimleri o toplayacak, topladığı parayı hak sahiplerine o dağıtacaktı, insaflı olmak için şurasını da ekleyelim, idarenin gerek memlekete gerek devlete bazı faydaları oldu: Balıkçılığı, ipek böcekçiliğini geliştirdi, şark tütünlerinin ihracını kolaylaştırdı. Ödemelerindeki intizam mevcudiyetinden doğan garantiyle devlete yeniden itibar kazandırdı. Ama sağlanan bu istikraz imkanlarından, padi­şah ancak zaruret hasıl olunca ve aşırı bir ihtiyatla fayda­lanmaya karar vermişti.

    1882 den tahdan indiriliş tarihi olan 1908'e kadar gecen 26 sene zarfında ülke nice siyasi buhranlara, hudut eyaletlerinde ayaklanmalara, bir cok kısmı seferberliklere, bir gerçek savaşa şahid olmuşken, borçlar cüz'i bir artış kaydetmiş, 130 milyondan 150 milyona çıkmıştır. İdarenin illallah dedirten sonu gelmez mali güçlükleri düşünülürse, sadece yabancı ipoteği biraz daha ağırlaştırmamak için daima elinin altında bulunan bir kaynaktan faydalanmayı reddeden, aleyhinde o kadar atılmış-tutulmuş bir padişahın gösterdiği hamiyeti takdir etmemek mümkün değildir. Bun­dan, büyük bir feragat, bundan yüce bir vatanperverlik düşünülebilir mi? Padişah, kişi olarak da kendini kıt ka­naat yaşamaya mahkum etti. Saltanatı boyunca tek paha­lı, tek debdebeli saray kurulmadı. Boğaziçi'nin bütün ihti­şamlı saraylarını selefleri inşa ettiler. Abdülhamid bunla­ra, bina olarak, Yıldız çevresinde bir kac boyalı baraka ile deniz kenarında bir kaç köşk ilave etti, o kadar. Bu köşkleri kızları ve damatları için yaptırıyordu. Oysa za­man-ı saltanatında gerek İstanbul da gerekse taşrada adı­nı taşıyan nice hastaneler, nice mektepler inşa edildi.

    Batılaşma Hızlanıyor
    XIX. asrın başlarından itibaren, Doğu'da ve bilhassa Müslüman Doğu'da kendini hissettiren Batı tesirinin bu dönemde inkıta’a uğradığını sanmak büyük hatâ olur. Tam tersine, bu tesirin iktisadî tepkileri günden güne art­mıştır Yabancı sermaye artık devlet istikrazı şeklinde de­ğil, diplomasinin himaye ettiği özel yatırımlar halinde ülke­yi işgal etmiş, mübadele genişlemiş ve mahallî ekonomiyi felce uğratmıştır. Beyoğlu ve Galata'da İzmir'in Frenk ma­hallesinde küçük küçük Şanghay'lar gelişmiştir zamanla... Buralardaki Hıristiyan ve yabancı burjuvazi her gecen gün biraz daha zenginleşmiştir. Avrupa tesirinin bir başka te­cellisi olan idarî Islahat başka bir deyişle «Tanzimat» ve­tiresine gelince o da yavaşlamamış, hatta hızlanmıştır. Pa­dişah, idare cihazını sadeleştirmek gibi bir politikaya ya­naşmamıştı hiç. Saltanatı boyunca mevzuatın «laikleşme­si» Avrupalılaşması devam eder. «Mecelle»nin son kitapla­rı tatbik mevkiine girmiş, hukuk mahkemelerinin sayısı da salahiyeti de artmış, seri mahkemelerin salahiyetleri ise bir kat daha kısıtlanmıştır. Yeni mektepler açılmış, gerek talebelerin gerekse mezunların sayısı çoğalmıştır. Mek­teb-i Harbiye'nin talebe mevcudu büyük artış kaydetmiştir: Abdülhamid saltanatının başlarında 50 zabit mezun olur­ken, son on yılında 700 zabit mezun olmaya başlamıştır. İdare cihazı —bilhassa yabancı müdahalenin kendini şid­detle hissettirdiği bazı vilayetlerde— giriftleşmekte ve ge­lişmektedir. Memur ve personel sayısı kabardıkça kabar­maktadır. Hür düşünceye, serbest münakaşaya muhalif olduğu halde, Abdülhamid idaresi ilme ve Batı metodları­na itibar etmekten geri kalmamıştır: Anlamıştır ki —hiç değilse politika alanında— ilim demek, şer'i ilimler demek değilse artık. İlim din dışıdır ve Batı kaynaklıdır. Okumak demek, Batılılaşmak demek...

    Abdülhamid, gerek merkezdeki gerek eyaletlerdeki idare cihazını İslah etmek için, Avrupa ilimlerine sürtünmüş, Avrupa metodlarmı uygulayacak ehliyette tebalar yetiştirecek mekteplere ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Ama okuyanlar Halifeye karşı sadakatlerini de muhafaza etmeliydiler. Bunun için mekteplerde islam akaidi de telkin edilmeli yani dini ibadetler unutulmamalıdır... Abdülha­mid idarede teokrasinin dış şekillerini muhafaza etmeğe çalışır. Polisin görevi dinin emirlerine riayet edilmesini sağ­lamak. Ama bu meselenin halli de, yukarda bahsettiğimiz mali meselelerin halli gibi, hemen hemen imkansız. Me­mur ve zabit çevrelerinde, intelijansiyaya Tanzimatın baş­larından beri öylesine bir şüphecilik, öylesine bir kayıtsız­lık gelişmiştir ki Padişahın derpiş ettiği tedbirler ciddi bir netice sağlayamamaktadır. Abdülhamid'in büyük meblağ­lar harcayarak ayakta tuttuğu mekteplerden çıkanlar, ni­çin saklamalı büyük çoğunluk bu mektepleri ayakta tutan ve çok defa bizzat kuran hükümdara düşmandırlar. Şunu da unutmamalıyız, bu nesil ittihad ve Terakkinin parlamen­toda çevireceği dolapları nasıl bilebilirdi. Onun için Mithad'ın Anayasasına inanıyordu, o anayasa ki melun eller tarafından daha tomurcukken boğulmamış olsa altın mey­veler verecekti. İntelijansiya nesli için Meşrutiyet bir devayı küldür, Anayasa, bütün güçlükleri yok edecek, bütün tehlikeleri aştıracak bir tılsım.

    Yabancı ülkelerde ikametin bendelerinin sadakati için ne kadar tehlikeli olduğunu bilen padişah, seyahatleri ya­sak eder, hiç değilse engeller çıkarır. Avrupa’ya talebe gönderilmez olur. Böylece 1883 den beri süregelen bir ge­lenek inkıta’a uğrar. Ama bu tedbir büyük bir işe yaramaz; Batı düşünceleriyle temas etmek için Avrupa'ya gitmek şart değildir. Batı düşüncesi günden güne artan bir hızla dalga dalga yayılır ülkeye. Yabancı dillerin öğretilmesi de bu istilayı kolaylaştırır. (Abdülhamid'in saltanatı zamanın­da daha cok Fransızca rağbettedir.)

    Mürebbiyeler
    Filhakika bu devir aynı zamanda bir mürebbiyeler sal­tanatı devridir. Ayda 600 (veya daha fazla) frank geliri olan her memur, bu paranın birkaç altınını ayırıp, evinde yabancı bir mürebbiye bulundurmayı vazife sayar.
    (Fransız, İsviçreli, bazen Alman ve çok nadir olarak İngiliz bir ilk mektep muallimesi). Mürebbiyeler üşüşür memlekete, gerçek bir istiladır bu. «Öğretmen hanımları­mız» in bilgileri kıttır, öğretme kabiliyeti dersen hak getire. Çok defa yaptıkları iş öğrencilerine ana dillerini o da şöyle böyle öğretmekten ibaret. O dönemin İstanbulunda umu­miyetle bu dil Fransızcadır. Çünkü yukarda da işaret ettik. İstila ordusunun en büyük bölümünü Fransızlar ve Fran­sızca konuşan İsviçreliler teşkil ediyordu. Gerçi yabancı mektepler de bir hayli boldu ama pek etkili olmadılar. Umumiyetle Türkler devam etmiyordu bu okullara.

    Liberal Basın
    Devir o devirdi ki, Avrupa'da burjuva sınıfları tarafın­dan yönetilen ve düzenlenen meşrutî hükümetler iktidarla­rının zirvesine ulaşmışlardı. İktisadî liberalizm parlak za­ferlerini yaşıyor; liberal ve fran-mason bütün bir edebiyat bu başarıları dünyaya örnek diye sunuyor, düşüncelerini yaymak için hakiki bir haçlı savaşı açıyordu. Fransız bası­nı ve edebiyatı bu savaşın en müessir kuvvetleri, çünkü Fransa, ölümsüz prensiplerin, insan ve vatandaş hakları beyannamesinin vatanıdır. Felakete bakın ki, talihsiz pa­dişahın ülkesinde en yaygın dil de Fransızca. Bu edebiyat; yabancı postalar kanalıyla dalga dalga boşalır Türkiye'ye. Yabancı postaların dokunmazlığı vardır, yerli polis kontrol edemez. Yabancı neşriyat yaydığı haberlerle, Şark Mesele­si üzerine döktürdüğü makalelerle (bu makaleler hemen he­men daima aleyhimizdeydi) padişahı küçük düşürüyor. Türk okuyucuları nezdinde itibarını zedeliyordu. Sonunda hü­kümdarın memur ve zabitleri, efendilerini, Avrupa efkârı umumiyesinin düşmanca gözleriyle görmeğe başladılar. Padişah 1883 de ihdas edilen sansürle yerli basının ağzını sıkı sıkıya kapamıştı. Şimdi bu tedbir kendi aleyhine dö­nüyordu. Abdülhamid sessizliğe aşıktı, gürültü, patırtıdan, nümayişten nefret ederdi, adeta marazî bir nefret. Ama dışardan gelen bozguncu sesleri de susturamıyordu. Oy­sa insiyakî nefretini dizginlemesi lazımdı. Davasını müda­faa etmek, Avrupa'nın ithamlarında ne kadar haksız, iddia­larında ne kadar mesnetsiz olduğunu ispat etmek (bu onun için gayet kolaydı) ülkesinin çıkarlarını korumak amacıyla nasıl didindiğini, ne cansiperane gayretler har­cadığını göstermek için kendi basının sütunlarından fay­dalanabilirdi.

    İntelijansiyanın Kaygısı
    Bir bedbinlik havası esiyordu ülkede. Padişah, düş­manlarının yarattığı bu havayı maâkui bir nikbinliğe çevir­meğe, gönül ve kafaya seslenen delillerle temellendirilmiş bir güven havasıyla yok etmeye çalışmalıydı. Heyhat... Besleme kalemşörlerin yavan, basmakalıp methiyeleriyle yetinmek gafletinde bulundu. Oysa bu yaveler okuyucuyu zerre kadar etkilemiyordu, hem de hitap ettiği kitle Bab-ı Ali bendegânı, memurlar, zabitler gibi hepsi de intelijansi­yanın üyesi yani aydınlar, çeyrek aydınlar olduğu halde, Yabanaı basının, yabancı neşriyatın hücumları cevapsız kalıyordu İntelijansiya, itiraz edilmediğini görerek, sonun­da, Batının ileri sürdüğü bütün tenkitleri benimsedi; padi­şah, ülkesinin içinde bulunduğu tehlikelere milletin sefale­tine aldırmıyordu demek. Demek ki canını kurtarmaktan, sarayını düşünmekten başka kaygusu yoktu. Yaygınlaşan böyle bir kanaatin ülke için ne zararlı neticeler doğuraca­ğını tahmin etmek güç değildir. Otoriter bir rejim sadece polis baskısıyla, sadece idarî zorlamalarla ayakta dura­maz. Güveni sağlayacak, yöneticilere sevgi telkin edecek bir propagandaya da ihtiyacı vardır. Rejimin sağlamlığını yapan da bu ölçü, daha doğrusu nisbet (dozaj). Ne yazık-ki rejim bu dozaj işini hiç de iyi ayarlamamıştır. Başka bir deyişle Abdülhamid o devirde «münevver» Türklerin bü­yük ekseriyetini teşkil eden saray bendegânına, kendile­ri taşıyan güven duygusunu telkin edememiştir. Bir keli­meyle bendegân, mevkiinden ve şahsî avantajlarından emin değildir. Endişeleri sadece hamiyetlerinden ileri gel­miyor, ekmek kapıları olan sarayın yıkılmasından da kor­kuyorlar; ya artık maaş alamazlarsa... Bu huzursuzluğun sorumlusu, padişahın siyasetidir onlara göre. Rejim için çok tehlikeli bir inanç, hele idarenin dizginlerini elinde tu­tan ordunun kadrosunu teşkil eden bütün bir sınıf bu inan­cı paylaşırsa, yarattığı tepkiler büsbütün korkunç olabilir. 8ir sonraki nesil, Kemalist rejimi kuran nesil, Kemalist re­jimin dış dünyadaki itibarına bakarak, idarenin sağlamlığı­na inanacak ve böyle bir tehlikeyi mühimsemeyecektir.

    Müslüman Halk
    Biz Abdülhamid devrine dönelim, bendeğanın endişe­si de, öfkesi de gün geçtikçe çoğala dursun, müslüman halk, yani saray tarafından beslenmeyen, sarayı besleyen müslüman halk, hiç de bendeğan gibi düşünmüyordu... Onlar hükümdarın şahsına bağlıydılar hep. Halifeye sa­dakatleri sonsuzdu Dünya işlerinden habersiz oldukları için, İslâm dünyasının karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri göremiyorlardı. Tahtın babadan kalma ihtişamı, Şa'şaalı merasimler, Halifenin fazilet ve azametini sergileyen Cu­ma ve Bayram namazları, her zamanki gibi büyütüyordu onları. Münevver Türkler, saray bendegânı, Hıristiyan Ba­tının inkâr kabul etmez üstünlüğü önünde apışıp kalmış, küçüklük duygusuna kapılmışlardı. Halk yabancıydı bu duyguya, cedlerinin gururu yaşıyordu onda. İnanıyordu ki, İslâmiyet müslümanlara, gayri müslüm tebaya kıyasla sonsuz bir üstünlük bahsetmiştir. Kaldı ki, yoksulluğu da, yan tutan bir basın ve yayının diline doladığı kadar ağır değildir hakikatte. İstanbullular askere alınmaz. İstan­bul'da hayat kolaydır. Çünkü orada da başka büyük şehir­lerde olduğu gibi, padişah hayat pahalılığını önlemeye ça­lışır. Taşrada ve köylerde askerlik bir felaket, ama vergi­ler kalu belâdan beri hep aynı vergiler, halk bunlara alı­şık ve zaten çok ağır da değiller. Netice olarak, Abdülha­mid'in sükûtunu hazırlayan ve önüne geçilmez hale geti­ren, halkın memnuniyetsizliğinden çok bendeğanın endi­şesi olmuştur.

    1908 - 1918 BUHRANI İMPARATORLUÐUN ÇÖKÜŞÜ
    Balkan Gailesi
    Abdülhamid saltanatının son yılları yeni bir olayla büsbütün içinden çıkılmaz hâle gelir. Bu olay şudur : Ber­lin muahedesi ile gerçekleşen Avrupa Türkiyesinin payla­şılması sonunda Balkan devletleri sahneye çıkmış, veya güç kazanmışlardır sadece. Bu devletler Avrupa Türkiye-sinde kalan topraklar üzerinde hak iddia etmektedirler. Göz diktikleri, daha çok, Makedonya. (Rumelinin merkezî kısmı olan bu bölgenin ahalisi çeşitli kavimlerdendir : Türkler, Bulgarlar, Rumlar, Sırplar). Bunun içinde Yuna­nistan da, Bulgaristan da, Sırbistan da, Makedonya da karışıklık çıkarmakta içeriye soktukları silâhlı çeteler va­sıtasıyla Türk köylerini haraca kesmektedirler. Bu çete­ler, kendi soylarından köylüler tarafından korunmaktadır. Bu köylere dehşet salmakta, Osmanlı jandarması ve as­keri ile savaşmaktadırlar. Bu eylemleri destekleyen yoğun bir propaganda da var : bu propagandaya göre (ahalinin en az üçte birini teşkil eden Türkler) insafsız, zalim Hıristiyan katili kimselerdir, medeniyet ve insanlık namına bir an önce temizlenmeleri gerektir. Liberal Avrupa matbuatı­nın büyük bir kısmı da bu propagandayı ve sloganları yaymakta ve desteklemektedir. Avrupa Konseri işe karış­malı ve bu rezalete son vermelidir artık.
    Malî sıkıntılar içinde kıvranan padişah, elinden gele­ni yapıyor. Ama isyanı bastırması için şiddete başvurma­sı lazım.
    Oysa ateş püsküren «Avrupa Konseri» hareket ser­bestisini önlemektedir. İhtiyatlı davranmak umumi af ilan etmek lazımdı. Bu mecburi müsamaha Balkanlardaki ayaklanmayı azdırır. 1903 den 1908'e kadar Avrupa Kon­seri Yıldız Sarayı üzerindeki sürekli baskılarıyla padişahı Makedonyayı teşkil eden üç vilayete ayrı bir statü verme­ye zorlar.
    Önce idarî bir denetimi ve yabancı jandarma ve za­bitlerini, sonra da kazaî bir denetimi, nihayet malî dene­timi kabul etmek gerekecektir.
    Hemen söyleyelim... Türkiye'nin bütünlüğünü ve ba­ğımsızlığını açıkça tehdid ettiği için Türkiye'yi rahatsız eden ve kızdıran bu tedbirler Balkan devletlerini de mem­nun etmez. Çünkü bu devletler iddia ettikleri gibi ırkdaşla-nnın durumunu iyileştirmek peşinde değil, yeni topraklar ve yeni tebalar kazanmak emelindedirler.
    Nitekim baskı ile, müşterek notalarla, donanma gös­terileriyle padişahtan zorla koparılan bütün bu düzenle­melere ve İslahata rağmen çetelerin faaliyeti katiyen dur­mamıştır.
    Bu önlemler tek işe yaramıştır : Abdülhamid rejimine son darbeyi indirmek.
    Filhakika, İntelijansiyanın endişesini ve öfkesini körüklemiştir. İntelijansiya yapılanları yeni bir çözülme alâmeti olarak görmüş ve bu çözülüşün suçunu ve mesuli­yetini padişaha yüklemiştir. Bu tedbirler hazineyi tam­takır etmiş. Devlet üç eyaletine hizmet götüreceğim diye elindekini avucundakini harcamış, yoksulluğu büsbütün artırmış, askeri imkanları kurumuştur. Üstelik isyanların sonu da gelmiştir. Oysa Avrupa, Islahat yaparsanız is­yan biter diyordu. (3) Avrupa, 1906 da Devlet-i Aliyenin gümrük resminin % 11 den % 13'e çıkmasına izin verdi. Bu % 2, üç vilayetin bütçe açığını kapatmaya yarayacaktı, ama bu lütfün zararları da oldu: Filhakika Makedonyada bulunan memurların ve bilhassa ordu mensuplarının maa­şı muntazaman ödeniyordu artık. Gelgelelim, bu ülkenin diğer bölgelerinde bilhassa payitahta görev alan zabitle­rin öfkesini artırıyordu. Artırıyordu çünkü onlar zamanın­da maaş olamıyorlardı.
    Jön Türkler Sahnede
    Kaldı ki Makedonya bölgesindeki askeri ve mülki er­kân da durumdan şikâyetçiydiler. Evet., maaşlarını tıkır tıkır alıyorlardı ama bozguncu telkinlere daha açıktılar. Propaganda, Abdülhamid'i devlet ve millet düşmanı ilan ediyordu. Padişah olmasa imparatorluk kurtulacaktı.
    Bu propagandanın kaynağı Avrupa'ya ve daha çok Paris'e kaçan ve «Jön Türk» adını alan ihtilalciler. Jön Türkler, Avrupa'nın ve bilhassa Fransa'nın bazı liberal çevrelerinde himaye görüyordu.
    Makedonyada ihtilalci bir cemiyet kurulmuştu. Türk subay ve memurlarından teşekkül eden bir cemiyetin gay­ri müslim üyeleri de vardı. Cemiyet, fran—masonlar (bil­hassa yahudi fran-masonlar) tarafından destekleniyordu. Amacı, padişahı bir «Anayasa» ilanına zorlamaktı.
    1908 Haziranında, propagandanın ustaca istismar et­tiği siyasi bir olay, gerginliği büsbütün artırdı. Anlatalım: birden bire bir şayia dolaşmaya başladı. Çıkarı olan her­kes şayiayı tekrarlıyordu. Efendim, İngiltere kralı V..I Ed-ward ile Rus Çarı II. Nikola Revalde buluşmuşlarda, bu buluşma sonunda Makedonya'nın taksimi kararlaştırılmış. Şayia asılsızdı, tahminler abes. Çünkü Rusya ile İngiltere tek. başlarına böyle bir karar veremezlerdi. Ama arzettik, intelijansiya inanmıştı bir kere, daha doğrusu inanmış gö­rünüyordu. Saat 11'i çalmıştı. Devlet kurtulacaksa daha fazla beklemezdi.
    1908 temmuzunda ihtilal patlak verdi. İttihat ve Terak­kiye bağlı zabitler Makedonya'da birlikleriyle dağa çıktı­lar.

    Postahaneler işgal edildi. Saraya telgraflar yağmaya başladı. Bu telgraflarda padişaha deniliyordu ki: «Mithat Paşanın kanûn-i esasisini tatbik mevkiine koymazsan, 100 bin asker payitahta yürüyecek. Sonunu sen düşün.» Padişahın ayaklanmayı bastıracağına güvendiği bir paşa şuikaste kurban gitti. İzmir'den getirilen bir kaç bölük as­ker de işe yaramadı. Büsbütün telaşlanan padişah taleple­re başeğdi. Kanûn-i esasî'nin meriyete konulacağını ilân etti. Ömür boyu bu kelimenin korkusu içinde yaşamıştı ve bu tehditlerle devrildi. Gerçi bu başeğiş sayesinde bir za­man tahtınımuhafaza etti ama otoritesini kaybetti. Artık onun yerine intelijansiya saltanat sürecektir.
    İntelijansiya ve temsilcilerinin (başlangıçta İttihat ve Terakki komitesi) saltanatı bir hamlede ve topyekûn ku­rulmadı. İmparatorluğun bütün şehirlerinde ihtilalciler le­hine bir heyecan dalgası yükselmişti ama ihtilalciler ku­manda mevkilerini hemen ele geçiremediler. Bunun iki se­bebi var:

    1 — Hükümet İstanbul’daydı, komitenin merkezi ise Selanik'tedir. Yani, lahzada iş baş. yapamaz. Kendi adam­larını ve kendi tercihlerini kabul ettiremez. Babâli'nin bütün nüfuz ve salahiyetini Yıldız Saray'ına aktarmak isteyen padişah'a karşı halktan gelen bir tepkiye benzemektedir, ayaklanma.
    Esasen:
    2 — İhtilalcilere karşı duyduğu bütün hayranlığa rağ­men halkın sağ duygusu aldanmamıştır. İhtilalciler, devlet gemisini, milletlerarası politikanın kayalıkları arasında yürütecek tecrübe ve ihtiyattan mahrumdular.
    Yeni hükümetin üyeleri Bab-ı Ali'nin eski paşalarıdır yine. Abdülhamid'in vekilleri veya vekil olabilecekleri da­ha çok, şu veya bu sebepten dolayı, Padişah'ın iş başın­dan uzaklaştırdığı veya iş başına getirmediği yarı menkuplar.

    Bununla beraber, komite payitahta taşınmış, orada mühim bir merkez kurmuş, hükümetin yürüyüşünde daha etkin olmaya başlamıştır.
    İhtilâlin bir neticesi de matbuata verilen hudutsuz hürriyet. Matbuat, önceleri ağırdan alır, mutlakiyet rejimi­ne ve o rejimin yardakçılarına (yani padişahın bazı adam­larına ve hadiselerin akışıyla halkın husumetini çekmiş bir kaç eski vekile) atar tutar sadece. Ama haftalar ve aylar geçtikçe baştaki hükümete de veryansın eden hücumlara girişir. 1875 Kanûn-i esasi'sine uygun olarak yapılan iki dereceli bir intihapla bir millet meclisi kurulur: padişahlık yıkılıncaya kadar serbest seçimle iş başına gelen tek mec­lis. Meclisin teşekkülü Osmanlı müntehiplerinin aklı seli­mini ispat" eder mahiyettedir. Aklı başında, mutedil, dürüst çok iyi niyetli kimseler. Mecliste İttihak ve Terakki komi­tesi de temsil edilir. Bu da gayet tabiidir, çünkü memleke­tin her tarafında kurtarıcı olarak tanınmaktadır. Ama ko­miteye bağlı olmayan mebuslar da yok değil.

    1909 Ocağında, Meclisle Sadrazam Kâmil Paşa ara­sında bir ihtilaf çıkar. İttihat ve Terakki de bu ihtiyar dev­let adamından kurtulmaya can atmaktadır. Kâmil Paşa otorite aşkıdır —günümüzün hırçın ve devrimci intelijansiyasına benzeyen— komitenin iktidara geçmesini isteme­mektedir. Kâmil düşürülür, onun yerine komitenin kendine daha yakın bulduğu bir sadrazam geçer.

    İki Dış Politika
    Gerçi her iki halde de maddî bir kayıp söz konusu de­ğildi. Bununla beraber, bu davranışlar millî gururu şiddet­le zedeledi ve gürültülü nümayişlere yol açtı. Yol açtı ama ister istemez de sineye çekildi. Ve Yunanistan da, çekine çekine Girit'i ilhak etmekten söz ediyordu. Girit, 1901'den beri bilkuvve bağımsızdır. Helen Hanedanfna mensup bir Girit hükümdarı tarafından idare ediliyordu. Osmanlı «hakimiyeti»nin tek alâmeti, kadîm Lon Sude'ün köhne bir ka­lesinde dalgalanan bir Türk bayrağından ibaretti. Ver yan­sın edildi Yunanistan'a bütün İstanbul matbuatı ateş püs­kürdü. O dönemin gazetelerini okumak ve basında bol bol çıkan karikatürlere bir göz atmak, «Batılaşmış» inte­lijansiyanın yönettiği yeni Türkiye'nin nasıl bir zihniyet İçin de olduğunu göstermeye kâfidir.

    1840'dan bu yana Osmanlı siyasetinin değişmez bir temeli vardı. Abdülhamid bu gerçeği kavramıştı. İntelijan­siyanın vatanperver coşkunluğu hakikati görmesine engel oldu. Başka bir deyişle, 1840'dan beri Devlet-i Aliye'nin başlıca problemi Avrupa Türkiyesi'ydi Oysa Avrupa Tür­kiyesi artık Avrupa devletlerinin tehdidi altında değildi. Şimdi bu bölgeye göz diken, XIX. asır Osmanlı parçalanı­şı yüzünden ortaya çıkmış Balkan devletleriydi. Bulgaris­tan, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan.

    Bu devletler hatırı sayılır bir güç kuramamışlardı. Te­ker teker Devlet-i Aliye için bir tehlike teşkil etmiyorlardı: Teselya Muharebesi bunu ispat etmişti. Ama birleşmeleri imparatorluk için öldürücü olabilirdi. Abdülhamid bunu pek iyi anlamış ve Balkanlardaki diplomasisini ona göre ayarlamıştı. Jön Türkler gerçek durumdan habersizdiler. Onlara öyle geliyordu ki, 1908-9 ihtilali yalnız içte muzaffer olmalarını sağlamamış Ruh-ül Kudüsün esrarengiz bir mü­dahalesiyle kuvvetler dengesini de alt üst etmişti. Ve Tür­kiye aşağı yukarı herhangi bir Avrupa devleti kadar güç­lüydü artık. Batının liberal basını da iltifatlarını esirgemi­yordu, Allah için. Kısa bir müddet sürecek olan bu poh-pohlayıoı yazılar inançlarını bir kat daha perçinliyordu. Balkan devletleri de kim oluyordu? Hadi bazılarını kızdırıp bazılarını da okşasan ya. Ne gezer. Oysa Osmanlı diplomasisi artık o sınırlı bölgede iş görecekti, dostlar ve sem­patizanlar yaratmak lâzım geliyordu. Jön Türkler, Balkan devletlerinin topunu birden küstürdüler ve karşılarına al­dılar. Bu abes ve küstah politika bir felaketle sona erecek yani dört devleti tek cephe halinde birleştirecek ve Avru­pa Türkiye'sinin kaybedilmesine sebep olacaktı.
    Liberal Batı Ve...
    Türkiye’nin büyük devletler karşısındaki davranışları­na gelince, bu alanda da bir yön değişikliğine şahid olmak tayız. Abdülhamid, geçirdiği son diplomatik buhranlar es­nasında Almanya'ya dayanmıştı hep. Milletlerarası sahne­de nice oyunlar oynayan imparator wilhelm, İslâm hâmi­si rolüne de özenmişti. Filhakika, Almanya'nın Türkiye ile ortak sınırı olmadığından, Türkiye'nin paylaşılması en az onun işine geliyordu. Çünkü bundan bir kazancı olmaya­caktı. Büyük bir hızla gelişen sanayii için mahreçler ara­mak zorundaydı. Bu itibarla, babadan kalma Osmanlı tamâmiyeti mülkiyesinin başlıca müdafii idi. Abdülhamid'in mahremi Alman elçisiydi. İki rejim arasındaki benzerlikler de Abdülhamid'in Almanya'ya karşı sevgisini güçlendire­cek mâhiyetteydi. Padişah, Fransız ve İngiliz basınının hürriyetçi havasından ve «insaniyetçi» taleplerinden fena halde rahatsız oluyordu. «Jön Türkler» için en isabetli yol, eski rejim ne yaptıysa tersini uygulamaktı. Padişahın te­mayüllerine aykırı olsun diye İngiltere ve Fransa'ya dost­luk nümayişinde bulunuldu ve Almanya'ya karşı daha so­ğuk davranıldı.
    Avusturya, Almanya'nın müttefikiydi. «Bosna Hersek» in Avusturya tarafından ilhak teşebbüsü Alman aleyhtar­lığını bir kat daha arttırdı.
    Bununla beraber kamuoyunun bu istikâmetteki geliş­mesini önleyen iki husus vardı.

    1 — Liberal Britanya basınının «Liberal» Jön Türkler
    ihtilali için gösterdiği coşkun alâkaya White Hail katılmıyordu pek. Osmanlı İmparatorluğu'nun lehinde olan ve ona —Rusya'ya karşı— Batı devletlerinin müzâharetini
    sağlayan 1854 ittifakının 1877-78 de Türkiye'nin nasıl aley­hine döndüğünü anlatmıştık. 1855 de, Fransa ile el ele ve­ren İingiltere Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarmıştı. 1877-78 de ise, çok daha gevşek olan İngiliz müdahalesi, im­paratorluğun topyekûn yok olmasını önlemişti sadece.1908 den sonra White Hall'un işi başından aşkındır, hududlu da olsa Türkiye'yi destekleyemez. Filhakika İngiltere için başlıca düşman Almanya'dır artık, Almanya'ya karşı Türklerin ezelî düşmanı olan Rusya ile ittifak kurmaya çalışır. Demek ki, Türklerin İngiltere'den ciddi bir müzahe­ret, siyasî bir işbirliği beklemeleri abestir.

    2 — İç politikaya gelince, intelijansiyanın anti-liberal
    temayülleri güçlendikçe, otoriter devletlere karşı muhab­beti de artar, Almanya kara Avrupasın'da başlıca otoriter devlettir. Kaldı ki, Almanya da onların sevgilerini kazan­maya çalışmakta, hem malî alanda hem yeni idarecilerin çok önem verdiği ordunun ıslahı konusunda yardımcı ol­mak istemektedir. Böylece, Almanya ile bir yakınlaşma başlar ve çok geçmeden aradaki bağlar pekiştirilir. Libe­ral Batı ile Jön Türkler'in «balayı» pek kısa sürer.

    Devralınan Miras
    1909-10 yıllarında ilerici intelijansiyanın aşırı kanadı­nı temsil eden «İttihat ve Terakki» komitesinin hâkimiyeti günden güne artmaktadır. 31 Mart 1909 ayaklanması göz­dağı olarak kullanılmış, muhalefet susturulmuştur. Komite hükümetinin otoritesini tahkim eden bir başka husus da Maliye Nazırı Cavid Bey'in bütçeyi dengelemek, Os­manlı bütçesinin müzmin derdi olan açığı kapatmak için bir dizi istikraz teşebbüsüne girişmesidir. Maaşlar tıkır tı­kır ödenmekte, yabancı ülkelere savaş gemileri ısmarlan­makta, ordu manevralar yapmaktadır. Ordunun teçhizatı­nı da tamamlamak lazım ama, söylediğim gibi, alınan pa­ralar daha çok maaş ve ücretlerin muntazaman ödenme­sine, büyük bir yekûn tutan borç taksitlerinin tesviyesine harcanmaktadır.

    Şurasını da söyleyelim ki, bu istikraz siyasetini kolay­laştıran da Abdülhamid olmuştur. Padişah, Avrupa pazar­larına mümkün olduğu kadar başvurmamış ve bu tutum­lu idaresi sayesinde devletin malî itibarını sağlamıştır. «Kızıl Sultan» in yerine geçenler iki mirasa konmuşlardır: Sakıt padişahın politika alanındaki kötü şöhreti ve mali işlerde çok cimri, çok tedbirli davranışı. Tepe tepe kulla­nılan iki değerli miras, bilhassa ikincisi. Kapitüler bağlar yüzünden vergilendirme yoluyla para elde edemeyen Jön Türkler, malî sıkıntıdan bu sayede kurtulabilmişlerdir. Ha­zinedeki bolluk yeni rejimin halk tarafından benimsenme­sine geniş ölçüde yardım etmiştir. İttihak ve Terakki ko­mitesi bütçelerindeki intizamla övünür. İntizama diyecek yok, fakat açlıktan ne haber... İstikraz siyaseti ancak üre­time yönelik ve üretimi arttıracak yatırımlar söz konusu olunca isabetlidir. Oysa 1908'den 1914'e kadar yeni hü­kümetin elde ettiği bütün istikrazlar tüketim içindir.
    Siyasî mirasa gelince, o da Jön Türklere esaslı bir şöhret sağlar: Liberalizm şöhreti. Öyle ya... yüzde yüz mutlakiyetçi bir rejimin muzaffer düşmanları, elbette ki libe­ral olacaktı. Unutulmasın ki, o devirde, siyasî dönüşler moda olmamıştı henüz. Mefhumlar bugünkü kadar yay­gın değildi. Etiketlerden kuşkulanmak âdet olmamıştı.
    Böylece Jön Türkler intelijansiyası rejimi Batıda, ol­dukça uzun bir zaman liberal sanılmakta devam edecektir. Tekrar edelim, 31 Mart Askeri Ayaklanması bu alanda çok işi ne yaramıştı. Demek ki komitenin «yobazlıktan başka düşmanı yoktu. Onu eleştirenlerin hepsi de kılık değiştir­miş birer mürteci idi. Bu zehabın yayılması Jön Türklerin liberalizm şöhretini perçinledi. Hakikatte ise, «Jön Türk­ler İhtilali» nin hiç de liberal bir mahiyeti yoktu. Başka türlü olabilir miydi ki? Sosyal yapısı icabı, Türk intelijansi­yası devletle kader birliği İçindedir.

    Kim Bu İntelijansiya?
    Kim bu intelijansiya? Yüz de doksan devletten maaş alan veya maaş bekleyen memur ve subay. Mülga salta­nat rejimine düşmanlıkları, devletin «keyfi ve gayri meşru davranışlarıdır» ileri gelmiyordu pek. Düşmanlığın başlıca kaynağı, devletin yabancıya baş eğdiğini görmekten, ba­tının üstünlüğünü ses çıkarmadan bir müteârife olarak kabul etmesine şahid olmaktan mütevellid öfkeydi. Zayıf olduğumuz doğruydu belki. Belki boyun eğmek zorunday­dık da. Ama yine de padişahın siyasetini mazur göremiyordu intelijansiya, çünkü idarî, iktisadî ve diplomatik ha­taları yüzünden bu duruma düşmüştük. Yeni devlet bu ha­talara düşmeyecek, ecdad devrindeki şevketi, satveti tek­rar tesis edecekti. Parlemantarizm demek sistemli ve ka­mu önünde bir tenkid demekti. Hükümet icraatıyla böyle bir tenkidi lüzumsuz kılabilirdi, hatta tenkid zararlı da ola­bilirdi.

    Kaldı ki hesaba katılması gereken başka bir şey daha vardır: Türk içtimaî heyeti, devletin beslediği aydınlardan ve devleti besleyen ümmilerden (köylü kitlesi) müteşekkil­di. Aydınlar aşağı yukarı devletin parçasıydılar, efen­dilerine karşı ayaklanmaları düşünülemezdi. İsyan etmek, köylü isyanı aklından bile geçinmiyordu, çünkü şuursuzdu. Burjuvazi yani bağımsız şehir ve kasaba ahalisi, bilhassa büyük liman şehirlerinde ya yabancıydı, yahut gayri müs­lim tebaa, Rumlar Ermeniler gibi. Bunlar o zamana kadar, heyet-i siyasiyenin bilcümle haklarına sahip birer üyesi sayılmazlardı. Oysa dünyanın bütün ülkelerinde meşru­tî taleplerin başlıca muharriki ve «burjuva» hürriyetlerinin savunucusu bağımsız orta sınıf yani burjuvazi olmuştur. Kaldı ki Türk olmayan (bilhassa Hıristiyan) bir azınlığın mevcudiyeti, İntelijansiyayı haklı veya haksız yeni devletle kader birliği yapmağa zorluyordu. Sanılıyordu ki, bu azın­lıklar, devletin otoritesi hatta ülkenin bütünlüğü için tehli­keli emeller gütmektedir.

    Ayrıca aydın Türkler arasında da herhangi bir muha­lefet belirmediğini sanmak yanlış olur. Bilhassa İstanbul da, Avrupa düşünceleriyle beslenmiş ve çok defa komite­nin gadrine uğramış hatırı sayılır Türk aydınları vardı. Bunlar gittikçe sesini yükselten ciddi bir muhalefet oluş­turdular: «Hürriyet ve İtilaf.» Bu liberal fırkanın üyeleri, emlak sahipleri, avukatlar edebiyatçılar serbest meslekten kimselerdi. Bu partiyi tutanlar, bir yandan gayri müslim in­telijansiya (gölge düşürücü bir destek) bir yandan da Türkiyede çok kalabalık olan Arnavutlardı (Arnavutlar ya ço­rak dağlarını, kısmetlerini başka yerde aramak için terk etmiş, ya Arnavutluk'ta ki çiftliklerini bırakıp Türkiye'ye gelmişlerdi). Arnavutlar umumiyetle girişken, gözünü bu­daktan esirgemez insanlardı. Aralarında bir çok memur­lar zabitler vardı. Abdülhamid onlara daima iyi davranmış­tı
    Ayrıntılı bilgi için: www.cemilmeric.net

    CEMİL MERİÇ'İN HALEN SATIŞTA OLAN KİTAPLARI
    Jurnal
    Jurnal 2
    Mağaradakiler
    Kırk Ambar / Cilt 1 / Rümuz-ül Edeb
    Kırk Ambar / Cilt 2 / Rümuz-ül Edeb
    Mağaradakiler
    Sosyoloji Notları ve Konferanslar

    haber7
İşlem Yapılıyor
X