ATATÜRK'ÜN ANILARI

Kapat
Önemli Konu
X
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • emin_070
    Senior Member
    • 03-07-2006
    • 3337

    ATATÜRK'ÜN ANILARI

    YENİLSEYDİK SORUMLU BEN OLACAKTIM

    Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
    - İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.

    Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
    - Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.

    Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

    Ord. Prof. Sadi IRMAK
    Kaynak: Sadi Irmak, Ord Prof. - Atatürk'ten Anılar, 1978
    -----------------------------ooOoo-----------------------------

    YANINA ALDIÐI İLK ER

    O, Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu:
    - Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?
    Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
    - Söyle niçin ağlıyorsun?
    İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
    - Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu:
    - Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
    Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.

    Burhan Cahit MORKAYA
    -----------------------------ooOoo-----------------------------

    İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR

    Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
    - Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.

    Falih Rıfkı ATAY
    Kaynak: Falif Rıfkı Atay - Mustafa Kemal, Mütareke Defteri, 1955
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM

    Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
    - Binbaşı mısınız?
    - Hayır.
    - Albay mı?
    - Hayır.
    - Korgeneral mi?
    - Hayır.
    - Peki nesiniz?
    - Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
    - Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..

    General SHERRIL
    Kaynak: General Sherril - Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik, 1935

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    İZMİR SUİKASTI

    İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı:
    - "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
    - Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
    - Evet, dedi. Ben yine sordum:
    - Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
    - Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
    - Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?
    - Hayır.
    - O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
    - Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
    O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
    - Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.

    Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

    Yahya Galip KARGI
    Kaynak: Yücel Dergisi, 1948
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    MUTSUZ LİDER

    Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:

    - "Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi.

    O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık.

    Damar ARIKOÐLU
    Kaynak: Damar Arıkoğlu - Hatıralar, 1961

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    ASKERLE GÜREŞ

    Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
    - Sen güreş bilir misin?

    Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.

    Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
    - Haydi, bir de benimle güreş!

    Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
    - "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"

    Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.

    Tahsin UZER
    Kaynak: Millet Dergisi, 1946
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    ABDÜLHAMİD

    1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşam üstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra:
    - Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli.

    Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
    - Sevme Abdülhamid'i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid'in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa...

    Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım.

    Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOÐLU
    Kaynak: Hürriyet Gazetesi, 31.07.1958

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

    Hastalığının ilerlemiş zamanında:
    "Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki:
    - "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi.

    Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER
    Kaynak: Nihat Reşat Belger - Atatürk'ün Hastalığı
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ

    1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı:
    - Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
    - Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle:
    - Valle Padişah bilir! dedi
    Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
    - Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?
    İhtiyar tekrar etti:
    - Padişah bilir!...

    Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü:
    - Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi
    Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi:
    - Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
    - Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..."

    Ahmet Hidayet Reel
    -----------------------------ooOoo-----------------------------

    KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR

    Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:

    - Bu memleketin efendisi kimdir?

    Düşündüm. Karşılığı o verdi:
    - Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti:

    - Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!...

    Prof. Mahmut Esat BOZKURT
    Kaynak: Tan Gazetesi, 10.11.1942
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    KAHRAMAN TÜRK KADINI

    17Mart 1923 Tarsus:

    Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı.

    Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
    - "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!"
    Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.

    Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:
    - "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın."

    Taha TOROS
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    GÖMÜLECEÐİ YER

    Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak:
    O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
    Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
    Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı.

    Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.

    Prof. Dr. Afet İNAN
    Kaynak: Ulus Gazetesi, 25.06.1950
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    BENİM ADIM ATA DEÐİL

    Atatürk'ün sinirlendiği önemli bir nokta vardı. Gazetelerde, kendisine "Ata" denildiğini okudukça şöyle dedi:
    — Benim adım Ata değil, Atatürk'tür! Bazı gazeteler neden böyle yazarlar?

    Şükrü KAYA

    Kaynak: Dünya Gazetesi, 10.11.1953
    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    Yıkılış

    Osmanlı Âyan Meclisi üyelerinden Şamlı Abdürrahman Paşa, devrinin sayılı şişmanlarından biriydi. 1918 kür mevsimini Karlsbad kaplıcalarında geçirmişti. Dönüşte Sadrazam Talât Paşa'yı Berlin'den İstanbul'a getiren trene bindi. Soyfa istasyonunda Bulgar hükûmet adamları Talât Paşa'yı karşılamaya geldiler. Sadrazam bir müddet onlarla görüştükten sonra, vagonda kendini seyredenlere işittiği haberin tatsızlığını hissettirmemek için Abdürrahman Paşa'ya alaycı bir sesle:
    - Kaplıcalara gidiyorsun ama, bir türlü bu şişmanlıktan kurtulamıyorsun, dedi.
    Abdürrahman Paşa:
    - Evet efendim, bu semen (1) beni öldürecek. Cevabını verdi.
    Talât Paşa trene girmişti. Arkasını kompartımana dayayıp, sessizce bir ah ederek:
    - Keşke ben ölseydim... diye içini çekti.
    İstasyonda Bulgar ordusunun çözüldüğünü ve Sofya hükûmetinin tekli barış yapmak üzere İtilâf devletlerine başvurduğunu öğrenmişti.
    Berlin'den İstanbul'a getirdiği müjdelerin artık hiçbir değeri kalmamıştı.
    Talât Paşa'yı o hâli ile gözümün önüne getiriyorum. Bir yıl kadar özel kaleminde bulunmuştum. Bu sözünde samimî olduğuna hiç şüphe etmem. Gönülden bir vatan ve halk adamı idi.
    Şamlı Abdürrahman Paşa yerine bir başkası olup da:
    - Paşam, böyle olacağını bilseydiniz, Almanlarla beraber harbe girer mi idiniz? diye sorsaydı, acaba hiç olmazsa içinden ''Evet" cevabını verir mi idi? Sanmıyorum. Fakat kendi eli ile yazdığı hatıralarında niçin bu itirafta bulunmamıştır, doğrusu bunu da pek anlamıyorum. Artık bütün belgeler elimizdedir. Bu belgelerden anlaşılıyor ki bizim için Birinci Dünya Harbine girmemek, İkinci Dünya Harbine katılmamak kadar kolaydı. Şüphesiz daha da yerinde idi.
    Geriye dönüp olup bitenleri kısaca gözden geçirelim. Balkan Harbini henüz kaybetmiştik. Tükenmiştik, silâhsızdık. Almanlar Marn'da durdukları için iki devlet grubu, Doğu'da ve Batı'da olanca kuvvetleri ile mıhlanmak üzere idiler.
    Niçin girmiştik? Talât Paşa'nın hatıralarını okuyuncaya kadar ben de duraksamalı idim. Mustafa Kemal ve İsmet (İnönü) gibi askerlerin, birçok diplomatımızın ve Cavit gibi hükûmet adamlarının harbe girmekliğimiz aleyhinde olduklarını biliyordum. Bir kıt'a devletinin İngiltere ile müttefiklerine karşı zafer kazanamayacağı fikri, Türkiye'de hemen hemen umumî idi. Uzun sürecek bir harpte yenilecek devlet grubunun yanında bile bile nasıl ateşe atılırdık? Daha bir iki ay beklemiş olsaydık, iki taraf da bizi el üstünde tutacaktı. Düyun-u Umumiye'yi, demir yollarını idaremize soksak büyük gelir sağlayacaktık. Acaba niçin böyle yapmadık? Almanya ve müttefiklerinin mutlak zafer kazanacağını hesap edenler sorumlu hükûmeti inandırmışlar mı idi?
    Talât Paşa'nın hatıralarına göre İttihat - ve - Terakki hükûmeti öteden beri memleket varlığını korumak için büyük devlet gruplarından biri ile ittifak etmek lâzım olduğu kanısında idi. 1914'te Almanya Büyükelçisi bir gün Sadrazam Sait Halim Paşa'ya gelir ve Almanya'nın Türkiye ile eşit şartlar içinde ittifak etmek istediğini söyler. Bu sır dört kişi arasındadır: Sait Halim Paşa, Talât Paşa (o zaman bey), Enver Paşa ve Halil Bey (Hariciye Nazırı). Dört nazır bir sonuca varıncaya kadar meseleyi arkadaşlarından gizlemeğe karar vermişlerdir. Dört arkadaş biliyorlarmış ki Almanya'nın böyle bir teklifte bulunuşu, bir harbi yakın gördüğünden ve bizi kendi saflarında çarpıştırmak isteyişinden idi. Fakat onlar harp çıkmıyacağı fikrinde imişler. Beklemedikleri harp patlayınca sözleşmeyi yerine getirmek meselesi ortaya çıkar. Sait Halim Paşa karar vermek sırası gelince ter döküp durur. Nihayet biraz geciktirme bahanesi bulunmuştur. Bulgaristan'dan emin olmalıyız. Onlar da Romanya'dan emin olmak kaygısındadırlar. Hükûmet Almanya Büyükelçisine bu işler çözülünceye kadar sabredilmesini söyler.
    İşte tam o sırada Göben zırhlısı Brevlas kruvazörü ile Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmiştir. Enver Paşa bu havadisi Sait Halim Paşa yalısında toplananlara gülerek:
    - Bir çocuğumuz dünyaya geldi, diye haber verir.
    Yapılacak şey basittir. İki gemi ya 48 saatte geri gitmelidirler, yahut silâhsızlandırılmalıdırlar. Sait Halim Paşa'nın bu tekliflerine karşı Alman Büyükelçisi öfkeden köpürür. Bir müddet sonra Halim Bey'in aklına gemileri satın almak gelir. Biri ''Yavuz'', biri ''Midilli'' adı ile donanmamıza katılacaksa da, gene de Alman amirallerinin elindedirler.
    Talât Bey Sofya'ya giderek Bulgar hükûmeti ile görüşür. Bulgaristan karar veremez. Romanya büsbütün menfi cevap verir. Talât Bey İstanbul'a döner ve bir karara varılmak için sabırsızlık gösterir. Sait Halim Paşa ve onun tarafını tutanlar vakit kazanmak isterler.
    Fakat bir arife günü bizim misafir teknelerin Karadeniz'de Rus kıyılarını bombardıman ettikleri haberi gelir. Talât Paşa'nın anlattığına göre, Enver Paşa bile bu olaydan hiçbir haberi olmadığına yemin etmiştir.
    Nazırların çoğu hâlâ harbe girmek fikrinde değildirler. Bir yandan da İtilâf devletlerinin baskısı vardır. Nihayet toplanıp:
    - Artık bir karar verelim, derler.
    Böylece harbe gireriz. Cavit ve harbi istemiyen öteki nazırlar istifalarını verirler.
    Harbe böyle girmiştik. Fakat şimdi nasıl çıkacaktık? ''Keşke ben ölseydim...'' Talât Paşa'nın bu sözü samimî idi. Şüphe yok, fakat keşke devlet ölmeseydi... Çünkü çöküyorduk.
    İkinci Dünya Harbi sonlarına doğru İsmet İnönü, 1914'te Umumî Karargâhta Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey, bir gün bana demişti ki:
    - Düşün ne kadar da cahilmişiz. Gerçi ben ve arkadaşlarım bizim ordunun böyle bir harbe karışacak hâlde olmadığını biliyorduk. Fakat öyle sanılıyordu ki eğer Almanlar Fransa'yı yıkarlarsa harp bitecektir. Japonlar ve İtalyanlar o zaman Almanya'ya karşı idiler. Bu harpte Almanlarla beraberdiler. Fransa yıkılmıştır. Harp tabiî yine de Almanya aleyhinde!
    İttihatçılar vatansever adamlardı. Harbe girişlerini bozgundan sonra da haklı göstermeğe çalıştıklarını hatırlıyorum. Dayandıkları bir mantık da Osmanlı İmparatorluğunun artık pek yaşıyamıyacağı idi. Mademki şimdi Türk topraklarında son bir Türk devleti kurmuştuk, sanki iyi olmuş da Birinci Dünya Harbine katılmışız gibi bir şey...
    Gerçi biz Avrupa Türkiyesini kaybettikten sonra parçalanma sırası Osmanlı Küçük Asyasına geldi idi. Araplık meselesi ile karşı karşıya idik. Ruslar Doğu Anadolu'da bir Ermenistan kurma peşinde idiler. Ermeni halkın çektiği zulmü bahane ederek, Balkan Harbinden sonra Bab-ı âli'ye Ermenilerin oturduğu vilâyetler için bir yabancı müfettiş getirmek fikrini kabul ettirmişlerdi. Bunun ne demek olduğunu anlıyorduk. Kürdistan meselesi de ateşlenmek üzere idi.
    İttihatçıların milliyetçiliği ne Ermenistan, ne Kürdistan bağımsızlık veya otonomisini akla bile getirmeğe elverişli değildi. Fakat Arap memleketlerine tavizlerde bulunmağa başlamışlardı: Arapça konuşan nüfuzlu ilçe ve bucaklara Arap kaymakam ve müdür tayin etmek gibi... Öyle görünüyordu ki Türkçülük hareketi Osmanlı-İslâmcılık fikir akımını gevşettikçe Hicaz, Suriye ve Irak Araplığı ile Anadolu ve Trakya Türklüğü arasında bir federasyon yapmak imkânsız bir şey olmıyacaktı. Türkçülerden ileri görüşlüler bu fikirde idiler. Ben Şam'da iken oraya gelen Mustafa Kemal'in konuşmaları üzerine işittiklerimden onun da bu kanaate iyice meyilli olduğunu anlamıştım. Yirminci asrın ilk dekatlarına kadar Türkleşmeye ve Türkçe diline yatmayan som Araplığın, bu milliyet çağında temsil edilmesine ihtimal yoktu. Hatta oralara giden Türkler pek çabuk Araplaşmakta idiler. Azimzadeler, ki Suriye eşrafının başındadırlar, Konya'dan göçme ''Kemik Hüseyin''in torunları idiler. Halep ailelerinden pek çoğu Türk aslındandı. Hepsini kaybetmiştik.
    Bunları hatırlatmaktan maksadım, eğer harbe girilmeseydi Küçük Asya'da imparatorluğun bir yaşama şekli bulabileceğini göstermek içindir. Böylece şimdi dünya petrol kaynaklarının pek önemli kısmını bağrında tutan bu zengin bölgeler devletimizin sınırları içinde bulunacaktı.
    Harp sürdükçe büyük devletler zayıflayacakları için kapitülâsyonlardan ve her türlü yabancı baskı ve kontrol şartlarından kurtulacaktık. Birinci Dünya Harbi sırasında iki milyon kurban verdikten sonra dahi Kuvay-ı Milliye ile başa çıkamıyan Batılı devletler, bütün ordusu ayakta duran imparatorluğa karşı elbette herhangi bir harekette bulunamıyacaklardı.
    Biz Birinci Dünya Harbine hırs değil, cahillik yüzünden girmişizdir. Almanlara satılmamışızdır. İttihatçılar vatan satıcısı değil idiler. Liderlerinin hepsi parasız ve yardımsız, düşman kurşunları altında can vermişlerdir. Fakat bir umumî dünya görüşünden, realiteleri elde tutarak ve karşılaştırarak uzun vadeli hesaplar yapmak ve hükümler çıkarmak gücünden, yetkisinden yoksun idiler. Hiç olmazsa kendi partileri içinde serbest bir denetleme olsaydı gene de kendimizi koruyabilirdik.
    Ya Almanlar harbi kazansaydı, o bitik hâlimizle ne olacaktık? Bir gün Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey, kendisi ile çalışan bir Alman yüksek subayına der ki:
    - Canım, siz kalabalıksınız. Sanayicisiniz. Belçika da öyle. Onu kendinize mi katacaksınız? Yahut aynı hâldeki Avrupa memleketlerini mi? Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?
    Subay, kendi aralarında sık sık bu konu üzerine konuşmağı âdet etmiş olacaklar ki ağzından kaçıverir:
    - Die Turkei!
    1918 Eylül ayındayız. Büyükada'daki Yat Kulübünde son Türk mevsimini tamamlamak üzereyiz.
    1914'e kadar, bankalar, şirketler ve piyasalar gibi, kulüpler de Türklere hemen hemen kapalıydı. Şimdi ''Büyük Kulüp'' dediğimiz Cercle d'Orient'in resmî dili Fransızcadır. Bugünkü İstanbul Kulübünün bir adı da İngiliz Kulübüdür. Padişahlıktan en küçük idare hizmetine kadar siyasî iktidar biz Türklerde iken, Beyoğlu ve Galata tam bir sömürgeciler yatağı, Osmanlı-Müslüman sınıfı ise bir proletarya ezginliği içinde idi. 1908 Meşrutiyeti saltanat devrinin 33 yıllık mabeyn ve Bab-ı âli oligarşisini de yıktığı için, büsbütün yaldızsız, gösterişsiz bir kalabalığa dönmüştük. İttihat - ve - Terakki Fırkasının Rumeli'den İstanbul'a taşınan merkez-i umumîsi, uzun müddet, eski Alemdar Mustafa Paşa takımına benzer, şivesi tuhaf, âdetleri iptidaî, mizacı dağlı bir komiteciler ve fedayiler ocağı gibi yadırganmıştı. Gece vakti bir paşa, birkaç gazeteci öldürülmüş, bazılarının katilleri hiç aranmamış, bulunanlar da merkez-i umumî nüfuzu ile korunmuştu. İlk Bab-ı âli hükûmetleri bu esaslı cemiyeti idare edenlerin kuklaları sanılırdı. Fakat merkez-i umumînin de hükmü Türklere idi. Hristiyanlar tekin değildi. Ecnebiler ise büsbütün imtiyazlı idiler. Mahkemeleri dahi ayrı idi.
    1914 Harbi başlayınca Beyoğlu çevreleri sindiler. Tekâlif-i harbiye denen rekizisyondan ve polisten korktukları için Hristiyanların Türklere yanaşmak ve onlara hoş görünmek yolunu tutmaları tabiî idi. Kapitülâsyonları kaldıran İttihatçılar, ekonomi ve ticaret gibi, kulüpleri, hatta otelleri de Türkleştirmek lâzım geldiğini düşünmüş olacaklardı. Merkez-i umumînin başlıca üyeleri harp yazlarında Büyükada'ya göç ederler ve Yat Kulübüne yahut kiralık köşklere yerleşirlerdi.
    Harp zenginleri ve karaborsacılar zayıf mizaçlılara sokulmak yolunu kolayca bulmuşlardı. Bir kılı kırk yaran ahlâkçıların nasıl olup da halk sefaletiyle bir hızda artan, küstah ve sırıtıcı sefihliğin iç yüzüne doğru bakmak merakını duymadıklarına şaşardık.
    Yat Kulüpte iki parola vardı: Harbe devam ve zafer.
    Zaferden en küçük şüphe imansızlıkla damgalanmak için yeterdi. Bir merkez-i umumî üyesi vardı ki kardeşi az zamanda harp zenginleri arasına geçmişti. Kendisi ise Yat Kulübün bahçesinde fikir adamlarına bir iman korkuluğu gibi görünürdü. Çok dürüst kalmıştı da! Mutfak ihtiyaçlarını merkez-i umumî devletinin vermekte olduğu bu devirde fikri uğruna yiyecek kuponlarını tehli***e koyabilecek pek az kahraman çıkmış olması tabiî değil midir?
    - Zenginler bir gün işe yarar, düşüncesi de vardı. Sanki bütün bu zenginler paralarını İttihat - ve - Terakki hesabına biriktirmekte idiler. Sonraları bana aynı kulübün bahçesinde, sağ elinin parmaklariyle sol elinin avcunu göstererek:
    - İki milyon lirayı elimde gördüm, diyen Selânikli Karasu, İngiliz donanması İstanbul'a girdikten hemen sonra İtalyan uyrukluğuna geçmişti. İttihatçı nazırlardan birinin korurluğu ile yüz binler kazanan bir iş adamı, mütareke zamanı çocuklarının İsviçre'ye gidebilmesi için bilet parası vermenizi rica etmektedir, dediğimde:
    - Nerede bende para? Kendim nasıl geçineceğimi düşünüyorum, diye yazıhanesinin kapısını yüzüme kapamıştı.
    Talât Paşa da Berlin'den yazdığı bir mektupta, pek az bir borç yüzünden anasının kira evinden atılmamasına yardım etmiyenlerden, acı acı şikâyet eder. Himayelerinde milyonerler yetişen bu İttihatçı şefleri namuslu idiler. Talât Paşa Nişantaşı'ndaki sadrazamlık konağına taşınmamış, ''Sonra çıkması güç olur!'' demişti. Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa'nın yolladığı hususî beyaz ekmeği geri yollayarak: ''Biz herkesle beraber fırından nafakamızı alıyoruz!'' demişti. Bu çamur gibi, ne idüğü belirsiz bir hamur parçası idi.
    Yat Kulübün bahçesinde yalnız Ziya Gökalp ile açık konuşabilirdik. O ise saplı fikirlerinin kapalı havası içinde idi.
    1918 Eylülünde son buluşmalar hayli hüzünlü olmuştur. Donanmadan ve cepheden gelen haberler iyi değildi. 1914'te bize:
    - Ya batacağız, ya çıkacağız! demiş olanlar, 1919'daki fikirleri ne olduğunu söylemek için artık bizimle karşılaşmak fırsatını bulamıyacaklardı.
    Eylülün 27 nci günkü İstanbul gazetelerinin birinci sayfalarında üç sütun üzerine Veliefendi at yarışlarının haberleri ve resimleri vardı. "Akşam''ın başlıca yazısı rahmetli Ömer Seyfeddin'in edebiyatta tenkidin faydası üzerine bir konuşmasıdır.
    Ertesi gün, birdenbire, Bulgar Başvekili Malinof'un İtilâf devletlerine barış teklif etmiş olduğu ve Bulgar ordusunun dağılmağa başladığı havadisleri İstanbul gazetelerinin yosunlu su durgunluğu üzerinden çığlıklı bir dalga gibi geçti. Halk efkârının altı üstüne geldi. Gerçi Alman komutanı Makenzen'in Bulgaristan kargaşalığını yatıştırmak üzere Makedonya cephesine gittiği yazılmışsa da, artık kimseyi Alman mucizesine inandırmak imkânı yoktu.
    Son umut, iki taraf da harpten usanarak uzlaşmalı bir barışa varmak umudu iflâs etmişti. Almanya henüz teslim olmadığı için, acaba biz de bir tekli barış teklif etsek cezamızı hafifletebilir miyiz, İngilizleri bir defa daha Osmanlı Devletini kurtarmak fikrine yatırabilir miyiz gibi avutucu hayallere kapılıyorduk. Yat Kulüpte merkez-i umumî masasında bulunanlardan bir arkadaş nihayet bu fikri ortaya atmak cesaretini gösterir. Daha cümlesini tamamlamadan rahmetli Doktor Nazım:
    - Türkler kancık değildirler, sonuna kadar Almanlarla beraber... diye kesip atar.
    Ama Mareşal Alenbi'nin yaklaştığı Halep İstanbul'a uzaksa da Franchet d'Esperey orduları Türk Trakyasına yaklaşmak üzere idi.
    Vagonları üstünde ''Enverland'' yazılı Balkanzuğ trenleri artık Berlin istasyonundan kalkmıyordu.
    Yat Kulübü Rumlar teslim almağa hazırlanmakta idiler. Gelecek yaz, kulübün kapıları Türklere kapanacaktı. İçeride Yunan zaferleri şerefine yapılan şenlikleri görüp kahrolmamak için arka sokağından bile geçmiyecektik.
    Bulgar orduları çözüldükten sonra, İstanbul üzerine yürüyen General Franchet d'Esperey ordularını hangi kuvvetle durduracaktık? Sonradan duyduğumuza göre General Franchet d'Esperey'nin fikri hiç durmadan İstanbul'a yürümek ve Osmanlı Devletini, olduğu gibi sarayı ile Bab-ı âli'si ile, varı yoğu ile teslim almakmış. Hatta dünkü müttefikimiz Bulgarlar, kendileri mümkün olduğu kadar az ziyanla kurtulmak için, ordularını bize karşı kullanmak üzere Franchet d'Esperey'nin emrine vermeyi teklif etmişler, general reddetmiş.
    Böyle korkunç kaza ve kader günlerinde sorumlu iktidar ile halk arasına nasıl onulmaz bir yabancılık girer, nasıl en yakınları bile ikbaldekilerin yanından kaçıp kaybolmak ister, ömrümde ilk defa görüyordum. Ordu ve polis baskısından biraz nefes alabilse halk iktidarı ayakları altında çiğniyecekti. Harbe girerken ona sormuşlar mıdır? Halk, açlık ve yoksulluk çekerken, yüz binlerce delikanlı cephelerde can verirken, şehirler ve ülkeler birbiri ardına düşman ordularının eline geçerken, onu zafer-i nihaî edebiyatı ile avutmamışlar mıdır? Hiçbir saldırış olmamışken, Mısır ve Kafkasya üzerine fetih akınları ile harbe giren iktidar, şimdi dönüp de halka nasıl:
    - Ne yapalım, talihimiz yokmuş, mahvolduk! diyebilirdi?
    Merkez Komutanlığı ve polis henüz emirlerinde olduğu için eski nazırlardan bir kısmının eski cakalarından hiçbir şey feda etmediklerini görmek de gönül kırıcı bir şeydi. Sanki devlet batmakla, kendilerine karşı bir kusur işlenmekte idi.
    İtilâf devletleri İttihat - ve - Terakki liderlerini ayrıca şahıs şahıs cezalandıracaklarını ilân etmişlerdi. Halk için bir ölüm-kalım, iktidar için sadece bir ölüm günü yaklaşmaktadır.
    Gazeteciler Wilson prensiplerinin dünyaya hükmedecek yeni esaslar olduğunu yazarak havanın ağırlığını biraz gidermeye çalışmaktadırlar. Acaba Osmanlı İmparatorluğunun bu prensiplere göre tasfiye edilmesine razı olduğumuzu bildirsek, Hicaz'ı, Suriye'yi, Filistin'i ve Irak'ı kaybetsek Türklerin vatanını kurtarabilir mi idik?
    Almanya'dan hiçbir umut kalmadığını gören İttihatçılar, partilerinin yerine eski liderlerden hiçbirinin bulunmadığı yeni bir parti kurmak ve harp suçluları arasında sayılmıyan İzzet Paşa'nın reisliği altında, harp politikasını tenkit eden arkadaşları ile bir hükûmet kurmak çaresine baş vurdular. Yeni partinin ismi ''Teceddüt'' idi.
    8 Ekimde Talât Paşa istifa etti. Ben Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın Hususî Kalem Müdür Muavini idim. Nazırım son günlerde pek bitkin, âdeta ağlamalı idi. Kendisine bu hizmete yedek subaylıktan geldiğimi, memurluk mesleğim olmadığını söyliyerek, çarkçı mektebinin edebiyat hocalığını istedim. Kabul etti, son emirlerinden birini benim için yazdı.
    Bunun bile kaç günlük bir şey olduğunu kendi kendime soruyordum.
    Bir devletin batışı günlerinde idik. Düyun-u Umumiye İngiliz Dainler Vekili Sir Adam Block, 1914'te harbe girmemiz üzerine İstanbul'dan ayrılacağı zaman şöyle demişti:
    - Eğer Almanya kazanırsa, siz de Alman kolonisi olacaksınız. Eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz!
    Harbi İngiltere kazanmıştı.
    İstanbul pek susturucu bir asker sıkıntısı altında idi. Harp müddetince halk yalnız bir defa hıncını doyurabilmişti. O da gene sessizce Sultan Hamid'in tabutu arkasına takılmaktan ibaretti. Alay yolu üstünde bazı pencerelerden başlarını uzatan kadınlar:
    - Kırk paraya ekmek yediren, yirmi paraya kömür yaktıran padişahım, bizi kime bırakıp da gidiyorsun? diye inlemişlerdi.
    Harbin sonlarına doğru, artık hiçbir şey ummayan, bir zaferi de bildirse hiçbir habere sevinmiyen halkın bu sessizliğinden iktidara vehim mi geldi, nedir, ''Gazetelere biraz serbestlik versek...'' derler. Kimi bunun havadaki zehri almak gibi faydası, kimi de zararlı olacağını söyler. Talât Paşa gülümsiyerek:
    - Sanki ne olacak sanıyorsunuz? Hürriyeti buldular mı gazeteciler birbirlerine hücum ederler, halkı da hükûmeti de unuturlar, cevabını verir.
    İyi de sezmiş. Gazeteler nefes alınca, bir şeker yolsuzluğu dedikodusu üstünde birbirlerine girmişler, hücum etmek için gene de kendi kendilerini arayıp bulmuşlardı. Fakat İzzet Paşa kabinesi kurulunca mesele değişti. Hürriyet - ve - İtilâfçı yazarlar, gazetelerde göründüler. Daha ilk günden nasıl bir iç boğazlaşmaya doğru sürüklenip gittiğimizi anlıyorduk.
    İzzet Paşa kabinesi harpte İzmir İngilizlerine yardım eden vali Rahmi Bey veya harp esiri olarak bizden pek iyi muamele gören General Tavshend gibi bazı şahsiyetlerle ortalığı yokladıktan sonra, Mondros Mütarekesini imzalamaktan başka çare olmadığını gördü.
    Sonradan Ali Çetinkaya ve bazı arkadaşlarının bu mütare***i imzaladığı için Rauf Bey'e (Orbay) niçin hücum ettiklerini anlamak güçtür. Mondros Mütarekesi o günkü şartlar içinde seçmek zorunda olduğumuz felâketlerin en hafifi idi. Ya mütareke yapacaktık, yahut General Franchet d'Esperey, orduları ile İstanbul'a girerek devlete el koyacaktı.
    Mesele namuslu hükûmet adamlarının mütareke şartlarının kötüye kullanılmasını önliyecek karakterde olması idi. Bir millî bütünlük kurmamızda, düşman pençesi altında birbirimize girmemekliğimizde idi. Bir ahlâk imtihanı geçirecektik.
    Bir müddet sonra limanda düşman donanmasını ve şehirde Hristiyan nümayişlerini nasıl görüp katlanabileceğimizi elimizle kalbimizi sıkarak düşünüyorduk.
    Gerçi daha beteri olduğunu da hatırlamıyorduk. Ya Çar Rusyası 1917'de yıkılmamış olsaydı? Müttefiklerle aralarındaki anlaşmaya göre İstanbul Sakarya kıyılarına kadar Rusların mülkü olacaktı. 1918'in o haftalarında Rus orduları kumandanı, Çar Nikola'yı Dolmabahçe Sarayı'nın rıhtımında karşılıyacaktı. Daha neye uğradığını bilmeden, doğudan güneye doğru, Adana'ya kadar uzayan bir Ermenistan kurulacaktı. Lenin çarlığı devirdiği sırada, Rus ordularının nerede ise Sivas kapılarına dayanmış olduğunu unutuyorduk.
    Henüz İstanbul'da bulunan Cemal Paşa, Ali Kemal'in kendi hakkındaki bir yazısı üzerine küçük bir açıklamasını gazetelere koydurabilmek için beni Boyacıköy'deki yalısına çağırdı.
    - Gazetelerin taşkınlığını görüyorsun. İzzet Paşa kabinesi yarı yarıya bizden. Şimdiden şahıslarımıza hücum ederlerse, yarın ne yapmazlar? dedi ve Refik Halid, Celâl Nuri, tarihçi Ahmet Refik gibi bazı yazar isimleri sayarak kendilerine biraz para vermesi faydalı olup olmıyacağını sordu.
    - Bilirsin ki ben paralı bir adam değilim, dedi. Enver Paşa'da Alman gizli ödeneğinden kırk beş bin lira kalmış. Bunun on beş bin lirasını bana, on beş bin lirasını Talât Paşa'ya verdi, gerisini de kendine alıkoydu.
    Bu paranın memleketten kaçarak dışarıda hizmet imkânları aramak için bölüşülmüş olduğunu bir iki gün sonra anladım.
    Daha birkaç gün öncesine kadar son santimine kadar kâğıdının parasını ödemiş olduğu Celâl Nuri'nin gazetesinde bile onun yazısına iki satırlık yer bulamadım. Her zaman olduğu gibi ''ehibbâ âdâyi şive-ı yağmada mephut'' etmek üzere idi.
    Bir akşam üstü binbir tasa ile başım ve gönlüm ağır, Büyükada iskelesine çıkarken biri geldi, elime bir zarf tutuşturdu. Sonra da:
    - Acaba Halide Edip Hanımı nerede bulabilirim? diye sordu.
    Cemal Paşa'nın mektubu şu idi: ''Oğlum Falih Rıfkı, memleketin galeyanı, avam kitlelerini ayaklandırmak için bazı eclaf (reziller) ve esalifin (sefiller) teşebbüsleri beni her zaman için bazı nahoş tecavüzlere maruz bırakabilirdi. Memleketin hayır ve selâmetine hizmetkâr olmaktan başka hiçbir emel beslememiş olan benim gibi bir adamın esafil-i nas'ın çarıkları altında kalmayı istemiyeceği bedihidir. Binaenaleyh memlekette sükûn avdet edinceye kadar, daha doğrusu aramıza girecek olan ecnebi kuvvetleri sulh olup vatanı gene münhasıran milletin eline bırakıncaya kadar maddî hakaretlerin yetişemiyeceği bir yere çekilmeyi münasip gördüm. Siyasî ve idarî ef'al ve icraatının hesaplarını vermeğe her an hazır olduğumu herkesten fazla sen bilirsin. Verdiğim talimatlar dairesinde hareket ederek hukuk ve haysiyetimi vikaye (korumak) etmeğe çalışacağıma itimat ediyorum. Vesikalarımı evvelki gibi kullanarak aleyhimde yapılabilecek her türlü iftiralara cevap verebilirsin. İnşallah dönüşümde seni mes'ut ve müsterih görürüm. Gözlerini öperim oğlum. Boyacıköy 1 Teşrinisani 1334 (1 Ekim 1918)"
    Mektubu Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin'e de göstermekliğimi ve Yahya Kemal'e selâm söylemekliğimi de mektubun kenarına yazmıştı. Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin vaktiyle Suriye'ye gelmişler ve onun yardımı ile ipek alıp satmışlardı. Yahya Kemal de Bahriye Nazırlığı ambarından besledikleri arasında idi. Celâl Nuri gazetesinde dünkü efendilerinin gitmelerini beş sütuna iri punto ile şöyle haber verecekti: Ferre, yefürrü, firara... Nazif ve Cenap, adını bile ağızlarına almıyacaklar, Yahya Kemal ise ilk sövenlerden biri olacaktı.
    Böyle çöküşlerde herkes başının derdine düşer. Tek korunma çaresi geçmişe saldırmaktır. Hücum saflarında, çok defa, dost düşmanın önüne geçerse buna hiç şaşmamak gerektiğini kitaplarda okurdum. Mütarekede kendim de görüyordum.
    Bu mektubun ''verdiğim talimatlar dairesinde'' ve ''resmî vesikalarımı kullanarak'' sözleri yüzünden sırası gelince anlatacağım üzere az daha asılacaktım. ''Talimat vermek'' sözü Suriye ve Garbi Arabistan Umum Kumandan ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın bir ''kalem alışkanlığı'' idi. Resmî vesikalara gelince bende bir kâğıt parçası bile yoktu. Sonradan işittiğime göre bazı dosyalarını Seyfi adında bir adamına bırakmış, o da korkudan yakmıştır.
    Talât Paşa da Sadrazam İzzet Paşa'ya bir mektup yollamıştı: ''Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa hazretlerine, memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet karşısında muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostların bunu âtiye (gelecek) bırakmak için ısrar ettiler. Zat-ı fahimaneleri ile istişare edemedim. Müşkil mevkide kalacağınızı çok düşündükten sonra sarf-ı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memlekete namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi (1). Bütün servetim zat-ı şahanenin ikram ettiği otomobil parası ile her ay arttırdığım yirmişer liradan bin altı yüz liralık istikraz-ı dahilî bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte kiraladığımız çiftliğin devri ile hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka nesneye malik değilim. Millete hesap vermek ve muhakeme olunarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim. İşte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketin ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Kemal-i hörmetle ellerinizi öperim, Muhterem Paşa Hazretleri. 2 Teşrinisani 1334 (2 Ekim 1918)"
    En yakın gelecekten bile haberli değildi. İstanbul'da tam bir çökme, maddî ve manevî çökme devrine giriyorduk. İzzet paşalar da silinip süpürülecek, İngiliz subaylarının emirlerindeki bir Kürt paşasına kanıp divanlar kuracaktı. Eski sadrazamın, Harbiye ve Bahriye nazırlarının adlarını, sanıklar arasında, şöyle okuyacaktık: ''Talât Efendi, Enver Efendi, Cemal Efendi...''
    Gene o günlerde son zamanlara kadar seviştiğimiz ve Bahriye ambarından beslenmesine yardım ettiğim Ahmet Hâşim'in, İngiliz casusu Sait Molla'nın ''İstanbul'' adlı gazetesinde çirkin bir yazısı çıktı. Suriye'de Edip Hanım bir sihirbaz kazanı karıştırırken ben nasıl şampanya içermişim. Halide Edip Hanım Beyrut'ta mektep işlerine bakardı. Kendisini hiçbir suvarede gördüğümü hatırlamıyorum. Açlarla, yetimlerle uğraşır ve Cemal Paşa'nın yanında biraz nüfuzu varsa, yalnız onlar için kullanırdı. Ben ise nihayet bir yedek subaydım. Başkalarından farkım, ara sıra ''Tanin'' gazetesine edebî yazılar yazmak, hususî kalem işlerine baktığım için de ordu kumandanı ile beraber İstanbul'a gelip gitmekti.
    Mütare***e cebimde 25 lira ile çıkmıştım. Çarkçı mektebinden aldığım aylığı haftada iki gece kaldığım otele bırakırdım. Bu yazı hayli gücüme gitti. Birkaç satır karaladım. Gene benim vasıtamla bunca iyilik gören gazeteye gittim. Celâl Nuri'yi gördüm: ''Vay edepsiz vay!'' dedi. ''Hem siz hafif yazmışsınız, bana bırakınız. Hakkından geleyim!''
    Ertesi günü gazeteyi açtım; hiçbir şey yok. Telefonla aradım. Biraz soğuk: ''Biliyorsunuz, şimdi İttihatçılık davası var. Siz de damgalı sayılırsınız. Gazete için bir şey değil... Fakat size fenalığımız dokunmasın diye yazmadık!'' dedi.
    Zavallı Hâşim, bir ruh hastası idi. Sonra gene barıştık. Ölmeden önce son defa beni Haydarpaşa garında uğurladığı vakit görmüştüm. Bu da tedavi edilmek üzere Almanya'ya gidebilmesi için kendisine bir para yardımı sağlamış olduğumdandı. Geçmişteki öyle bir vak'adan sonra kendisi ile hâlâ nasıl görüşebileceğimi soranlara:
    - Ne yapayım, hoşlanıyorum. Siz tütüne kızar mısınız? Veya enfiyede ahlâk arar mısınız? diye cevap verirdim.
    Gücüme giden bir olayı da anlatayım: Bahriye Kurmay Başkanı Rauf Bey'in (Orbay) Cemal Paşa ile arası iyi değildi. Olabilir. Onun yerine Bahriye Nazırlığına geldi.
    Cemal Paşa son iktidar günlerinde beni çağırarak:
    - Biliyorsun, bana Adana'dan dilediğim hayır işlerine harcanmak üzere bir hayli para verilmişti. Yirmi bin lirası arttı, İstanbul'a getirdim. Kendi adıma vezne kasasındadır. Fakat benim param değildir. Acaba nereye verebilirim? diye sordu.
    Türk Ocakları hatırıma geldi. Ocağın kimsesiz çocukları okuttuğunu da biliyordum:
    - Çok iyi... Parayı al, götür. Halide Hanımefendiye teslim et. Nereye harcıyacağını o daha iyi bilir. Senedi al, getir dedi.
    Dediğini yaptım. Halide Hanım da pek sevindi idi.
    Bir gün beni Bahriye Nazırı Rauf Bey'in istediğini söylediler. Gittim:
    - Son günlerde vezne kasasından 20.000 lira çekilmiş. Nedir bu? dedi.
    Hikâyeyi anlattım. Paranın Bahriye ile hiçbir ilişiği olmadığını da sözlerime ekledim. Cemal Paşa memleketi bırakırken alıp götürse de hiçbir şey çıkmazdı. Rauf Bey:
    - Ocak mı? Türk Ocağı ha... Ben öyle şey dinlemem. Ya gidip geri alarak getirirsin, yahut Cemal Paşa'yı da, Halide Hanımı da, sizi de gazetelere veririm, dedi.
    Parayı geri verdik.
    -----------------------------ooOoo------------------------------


    13 Kasımdan beri düşman donanmaları İstanbul limanındadır. Harp suçluları ile politika zenginlerinden çoğu memleketten kaçmışlardır. Hiçbir günahları olmadığını sananlar, meselâ Hüseyin Cahit ve Cavit, gazetecilere:
    - Kaçmadık, hesap vereceğiz, derler.
    Boşuna bir iyimserliktir bu. Hürriyet - ve - İtilâf gazetelerinin suçlu suçsuz ayırdığı yok. Eski muhaliflerin başta olmak üzere çıkardığı yahut yazdığı gazeteler memleketi harbe sokanlarla Ermenileri ''tehcir'' edenlerin hemen yargılanmasını istemektedirler.
    Daha fenası var: Harp müddetince Tasvir-i Efkâr gazetesini birlikte çıkaran Yunus Nadi ile Velid Ebüzziya ayrılmışlardır. Yunus Nadi ''Yeni Gün'' gazetesini kurmuştur. Nadi, bir İttihatçı ve milliyetçidir. Velid'in de vatanseverliği söz götürmez. Düşman zırhlıları Galata rıhtımına yanaştığı günlerde Velid, Yunus Nadi ile hesaplaşmaya kalkmıştır. İki memleket gazetesi amansız bir boğazlaşma hâlindedirler.
    Bir manevî çözülüş içindeyiz. Edebiyatta bir kelime olarak kullandığımız ''inkıraz'' denen şey bu mu idi?
    Milliyetçi Türk ne yapacağını, hatta ne düşüneceğini bilmez. Yaşamaksa, nasıl ve niçin yaşamak? Ölmekse, nerede, nasıl ve niçin ölmek? Acaba bize ne yapacaklar? Koyu Türklüğünde şüphe olmıyan Yahya Kemal bana gelir:
    - Ah parçalamasalar... Bari İngilizler vatanımızı toptan alsalar... Mısır gibi olsak... Mısır, Osmanlı hıdivinin yarı-köle Mısırı aklını şaşıran milliyetçinin bomboş hayalinde bir bahtiyarlık serabı gibi buhar buhar tüter.
    - Çünkü, diyor, Tanzimatçılar bir millet değil, bir vatan yapmaya çalıştılar. Tarih gösteriyor ki eğer millet kalırsa, kaybolan vatanı yerine koymak imkânı vardır. Biz parçalanırsak, elden ele geçersek millet olarak kalabilir miyiz? Devletin çekildiği yerlerde Türklüğün tükendiğini görmüyor muyuz? Fes Köstence'de hamalın, Filibe istasyonunda pabuç boyacısının başında kalmış...
    Hürriyet - ve - İtilâfçılardan bir kısmının basit bir formülü var: Düvel-i muazzamanın adaletine sığınmaktan başka çaremiz yoktur. Eğer onlara günahlarımızı affettirmek istiyorsak, hemen darağaçlarını harpçiler ve İttihatçılarla donatmaya bakmalıyız.
    Bir kısmı o kadar öççü ki âdeta sevinç içinde. İkide bir yüzünüze:
    - İşte battık... der.
    Bu sözü de:
    - İyi ki battık... der gibi söyler.
    Biraz isyan etmek isterseniz:
    - Hâlâ mı o kafa? diye bir kahkaha püskürür.
    Yaşamak ve beklemek lâzımdı. Genç ve cesaretli idim. Gazeteciliğe atılmak istiyordum. O sırada ''Akşam'' gazetesinin ortaklığı fırsatı çıktı.
    Bab-ı âli caddesinde Reşid Efendi Hanının birkaç odasına sığınan ''Akşam'' gazetesi kötü baskılı, az satışlı, avuç kadar bir şeydi. Üç ortağın -Necmeddin Sadak, Kâzım Şinasi ve Ali Naci- yazıcıdan fazla sermayeye ihtiyaçları vardı. Bir dostumuz teşebbüsü ele aldı. O, Yahya Kemal, Fazıl Ahmet, Rıfat Müeyyet ve ben Akşam sahipleri ile beraber bir şirket kuracaktık. Günlerce toplanarak, konuştuk, dağıldık. Nihayet ben babamdan kalma evin satışından arttırdığım beş yüz lirayı yatırdım, İngiliz Rıfat diye tanınan Rıfat Müeyyet de parasını verdi. Beş ortak olduk.
    Bab-ı âli camiinin bitişiğindeki kırmızı ahşap binayı vaktiyle İttihat - ve - Terakki tutmuş. İçine bir iki düz makine yerleştirmiş. Maksat ''Yeni Mecmua''yı çıkarmak. Hepsi merkez-i umumî üyelerinden Küçük Talât'ın üzerinde idi. Ben ''Yeni Mecmua''yı da çıkarmak şartiyle, binayı ve makineleri devraldık. Ziya Gökalp'ın dergisini ziyanına katlanmak mümkün olduğu müddetçe çıkardım.
    Yeni bina ayaküstü olduğundan, elverişli bir toplantı yeri idi. Üst kat odalardan bir kısmını sonradan Matbuat Cemiyetine kiralamıştık. İstanbul'un kalbur üstü yazarları ve fikir adamları ile sık sık buluşur, dertleşirdik. Ben gazetenin üçüncü sayfasının başında ''Günün fıkrası''nı yazıyordum. Yakup Kadri de bitişiğimizdeki ''İkdam'' gazetesinin ikinci sayfasına yerleşti. Pek az, geçindiremiyecek kadar az kazanıyorduk. Hiç olmazsa, içimizi dökebiliyorduk.
    Ara-kabine düşerek yerine Tevfik Paşa hükûmeti geçmiştir. Artık saray ve sarayla oynayanlar, Bab-ı âli üzerinde tam hükümlerini yürütmektedirler. Hürriyet - ve - İttihatçılar da padişahı ele geçirmeğe uğraşmaktadırlar. Tevfik Paşa kabinesinde Hürriyet - ve - İtilâfçı Rıza Tevfik'i Maarif Nazırı olarak buluyoruz.
    Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile...
    Bir Osmanlı nazırı için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek... O, şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selâmlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hâdise idi.
    1908 Meşrutiyetinin ilk devirlerinde tenkitlerini sevmedikleri için Zeki Bey, Hasan Fehmi ve Samim gibi gazetecileri birer gece kurşunu ile yere seren fedayilerden hiçbirinin, her gün üç dört sütun bütün efendilerine, şereflerine ve tarihlerine sövdükten sonra, tek başına, ferah ve kibirli, ''Sabah'' gazetesinden köprüye yaya inen Ali Kemal'e yan baktıklarını bile görmüyorduk.
    Atatürk hakkında ''Bozkurd'' kitabını yazan Armstrong, mütarekede İngiliz subayı olarak İstanbul'a gelmiştir. Bir başka kitabında tatlı su Osmanlılığı, Hürriyet - ve - İtilâf Türklüğü ve Beyoğlu Hristiyanlığının İstanbulu hakkında şu fikri söyler: ''İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.''
    Zamane şeyhülislâmının kendi kapısında görüşme nöbeti beklediğini de yine bu subay aynı risalesinde yazar.
    General Franchet d'Esperey köprü başından beyaz bir ata binerek ve atı ürktüğü için kendini selâmlayan mızıkayı kırbaciyle susturarak, Galata nümayişçileri arasından Beyoğlu'na çıktı. Bu beyaz at, fetih resimlerinde İkinci Mehmed'in suya at süren 465 yıllık hayaletini çiğnedi, geçti.
    Öğle üzeri padişahı kovarak Dolmabahçe Sarayı'na kendi yerleşmek istediği havadisini duyduk. Acaba Fransız generalini Dolmabahçe Sarayı üzerinde kendi bayrağını dalgalandırma fikrinden caydırmak mümkün olacak mı idi? Bütün kaygımız bu...
    Rahmetli Süleyman Nazif, gazetelerden birinde, bu giriş gününe ''kara gün'' adını vermiştir ve birkaç satırlık bir fıkra yazmıştır. Franchet d'Esperey bunu haber alınca:
    - Hemen yakalayınız, kurşuna diziniz, emrini verir. Kim bilir kimlerin ricaları üzerine Dolmabahçe Sarayı'na yerleşmek ve Süleyman Nazif'i kurşuna dizdirmekten vazgeçer.
    Bu çözülüş gittikçe ağırlaşarak Yunanlılar İzmir'e ve Mustafa Kemal Samsun'a çıkıncaya kadar sürüp gidecektir.
    İstanbul'da hayat denebilecek ne varsa, birkaç gün içinde Türklüğün havasından çıktı. 1911'den, hele Rumeli'yi kaybettikten beri durmadan düşen İstanbul'un Birinci Dünya Harbinde çekmedik çilesi kalmıyan Müslüman semtleri bir göçüş hâli gösterir. Hemen bütün mülkler, mücevhere benzer şeyler Emniyet Sandığına veya tefecilere rehin verilmiştir. Atina Bankası, Türk malı satın alacak olanlara hesapsız kredi açar. Gazetelerde ikide bir, satmayınız, göçmeyiniz, konulu yazılar okursunuz.
    Kendi kendime düşünürüm: Eğer o hâl devam etseydi ne olurduk? Padişahın sarayından son memurun yuvasına kadar, cemiyetin başı hazneye bağlı idi.
    Galata kaynaşmakta, Beyoğlu şenlik içinde, biz ise şehrin bu yakasında birbirimizin boğazına sarılmış, sövüşüp duruyorduk. Sevmediklerinden öç almak için işgal casuslarına yanaşanlar çoktu. Bir sabah gazetelerde Asquit'in şu sözlerini okumuştuk: ''Asırların gördüğü en aşağılık idareyi tahrip ederek ileriye doğru bir adım attık. Büyük hasta, ölüm döşeğinde. Birçok defalar pişmanlık getirmiştir. Bu hastanın milletler ailesi ortasında, bir şer kuvveti olarak son günlerini yaşadığını umut edelim. Mezarı üstüne yazılacak kitabenin ne olacağını bilmiyorum, fakat Osmanlı Devleti bir daha bâs-ü bâdelmevte nail olamıyacaktır.''
    Hemen o gün Maarif Nazırı:
    - Elbet. Elbette, diyor, mağlûp değil miyiz? İstediklerini yapacaklar.
    Ertesi gün halkın yılgınlığı içinden bir ses çıkıyor. Bu ses Kadıköy kadınlarınındır. Kimdi bu hanımlar bilmiyorum. Gazetelerin koymaya cesaret ettikleri telgraf şu idi: ''Çanakkale müdafaasını yapan şehitlerin muazzez ruhları önünde Türk kadınlığına ve medeniyet âlemine hitap ediyoruz. Limanımıza girdiğini gördüğümüz ahenin kalelerin karaya çıkardıkları yarım milyon askeri denize döken milletimizi mağlûp addetmiyoruz. Peçelerimizi yırtan, sonra da cihan hürriyeti namına harp ettiklerini ilân edenlere teessüf ediyoruz. Millî hukukumuzu ve ismetimizi muhafaza edecek hükûmet ve erkek yoksa, biz varız.''
    Böyle seslerle ara sıra , yanmış yüreğimizin serinliğini duyardık. Bu sesler Anadolu ihtilâlinin ilk müjdeleri idi.
    O günlerde halk kâbuslarından biri de Ayasofya'dır. Ara sıra İstanbul semtlerinin sessiz ve gamlı durgunluğu üstünden bir ürperiş geçerdi. Bir gün öğleye doğru Gülhane kapısından Sultanahmed'e doğru çılgınca bir akına rastladım. Sanki dalgalar beni kaptı, içine kattı.
    - Ne var? diye soruyordum.
    Heyecandan bitkin sesler:
    - Ayasofya'ya çan takacaklarmış... diyor.
    Camiin kapısına kadar gidiyoruz. Avlusunda silâhlarını çatmış, ayaklarını germiş askerler var.
    Rahat bir nefes alıyoruz.
    Bunlar kıravatsız, tıraşlı, eski esvaplı fakir halk adamları...
    Karşı yakadan gelen haberler ise kötüdür. Tatlı su Türkü, halk ıstırabından sıyrılmanın ve yabancılara sokulmanın yolunu bulmuştur. İşte size o zamandan kalma bir not: ''Orada İngiliz zabitinin dizini bacağı ile saran kadın. Barlar, kabareler, mızıkalar. Burada sandıklarının dibini karıştırarak son işlemeli peşkirini ve gümüş parçasını arayan halk kadını. Bedestende üstleri başları eski, sesleri titriyerek, bezirgândan fiyat sormağa utanan, sapsarı yüzlerinde köklü bir İstanbul hüznü yaşlanan kadınlar...''
    İngiliz subayı Armstrong'un da notları vardır: ''İstanbul'da hayat şen, günahkâr ve zevkli idi. Gazinolar içki ve dans ile dolu idi. Vatanını düşünen yoktu. Tokatlıyan'a gidip orkestrayı dinlemek, güzel kızları bakışlarla yakalayarak masalar arasında dans etmek, Marmara adalarına giderek denizde yüzmek hoştu. Evler, arabalar, motörler emre hazırdı. Şişli tarafında Türk hanımlarının da katıldığı çaylar verilmekte idi. Bu hanımlar beni kırık dökük Türkçemle konuşmağa teşvik etmekte ve benim çok iyi Türkçe konuştuğumu söylemekte idiler. Hâlbuki bu doğru da değildi. Fakat o kadar methediyorlardı ki pabuçlarımın ayağımda uzadığını, mahmuzlarımın her yere takıldığını hissediyordum.''
    ''Ateş ve Güneş''i bugünlerde çıkardım. Durmadan kötülenen geçmiş içinden millet kahramanlığının birkaç hikâyesini kurtarmağa çalışıyordum.
    Bir iki fırçaya daha ihtiyaç var. İstanbul'un mütareke dekoru içine Rusların göçünü de katmak lâzım. İhtilâl ordularının yıkılmasından umut kesilmiştir. Hanedanın sağ kalan prenslerinden, çarın son Hariciye Nazırı Çarikof'a kadar, generaller, amiraller, Bolşeviklerin elinden yakasını kurtarabilen bütün burjuvalar İstanbul'a geliyor. Yıkılan Rusya, Osmanlı saltanatının başkentine sığınmaktadır.
    İngilizler, yerli Hristiyan polisleri aracılığı ile şehrin içinde ve yazlıklarında Türk ailelerini evlerinden kovmakta ve göçmenleri yerleştirmektedirler.
    Yuvalarını ellerinden almak şantajı altında Türk halkı soyulup durmaktadır. İstanbul'a kendi ordularının ve donanmalarının arkasından, ''sahip'' ve '' ''hâkim'' olarak gelecek olanları, şehrin sokaklarında sürünür görmekten bile, vatan acısı ile, ferahlanamıyoruz.
    Eski Erzurum valisi rahmetli Tahsin Bey anlatmıştı. Harpten önce Beyoğlu Mutasarrıfı iken kendisine haber verirler. Rusya Büyükelçisi Büyükdere rıhtımı üzerine dikilen telefon direklerinden sefarethane karşısına düşenlerin hemen kaldırılmasını ister. Yoksa kavasları ile söktürüp denize attıracağını söyler. Yüreğinin yumuşaklığına getirip izin almak imkânı olup olmadığını bir denemek için mutasarrıf, Büyükdere Rus elçilik binasında sefir hazretlerini görmeye gitmiş. Kapıdan girdiği vakit, sefir merdivenlerden inmekte imiş:
    - Kimdir bu adam? diye sorar.
    - Beyoğlu Mutasarrıfı imiş, sizden bir ricada bulunmaya gelmiş, derler.
    - Beyoğlu Mutasarrıfının benimle ne münasebeti var? Bir diyecekleri varsa sadrazamları gelip konuşur, öyle söyleyiniz, der ve Tahsin Bey'i yüz geri çevirir.
    Mütareke günlerinde Tahsin Bey evinde kızına Fransızca dersi vermek için Rus muhacirleri arasından ucuzca bir hoca aradığı vakit kimi bulsa beğenirsiniz? Kendini kapı eşiğinden kovan büyükelçiyi. Kibarlık edip vak'ayı hatırlatmaz bile!
    Henüz başka yerlere gidemedikleri için İstanbul, Rus güzelleri ve kibarları ile dolu idi. Onlarla beraber Beyoğlu lokanta ve gece lokallerine büsbütün başka bir üslûp geldi. Eski Rum ve Levanten havasındaki bu değişiklik pek cazibeli idi. Ruslar harcayıcı ve eğlenici millettirler. Türklerden parası olanlar veya mallarını satıp para edinenler de öyle idi. Büyük facia ortasında bir israf ve sefahattir gitti. Tripolar ve aşk tuzakları birçok ocakların sönmesine sebep olmuştur. Göçmenlerin mücevherleri ve değerli eşyalarının çoğu da İstanbul'da tefecilerin elinde kaldı.
    Florya'yı açanlar da göçmenlerdir. Osmanlı devrinde ne Türkler ne de Hristiyanlar açık denizde yıkanma, hele güneşlenme meraklısı değildiler. Sosyal hayata hiç alışılmadık bir serbestlik geldi. Son aile hatıralarını mezada ve rehine veren Osmanlı kibarlığı artıkları ile Rus saray ve konaklarının yurtsuz göçmenleri arasındaki bu trajik kaynaşmaya hüzünle bakardık. Rusya'yı kan götürmektedir. Anadolu'da ise, haydut çeteleri, anarşi ve parçalanma korkusu içinde, sekiz buçuk asırlık Türklük kaderini karartmakta idi.
    Beyoğlu'nun o devir hatıraları arasında Yunan generalinin oturduğu binanın kâbusu da vardır. Balkonuna Yunan bayrağı çekildiği zaman, halk zorla selâma dururdu. Türkler geçişlerini bu zamana raslatmamak için hesapla yola çıkarlardı.
    Türklükten de kaçan kaçana idi. Bir gün dostlarımdan biri nefes nefese matbaaya gelerek, Beyoğlu caddesinde Osmanlı büyükelçilerinden birinin oğlunu Kafkas esvabiyle gördüğünü, bir felâketmiş gibi haber verdi. Şivesi şivemizden, kafası kafamızdan nice tanıdıklarımızın Kürt olduklarını anlıyordu. ''İçtihat''çı Abdullah Cevdet'in yazı yazdığı gündelik gazetenin adı ''Jin'' idi. Bunun Kürtçe ''Hayat'' demek olduğunu öğrenmiştik.
    İttihatçılar hapistedir. Ziya Gökalp da onlarla beraber. Bir gün, işgal uşağı sabah gazetelerinin birinde bir milliyetçi yazarın, Akagündüz'ün (1) şu fıkrasını okuduk: ''Ah ne yazık ki onu asacaklar. Yemin ederim ki asıldığını istemiyorum. Hürmet ettiğim bir zatın bir fikri vardır ki ne güzeldir: Ziya'nın kafatasına bir düzine nalıncı çivisi çakmalı. Yaya olarak Anadolu'ya çıkarmalı. Kasaba kasaba, köy köy, oba oba gezdirmeli. Eyvah böyle yapmayacaklar da onu asacaklar. Ne kadar yazık! Ne kadar adaletsizlik.''
    Bu, işlediği bir suç üzerine tabiî cezasını çeken eski bir İttihatçı idi.
    Türkçülük ve Türkçüler, hiç politikaya karışmasalar bile, suçlu ve sorumlular arasındadır. Mütareke edebiyatında cinayet yerine geçen şeylerden biri de ''Türklerde milliyet hissini uyandırmak'' idi. Sanki bütün felâketlere o yüzden uğranmıştı. Maarif nazırlarından biri kıraat kitaplarından ''Türk'' kelimesinin çıkarılmasını emretmiştir. Üniversiteden Türkçü profesörler tasfiye edilmiştir. Ne acı şeydir ki bu tasfiye işinden kurtulmak için, Ziya Gökalp'ın en yakın çömezleri Damat Ferit hükûmetlerine yaranmak yolunu bulmuşlardı.
    Geçen mütareke tarihini yüzünden okursanız, İstanbul politikacılarının ikiye ayrıldığını görürsünüz: Vatanseverler, vatan hainleri!
    Mesele o kadar sade değildir.
    Acaba bazı tanınmış kimseler üzerinde bir deneme yapsam, işin içinden daha kolay çıkabilir miyim?

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    ATATÜRK 30 AÐUSTOS ZAFERİNİN KISA BİR HİKÂYESİNİ YAPIYOR

    ''...Gelen raporları tetkik edince kat'iyyetle hükmettik ki, Türk'ün hakikî halâs güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şa'şaasiyle tulû edecekti!''

    (30 Ağustos 1924'de, Dumlupınar'da Meçhul Asker Âbidesinin esas vaz'ı merasimi Atatürk'ün huzurları ile yapılmış, merasimde hükûmet ve Ordu erkânı, askerî kıt'alar ve on binlerce halk hazır bulunmuştu. Erkân-ı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşanın (Mareşal Çakmak) Başkumandanlık Harbinin askerî safhalarını anlatan nutkundan sonra, Gazi Mustafa Kemal kürsüye geçmiştir. Atatürk, zaferin kısa bir hikâyesini yaptıktan sonra onun siyasî ehemmiyeti ve neticesi üzerinde durmuştur. Bu zafer, ayaklanan bir milletin ilk hedefi idi. Bundan sonraki hedefler ne olacaktır? Atatürk onları anlatmış ve sözlerini Türk gençliğini muhatap yaparak bitirmiştir.
    Şimdi Atatürk'ü dinleyelim:
    Efendiler,
    Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretlerinin verdiği kıymetli izahatla burada hazır olanlar ''Afyonkarahisar-Dumlupınar'' Meydan Muharebesinin ve neticei katiye veren 30 Ağustos Muharebesinin sureti cereyanı hakkında bir fikri icmalî edinmişlerdir. Beş gün bilâfasıla geceli gündüzlü devam eden en büyük meydan muharebesinin mahiyeti hakikîyesi bugün verilen tafsilâttan ziyade, yarın tarihin hükümleri, erbabı tetebbuun tetkik ve muhakemeleri okunduğu zaman daha bariz, daha şumullü bir surette anlaşılacaktır. Beni, milletim, Türk Milleti, emniyet ve itimadına lâyık görerek bu harekâtın başında bulundurdu. Bu vazife ve memuriyetimin mesut hâtırasını milletime karşı daima en derin minnettarlıkla mütehassıs olarak haz ile, iftihar ile muhafaza ediyorum. Vazifelerini milletin arzuyu vicdanîsine, ihtiyacı hakikîsine, yalnız onun iradei âliyesine tevfikan yapmış olanlara mahsus bir istirahati vicdan ile, bugün muvacehenizde bulunurken hissettiğim bahtiyarlığı ifade edemem.

    30 Ağustos günü saat 2 de...

    Efendiler, tıpkı bugün gibi 1922 senesi Ağustosunun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğunuz sırtlarda, kahraman Onbirinci Fırkamız, şu karşıki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşman kuvayı asliyesine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren sâikın ne olduğunu izah için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim.
    29/30 ağustos gecesi sabaha karşı Garp Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey (1), bermutad o saate kadar muhtelif karargâhlardan ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden tesbit ve işaret ettiği vaziyeti umumiyeyi Cephe Kumandanı İsmet Paşaya göstermiş ve o da derhal ''Paşaya göster'' emriyle Tevfik Beyi yanıma göndermişti. Karahisar'da Belediye dairesinde bana tahsis olunan odada yatmakta idim. Beni uyandıran Tevfik Beyin gösterdiği haritaya baktım. Hemen yataktan fırladım.

    Ordularımız düşmanı sarmıştı

    Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şu idi, ki ordularımız düşman kuvayi mühimmesini şimdiden, cenuptan, garptan ihataya müsait bir vaziyet almış bulunuyorlardı. Şu halde tasavvur ettiğimiz ve azamî netayiç temin edeceğini ümit eylediğimiz vaziyetler tahakkuk ediyordu.
    ''- Derhal Fevzi ve İsmet paşaları çağırınız!'' dedim. Üçümüz toplandık, vaziyeti bir daha mütâlea ettik ve katiyetle hükmettik ki, Türk'ün hakikî halâs güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şaşaasiyla tulû edecektir. Bu karara göre ordulara yeni emir ve tâlimat yazıldı (saat 6,30 evvelde). Fakat vaziyet o kadar mühim, o kadar sür'at ve şiddet talep ediyordu ki, bu tahrirî emirlerle iktifa etmek muvafıkı ihtiyat olamazdı. Onun için Fevzi Paşa Hazretlerinden, bizzat Altınbaş ve cenubundan hareket eden İkinci Ordumuzun ve bunun daha garbında bulunan Süvari Kolordumuzun nezdine giderek tasavvurumuza göre harekâtı tanzim buyurmasını kendilerine rica ettim.

    Birinci Ordu karargâhında

    Dördüncü kolordusu ile istihdaf ettiğimiz düşman kısmı küllisini cenuptan takibeden Birinci Ordu Karargâhına da ben bizzat gidecektim. İsmet Paşanın karargâhta kalıp vaziyeti umumiyeyi idare etmesini münasip gördüm. Fevzi Paşa Hazretleri şimale hareket ederken, ben de otomobille şimendifer güzergâhını tâkiben garba hareket ettim. Akçaşar'da Birinci Ordu Karargâhına saat 9'dan evvel idi ki vâsıl olmuştum. Ordu kumandanına bir taraftan cephenin tahrirî emri tevdi olunurken, ben de kendisine şifahen vaziyeti izah ettim ve Dördüncü Kolordunun tekmil fırkalariyle ve sürat ve şiddetle işte bu köyün, Çal köyünün garbındaki düşman kısmı küllisini ihata edecek surette muharebeye mecbur etmesini emrettim. Ve ilâve ettim ki:
    ''- Düşman ordusu behemehal imha olunacaktır.'' Ordu Kumandanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşayı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu tebliğ etti. Bir müddet bu karargâhta kaldım. Mütemadiyen gelen muhtelif rütbedeki esir zabitanla görüştüm. Bunlardan biri erkânıharp zabiti idi. Zavallı verdiği malûmat meyanında istemeyerek Başkumandan vazifesini alan General Trikopis'in ve İkinci Kolordu Kumandanı General Digenis'in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu ifade etmiş oldu. Derhal yanımda bulunan Ordu Kumandanına:
    ''- Kemalettin Paşayı bulunuz. Bizzat Trikopis'le beraber bütün düşman generallerini behemehal esir etmesini söyleyiniz'' dedim. Bu emir derâkab telefonla tebliğ olundu. Zavallı esir zabit benim bu emrimi işitir işitmez ikram ettiğim çayı içemieyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu karargâhında kalamazdım. Muharebe vaziyetini gözümle görmek benim için mukavemetsiz bir ihtiyaç oldu. Ordu Kumandanını da beraber alarak Dördüncü Kolordu Kumandanının tarassut için bulunduğu şu istikametteki bir tepeye geldik (Arpalık civarında).

    Daha ileriye, ateş yerine...

    Çal köyü garbında ve şimalinde patlayan topların tarrakalarını işitiyordum. Oradan vaziyeti dürbün ile tetkike uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kat'î bir lüzum ve ihtiyaç hissediyordum, ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek lâzımdır ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık, bu tepeye gelen yola dahil olduk. Arasıra güzergâhımızın soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü Kolordunun fırkaları şarktan garba güzergâhımızı katederek seri hatvelerle ilerliyorlardı. Biraz evvel dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk.
    Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen ihata etmek ve düşmanın muannidane müdafaa ettiği muharebe mevzilerine süngü hücumlarıyla dahil olarak neticei kat'iye almak elzemdi. Bunun için bütün kıtaatın azamî fedakârlıkla ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hattâ mesturiyete bakmaksızın, ateş mevzilerine girip düşman mevzilerini sarsmasını istiyordum. Yanımdaki kumandanlar bu noktayı nazarlarımı anlar anlamaz derhal ve en asabî bir suretle faaliyete geçtiler. Maatteessüf şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir süvarı zabitine birkaç kelime not ettirerek düşman mevzilerini şimâlden saran ikinci orduya gönderdim. Ve şifahen burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu zabit vazifesini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek malûmat da vermişti.
    Onbirinci Fırkanın kahraman kumandanı Derviş Bey bizzat ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman meziine ilerliyordu. Kolordu Kumandanı Kemâlettin Paşa, cenuptan ve garptan düşmana saldırdığı diğer fırkalarına yeniden yeniye teşdit ve tesrii harekât için emirlerini isal ediyordu. İkinci Ordunun Onaltıncı ve Altmışbeşinci fırkaları düşmanla ciddî muharebeye girişiyorlar, diğer fırkaları da ihata dairesini darlaştırıyorlardı. Bunları görüyordum. Suvari Kolumuzun daha garptan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren suvari zabiti söylemişti.

    Ateşli, kanlı, ölümlü bir kıyamet kopmak üzere idi

    Arkadaşlar! Saat ilerledikçe gözlerimin önünde inkişaf eden manzara şu idi: Düşman başkumandanının şu karşıki tepede son gayretiyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan, şimalden ve cenuptan birbirini velyeden avcı hatlarımızın, gurubu yaklaşan güneşin son şuaatiyle parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevaziini saran bir daire üzerinde mevzi almış olan bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevziini, içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş mağribe yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda hissolunuyordu.
    Biran önce cihanda büyük bir inhidam olacaktı. Ve beklediğimiz halâs güneşinin tulû edebilmesi için bu inhidam lâzımdı. Zulmetler içinde bu inhidam vuku bulmalı idi. Hakikaten semanın karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara hücüm ettiler. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Kâmilen mahvolmuş perişan bir bakiyetüssüyuf kitlesi bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi pürhavf ve lerzân, bîşekil bir kitle, acaip bir halita halinde firar için fürce arıyordu. Artık gecenin koyulaşan zulmeti neticeyi gözle görmek için güneşin tekrar şarktan tulûuna intizarı zarurî kılıyordu.

    31 Ağustos sabahı manzara

    Efendiler, ertesi günü tekrar bu muharebe meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun ihraz ettiği zaferin azameti ve buna makabil hasım ordunun duçar edildiği falâketin dehşetini beni çok mütehassis etti. O karşıki sırtların gerisindeki bütün vâdiler, dereler, bütün mahfuz ve mestur yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve namütenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukâtın aralarında yığınlar teşkil eden ölülerler, toplanıp karargâhlarımıza sevkolunmakta, bulunan sürü sürü esir kafileleri hakikaten bir mahşeri andırıyordu. Bu dar ateş ve savlet çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik bakiyetüssüyuftan ibaret idi. Fakat onlar da daha büyük Türk çemberi içinde çıkmaya muvaffak olamayarak başlarında Başkumandanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeye mecbur olmuşlardı.

    Artık durmadan İzmir'e yürüyecektik

    Efendiler, Ağustosun otuz birinci günü takriben zevalde idi ki, yine bu Çal köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki vaziyeti mütalâa ettik. Kazandığımız meydan muharebesinin bütün seferi hitama erdirebilecek bir azamet ve ehemmiyette olduğundan ittifak ettik. Şimdi Bursa istikametinde çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber bütün orduyu aslî ile bilâaram İzmir'e yürüyecektik.

    Meydan muharebesi milletlerin çarpışması demektir

    Efendiler, bugünden sonra İzmir'de ''Akdeniz''i, Mudanya'da ''Marmara''yı görmek için 8-9 günlük bir zaman kâfi gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki, bugün, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal köyüne gelebilmek için yalnız Sakarya'dan itibaren sarfettiğimiz zaman tam bir senedir. Fakat bu tesbit ettiğimiz zaferi ihzar edebilmek için bir seneyi çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harp, muharebe, nihayet meydan muharabesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunu çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi milletlerin bütün mevcudiyetleriyle, ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla harslarıyla hülâsa bütün maddî ve manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice yalnız kuvveti cismaniyenin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlâkî ve harsî kuvvetin tefevvukunu mertebei sübuta vardırır. Bu sebeple meydan muharebesinde yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün mevcudiyeti maddiye ve maneviyesiyle mağlûp edilmiş sayılır. Böyle bir âkibetin ne kadar fecî olabileceğini tahmin edersiniz. Mahvü izmihlâl yalnız cidal sahasında bulunan orduya münhasır kalmaz. Asıl ordunun mensup olduğu millet feci âkıbetlere uğrar. Tarih, başlarındaki tacidarların, harîs politikacıların birtakım hayalî emellerle, vasıtası mevkiine düşen müstevli orduların, müstevli milletlerin uğradığı bu nevi fecî âkibetlerle malâmâldir.
    Efendiler, Türk vatanının fethetmek fikrini, Türk'ü esir etmek hayâlini umumî, maaşerî bir fikir haline koymaya çalışanların da lâyık oldukları âkibetten kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük.
    Efendiler, kendilerine bir milletin talihi tevdi olunan adamlar, milletin kuvvet ve kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakikî ve kabili istihsâl menfaatları yolunda kullanmakla mükkellef olduklarını bir an hatırladan çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi zabt ve işgal etmek o memleketlerin sahiplerine hâkim olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkânı yoktur. Halbuki, asırların mevlûdu olan bir ruhu milliye, kavi ve daimî bir iaredi milliyeye hiçbir kuvvet mukavemet edemez.
    Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, tahtı esaretinde tutmaya muktedir olacak kadar kuvvetli müstebitler artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son mücadelâtiyle, bilhassa burada ihraz ettiği zaferle, izhar ettiği azim ve irade ile malûm olan bu hak'ayikı bir defa daha sinei tarihe çelik kalemle hâkketmiş bulunuyor.

    Türk tarihinin dönüm noktası

    Efendiler, Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Tarihi millîmiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada ihraz ettiği zafer kadar neticei kat'iyeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kat'i tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyorum.
    Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada tarsin olundu. Hayatı ebediyesi burada tetviç olundu. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden şehit ruhları devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır. Burada esasını vâzettiğimiz ''Şehit Asker'' âbidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu âbide, Türk vatanına göz dikeceklere Türk'ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, savletini, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
    Efendiler, bu muazzam zaferin muhtelif âmilleri fevkinde en mühimi ve aslîsi Türk milletinin bilâkaydüşart hâkimiyetini eline almış olmasıdır. Bu hâdisenin tarihimizde ve bütün cihanda ne büyük, ne feyizli bir inkilâp olduğunu izaha lûzum görmem. Milletimizin uzun asırlardanberi hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların tahakküm ve istibdadı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını temin yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin hâkimiyetini eline almış olması hâdisesinin bütün azamet ve ehemmiyeti nazarlarımızda tecelli eder. Gerçi büyük zaferin ferdasına kadar İstanbul'da halife ve sultan namı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği hilâfet ve saltanat ünvaniyle bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini lâyık olduğu âkıbete isal etti.

    Millî hâkimiyet öyle bir nur'dur ki...

    Efendiler, hâkimiyeti milliye öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa'nın ortasından tâ Şark'ın öbür ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğunun istihkak ettiği talihi daha güzel anlayabiliriz.
    Arkadaşlar, sarayların içinde Türkten gayri unsurlara istinat ederek, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu'nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından tard, düşmanların denize dökülmesinden daha rehakâr bir harekettir. Türk milletini mübârek vediai ecdat olan bu topraklarda tam mânasıyla efendi olarak yaşaması ancak o fuzulî bîmâna olduktan başka, mevcudiyetleri mahzı zarar ve felkâket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkün olabilirdi.
    Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği kederleri, elemleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar matemler ve felâketler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için behemehal hâkimiyetine sahip olmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlâtlarını toplu ve dikkatli bulundurmak lâzımdır. Efendiler, asırlardan beri inleyerek feryad eden, fakat müstebitlerin, muğfillerin, cahillerin vucuda getirdikleri mânialarla canhıraş sedasını milletin kulağına isma edemeyen zavallı vatan, bugün diyor ki, can kulağınızı harap olmuş, sinesinde en derin ıstıraplar duymuş valdenizin samimî hitabına daima açık bulundurunuz. Efendiler, Asya'da, Avrupa'da, Afrika'da hükümran olmak kudret ve kabiliyetini göstermiş olan ecdadımız vaktinde bu sedayı işitmekten menedilmemiş olsalardı, Türk camiasının, Türk mefkûresinin, Türk menafiinin mahfuz ve feyizdar olacağı ana vatanı bugünkü şekli harabisinde mi tevarüs ederdik? Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve marifet, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, isktiklâl, hakikî varlık, vatanın bu taleplerini tamamen ve serian yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir suratte çalışmayı emreder.
    Efendiler, asırlardanberi Türkilye'yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye'yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu zararları ancak bir tarzda telâfi edebiliriz: O da artık Türkiye'de Türkiye'den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü selâmet ve saadet hedeflerine vasıl olabiliriz.

    Bu zafer, hâkimiyeti eline alan milletin ilk hedefi idi!

    Efendiler, bizim milletimiz vatanı için, hürriyeti ve hâkimiyeti için fedakâr bir halktır; bunu isbat etti. Milletimiz yaptığı inkılâbatın kıskanç müdafiidir de. Benliğinde bu faziletler yerleşmiş bir milleti, yürümekte olduğu doğru yoldan, hiç kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
    Efendiler, milletimiz hâkimiyetini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık felâketlerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Kuvvei maddiyesi yıpratılmış, vesaiti müdafaası gabolunmuş, maneviyatı, mukaddesatı duçarı tecavüz olmuş elîm bir vaziyette bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen mevcudiyetini ve istiklâlini kurtarmaya karar verdi. Bu kararından muvaffak olabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket tesbit etmesi lâzım geliyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde behemehal muvaffak olmayı gayei emel telâkki etmesi icabediyordu. Millet bütün mevcudiyetiyle, bütün fedakârlığıyla, bütün imaniyle o hedefe beraber yürüsün ve behemehal muvaffak olsun lâzımdı. Efendiler, o hedef burası idi. Gayei emel olan muvaffakiyet burada ihraz olunan zafer idi.
    Efendiler, milletimiz bundan sonraki mesaisinde de muvaffak olabilmek için, millî hedefini bütün vuzuh ve katiyetle, tekmil vatandaşların nazarında ve vicdanında bütün parlaklığıyla tesbit etmiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin mefkûresi tesmiye ediniz. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayalî bir mânaya kendimizi kaptırmayalım.

    Yeni hedef: Medenî seviyemizi yükseltmek

    Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi bütün cihanda tam mânasıyla medenî bir heyeti içtimaiye olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı medenî eserlerle mütenasiptir. Medenî eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya mahkûmdurlar. Tarihi beşeriyet baştan başa bu dediğimi teyid etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, şartı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak cehil ve gafletinde bulunanlar, medeniyeti umumiyenin huruşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.
    Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vâbestedir. İçtimaî hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve maişete hâkim olan ahkâmın, zaman ile tagayyür, tekâmül ve teceddüdü zarurîdir. Medeniyetin ihtiraları, fennin harikaları, cihanı tahavvülden tahavvüle duçar ettiği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle muhafazai mevcudiyet mümkün değildir. Medeniyetten bahsederken şunu da katiyetle beyan etmeliyim ki, medeniyetin esası, terakki ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak içtimaî, iktisadî, siyaî aczi mucip olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurların hukuku tabiiyelerine malik olmaları, aile vazifelerini idareye muktedir bulunmaları lâzimedendir.

    İktisaden yükselmeye çalışmalıyız

    Efendiler, milletimiz burada tesbit ettiğimiz büyük zaferden daha mühim bir vazife peşindedir. O zaferin idraki milletimizin iktisat sahasındaki muvaffakitleriyle mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, iktisaden zayıf bir bünye fakrü sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir medeniyete, refah ve sadete kavuşamaz; içtimaî ve siyasî felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin idaresindeki muvaaffakiyet ve iktisadiyatındaki müktesebat derecesiyle mütenasip olur. Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından evvel iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl müdafaası için vücudu lâzım olan bütün kuvvetler ve vasıtalar iktisadiyatın inbisat ve inkişafiyle mükemmel olabilir.
    Milletimizin muttasıf olduğu kuvvetli seciye, sarsılmaz irade, ateşîn milliyetperverlik iktisadî muvaffakiyetten nebeân edecek feyizlerle de lâyık olduğu derecede takviye olunmak zarurîdir. Asır mübarezesinde milletimizi muvaffak edecek bir iktisadî hayat teminini istihdaf eden umumî maarif ve terbiye sistemlerimiz, her gün daha çok esaslaşacak ve elbette muvaffak olacaktır.
    Efendiler, artık bugün hayat ve insaniyet icapları bütün hakikatiyle tecelli etmiştir. Bunlara mugayir olan rivayetler ahlâk ve imana esas olmaz. Hakikat tecelli edince kizp ortadan kalkar. Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır. Her türlü teali ve tekemmüle müsteit olan milletimizin içtimaî ve fikrî inkilâp hatvelerini kısaltmak isteyen maniler behemehal bertaraf edilmelidir.

    Gençlere hitap

    Efendiler, son sözlerimi münhasıran memleketimizin gençliğine tevcih etmek istiyorum.
    Gençler!
    Cesaretimizi takviye ve idame eden sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile, insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
    Ey yükselen yeni nesil! istikbâl sizindir. Cumhuriyeti biz tesis ettik; onu ilâ ve idame edecek sizsiniz.
    Arkadaşlar, bu gaza ve şehadet diyarını terkederken ''Şehit Asker''i hep beraber hürmet ve tazimle selâmlayalım.

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    BAŞKUMANDAN MUSTAFA KEMAL'İN
    SERYAVERİ
    SALİH BEYİN HATIRALARI

    Ankara'dan ayrılıştan İzmir'e girişe kadar..

    Rahmetli Salih Bozok, İstiklâl Harbi sırasında Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın başyâveri idi. Merhum bilindiği gibi Atatürk'ün çocukluk arkadaşı idi. Salih Bozok, Atatürk'e o kadar bağlı idi ki ölümü üzerine elindeki silâhı kalbine doğrultmakta tereddüt etmedi. Vakıa bir milimetrelik fark kendisini ölümden kurtardı, fakat aylarca yatakta kaldı; kalktıktan sonra da uzun zaman yaşayamadı.
    Salih Bozok, Başkumandanlık Meydan Muharebesinde de Atatürk'ün yanıbaşında idi. Aşağıda okuyacağınız hâtıraları 925 senesinde ve Atatürk'ün sağlığında anlatmıştır.

    Taarruz kararı nasıl verildi?

    ''Taarruz kararı, en müsait zamana intizaren, Sakarya muzafferiyetini müteakip verilmişti. Taarruzun icrasından birkaç hafta evvel cepheye gidildi. Gazi Paşa hazretleri vaziyeti mahallinde tetkik ve yakında bir taarruza geçilecekmiş gibi hazırlık yapılmasını emrettiler. Birkaç gün cephede kaldıktan sonra tekrar döndük. Maksat, taarruz şayiasını bertaraf etmek ve etrafa, ancak bir teftiş seyahati icra edildiği, hissini vermekti.
    Nihayet bir gece (23 Ağustos) Gazi Paşa Ankara'yı sessizce terketti. İkametgâhımız Çankaya olduğu için şehre uğramaksızın Konya yolu takip edilebilirdi. Müfarekatımızdan evvel paşanın ikametgâhında kalanlara sureti mahsusada emir verildi: Hareketimiz ifşaa edilmeyecekti. Ve bir iki gün zarfında köşke gelenler olursa, Gazi Paşanın rahatsızlığı ileri sürülerek kimse ile görüşmesi mümkün olmadığı anlatılacaktı. Bu suretle birkaç gün kazanmak istiyorduk.
    Ertesi gün, öğle üzeri otomobillerle Konya'ya vasıl olduk. Paşanın Ankara'dan hareket ettiğinden haberdar olmadıkları için, ansızın gelişimiz Konyalıları hayrete düşürdü. İki gün Konya'da kaldıktan sonra, Garp Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir'e gittik.

    Akşehir'de kumandanların içtimaı

    Akşehir'de bir kumandanlar içtimaı yapıldı. Taarruzun sureti icrası bu mühim içtimada kararlaştırıldıktan sonra lâzım gelen tertibat alınarak Garp Cephesi Karargâhı Akşehir'den (Şuhut) nahiye merkezine nakledildi. Burada karargâh düşman tayyarelerinin tarassudatına açık bir vaziyette olduğu için Kocatepe ile Şuhut arasındaki vadiye çadırlar kuruldu. Fevzi ve İsmet paşaların karargâhları da sık ağaçlarla kaplı ve her iki tarafı yalçın tepelerle çevrilmiş vadinin içinde idi.
    Bu sırada Anadolu Ajansı Çankaya'da süfera ve rical şerefine tertip edilen bir çay ziyafetinden bahseylemekte idi. Bu haber Gazi Paşanın Ankara'da bulunduğu hissini vermek için ifşaa edilmişti. Nitekim İstanbul gazetelerine de telgraflarla verildi. Ve kimse zerre kadar şüphe etmedi.

    26 Ağustos sabahı

    26 Ağustos günü taarruzun icra edileceği zaman sabahleyin erkenden çadırları terkettik. Henüz hava karanlıktı, yolu görebilmek üzere önümüzden bir iki fenerli asker çıkardık. Vadi ile tepe arasında muntazam yol olmadığı için hayvanlara binmiştik. Kocatepe'ye muvasalat ettiğimiz zaman şafak yeni sökmeye başlamıştı. Birinci ordu kumandanını orada bulduk. Saat dörde gelmişti, herkes büyük bir heyecanla dürbününe sarılarak düşman mevzilerini tarassuda başlıyordu.
    Mukarrer saat hulûl etti, bir anda cehennemî bir tarraka âfakı titretti, müteaddit çaptaki toplarımız gürledi: Taarruz başlamıştı. Yarım saat süren topçu ateşinden sonra mitralyöz ve piyade tüfekleri işlemeye başladı. Bundan kıtaatımızın düşman mevzilerine tekarrüp ettiğini anladık. Pek az zaman sonra Kalecik sivrisi kahraman askerlerimiz tarafından işgal edildi, buna mümasil birtakım düşman mevzilerinin de işgal olunduğu bildirildi. Hepimiz birbirimizi tebrik ediyor ve temadi-i muvaffakiyet için temenniyatta bulunuyorduk.
    Güneş biraz yükseldi, Kocatepe'de bulunanlar düşman tarafından görülebildi. Tam bu sırada düşmanın büyük çaplı toplarından birinin mermisi bizim bulunduğumuz tepenin altında patladı. Bu mermiyi ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü takip etti. Anladık ki düşman, oradan geçmekte olan hasta nakliyatına mahsus arabalarımızı hedef ittihaz ederek ateş açmaktadır. Düşmanın yaralılarımıza karşı bu denaetkârane tecavüzleri devam etmekte iken, kahraman efradımız da Tınaz ve Belen tepelerindeki Yunan mevzilerine şiddetli hücumlarda bulunmakta idi.
    Yine bu sırada 57'nci fırka kumandanının karşısındaki tepeyi dediği saatte alamamasından mütevellit teesssürle intihar ettiği telefonla bildiriliyordu. Akşama kadar devam eden taarruz muvaffakiyetimizle neticelenmiş, düşmanın bir çok mühim noktaları elimize geçmişti. Akşam karanlığı etrafı sarınca, ufukta patlayan mermilerin çıkardığı alevler seçilmeye başladı. Geceleyin de tarruza devam edilmesi mukarrer olduğundan muharebe sabaha kadar fasılasız sürdü.

    İlk Yunan esirleri

    İlk Yunan esirleri ertesi sabah-taarruzun ikinci günü karargâhımıza getirildi. İlk esir kafilesi 20-30 kişiden ibaretti. İçlerinden biri Bulgar olduğunu, Türkçe bildiğini söyledi, halbuki arkadaşlardan biri kendisini Edirne'den tanıyormuş, Rum bir berbermiş. Pek güzel Türkçe konuşuyordu.
    Kendisini teşhis eden arkadaşımıza cevaben bir müddet Bulgarlığını iddia etti, fakat sonra hakikati söyledi ve Edirneli Rum berber olduğunu itiraf etti.
    Rum berber, mütemadiyen taarruzun şiddet ve dehşetinden bahsediyordu. Berhayat olarak siperlerde kimsenin kalmadığına kaniydi ve yeminlerle, kasemlerle Yunanistan'ın elinde neler varsa hepsinin bizim elimize geçeceğini yana yakıla iddia ediyordu. Halinden, askerlerimizin aslan gibi savletinden adam akıllı korkmuş olduğu anlaşılıyordu. Onun ifadesine göre Afyon'un çoktan bizim elimize geçmesi lâzımdı.

    Gazi'ye getirilen beşaret haberi

    Filhakika biz bu Rumla konuşurken Başkumandan Gazi Paşanın huzuruna bir erkânıharp zabiti geldi ve Afyon'un istirdadına dair telefonla aldığı malûmatı tebşir etti. Yunan esiri de bunu duymuştu, yalan söylemediğini teyit eder gördüğü bir hâdiseye, âdeta bizden ziyade seviniyordu.
    Gazi Paşa, o akşam; ertesi günü Afyon'a gitmek için lâzım gelen tertibatın yapılmasını ve hareketimizden sonra karargâhın da oraya naklolunmasını emir buyurdular.
    Ertesi sabah kumandanlarla maiyetlerini hâmil otomobiller Afyon'a müteveccihen hareket etmişlerdi. Yolda rastladığımız köylülerden bir ihtiyarı İsmet Paşa tanıdı, otomobilini durdurarak evvelâ hatırın, sonra takip ettiğimiz yolun doğru olup olmadığını sordu, ihtiyar aynen şu cevabı verdi:
    ''- Yol doğrudur, fakat bu şosenin ileride toprağı tesviye edilmemiştir.''
    İhtiyar: ''Belki bozulur, yürümez'' diyerek otomobillerimizi tuttuğumuz istikametten çevirtti ve diğer yolu tarif etti. Biz şoseden ayrıldıktan sonra ancak bir müddet gidebildik, yolu şaşırmıştık, dere, tepe arasında yine yol aramaya başladık. Bu yüzden hayli vakit kaybettik. Bizden sonra yola çıkan arkadaşlar Afyon'a vâsıl olmuşlardı bile. Biz hâlâ ovanın içinde yol arıyorduk.
    Ovada yürüye yürüye nihayet düşman siperlerine, tel örgülerine tesadüf ettik. Bütün saha kazılmış ve derin hendekler açılmış olduğu için otomobilin geçmesi müşküldü. Telleri kopardık, kestik. Hendeklerden otomobili geçirtmek için de şu çareyi bulduk: Düşman siperlerinde elimize geçen bir kapıyı çukurların üzerine koyarak otomobili geçirdik.

    Afyon Karahisar'nda

    Afyon'a girdiğimiz sırada, şehrin muhtelif kısımlarında yükselen alevler, gittikçe genişleyerek mahalleleri bir kül yığını halinde bırakıyordu. Düşman kaçarken son ve müthiş şenaatını yapmaktan geri kalmamış ve şehri ateşlemişti. Afyon'da kumandanlara karşı halkın gösterdiği tezahüratı bugün dahi aynı heyecanla yaşamaktayım. Afyon'da belediye dairesinde kaldık.
    Başkumandanlık muharebesinin olduğu günün gecesi idi. Yatıyordum. Bir ayak sesi ve bir gürültü işittim. Uyandığım zaman yeni gelen bir rapora muttali oldum: Düşman pek fena bir vaziyete girmişti.
    Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri, sabahleyin Dumlupınar'a hareket etmek kararını verdiler. Gazi Paşa Birinci Ordunun, Fevzi Paşa da İkinci Ordunun harekâtını takip etmek üzere erkenden Afyon'a hareket ettiler. İsmet Paşa Afyon'da kalmıştı. Dumlupınar civarında bir köyde Birinci Ordu Kumandanını çadırında bulduk. Gazi Paşa Kolordu kumandanı Kemaleddin Sami Paşa ile telefonla görüşüyorlardı.

    Gazi'nin huzurunda bir Yunan erkânıharbi

    Bu sırada, bir iki gün evvel esir edilmiş olan bazı Yunan zabitanı karargâha getirilmişti. Gazi Paşa esirlerin arasında bulunan erkânıharp zabitin yanına istedi. Yunan zabitine bir çay ısmarladı ve kendisinden vaziyet hakkında malûmat istedi.
    Zabit iki gün evvel esir edilmiş olduğu için, son vaziyetten haberdar olmadığını söyledi. Bunun üzerine başkumandan Gazi Paşa haritayı açarak alınan raporlara göre hâsıl olan vaziyeti işaret etti. Karargâhımızdaki Yunan erkânıharbi de Yunan ordusunun düşmüş olduğu ağı görmüş ve vaziyetin vehametini anlamıştı. Gayrıihtiyarî parmağını haritanın üzerinde gezdirdi:
    - "Bu vaziyete nazaran, iki kolordu kumandanımızla, dört fırka kumandanımızın, kıtaatınızın çemberi içinde bulunduğunu zannederim'' dedi.
    Gazi Paşa, aldığı bu malûmatı derhal telefonla Kemaleddin Sami Paşaya bildirdi, bahsedilen kumandanların behemehal esir edilmesini emir buyurdu.
    Yunan zabiti, evvelce Türkçe bilmediğini söylemiş ve kendisiyle tercüman vasıtasıyla ve Rumca görüşülmüştü, fakat Gazi'nin Türkçe olarak verdiği bu emri işitir işitmez benzi kül gibi oldu. Elini alnına götürdü, teessüründen getirilen çayı içemedi ve çadırdan dışarı çıkmak için müsaade istedi.
    Kendisinin Türkçe bildiğini ve biraz evvel gayriihtiyarî verdiği malûmattan dolayı nedamet hissettiğini anlamıştım. Ben de beraber dışarı çıktım, kendisine Türkçe:
    - Nerelisin? dedim.
    Selânikli olduğunu ve Kulekahvehaneleri mahallesinde ikamet ettiğini söyledi. Ne tesadüf. Ben de Selânik'te o mahallede ikamet etmekte idim:
    - Ne için o güzel Selânik'i bıraktın da buralara geldin? diye sordum.
    - Askerim, emir aldım. Cevabını verdi. Başı fevkalâde ağrıdığından dolayı da fazla konuşmaya mütehammil olmadığını ilâve etti. İcap eden ilâçları kendi bavulumuzdan verdik.

    Kemaladdin Sami Paşa karargâhında

    Gazi Paşa Yunan erkânıharp zabitinden bu haberi aldıktan sonra, otomobilin hazırlanmasını emretti. Kemaleddin Sami Paşanın karargâhına gitmek arzu ediyordu. Birinci Ordu Kumandanı yolun fevkalâde muhataralı olduğunu söylediyse de, Gazi'yi alıkoymak mümkün olmadı.
    Hep beraber Kemaladdin Sami Paşanın bulunduğu tepeye geldik. Kemaleddin Sami Paşa dürbünüyle düşmanın Dumlupınar civarındaki ovadan ricatını tarassut ediyordu. Gazi Paşa sordu:
    - İleride bir duman görüyorum. Bu nedir?
    Kemaleddin Sami Paşa cevap verdi:
    - Düşman ağırlıklarını yakıyor, paşa hazretleri.
    Gazi Paşa:
    - Şu sağdaki köy ve duman nedir? dedi.
    Kemaleddin Sami Paşa:
    - Döğüştüğümüz düşman çekilirken yalnız ağırlıklarını değil, köyleri, şehirleri sakinleriyle beraber ateşe veren bir düşmandır. Yanan Çal köyüdür, Yunanlılar yakmıştır cevabını verdi. Gazi Paşa orada hangi kıtalarımızın olduğunu da sordu. On Birinci Fırkanın bulunduğu cevabını alınca şu suali irad etti:
    - Telefonla muhabere mümkün müdür?
    - Henüz telefon tesis etmedik, çünkü bir gün evvel o civardaki tepelerde düşmanla muharebe edilmiştir.
    Gazi Paşa On Birinci Fırkanın bulunduğu mahalle gitmek arzusunu izhar buyurdukları için refaketimizde Kemaleddin Sami Paşa da bulunduğu haldde Çal köyü istikametine müteveccih olduk.
    Tepeye geldiğimiz zaman düşmanla harp başlamıştı. On Birinci Fırka kıtaatı avcı halinde ve bizim üç dört yüz metre ilerimizde hareket ediyordu. 11'inci Fırkanın topçuları aramızdaki bir tepeden düşmana ateş açıyorlardı.
    Gazi Paşa bu vaziyeti görtükten sonra neticei katiyenin bir an evvel istihsali için fırka kumandanını da nezdlerine celbetti ve topçunun önümüze geçmesini, piyadenin ileri hareket devam etmesini emir buyurdu.
    Fırka kumandanı derhal altına binerek yıldırım süratiyle avcı hattına gitti. Karşımızdaki düşmana -hareketlerini gözle seçebilecek kadar- yaklaşık. İkinci Ordu Kıtaatının da sağ cenahımızdan düşmanı tazyik etmekte olduğunu haber aldık. Her taraftan sıkıştırılmış ve ateşten bir çember içine alınmış olan düşman tam manasıyla şaşkına dönmüştü.

    Güneş gurup ederken

    Birkaç saat geçti, güneş gurup ediyordu. Ufuktaki dağların arkasına çekilen güneşin son ışıkları, askerlerimizin düşman mevzilerinde parlayan süngülerine aksetmişti. Gece başlarken ateş kesildi. Tevali eden raporlar ve telefonla verilen haberler hemen hemen birbirinin aynı olarak şu malûmatı ihtiva ediyordu:
    ''Bozguna uğrayan düşman efradı çil yavrusu gibi dağıldılar, dağlara, tepelere, ormanlara iltica ediyorlar.''
    Diğer taraftan, raporlarda makhur düşmandan alınan ganaim hakkında da malûmat vardı. Yalnız OnBirinci Fırkanın karşısında Yunan kuvveti beşi koşulu olduğu halde 25 top bırakıp kaçmıştı.
    Karanlık basmıştı. Karargâhımızın bulunduğu Afyon'a döneceğimizi zannederken Gazi Paşa hazretleri Dumlupınar köyüne gitmekliğimiz için emir verdiler. Muharebe meydanından ayrılarak Dumlupınar'a geldik. Ne yanımızda, ne de köyde eşya vardı. Sabaha kadar -Gazi Paşa ve hepimiz- oda döşemeleri, peykeler veya toprak üzerinde yattık. Eşyamız ancak ertesi gün öğle üzeri geldi. Gazi Paşanın çadırlarını köy evlerinden birinin damı üzerine kurduk.

    Yunan generallerinin hayreti

    ''... Tam bu sırada Fırka Kumandanı Kâzım Paşa muharebede esir edilmiş olan dört Yunan generalini getirdi. Bu generaller, bir gün evvel başkumandan paşanın esir edilmelerini telefonla Kemaleddin Sami Paşaya emir buyurdukları kolordu kumandanları idi.
    Gazi Paşa generallerle görüşerek icap eden malûmatı aldı. Generallerden birisi kendilerine sorulan suallerin hitamını müteakip, kiminle teşerrüf etmekte olduğunu sordu:
    - Mustafa Kemal Paşadır! Dedik. Hayretle gözlerini açtı, inanmak istemiyordu. Sualini tekrarladı:
    - Fakat bu Mustafa Kemal Paşa, bizim bildiğimiz Mareşal Mustafa Kemal midir? dedi. Görüştüğü zatın hakikaten Başkumandan Mustafa Kemal Paşa olduğunu öğrendikten sonra:
    - Dün burada mıydı? diye sordu.
    - Başkumandanlık muharebesini bizzat kendisi idare etmiştir. Cevabını verdik. Düşman generali bir müddet sustu. Sonra nazarlarını hürmet ve takdirle Gazi Paşaya atfetti ve dudaklarından şu sözler döküldü:
    - Zafer, galibiyet, şeref ve bu topraklar... Her şey sizin hakkınızdır. Bizim Haci Anesti İzmir'den kıpırdanamadı.
    Ertesi günü ben Büyük Millet Meclisi Riyasetine muharebeler ve cereyan eden ahval hakkında telgrafla malûmat vermek üzere Gazi Paşa hazretlerinin emirleri mucibince Dumlupınar'dan Afyon'a henüz telgraf hattı tesis edilmediğinden Bolvadin'e gitmeye mecbur oldum.

    Gazi esir Yunan Başkumandanını nasıl kabul etti?

    İşimi bitirdikten sonra Afyon'a döndüğüm zaman Gazi Paşanın istirdat edilen Uşak'ı teşrif ettiklerini ve kendilerine orada mülâki olmaklığımı emir zabiti Siirt Meb'usu Mahmut Bey telefonla bildirdi. Ertesi günü Uşak'ta karargâha iltihak ettiğim zaman Yunan başkumandanı general Trikopis'le General (Diyonis'in esir edilmiş olduklarını öğrendim.
    Esir düşmüş başkumandanla general arkadaşı o gün Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin nezdine getirdiler. İsmet Paşa ile Birinci Ordu Kumandanı da beraber gelmişlerdi.
    Gazi Paşa hazretleri esir generalleri ayakta karşıladı. Kendilerine yer gösterdi, birer çay ısmarladı, sonra Trikopis'e sordu:
    - Bu iş nasıl oldu?
    Trikopis iki ellerini yanlarına doğru açarken başını önüne eğdi. Vaziyetinden bu âkıbeti mukadderattan ziyade aciz ve zaafa hamletmek istediği anlaşılıyordu.
    Gazi kendisini teselli etti:
    - Üzerinize düşen vazifeyi ifa ettiğimize kailseniz müsterih olunuz. En büyük kumandanlar için de esaret mukadder olabilir.
    Trikopis, verdiği cevapta bazı kusurları Diyonis'e atfettikten sonra topçularımızın mükemmeliyetinden, iki telsizleri olduğu halde birinin evvelce bozulup İzmir'e gönderildiğinden, diğerinin topçu ateşimizle tahrip edildiğinden bahsetti ve çaresizlikler içinde kaldığını ve hatta bir gün evvel kendi yaverinin dahi yanından ayrıldığını söyledi.
    Trikopis yapacak yalnız bir şey kaldığını fakat yapamadığını ilâve etti. Esir başkumandan intihar arzusunda olduğunu imâ ediyordu! Gazi Paşa:
    - Kendi vicdanına muhavvel bir ***fiyettir, ona biz karışamayız!.. Dedikten sonra İsmet Paşa'ya:
    - Kumandanlar zannedersem istirahate muhtaçtırlar, dedi.
    Trikopis çıkacağı sırada, Gazi Paşadan gördüğü fevkalâde nezaketten cesaret alarak, İstanbul'da bulunan ailesinin sihhatinden haberdar edilmesini rica etti. Gazi Paşa, adresinin alınmasını ve Hilâliahmer vasıtasıyla ricasının is'afını emir buyurdular.
    Başkumandan muharebesinden sonra İzmir'in istirdadına kadar hemen hiçbir yerde şayanı dikkat mühim muharebat olmamıştır. Birkaç gün içerisinde İzmir'e girmek müyesser oldu. Afyon'da halkın halâskârlara karşı tezahüratını bilvesile söyledim. Bu tezahürat, Akdeniz kıyısına kadar yollarda mütezayit bir alâka ve şiddetle devam etti.

    Cepteki fotoğrafın verdiği müjde

    ''Armutlu'' isminde bir köyden geçerken ora ahalisi askeri seyretmek için yol kenarına çıkmışlardı. Yanık bakraçları, kırık destileriyle de geçen askerlere su veriyorlardı.
    Bunların önünden geçerken, arabalara ve hayvanlara rastgeldiğimiz için yol vermek ve yolun açılmasını beklemek üzere otomobili durdurmuştuk.
    Gazi Paşa bir sigara yakmak üzere toz gözlüğünü gözünden kaldırdığı zaman köylüler yaşlıca bir adam, anî bir hareketle kalabalığın arasından ayrıldı. Otomobile yaklaştı.
    İhtiyar köylü bir müddet Gazi'nin yüzüne baktıktan sonra elini koynuna soktu ve çıkardığı kartpostalı avucu içinde saklayarak otomobilin basamağına bastı. Olanca dikkatimle ihtiyarı tetkik ediyordum. İhtiyar bir karta, bir de paşanın yüzüne baktıktan sonra sağ elinin şahadet parmağını evvelâ karta sonra paşaya tevcih etti ve:
    - Bu sensin! diye bağırdı ve müteakıben köylülere döndü:
    - Arkadaşlar, Mustafa Kemal'dir! dedi. Bunu işiten köylüler, kadın, erkek ellerindeki destileri, bakraçları atarak her taraftan otomobile girdiler. Göz yaşları dökerek paşanın kalpağını, omuzunu öptüler, paşanın ayağındaki tozları sürme gibi gözlerine çekenler vardı.
    Köylünün elindeki kart kimbilir ne zamandanberi ve ne müşkülâtla sakladığı paşanın bir fotoğrafisi idi.
    Köylüleri paşanın etrafından ayırmak müşkül olduğu için, şoföre, naçar motorü işletmesini söyledim. Motör işleyince mecburen ayrıldılar. Hareket ettik, fakat sesleri hâlâ bizimle beraber geliyordu:
    - Yaşa paşamız... Namusumuzu, hayatımızı kurtardın, hepimiz sana kurban olalım.
    Yunanlılar tarafından hâk ile yeksan edilmiş ve yakılıp yıkılmış olan bu havaliden geçtiğimiz sırada karşılaştığımız bu samimî tezahürat bizi her defasında ağlatmıştır. Halkın böyle heyecanla icra ettikleri candan tezahürat arasında istirdat edilen köylerden ve kasabalardan geçerek Nif'e geldik.
    ''Nif''e (Kemalpaşa) akşam üzeri vâsıl olmuştuk. Gazi Paşa, buradan İzmir'in kaç kilometre mesafede olduğunu sordu. Nifliler İzmir'den 25, 30 kilometre uzakta olduğumuzu söylediler. Başkumandan Paşa civarda bir tepeden İzmir'i temaşa mümkün olup olmadığını sual etti. Belkahve denilen mahalden İzmir'in göründüğü cevabını verdiler.
    Gayri ihtiyarî bağırmışız: Deniz...

    Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri otomobile binerek (Belkahve) ye hareket emrini verdiler. Oraya geldik, İzmir'in, üzerinde ecnebî sefaini duran körfezini görür görmez, birden gayrı ihtiyarî:
    - Deniz! diye bağırmışız.
    Hakikaten, oradan İzmir'in körfezi, Kadifekale ve diğer bazı mahaller gayet iyi görülüyordu. Güneş bir defa daha gurup ediyordu ki, hatırası aziz Türkiyemiz üzerinde ilelebet payidar olan bir manzarayı bizzat seyretmek saadetini tattık. Kadifekale'ye Türk bayrağı çekiliyordu.
    Güneş yavaş yavaş alçalmış, İzmir Körfezi'nin yeşil sularında erimişti. Hiç birimiz Belkahve'den ayrılamıyorduk.
    Bu arada ağaçlıklar arasından bir araba sesi geldi. Tek atlı bir yol arabası İzmir cihetinden gelmekte ve arabacı şarkı okumakta idi. Nereden geldiğini sorduk. Gür bir sesle:
    - İzmir'den! dedi.
    - İzmir'de ne var ne yok? Dedik.
    - Askerlerimiz Kordon'da geziyor, cevabını verdi.
    - Doğru mu söylüyorsun? diye sorduk.
    - Nah, işte İzmir, gidin de bakın! diye körfezi işaret etti ve yoluna koyuldu.

    Yürüyüş nizamında ilerleyen bir fırka

    Daha bir müddet orada kaldıktan sonra Nif'e dönmek üzere hareket ettik. Yolda bir fırkanın İzmir'e doğru yürüyüş nizamında ilerlediğini gördük. Efrat günlerce süren yürüyüşlerine rağmen yorgunluk âsârı göstermiyorlar, bir an evvel İzmir'e ulaşabilmek için can atıyorlardı.
    Gazi Paşa bana:
    - Askerlere, arkadaşlarının İzmir'e girdiklerini söyle! dedi. Emri tebliğ etmek üzere ayağa kalktım. Kolbaşına elle işaret ederek kıtayı durdurdum.
    - Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? diye sordum.
    - İzmir'e! diye haykırdılar.
    - Süvarilerin İzmir'e girdiklerini biliyor musunuz? dedim ve arkadaşlarının İzmir'e geldiklerini haber verdim. İçlerinden biri:
    - Aferin be! diye bağırdı. Hepsi birden şevkle yollarına devam ettiler, biz de Nif'e döndük.
    Geceyi Nif'te geçirdik. Gazi Paşa ertesi günü - İzmir'de kendilerine bir ikametgâh ihzar etmek üzere - erkenden hareketimi emir buyurdular. Emirleri mucibince sabahleyin henüz şafak sökerken arkadaşım Mahmut Saydan, Ruşen Eşref ve Paşa hazretlerinin maiyetinde şifre memuru Memduh beylerle beraber hareket eyledik.

    İzmir'e geldiğimiz zaman...

    İzmir'e vardığımız zaman fırka kolbaşısı şehre mızıka çalarak giriyordu. İzmir halkı sokaklarda, neşeden çılgın bir halde, istihlâsı tes'it ediyorlardı. Damlardan, evlerin pencerelerinden kadınlar askerlerimizin üzerine çiçek, halk kolonya, gülsuyu serpiyorlardı. O zaman nereden tedarik edildiğini el'an anlayamadığım Gazi'nin kartları halkın başında, göğsünde ve evlerinde görünüyordu. Kalabalıktan tevakkuf etmeğe mecbur olduğumuz zamanlar, halk otomobilimize hücum ediyor, hepimizi ayrı ayrı öpüyordu.
    Bu pâyânsız şevk ve şadi arasında hükûmet konağına geldik. İzzeddin Paşa vali vekili olmuştu. Biz Karşıyaka'da kral Konstantin'in, müteakiben de İstiryadiks'in oturduğu köşkü Gazi Paşa için hazırlamak üzere yola çıktık. Ecnebi sefainden çıkarılan bahriye efradına şurada burada tesadüf ediliyordu. Bilhassa Karşıyaka'ya gitmek üzere Bayraklı)'dan geçerken, rastgeldiğimiz ecnebi askerlerinin otomobilimizin önünde vaziyet alarak selâm vermeleri unutulur hatıralardan değildir. Muzaffer ordunun biz âciz fertlerine karşı yapılan bu muamele, insanın nazarlarını bir zaman evvele, İstanbul'un işgal zamanındaki vak'alara celbediyordu.
    Köşke geldiğimiz zaman civardaki hanımlar yanımıza geldiler. Maksadımızı anlar anlamaz:
    - Biz paşamız için her şeyi kendi elimizle yapacağız, siz yorulmayınız. Ancak her şeyin hazır olduğunu gidiniz, kendilerine haber veriniz! dediler.
    Biz de yapacak bir iş kalmadığını anlayarak, Gazi'ye ***fiyeti haber vermek üzere döndük. Halkapınar'a gelmiştik ki, süvarilerin tertibat almış olduklarını gördük. Sebebini sorduğumuz zaman Gazi Paşa hazretlerinin İzmir'e geçmiş olduklarını öğrendik ve hayretler içinde kaldık. Zira biz paşanın her şeyin hazır olduğunu kendilerine arzettikten sonra teşrif edeceklerini zannediyorduk.
    Gazi Paşaya, İzmir hükûmet konağında mülâki oldum. Karargâhın hazırlandığını arzettim. Gülerek:
    - Çok iyi, fakat top seslerini iştiyor musunuz? dedi.
    Hakikaten Söke cihetinden kaçıp İzmir'e sığınmak isteyen iki alaylık bir düşman kuvveti Seydiköy'e geldiği zaman Kadifekale'sindeki Türk bayrağını görmüş ve yanlarında bulunan toplarla şehire ateş açmıştı, fakat gerek onları takip eden Çolak İbrahim Beyin süvari fırkası, gerek şehirden gönderilen kuvvetlerle hepsi esir edilerek İzmir'e getirildiler.

    İzmir'de geçirdiğimiz günler ve yaygın

    İzmir'de ilk günleri rıhtımdaki karargâhımızda geçirdik. Fakat burada da çok kalamadık. Çünkü arkamızdaki evlerden yangın çıkmıştı. Ermeniler, yangının önüne geçmek üzere ateşlere atılan askerlerimize yaktıkları evlerin pencerelerinden bomba atıyorlardı.
    Yangın tevessü etti, karargâhımız da yandı, bunun üzerine Göztepe'ye naklettik.
    21 gün sonra da Ankara'ya döndük.

    Bir kısa hatıra

    Salih Bozok merhum, ölümünden bir sene evvel Ulus gazetesine yazmış olduğu bir makalede şu kısa hatırayı anlatmıştır:
    Dumlupınar'a taarruzundan on beş gün evvel, cepheyi teftiş etmek ve taarruz hazırlığı yapmak üzere Ankara'dan Akşehir'e hareket etmişti. O zaman tren, Biçer istasyonuna kadar işlediği için biz de orada inerek Sivrihisar üzerinden Akşehir'e gidiyorduk. Trenden inip otomobile bindiğimiz vakit, Atatürk derin bir nefes almıştı. Kendilerine: ''- Rahatsız mısınız paşam?'' diye sordum.
    - Hayır, dedi.
    - O halde mühim bir şey düşünüyorsunuz, galiba... dedim. Şu cevabı verdi:
    - Evet, bir şey düşünüyorum. Ve eğer düşündüğümü tatbik edecek zamana mâlik olursam - ki olacağımızı tahmin ediyorum - cihanın gözlerini kamaştıracak bir manzara husule gelecektir.
    Nitekim on beş gün sonra hakikaten cihanın gözlerini kamaştıran manzara husule geldi.

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS
    ANADOLU SAVAŞINI VE NASIL ESİR
    EDİLDİÐİNİ ANLATIYOR

    ''Etrafımız Türkler tarafından çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bu esnada beygirim de vurulmuştu. Başka bir ata binerek çemberi yarmaya teşebbüs ettim, fayda vermedi, Türklerin içine düşmüştüm, esir oldum.''

    Kıymetli gazetecilerimizden Hıfzı Topuz, Yunanistan'a yaptığı bir seyahat sırasında Atina'da Ruzvelt Caddesindeki evinde mütevazı bir hayat yaşayan 84 yaşındaki emekli general Trikopis'i ziyaret etmiş ve kendisile uzun boylu görüşmüştür. Muharrir, bu enteresan ziyareti şöyle anlatıyor:
    Trikopis'i evinde ziyarete gittiğim zaman kendisini derin bir rüyadan uyandırmış gibi oldum. Beni büyük bir nezaketle odasına kabul ettikten sonra:
    - İstanbul'dan mı geliyorsunuz? diye sordu.
    - Evet, diye cevap verdim.
    Daldı. Bir müddet derin derin düşündükten sonra.
    - 54 sene evvel İstanbul'dan geçmiştim, diye devam etti. Güzel şehirdir İstanbul, ben de o zamanlar 30 yaşındaydım. Hey gidi günler hey...
    Odada generalin gençliğine ait bir yığın resim görüyordum. İşte şu grubun ortasında bulunan burma kıyıklı genç Teğmen Trikopis'tir. Bu resim galiba Paris'te çekilmiş. Sene 1903. Şu masanın üstünde duran resim de Generalin Birinci Cihan Savaşı'nda Yugoslavya'da çekilmiş bir resmi. Masanın tam arkasında büyük bir resim daha görüyorum. Bu da 1921'de Eskişehir'de çekilmiş. Yunan Kralı Konstantin Anadolu harekâtında başarı kazanan kumandanlara şecaat nişanı tevzi ediyor. Trikopis o zaman kolordu kumandanı. Konstantin'in yanında Başkumandan Papulâs, şimdiki Kral Paul, Prens Georges, Prens Andre, İstiklâl Savaşını müteakip Yunanlıların kurşuna dizdikleri Başbakan Gunaris ve Bakanlardan Teotakis bulunuyor. Hey gidi günler...
    - Generalim, diyorum. Nasıl oldu şu Anadolu harekâtı? Tâ Ankara kapılarına kadar ilerledikten sonra nasıl oldu da davayı kaybettiniz?
    Trikopis tekrar derin derin düşünüyor. Sonra:
    - Bizim Anadolu'da işimiz ne idi? diyor. Bizim menfaatimiz Balkanlar'da, Makedonya'da, Adalarda olabilir amma Anadolu'dan bize ne? Ne diye bizi oralara gönderdiler. Aradan bunca yıl geçti. Şimdi insan maziyi çok daha iyi görebiliyor. Çok daha sağlam hükümlere varabiliyor. Şimdi artık itiraf etmekten çekinmiyorum. Bizim Anadolu savaşında hiçbir menfaatimiz yoktu. Biz yabancı devletlere âlet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Bu kadar şehit verdik Sonunda ne oldu? İşte bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu harekâtı. Hem de muazzam bir hata...
    Trikopis yine bir müddet susuyor. Emekli generalin duyduğu pişmanlığı anlamaya çalışıyorum. Zavallı Yunan şehitleri, zavallı İstiklâl Harbi kahramanları! Boş yere yanan, yıkılan köylerimiz! Ve tarihin karanlık bulutları gerisinden eski ''büyük düşmanımız''ın duyduğu pişmanlık. Ne muazzam tezat. Trikopis, Bugün seninle kardeş olabilmemiz için Anadolu topraklarının kanla sulanması lâzımmış...
    Emekli general tekrar anlatmaya devam ediyor:
    ''- Ben Anadolu'a sizinle dört defa çarpıştım. Birincisine biz ''Avgin muharebesi'' diyoruz. Siz, İnönü savaşı. 1921 yılı mart ayının son günleriydi. Ben o zaman üçüncü tümen kumandanıydım. İnönü'de bizim üç tümenimiz bulunuyordu 7'nci tümen merkezde, 3 üncü tümen solda ve 10'uncu tümen da sağda olmak üzere muharebe vaziyeti almıştık. Hepimiz kahramanca çarpıştık. Fakat Türkler bizden çok üstün oldukları için netice bizim lehimize tecelli edemedi. Geri çekildik ve burada ilk olarak İnönü'nün askerlik kabiliyetini anlamış olduk.
    İnönü ile ikinci karşılaşmam Eskişehir - Kütahya hattında oldu. 1921 Haziranının sonlarına doğruydu. Ben Bursa'da bulunuyordum. Birliklerimiz Eskişehir ve Kütahya üzerinden taarruza geçmişlerdi. Türkler oyalama muharebesiyle yardım bekliyorlardı. Ben derhal cepheye hareket ederek bu yardıma mani oldum. Bu muharebe bizim galibiyetimizle neticelendi.
    Türk ordusu ile üçüncü defa Sakarya'da karşılaştık. 1921 Ağustosunun sonlarında cereyan eden bu savaşlarda biz geri çekildik. Ben İkinci Kolorduya dumanda ediyordum. Afyon cephesini tutarak Yunan ordusunun çöküşüne mâni oldum. Eğer ben bu cepheyi tutmasaydım Sakarya'dan sonra çok kötü bir mağlûbiyete gidebilirdik.
    Bundan sonra uzun bir duraklama devresi oldu. Bu esnada Birinci Kolordu kumandanlığı da uhdeme tevdi edildi. Aralık 1921'de Cenup Gurup Kumandanlığına getirildim. Türklerin büyük bir hazırlık içinde bulunduklarını farkediyorduk. Anadolu'da üç kolordumuz vardı. Başkumandan General Papulâs'ın uğradığı başarısızlıktan sonra yerine General Haci Anesti tayin edilmişti Muhtemel taarruzları önlemek için cepheyi yıkılmayacak bir şekilde tahkim etmiştik. Ve bu cephenin çökmesine ihtimal vermiyorduk. Nihayet 26 Ağustos 1922 sabahı Türklerin beklenmedik taarruzu ile karşılaştık. Bu taarruz bizim için muazzam bir darbe oldu. Haci Anesti bütün kolordulara bizzat kumanda etmek istiyordu. En büyük korkumuz İzmir'le muvasalamızın kesilmesiydi. Bizim için en tehlikeli vaziyet bu idi. Ben İzmir'e telgraf çekerek takviye istemiş ve aksi halde mağlûp olacağımızı bildirmiştim. İstediğim bu takviyeyi gönderemediler. Halbuki karşımızda Mustafa Kemal vardı. Neye uğradığımızı anlayamadık. Cephe çökmüş ve ordu mağlûp olmuştu...''
    Trikopis'in ''Başkumandanlık Muharebesi'' ne ait hatıralarını anlatırken büyük bir heyecan içinde olduğu görülüyordu. İhtiyar kumandan otuz yılın gerisinde kalan hatıralarını toplamaya çalışarak sözlerine şöyle devam etti:
    - Türk ordusunun bu beklenmedik kuvveti karşısında birliklerimiz perişan olmuştu. Yan birliklerle de irtibatı kaybetmiştik. Cephanemiz tükenmek üzereydi. Neşrettiğim bir günlük emirle sonuna kadar muharebeye devam edilmesini askere tebliğ etmiştim. Vaziyetimiz gittikçe müşkülleşiyordu. Asker yorgundu. Kimsede muharebeye devam arzusu kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri durmadan çarpışan Yunan ordusunun maneviyatı hayli sarsılmıştı. Halk artık savaştan bıkmıştı. Askeri zorla, inanmadığı bir gaye uğrunda muharebeye sürüklemekteki güçlük harbin en çetin meselelerinden birini teşkil eder. Ordunun adım adım hezimete yaklaştığını hissediyorduk. Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bizde kılıcı düşmana teslim etmek küçüklük sayılır. Vaziyetin kötüye gittiğini gören yaverim bir ara yanıma gelerek:
    - Generalim, kılıçlarımızı imha edelim'' diye teklifte bulundu. Kılıcımı kendisine verdim. Aldı ve parçaladı.

    Firar fayda etmedi, ordu perişan olmuştu.

    Bu esnada atım da vurulmuştu. Başka bir ata binerek kaçmaya ve çemberi yarmaya teşebbüs ettim. Fayda etmedi. Türklerin içine düştüm. Esir oldum. Beni yakalayanlar hüviyetimi almakta güçlük çekmediler. Üzerimde bir revolver vardı. Derhal bunu anladılar. Bizde süvarilerin kılıcı atların eğerine bağlıdır. Benim bindiğim atta da böyle bir kılıç bulunuyordu. Askerler bunu da benim kılıcım zanniyle müsadere ettiler.
    Bu esnada ordu perişan olmuştu. Sağ kalan birlikler dağınık bir halde İzmir'e kaçmaya çalışıyorlardı. Bu bizim için büyük bir mağlûbiyet olmuştu. Beni ilk evvelâ Garp Cephesi Kumandanı İsmet İnönü'ye götürdüler. Kendisi ile fazla bir şey konuşmadık. İnönü, beni yanına alarak Mustafa Kemal'in huzuruna çıkardı. Yunan Orduları Başkumandanlığına tâyin edildiğimi de bu sırada öğrendim.
    Atatürk beni mert bir askere yaraşır bir şekilde kabul etti. Teessür ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi'nin bu esnadaki sözlerini hiç unutmıyacağım:
    - Üzülmeyin General, dedi. Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlûp olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Burada kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimizsiniz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.''
    Atatürk'ün bu ince ve nazik muamelesi karşısında ben de bu büyük kumandana karşı içimde bir hayranlık duymaya başlamıştım.
    Bundan sonra bizi Kayseri'nin Talas bölgesinde kurulan bir esir kampına sevkettiler. Yüksek rütbeli subaylardan başka yanımda dört general daha vardı. Artık bizim için savaş bitmişti. Neticeyi beklemeye başladık. Bundan sonraki vaziyeti biliyorsunuz. Ordumuzun bakiyeleri birkaç gün içinde Anadolu'yu terkettiler. Fakat barış muahedesinin imzalanması kolay olmadı.

    Kayseri kampında bir sene

    Bir seneye yakın bir müddet Kayseri kampında yaşadık. Daimî bir tarassut ve nezaret altında bulunuyorduk. Bir gün kamp kumandanına:
    - Beni bıraksanız bile bir yere kaçamam, dedim. Bundan sonra nereye gidebilirim? Haydi kamptan kaçtım, Yunanistan nerede, Kayseri nerede?''
    Nihayet Türkiye ile Yunanistan arasında esirlerin karşılıklı mübadeleleri konusundaki anlaşma imzalandı. Biz de memleketimize döndük. İşte Anadolu seferimizin hazin hikâyesi.
    Fakat bu hikâye henüz bitmemişti. Yunanistan halkı kendisini bu maceraya sürükleyen insanlardan hesap soracaktı. Memleket karışıklık içindeydi. Anadolu harbine sebep olanlar kurşuna dizildiler. Orduda tasfiye yapıldı. Fakat benim bu işlerde hiç bir suçum olmadığı için bütün bu işlerden yüzümün akı ile çıktım. Ordudaki vazifeme devam ediyordum. Fakat yaşım da ilerlemişti. Nihayet 1928'de emekliye ayrılmamı isteyerek ordudan istifa ettim. Ve işte o zamandanberi köşemde dünyayı seyrediyorum. Şimdiye kadar bir çok partilerin mebusluk teklifleri ile karşılaştım. Fakat hiçbirini kabul etmediğim gibi bundan sonra da politika ile uğraşmak niyetinde değilim. Yegâne arzum yeni bir harp görmeden barış içinde hayata gözlerimi kapamaktır.''

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS'İ ESİR EDEN ASKERİMİZ: AHMET ÇAVUŞ

    Elmalıdağ'da Yunan Başkumandanı General Trikopis'i ve maiyetini tek başına esir eden Ahmet Çavuş, son zamanlara kadar Afyonkarahisar hapishanesinde başgardiyan olarak çalışmakta idi. Yunan Başkumandanını nasıl esir ettiğinin
    hikâyesini şöyle anlatmıştır:

    - Keşif için üç kişi dağa tırmanmağa başladık. Yanımda saatli, tetikli, fitilli olmak üzere 11 bomba vardı. Arkamızdan da kırk kişi yollayacaklardı. Alaca karanlıkta tepenin bir boyun noktasına vardığımız zaman, 5 - 10 zabitin oturduklarını gördüm. Derhal bombalardan birisini yakalayarak, davranmayın, teslim olun, diye haykırdım. Hepsi, ellerini kaldırdılar.
    Arkadaşlarım da yanına gelmişlerdi. Ben önümüzde duran bir zabitin atını yularından yakalıyarak çektim.
    Sordular:
    - Ne kadar kuvvetiniz var? dediler.
    - Üç ordu, dedim. Tamamen muhasara altındasınız. Ya teslim olacaksınız, ya sizi gurup ateşine vereceğiz.
    - Hangi kıtaya kumanda ediyorsun? dediler.
    - Alay kumandanıyım, dedim.
    Rütbemi sordular?
    - Başçavuş... dediğim zaman hepsi hayret içerisinde kalmışlardı.
    Hayretlerini gidermek için devam ettim:
    - Bizde onbaşıdan fırka kumandanı bile var, dedim. Onlara, torbalarımızdan peksimet çıkararak verdik. Onlar da bize, bol bol sigara ikram ettiler. Ceplerimizi doldurduk. Biz onları böylece esir aldıktan epey sonra Kaymakam Hüseyin Hüsnü Beyle tabur kumandanımız Fuat Bey geldiler.
    Hüseyin Hüsnü Bey, esir zabitlerin içerisinden birisini, eliyle işaret ederek bana sordu:
    - Bu zabitin kim olduğunu biliyor musun?
    - Ne bileyim, dedim. Elin düşmanı... Babamın oğlu değil ya!...
    Fuat Beyin gözleri faltaşı gibi açılmıştı:
    - Trikopis, Trikopis, diye haykırdı. Yunan Başkumandanı...
    Trikopis'i Uşak'a kadar getirdik. Orada bana bir istiklâl madalyası yazdılar. Trikopis'in esvaplarını da bana hediye ettiler. Geçen seneye kadar bu esvapları giyerdim. Şimdi bunlar azıcık eskidi. Sokağa pek gelmiyor. Evde saklıyorum.

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    Atatürk'ün koruması (postası) Kılıç Ali'nin Hatıraları'ndan:

    Paşa, köşkde bulunduğu zamanlar sabahtan arabasını hazırlatır, Çiftlik dahil olmak üzere Ankara turu atmak için gezintiye çıkarmış. Bunu fırsat bilen köşk personeli de, paşa ayrılınca rutin işlerden bir nebze olsun ayrılıp kendi hallerinde başka işlerle meşgul olurlarmış. Erkek personel de köşkün bahçesinde toplanıp güreş tutmaya başlarlarmış.

    Yine böyle bir günde, paşa yarı yolda arabasını geri çevirtip köşke dönmeye karar verir. Köşke doğru yürüyerek ilerlerken bahçede güreşen personel dikkatini çeker ve gizlice izlemeye başlar. Aralarında öyle biri vardır ki, bu adamla hiçbiri başa çıkamıyor. Bu adam hepsinin sırtını tek tek yere getiriyor diğerleri buna karşı hiçbir varlık gösteremiyor. Paşa, bu adamın gücüne hayran kalıyor ve köşkün içine girdiğinde yanına çağırtıyor.

    Azar işiteceği korkusuyla ürkek bir tavırla paşanın huzuruna çıkıyor bu adam. Paşa adamla yüzyüze geldiğinde, ismini soruyor adama..Adam da "Kürt Ali paşam" dediğinde birden ortalık buz kesiyor. Köşkteki herkes birden donakalıyor paşanın yüz ifadesindeki şaşkınlığa odaklanıyorlar. O sırada durumu düzeltme gereği duyan Kürt Ali, "Kurt Ali demek istedim paşam" diyerek buzları eritme girişiminde bulunuyor. Bu sözün ardından paşanın yüz ifadesi normale dönüyor ve "Kurt Ali" ile sualleşmeye başlıyor.

    Dünyanın en büyük uluslararası topluluğuna Türkiye'nin katılması için yapılan öneri karşısında gazi Mustafa Kemal şöyle dedi:
    '' Başvurmayı düşünmüyoruz, fakat davet ederlerse katılırız''.
    Topluluk,'' Başvurma zorunluluğu'' nu uygulamaktan ilk kez vazgeçti ve
    43 üyenin oybirliğiyle, Türkiye’nin topluluğa davet edilmesine karar verdi.
    Bu davet üzerine Türkiye, Milletler Cemiyeti' ne katılmayı kabul etti. Yıl
    1932 idi.


    YENİLSEYDİK SORUMLU BEN OLACAKTIM

    Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
    - İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.

    Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
    - Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.

    Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

    Ord. Prof. Sadi IRMAK
    Kaynak: Sadi Irmak, Ord Prof. - Atatürk'ten Anılar, 1978
    -----------------------------ooOoo-----------------------------

    YANINA ALDIÐI İLK ER

    O, Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu:
    - Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?
    Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
    - Söyle niçin ağlıyorsun?
    İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
    - Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu:
    - Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
    Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.

    Burhan Cahit MORKAYA
    -----------------------------ooOoo-----------------------------

    İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR

    Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
    - Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.

    Falih Rıfkı ATAY
    Kaynak: Falif Rıfkı Atay - Mustafa Kemal, Mütareke Defteri, 1955

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM

    Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
    - Binbaşı mısınız?
    - Hayır.
    - Albay mı?
    - Hayır.
    - Korgeneral mi?
    - Hayır.
    - Peki nesiniz?
    - Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
    - Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..

    General SHERRIL
    Kaynak: General Sherril - Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik, 1935

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    İZMİR SUİKASTI

    İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı:
    - "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
    - Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
    - Evet, dedi. Ben yine sordum:
    - Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
    - Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
    - Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?
    - Hayır.
    - O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
    - Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
    O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
    - Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.

    Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

    Yahya Galip KARGI
    Kaynak: Yücel Dergisi, 1948

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    MUTSUZ LİDER

    Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:

    - "Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi.

    O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık.

    Damar ARIKOÐLU
    Kaynak: Damar Arıkoğlu - Hatıralar, 1961

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    ASKERLE GÜREŞ

    Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
    - Sen güreş bilir misin?

    Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.

    Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
    - Haydi, bir de benimle güreş!

    Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
    - "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"

    Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.

    Tahsin UZER
    Kaynak: Millet Dergisi, 1946

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    ABDÜLHAMİD

    1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşam üstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra:
    - Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli.

    Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
    - Sevme Abdülhamid'i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid'in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa...

    Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım.

    Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOÐLU
    Kaynak: Hürriyet Gazetesi, 31.07.1958

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

    Hastalığının ilerlemiş zamanında:
    "Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki:
    - "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi.

    Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER
    Kaynak: Nihat Reşat Belger - Atatürk'ün Hastalığı

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ

    1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı:
    - Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
    - Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle:
    - Valle Padişah bilir! dedi
    Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
    - Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?
    İhtiyar tekrar etti:
    - Padişah bilir!...

    Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü:
    - Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi
    Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi:
    - Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
    - Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..."

    Ahmet Hidayet Reel

    -----------------------------ooOoo-----------------------------

    KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR

    Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:

    - Bu memleketin efendisi kimdir?

    Düşündüm. Karşılığı o verdi:
    - Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti:

    - Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!...

    Prof. Mahmut Esat BOZKURT
    Kaynak: Tan Gazetesi, 10.11.1942

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    KAHRAMAN TÜRK KADINI

    17Mart 1923 Tarsus:

    Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı.

    Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
    - "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!"
    Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.

    Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:
    - "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın."

    Taha TOROS

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    GÖMÜLECEÐİ YER

    Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak:
    O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
    Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
    Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı.

    Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.

    Prof. Dr. Afet İNAN
    Kaynak: Ulus Gazetesi, 25.06.1950

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    BENİM ADIM ATA DEÐİL

    Atatürk'ün sinirlendiği önemli bir nokta vardı. Gazetelerde, kendisine "Ata" denildiğini okudukça şöyle dedi:
    — Benim adım Ata değil, Atatürk'tür! Bazı gazeteler neden böyle yazarlar?

    Şükrü KAYA

    Kaynak: Dünya Gazetesi, 10.11.1953

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    Yıkılış

    Osmanlı Âyan Meclisi üyelerinden Şamlı Abdürrahman Paşa, devrinin sayılı şişmanlarından biriydi. 1918 kür mevsimini Karlsbad kaplıcalarında geçirmişti. Dönüşte Sadrazam Talât Paşa'yı Berlin'den İstanbul'a getiren trene bindi. Soyfa istasyonunda Bulgar hükûmet adamları Talât Paşa'yı karşılamaya geldiler. Sadrazam bir müddet onlarla görüştükten sonra, vagonda kendini seyredenlere işittiği haberin tatsızlığını hissettirmemek için Abdürrahman Paşa'ya alaycı bir sesle:
    - Kaplıcalara gidiyorsun ama, bir türlü bu şişmanlıktan kurtulamıyorsun, dedi.
    Abdürrahman Paşa:
    - Evet efendim, bu semen (1) beni öldürecek. Cevabını verdi.
    Talât Paşa trene girmişti. Arkasını kompartımana dayayıp, sessizce bir ah ederek:
    - Keşke ben ölseydim... diye içini çekti.
    İstasyonda Bulgar ordusunun çözüldüğünü ve Sofya hükûmetinin tekli barış yapmak üzere İtilâf devletlerine başvurduğunu öğrenmişti.
    Berlin'den İstanbul'a getirdiği müjdelerin artık hiçbir değeri kalmamıştı.
    Talât Paşa'yı o hâli ile gözümün önüne getiriyorum. Bir yıl kadar özel kaleminde bulunmuştum. Bu sözünde samimî olduğuna hiç şüphe etmem. Gönülden bir vatan ve halk adamı idi.
    Şamlı Abdürrahman Paşa yerine bir başkası olup da:
    - Paşam, böyle olacağını bilseydiniz, Almanlarla beraber harbe girer mi idiniz? diye sorsaydı, acaba hiç olmazsa içinden ''Evet" cevabını verir mi idi? Sanmıyorum. Fakat kendi eli ile yazdığı hatıralarında niçin bu itirafta bulunmamıştır, doğrusu bunu da pek anlamıyorum. Artık bütün belgeler elimizdedir. Bu belgelerden anlaşılıyor ki bizim için Birinci Dünya Harbine girmemek, İkinci Dünya Harbine katılmamak kadar kolaydı. Şüphesiz daha da yerinde idi.
    Geriye dönüp olup bitenleri kısaca gözden geçirelim. Balkan Harbini henüz kaybetmiştik. Tükenmiştik, silâhsızdık. Almanlar Marn'da durdukları için iki devlet grubu, Doğu'da ve Batı'da olanca kuvvetleri ile mıhlanmak üzere idiler.
    Niçin girmiştik? Talât Paşa'nın hatıralarını okuyuncaya kadar ben de duraksamalı idim. Mustafa Kemal ve İsmet (İnönü) gibi askerlerin, birçok diplomatımızın ve Cavit gibi hükûmet adamlarının harbe girmekliğimiz aleyhinde olduklarını biliyordum. Bir kıt'a devletinin İngiltere ile müttefiklerine karşı zafer kazanamayacağı fikri, Türkiye'de hemen hemen umumî idi. Uzun sürecek bir harpte yenilecek devlet grubunun yanında bile bile nasıl ateşe atılırdık? Daha bir iki ay beklemiş olsaydık, iki taraf da bizi el üstünde tutacaktı. Düyun-u Umumiye'yi, demir yollarını idaremize soksak büyük gelir sağlayacaktık. Acaba niçin böyle yapmadık? Almanya ve müttefiklerinin mutlak zafer kazanacağını hesap edenler sorumlu hükûmeti inandırmışlar mı idi?
    Talât Paşa'nın hatıralarına göre İttihat - ve - Terakki hükûmeti öteden beri memleket varlığını korumak için büyük devlet gruplarından biri ile ittifak etmek lâzım olduğu kanısında idi. 1914'te Almanya Büyükelçisi bir gün Sadrazam Sait Halim Paşa'ya gelir ve Almanya'nın Türkiye ile eşit şartlar içinde ittifak etmek istediğini söyler. Bu sır dört kişi arasındadır: Sait Halim Paşa, Talât Paşa (o zaman bey), Enver Paşa ve Halil Bey (Hariciye Nazırı). Dört nazır bir sonuca varıncaya kadar meseleyi arkadaşlarından gizlemeğe karar vermişlerdir. Dört arkadaş biliyorlarmış ki Almanya'nın böyle bir teklifte bulunuşu, bir harbi yakın gördüğünden ve bizi kendi saflarında çarpıştırmak isteyişinden idi. Fakat onlar harp çıkmıyacağı fikrinde imişler. Beklemedikleri harp patlayınca sözleşmeyi yerine getirmek meselesi ortaya çıkar. Sait Halim Paşa karar vermek sırası gelince ter döküp durur. Nihayet biraz geciktirme bahanesi bulunmuştur. Bulgaristan'dan emin olmalıyız. Onlar da Romanya'dan emin olmak kaygısındadırlar. Hükûmet Almanya Büyükelçisine bu işler çözülünceye kadar sabredilmesini söyler.
    İşte tam o sırada Göben zırhlısı Brevlas kruvazörü ile Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmiştir. Enver Paşa bu havadisi Sait Halim Paşa yalısında toplananlara gülerek:
    - Bir çocuğumuz dünyaya geldi, diye haber verir.
    Yapılacak şey basittir. İki gemi ya 48 saatte geri gitmelidirler, yahut silâhsızlandırılmalıdırlar. Sait Halim Paşa'nın bu tekliflerine karşı Alman Büyükelçisi öfkeden köpürür. Bir müddet sonra Halim Bey'in aklına gemileri satın almak gelir. Biri ''Yavuz'', biri ''Midilli'' adı ile donanmamıza katılacaksa da, gene de Alman amirallerinin elindedirler.
    Talât Bey Sofya'ya giderek Bulgar hükûmeti ile görüşür. Bulgaristan karar veremez. Romanya büsbütün menfi cevap verir. Talât Bey İstanbul'a döner ve bir karara varılmak için sabırsızlık gösterir. Sait Halim Paşa ve onun tarafını tutanlar vakit kazanmak isterler.
    Fakat bir arife günü bizim misafir teknelerin Karadeniz'de Rus kıyılarını bombardıman ettikleri haberi gelir. Talât Paşa'nın anlattığına göre, Enver Paşa bile bu olaydan hiçbir haberi olmadığına yemin etmiştir.
    Nazırların çoğu hâlâ harbe girmek fikrinde değildirler. Bir yandan da İtilâf devletlerinin baskısı vardır. Nihayet toplanıp:
    - Artık bir karar verelim, derler.
    Böylece harbe gireriz. Cavit ve harbi istemiyen öteki nazırlar istifalarını verirler.
    Harbe böyle girmiştik. Fakat şimdi nasıl çıkacaktık? ''Keşke ben ölseydim...'' Talât Paşa'nın bu sözü samimî idi. Şüphe yok, fakat keşke devlet ölmeseydi... Çünkü çöküyorduk.
    İkinci Dünya Harbi sonlarına doğru İsmet İnönü, 1914'te Umumî Karargâhta Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey, bir gün bana demişti ki:
    - Düşün ne kadar da cahilmişiz. Gerçi ben ve arkadaşlarım bizim ordunun böyle bir harbe karışacak hâlde olmadığını biliyorduk. Fakat öyle sanılıyordu ki eğer Almanlar Fransa'yı yıkarlarsa harp bitecektir. Japonlar ve İtalyanlar o zaman Almanya'ya karşı idiler. Bu harpte Almanlarla beraberdiler. Fransa yıkılmıştır. Harp tabiî yine de Almanya aleyhinde!
    İttihatçılar vatansever adamlardı. Harbe girişlerini bozgundan sonra da haklı göstermeğe çalıştıklarını hatırlıyorum. Dayandıkları bir mantık da Osmanlı İmparatorluğunun artık pek yaşıyamıyacağı idi. Mademki şimdi Türk topraklarında son bir Türk devleti kurmuştuk, sanki iyi olmuş da Birinci Dünya Harbine katılmışız gibi bir şey...
    Gerçi biz Avrupa Türkiyesini kaybettikten sonra parçalanma sırası Osmanlı Küçük Asyasına geldi idi. Araplık meselesi ile karşı karşıya idik. Ruslar Doğu Anadolu'da bir Ermenistan kurma peşinde idiler. Ermeni halkın çektiği zulmü bahane ederek, Balkan Harbinden sonra Bab-ı âli'ye Ermenilerin oturduğu vilâyetler için bir yabancı müfettiş getirmek fikrini kabul ettirmişlerdi. Bunun ne demek olduğunu anlıyorduk. Kürdistan meselesi de ateşlenmek üzere idi.
    İttihatçıların milliyetçiliği ne Ermenistan, ne Kürdistan bağımsızlık veya otonomisini akla bile getirmeğe elverişli değildi. Fakat Arap memleketlerine tavizlerde bulunmağa başlamışlardı: Arapça konuşan nüfuzlu ilçe ve bucaklara Arap kaymakam ve müdür tayin etmek gibi... Öyle görünüyordu ki Türkçülük hareketi Osmanlı-İslâmcılık fikir akımını gevşettikçe Hicaz, Suriye ve Irak Araplığı ile Anadolu ve Trakya Türklüğü arasında bir federasyon yapmak imkânsız bir şey olmıyacaktı. Türkçülerden ileri görüşlüler bu fikirde idiler. Ben Şam'da iken oraya gelen Mustafa Kemal'in konuşmaları üzerine işittiklerimden onun da bu kanaate iyice meyilli olduğunu anlamıştım. Yirminci asrın ilk dekatlarına kadar Türkleşmeye ve Türkçe diline yatmayan som Araplığın, bu milliyet çağında temsil edilmesine ihtimal yoktu. Hatta oralara giden Türkler pek çabuk Araplaşmakta idiler. Azimzadeler, ki Suriye eşrafının başındadırlar, Konya'dan göçme ''Kemik Hüseyin''in torunları idiler. Halep ailelerinden pek çoğu Türk aslındandı. Hepsini kaybetmiştik.
    Bunları hatırlatmaktan maksadım, eğer harbe girilmeseydi Küçük Asya'da imparatorluğun bir yaşama şekli bulabileceğini göstermek içindir. Böylece şimdi dünya petrol kaynaklarının pek önemli kısmını bağrında tutan bu zengin bölgeler devletimizin sınırları içinde bulunacaktı.
    Harp sürdükçe büyük devletler zayıflayacakları için kapitülâsyonlardan ve her türlü yabancı baskı ve kontrol şartlarından kurtulacaktık. Birinci Dünya Harbi sırasında iki milyon kurban verdikten sonra dahi Kuvay-ı Milliye ile başa çıkamıyan Batılı devletler, bütün ordusu ayakta duran imparatorluğa karşı elbette herhangi bir harekette bulunamıyacaklardı.
    Biz Birinci Dünya Harbine hırs değil, cahillik yüzünden girmişizdir. Almanlara satılmamışızdır. İttihatçılar vatan satıcısı değil idiler. Liderlerinin hepsi parasız ve yardımsız, düşman kurşunları altında can vermişlerdir. Fakat bir umumî dünya görüşünden, realiteleri elde tutarak ve karşılaştırarak uzun vadeli hesaplar yapmak ve hükümler çıkarmak gücünden, yetkisinden yoksun idiler. Hiç olmazsa kendi partileri içinde serbest bir denetleme olsaydı gene de kendimizi koruyabilirdik.
    Ya Almanlar harbi kazansaydı, o bitik hâlimizle ne olacaktık? Bir gün Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey, kendisi ile çalışan bir Alman yüksek subayına der ki:
    - Canım, siz kalabalıksınız. Sanayicisiniz. Belçika da öyle. Onu kendinize mi katacaksınız? Yahut aynı hâldeki Avrupa memleketlerini mi? Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?
    Subay, kendi aralarında sık sık bu konu üzerine konuşmağı âdet etmiş olacaklar ki ağzından kaçıverir:
    - Die Turkei!
    1918 Eylül ayındayız. Büyükada'daki Yat Kulübünde son Türk mevsimini tamamlamak üzereyiz.
    1914'e kadar, bankalar, şirketler ve piyasalar gibi, kulüpler de Türklere hemen hemen kapalıydı. Şimdi ''Büyük Kulüp'' dediğimiz Cercle d'Orient'in resmî dili Fransızcadır. Bugünkü İstanbul Kulübünün bir adı da İngiliz Kulübüdür. Padişahlıktan en küçük idare hizmetine kadar siyasî iktidar biz Türklerde iken, Beyoğlu ve Galata tam bir sömürgeciler yatağı, Osmanlı-Müslüman sınıfı ise bir proletarya ezginliği içinde idi. 1908 Meşrutiyeti saltanat devrinin 33 yıllık mabeyn ve Bab-ı âli oligarşisini de yıktığı için, büsbütün yaldızsız, gösterişsiz bir kalabalığa dönmüştük. İttihat - ve - Terakki Fırkasının Rumeli'den İstanbul'a taşınan merkez-i umumîsi, uzun müddet, eski Alemdar Mustafa Paşa takımına benzer, şivesi tuhaf, âdetleri iptidaî, mizacı dağlı bir komiteciler ve fedayiler ocağı gibi yadırganmıştı. Gece vakti bir paşa, birkaç gazeteci öldürülmüş, bazılarının katilleri hiç aranmamış, bulunanlar da merkez-i umumî nüfuzu ile korunmuştu. İlk Bab-ı âli hükûmetleri bu esaslı cemiyeti idare edenlerin kuklaları sanılırdı. Fakat merkez-i umumînin de hükmü Türklere idi. Hristiyanlar tekin değildi. Ecnebiler ise büsbütün imtiyazlı idiler. Mahkemeleri dahi ayrı idi.
    1914 Harbi başlayınca Beyoğlu çevreleri sindiler. Tekâlif-i harbiye denen rekizisyondan ve polisten korktukları için Hristiyanların Türklere yanaşmak ve onlara hoş görünmek yolunu tutmaları tabiî idi. Kapitülâsyonları kaldıran İttihatçılar, ekonomi ve ticaret gibi, kulüpleri, hatta otelleri de Türkleştirmek lâzım geldiğini düşünmüş olacaklardı. Merkez-i umumînin başlıca üyeleri harp yazlarında Büyükada'ya göç ederler ve Yat Kulübüne yahut kiralık köşklere yerleşirlerdi.
    Harp zenginleri ve karaborsacılar zayıf mizaçlılara sokulmak yolunu kolayca bulmuşlardı. Bir kılı kırk yaran ahlâkçıların nasıl olup da halk sefaletiyle bir hızda artan, küstah ve sırıtıcı sefihliğin iç yüzüne doğru bakmak merakını duymadıklarına şaşardık.
    Yat Kulüpte iki parola vardı: Harbe devam ve zafer.
    Zaferden en küçük şüphe imansızlıkla damgalanmak için yeterdi. Bir merkez-i umumî üyesi vardı ki kardeşi az zamanda harp zenginleri arasına geçmişti. Kendisi ise Yat Kulübün bahçesinde fikir adamlarına bir iman korkuluğu gibi görünürdü. Çok dürüst kalmıştı da! Mutfak ihtiyaçlarını merkez-i umumî devletinin vermekte olduğu bu devirde fikri uğruna yiyecek kuponlarını tehli***e koyabilecek pek az kahraman çıkmış olması tabiî değil midir?
    - Zenginler bir gün işe yarar, düşüncesi de vardı. Sanki bütün bu zenginler paralarını İttihat - ve - Terakki hesabına biriktirmekte idiler. Sonraları bana aynı kulübün bahçesinde, sağ elinin parmaklariyle sol elinin avcunu göstererek:
    - İki milyon lirayı elimde gördüm, diyen Selânikli Karasu, İngiliz donanması İstanbul'a girdikten hemen sonra İtalyan uyrukluğuna geçmişti. İttihatçı nazırlardan birinin korurluğu ile yüz binler kazanan bir iş adamı, mütareke zamanı çocuklarının İsviçre'ye gidebilmesi için bilet parası vermenizi rica etmektedir, dediğimde:
    - Nerede bende para? Kendim nasıl geçineceğimi düşünüyorum, diye yazıhanesinin kapısını yüzüme kapamıştı.
    Talât Paşa da Berlin'den yazdığı bir mektupta, pek az bir borç yüzünden anasının kira evinden atılmamasına yardım etmiyenlerden, acı acı şikâyet eder. Himayelerinde milyonerler yetişen bu İttihatçı şefleri namuslu idiler. Talât Paşa Nişantaşı'ndaki sadrazamlık konağına taşınmamış, ''Sonra çıkması güç olur!'' demişti. Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa'nın yolladığı hususî beyaz ekmeği geri yollayarak: ''Biz herkesle beraber fırından nafakamızı alıyoruz!'' demişti. Bu çamur gibi, ne idüğü belirsiz bir hamur parçası idi.
    Yat Kulübün bahçesinde yalnız Ziya Gökalp ile açık konuşabilirdik. O ise saplı fikirlerinin kapalı havası içinde idi.
    1918 Eylülünde son buluşmalar hayli hüzünlü olmuştur. Donanmadan ve cepheden gelen haberler iyi değildi. 1914'te bize:
    - Ya batacağız, ya çıkacağız! demiş olanlar, 1919'daki fikirleri ne olduğunu söylemek için artık bizimle karşılaşmak fırsatını bulamıyacaklardı.
    Eylülün 27 nci günkü İstanbul gazetelerinin birinci sayfalarında üç sütun üzerine Veliefendi at yarışlarının haberleri ve resimleri vardı. "Akşam''ın başlıca yazısı rahmetli Ömer Seyfeddin'in edebiyatta tenkidin faydası üzerine bir konuşmasıdır.
    Ertesi gün, birdenbire, Bulgar Başvekili Malinof'un İtilâf devletlerine barış teklif etmiş olduğu ve Bulgar ordusunun dağılmağa başladığı havadisleri İstanbul gazetelerinin yosunlu su durgunluğu üzerinden çığlıklı bir dalga gibi geçti. Halk efkârının altı üstüne geldi. Gerçi Alman komutanı Makenzen'in Bulgaristan kargaşalığını yatıştırmak üzere Makedonya cephesine gittiği yazılmışsa da, artık kimseyi Alman mucizesine inandırmak imkânı yoktu.
    Son umut, iki taraf da harpten usanarak uzlaşmalı bir barışa varmak umudu iflâs etmişti. Almanya henüz teslim olmadığı için, acaba biz de bir tekli barış teklif etsek cezamızı hafifletebilir miyiz, İngilizleri bir defa daha Osmanlı Devletini kurtarmak fikrine yatırabilir miyiz gibi avutucu hayallere kapılıyorduk. Yat Kulüpte merkez-i umumî masasında bulunanlardan bir arkadaş nihayet bu fikri ortaya atmak cesaretini gösterir. Daha cümlesini tamamlamadan rahmetli Doktor Nazım:
    - Türkler kancık değildirler, sonuna kadar Almanlarla beraber... diye kesip atar.
    Ama Mareşal Alenbi'nin yaklaştığı Halep İstanbul'a uzaksa da Franchet d'Esperey orduları Türk Trakyasına yaklaşmak üzere idi.
    Vagonları üstünde ''Enverland'' yazılı Balkanzuğ trenleri artık Berlin istasyonundan kalkmıyordu.
    Yat Kulübü Rumlar teslim almağa hazırlanmakta idiler. Gelecek yaz, kulübün kapıları Türklere kapanacaktı. İçeride Yunan zaferleri şerefine yapılan şenlikleri görüp kahrolmamak için arka sokağından bile geçmiyecektik.
    Bulgar orduları çözüldükten sonra, İstanbul üzerine yürüyen General Franchet d'Esperey ordularını hangi kuvvetle durduracaktık? Sonradan duyduğumuza göre General Franchet d'Esperey'nin fikri hiç durmadan İstanbul'a yürümek ve Osmanlı Devletini, olduğu gibi sarayı ile Bab-ı âli'si ile, varı yoğu ile teslim almakmış. Hatta dünkü müttefikimiz Bulgarlar, kendileri mümkün olduğu kadar az ziyanla kurtulmak için, ordularını bize karşı kullanmak üzere Franchet d'Esperey'nin emrine vermeyi teklif etmişler, general reddetmiş.
    Böyle korkunç kaza ve kader günlerinde sorumlu iktidar ile halk arasına nasıl onulmaz bir yabancılık girer, nasıl en yakınları bile ikbaldekilerin yanından kaçıp kaybolmak ister, ömrümde ilk defa görüyordum. Ordu ve polis baskısından biraz nefes alabilse halk iktidarı ayakları altında çiğniyecekti. Harbe girerken ona sormuşlar mıdır? Halk, açlık ve yoksulluk çekerken, yüz binlerce delikanlı cephelerde can verirken, şehirler ve ülkeler birbiri ardına düşman ordularının eline geçerken, onu zafer-i nihaî edebiyatı ile avutmamışlar mıdır? Hiçbir saldırış olmamışken, Mısır ve Kafkasya üzerine fetih akınları ile harbe giren iktidar, şimdi dönüp de halka nasıl:
    - Ne yapalım, talihimiz yokmuş, mahvolduk! diyebilirdi?
    Merkez Komutanlığı ve polis henüz emirlerinde olduğu için eski nazırlardan bir kısmının eski cakalarından hiçbir şey feda etmediklerini görmek de gönül kırıcı bir şeydi. Sanki devlet batmakla, kendilerine karşı bir kusur işlenmekte idi.
    İtilâf devletleri İttihat - ve - Terakki liderlerini ayrıca şahıs şahıs cezalandıracaklarını ilân etmişlerdi. Halk için bir ölüm-kalım, iktidar için sadece bir ölüm günü yaklaşmaktadır.
    Gazeteciler Wilson prensiplerinin dünyaya hükmedecek yeni esaslar olduğunu yazarak havanın ağırlığını biraz gidermeye çalışmaktadırlar. Acaba Osmanlı İmparatorluğunun bu prensiplere göre tasfiye edilmesine razı olduğumuzu bildirsek, Hicaz'ı, Suriye'yi, Filistin'i ve Irak'ı kaybetsek Türklerin vatanını kurtarabilir mi idik?
    Almanya'dan hiçbir umut kalmadığını gören İttihatçılar, partilerinin yerine eski liderlerden hiçbirinin bulunmadığı yeni bir parti kurmak ve harp suçluları arasında sayılmıyan İzzet Paşa'nın reisliği altında, harp politikasını tenkit eden arkadaşları ile bir hükûmet kurmak çaresine baş vurdular. Yeni partinin ismi ''Teceddüt'' idi.
    8 Ekimde Talât Paşa istifa etti. Ben Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın Hususî Kalem Müdür Muavini idim. Nazırım son günlerde pek bitkin, âdeta ağlamalı idi. Kendisine bu hizmete yedek subaylıktan geldiğimi, memurluk mesleğim olmadığını söyliyerek, çarkçı mektebinin edebiyat hocalığını istedim. Kabul etti, son emirlerinden birini benim için yazdı.
    Bunun bile kaç günlük bir şey olduğunu kendi kendime soruyordum.
    Bir devletin batışı günlerinde idik. Düyun-u Umumiye İngiliz Dainler Vekili Sir Adam Block, 1914'te harbe girmemiz üzerine İstanbul'dan ayrılacağı zaman şöyle demişti:
    - Eğer Almanya kazanırsa, siz de Alman kolonisi olacaksınız. Eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz!
    Harbi İngiltere kazanmıştı.
    İstanbul pek susturucu bir asker sıkıntısı altında idi. Harp müddetince halk yalnız bir defa hıncını doyurabilmişti. O da gene sessizce Sultan Hamid'in tabutu arkasına takılmaktan ibaretti. Alay yolu üstünde bazı pencerelerden başlarını uzatan kadınlar:
    - Kırk paraya ekmek yediren, yirmi paraya kömür yaktıran padişahım, bizi kime bırakıp da gidiyorsun? diye inlemişlerdi.
    Harbin sonlarına doğru, artık hiçbir şey ummayan, bir zaferi de bildirse hiçbir habere sevinmiyen halkın bu sessizliğinden iktidara vehim mi geldi, nedir, ''Gazetelere biraz serbestlik versek...'' derler. Kimi bunun havadaki zehri almak gibi faydası, kimi de zararlı olacağını söyler. Talât Paşa gülümsiyerek:
    - Sanki ne olacak sanıyorsunuz? Hürriyeti buldular mı gazeteciler birbirlerine hücum ederler, halkı da hükûmeti de unuturlar, cevabını verir.
    İyi de sezmiş. Gazeteler nefes alınca, bir şeker yolsuzluğu dedikodusu üstünde birbirlerine girmişler, hücum etmek için gene de kendi kendilerini arayıp bulmuşlardı. Fakat İzzet Paşa kabinesi kurulunca mesele değişti. Hürriyet - ve - İtilâfçı yazarlar, gazetelerde göründüler. Daha ilk günden nasıl bir iç boğazlaşmaya doğru sürüklenip gittiğimizi anlıyorduk.
    İzzet Paşa kabinesi harpte İzmir İngilizlerine yardım eden vali Rahmi Bey veya harp esiri olarak bizden pek iyi muamele gören General Tavshend gibi bazı şahsiyetlerle ortalığı yokladıktan sonra, Mondros Mütarekesini imzalamaktan başka çare olmadığını gördü.
    Sonradan Ali Çetinkaya ve bazı arkadaşlarının bu mütare***i imzaladığı için Rauf Bey'e (Orbay) niçin hücum ettiklerini anlamak güçtür. Mondros Mütarekesi o günkü şartlar içinde seçmek zorunda olduğumuz felâketlerin en hafifi idi. Ya mütareke yapacaktık, yahut General Franchet d'Esperey, orduları ile İstanbul'a girerek devlete el koyacaktı.
    Mesele namuslu hükûmet adamlarının mütareke şartlarının kötüye kullanılmasını önliyecek karakterde olması idi. Bir millî bütünlük kurmamızda, düşman pençesi altında birbirimize girmemekliğimizde idi. Bir ahlâk imtihanı geçirecektik.
    Bir müddet sonra limanda düşman donanmasını ve şehirde Hristiyan nümayişlerini nasıl görüp katlanabileceğimizi elimizle kalbimizi sıkarak düşünüyorduk.
    Gerçi daha beteri olduğunu da hatırlamıyorduk. Ya Çar Rusyası 1917'de yıkılmamış olsaydı? Müttefiklerle aralarındaki anlaşmaya göre İstanbul Sakarya kıyılarına kadar Rusların mülkü olacaktı. 1918'in o haftalarında Rus orduları kumandanı, Çar Nikola'yı Dolmabahçe Sarayı'nın rıhtımında karşılıyacaktı. Daha neye uğradığını bilmeden, doğudan güneye doğru, Adana'ya kadar uzayan bir Ermenistan kurulacaktı. Lenin çarlığı devirdiği sırada, Rus ordularının nerede ise Sivas kapılarına dayanmış olduğunu unutuyorduk.
    Henüz İstanbul'da bulunan Cemal Paşa, Ali Kemal'in kendi hakkındaki bir yazısı üzerine küçük bir açıklamasını gazetelere koydurabilmek için beni Boyacıköy'deki yalısına çağırdı.
    - Gazetelerin taşkınlığını görüyorsun. İzzet Paşa kabinesi yarı yarıya bizden. Şimdiden şahıslarımıza hücum ederlerse, yarın ne yapmazlar? dedi ve Refik Halid, Celâl Nuri, tarihçi Ahmet Refik gibi bazı yazar isimleri sayarak kendilerine biraz para vermesi faydalı olup olmıyacağını sordu.
    - Bilirsin ki ben paralı bir adam değilim, dedi. Enver Paşa'da Alman gizli ödeneğinden kırk beş bin lira kalmış. Bunun on beş bin lirasını bana, on beş bin lirasını Talât Paşa'ya verdi, gerisini de kendine alıkoydu.
    Bu paranın memleketten kaçarak dışarıda hizmet imkânları aramak için bölüşülmüş olduğunu bir iki gün sonra anladım.
    Daha birkaç gün öncesine kadar son santimine kadar kâğıdının parasını ödemiş olduğu Celâl Nuri'nin gazetesinde bile onun yazısına iki satırlık yer bulamadım. Her zaman olduğu gibi ''ehibbâ âdâyi şive-ı yağmada mephut'' etmek üzere idi.
    Bir akşam üstü binbir tasa ile başım ve gönlüm ağır, Büyükada iskelesine çıkarken biri geldi, elime bir zarf tutuşturdu. Sonra da:
    - Acaba Halide Edip Hanımı nerede bulabilirim? diye sordu.
    Cemal Paşa'nın mektubu şu idi: ''Oğlum Falih Rıfkı, memleketin galeyanı, avam kitlelerini ayaklandırmak için bazı eclaf (reziller) ve esalifin (sefiller) teşebbüsleri beni her zaman için bazı nahoş tecavüzlere maruz bırakabilirdi. Memleketin hayır ve selâmetine hizmetkâr olmaktan başka hiçbir emel beslememiş olan benim gibi bir adamın esafil-i nas'ın çarıkları altında kalmayı istemiyeceği bedihidir. Binaenaleyh memlekette sükûn avdet edinceye kadar, daha doğrusu aramıza girecek olan ecnebi kuvvetleri sulh olup vatanı gene münhasıran milletin eline bırakıncaya kadar maddî hakaretlerin yetişemiyeceği bir yere çekilmeyi münasip gördüm. Siyasî ve idarî ef'al ve icraatının hesaplarını vermeğe her an hazır olduğumu herkesten fazla sen bilirsin. Verdiğim talimatlar dairesinde hareket ederek hukuk ve haysiyetimi vikaye (korumak) etmeğe çalışacağıma itimat ediyorum. Vesikalarımı evvelki gibi kullanarak aleyhimde yapılabilecek her türlü iftiralara cevap verebilirsin. İnşallah dönüşümde seni mes'ut ve müsterih görürüm. Gözlerini öperim oğlum. Boyacıköy 1 Teşrinisani 1334 (1 Ekim 1918)"
    Mektubu Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin'e de göstermekliğimi ve Yahya Kemal'e selâm söylemekliğimi de mektubun kenarına yazmıştı. Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin vaktiyle Suriye'ye gelmişler ve onun yardımı ile ipek alıp satmışlardı. Yahya Kemal de Bahriye Nazırlığı ambarından besledikleri arasında idi. Celâl Nuri gazetesinde dünkü efendilerinin gitmelerini beş sütuna iri punto ile şöyle haber verecekti: Ferre, yefürrü, firara... Nazif ve Cenap, adını bile ağızlarına almıyacaklar, Yahya Kemal ise ilk sövenlerden biri olacaktı.
    Böyle çöküşlerde herkes başının derdine düşer. Tek korunma çaresi geçmişe saldırmaktır. Hücum saflarında, çok defa, dost düşmanın önüne geçerse buna hiç şaşmamak gerektiğini kitaplarda okurdum. Mütarekede kendim de görüyordum.
    Bu mektubun ''verdiğim talimatlar dairesinde'' ve ''resmî vesikalarımı kullanarak'' sözleri yüzünden sırası gelince anlatacağım üzere az daha asılacaktım. ''Talimat vermek'' sözü Suriye ve Garbi Arabistan Umum Kumandan ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın bir ''kalem alışkanlığı'' idi. Resmî vesikalara gelince bende bir kâğıt parçası bile yoktu. Sonradan işittiğime göre bazı dosyalarını Seyfi adında bir adamına bırakmış, o da korkudan yakmıştır.
    Talât Paşa da Sadrazam İzzet Paşa'ya bir mektup yollamıştı: ''Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa hazretlerine, memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet karşısında muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostların bunu âtiye (gelecek) bırakmak için ısrar ettiler. Zat-ı fahimaneleri ile istişare edemedim. Müşkil mevkide kalacağınızı çok düşündükten sonra sarf-ı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memlekete namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi (1). Bütün servetim zat-ı şahanenin ikram ettiği otomobil parası ile her ay arttırdığım yirmişer liradan bin altı yüz liralık istikraz-ı dahilî bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte kiraladığımız çiftliğin devri ile hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka nesneye malik değilim. Millete hesap vermek ve muhakeme olunarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim. İşte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketin ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Kemal-i hörmetle ellerinizi öperim, Muhterem Paşa Hazretleri. 2 Teşrinisani 1334 (2 Ekim 1918)"
    En yakın gelecekten bile haberli değildi. İstanbul'da tam bir çökme, maddî ve manevî çökme devrine giriyorduk. İzzet paşalar da silinip süpürülecek, İngiliz subaylarının emirlerindeki bir Kürt paşasına kanıp divanlar kuracaktı. Eski sadrazamın, Harbiye ve Bahriye nazırlarının adlarını, sanıklar arasında, şöyle okuyacaktık: ''Talât Efendi, Enver Efendi, Cemal Efendi...''
    Gene o günlerde son zamanlara kadar seviştiğimiz ve Bahriye ambarından beslenmesine yardım ettiğim Ahmet Hâşim'in, İngiliz casusu Sait Molla'nın ''İstanbul'' adlı gazetesinde çirkin bir yazısı çıktı. Suriye'de Edip Hanım bir sihirbaz kazanı karıştırırken ben nasıl şampanya içermişim. Halide Edip Hanım Beyrut'ta mektep işlerine bakardı. Kendisini hiçbir suvarede gördüğümü hatırlamıyorum. Açlarla, yetimlerle uğraşır ve Cemal Paşa'nın yanında biraz nüfuzu varsa, yalnız onlar için kullanırdı. Ben ise nihayet bir yedek subaydım. Başkalarından farkım, ara sıra ''Tanin'' gazetesine edebî yazılar yazmak, hususî kalem işlerine baktığım için de ordu kumandanı ile beraber İstanbul'a gelip gitmekti.
    Mütare***e cebimde 25 lira ile çıkmıştım. Çarkçı mektebinden aldığım aylığı haftada iki gece kaldığım otele bırakırdım. Bu yazı hayli gücüme gitti. Birkaç satır karaladım. Gene benim vasıtamla bunca iyilik gören gazeteye gittim. Celâl Nuri'yi gördüm: ''Vay edepsiz vay!'' dedi. ''Hem siz hafif yazmışsınız, bana bırakınız. Hakkından geleyim!''
    Ertesi günü gazeteyi açtım; hiçbir şey yok. Telefonla aradım. Biraz soğuk: ''Biliyorsunuz, şimdi İttihatçılık davası var. Siz de damgalı sayılırsınız. Gazete için bir şey değil... Fakat size fenalığımız dokunmasın diye yazmadık!'' dedi.
    Zavallı Hâşim, bir ruh hastası idi. Sonra gene barıştık. Ölmeden önce son defa beni Haydarpaşa garında uğurladığı vakit görmüştüm. Bu da tedavi edilmek üzere Almanya'ya gidebilmesi için kendisine bir para yardımı sağlamış olduğumdandı. Geçmişteki öyle bir vak'adan sonra kendisi ile hâlâ nasıl görüşebileceğimi soranlara:
    - Ne yapayım, hoşlanıyorum. Siz tütüne kızar mısınız? Veya enfiyede ahlâk arar mısınız? diye cevap verirdim.
    Gücüme giden bir olayı da anlatayım: Bahriye Kurmay Başkanı Rauf Bey'in (Orbay) Cemal Paşa ile arası iyi değildi. Olabilir. Onun yerine Bahriye Nazırlığına geldi.
    Cemal Paşa son iktidar günlerinde beni çağırarak:
    - Biliyorsun, bana Adana'dan dilediğim hayır işlerine harcanmak üzere bir hayli para verilmişti. Yirmi bin lirası arttı, İstanbul'a getirdim. Kendi adıma vezne kasasındadır. Fakat benim param değildir. Acaba nereye verebilirim? diye sordu.
    Türk Ocakları hatırıma geldi. Ocağın kimsesiz çocukları okuttuğunu da biliyordum:
    - Çok iyi... Parayı al, götür. Halide Hanımefendiye teslim et. Nereye harcıyacağını o daha iyi bilir. Senedi al, getir dedi.
    Dediğini yaptım. Halide Hanım da pek sevindi idi.
    Bir gün beni Bahriye Nazırı Rauf Bey'in istediğini söylediler. Gittim:
    - Son günlerde vezne kasasından 20.000 lira çekilmiş. Nedir bu? dedi.
    Hikâyeyi anlattım. Paranın Bahriye ile hiçbir ilişiği olmadığını da sözlerime ekledim. Cemal Paşa memleketi bırakırken alıp götürse de hiçbir şey çıkmazdı. Rauf Bey:
    - Ocak mı? Türk Ocağı ha... Ben öyle şey dinlemem. Ya gidip geri alarak getirirsin, yahut Cemal Paşa'yı da, Halide Hanımı da, sizi de gazetelere veririm, dedi.
    Parayı geri verdik.
    -----------------------------ooOoo------------------------------


    13 Kasımdan beri düşman donanmaları İstanbul limanındadır. Harp suçluları ile politika zenginlerinden çoğu memleketten kaçmışlardır. Hiçbir günahları olmadığını sananlar, meselâ Hüseyin Cahit ve Cavit, gazetecilere:
    - Kaçmadık, hesap vereceğiz, derler.
    Boşuna bir iyimserliktir bu. Hürriyet - ve - İtilâf gazetelerinin suçlu suçsuz ayırdığı yok. Eski muhaliflerin başta olmak üzere çıkardığı yahut yazdığı gazeteler memleketi harbe sokanlarla Ermenileri ''tehcir'' edenlerin hemen yargılanmasını istemektedirler.
    Daha fenası var: Harp müddetince Tasvir-i Efkâr gazetesini birlikte çıkaran Yunus Nadi ile Velid Ebüzziya ayrılmışlardır. Yunus Nadi ''Yeni Gün'' gazetesini kurmuştur. Nadi, bir İttihatçı ve milliyetçidir. Velid'in de vatanseverliği söz götürmez. Düşman zırhlıları Galata rıhtımına yanaştığı günlerde Velid, Yunus Nadi ile hesaplaşmaya kalkmıştır. İki memleket gazetesi amansız bir boğazlaşma hâlindedirler.
    Bir manevî çözülüş içindeyiz. Edebiyatta bir kelime olarak kullandığımız ''inkıraz'' denen şey bu mu idi?
    Milliyetçi Türk ne yapacağını, hatta ne düşüneceğini bilmez. Yaşamaksa, nasıl ve niçin yaşamak? Ölmekse, nerede, nasıl ve niçin ölmek? Acaba bize ne yapacaklar? Koyu Türklüğünde şüphe olmıyan Yahya Kemal bana gelir:
    - Ah parçalamasalar... Bari İngilizler vatanımızı toptan alsalar... Mısır gibi olsak... Mısır, Osmanlı hıdivinin yarı-köle Mısırı aklını şaşıran milliyetçinin bomboş hayalinde bir bahtiyarlık serabı gibi buhar buhar tüter.
    - Çünkü, diyor, Tanzimatçılar bir millet değil, bir vatan yapmaya çalıştılar. Tarih gösteriyor ki eğer millet kalırsa, kaybolan vatanı yerine koymak imkânı vardır. Biz parçalanırsak, elden ele geçersek millet olarak kalabilir miyiz? Devletin çekildiği yerlerde Türklüğün tükendiğini görmüyor muyuz? Fes Köstence'de hamalın, Filibe istasyonunda pabuç boyacısının başında kalmış...
    Hürriyet - ve - İtilâfçılardan bir kısmının basit bir formülü var: Düvel-i muazzamanın adaletine sığınmaktan başka çaremiz yoktur. Eğer onlara günahlarımızı affettirmek istiyorsak, hemen darağaçlarını harpçiler ve İttihatçılarla donatmaya bakmalıyız.
    Bir kısmı o kadar öççü ki âdeta sevinç içinde. İkide bir yüzünüze:
    - İşte battık... der.
    Bu sözü de:
    - İyi ki battık... der gibi söyler.
    Biraz isyan etmek isterseniz:
    - Hâlâ mı o kafa? diye bir kahkaha püskürür.
    Yaşamak ve beklemek lâzımdı. Genç ve cesaretli idim. Gazeteciliğe atılmak istiyordum. O sırada ''Akşam'' gazetesinin ortaklığı fırsatı çıktı.
    Bab-ı âli caddesinde Reşid Efendi Hanının birkaç odasına sığınan ''Akşam'' gazetesi kötü baskılı, az satışlı, avuç kadar bir şeydi. Üç ortağın -Necmeddin Sadak, Kâzım Şinasi ve Ali Naci- yazıcıdan fazla sermayeye ihtiyaçları vardı. Bir dostumuz teşebbüsü ele aldı. O, Yahya Kemal, Fazıl Ahmet, Rıfat Müeyyet ve ben Akşam sahipleri ile beraber bir şirket kuracaktık. Günlerce toplanarak, konuştuk, dağıldık. Nihayet ben babamdan kalma evin satışından arttırdığım beş yüz lirayı yatırdım, İngiliz Rıfat diye tanınan Rıfat Müeyyet de parasını verdi. Beş ortak olduk.
    Bab-ı âli camiinin bitişiğindeki kırmızı ahşap binayı vaktiyle İttihat - ve - Terakki tutmuş. İçine bir iki düz makine yerleştirmiş. Maksat ''Yeni Mecmua''yı çıkarmak. Hepsi merkez-i umumî üyelerinden Küçük Talât'ın üzerinde idi. Ben ''Yeni Mecmua''yı da çıkarmak şartiyle, binayı ve makineleri devraldık. Ziya Gökalp'ın dergisini ziyanına katlanmak mümkün olduğu müddetçe çıkardım.
    Yeni bina ayaküstü olduğundan, elverişli bir toplantı yeri idi. Üst kat odalardan bir kısmını sonradan Matbuat Cemiyetine kiralamıştık. İstanbul'un kalbur üstü yazarları ve fikir adamları ile sık sık buluşur, dertleşirdik. Ben gazetenin üçüncü sayfasının başında ''Günün fıkrası''nı yazıyordum. Yakup Kadri de bitişiğimizdeki ''İkdam'' gazetesinin ikinci sayfasına yerleşti. Pek az, geçindiremiyecek kadar az kazanıyorduk. Hiç olmazsa, içimizi dökebiliyorduk.
    Ara-kabine düşerek yerine Tevfik Paşa hükûmeti geçmiştir. Artık saray ve sarayla oynayanlar, Bab-ı âli üzerinde tam hükümlerini yürütmektedirler. Hürriyet - ve - İttihatçılar da padişahı ele geçirmeğe uğraşmaktadırlar. Tevfik Paşa kabinesinde Hürriyet - ve - İtilâfçı Rıza Tevfik'i Maarif Nazırı olarak buluyoruz.
    Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile...
    Bir Osmanlı nazırı için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek... O, şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selâmlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hâdise idi.
    1908 Meşrutiyetinin ilk devirlerinde tenkitlerini sevmedikleri için Zeki Bey, Hasan Fehmi ve Samim gibi gazetecileri birer gece kurşunu ile yere seren fedayilerden hiçbirinin, her gün üç dört sütun bütün efendilerine, şereflerine ve tarihlerine sövdükten sonra, tek başına, ferah ve kibirli, ''Sabah'' gazetesinden köprüye yaya inen Ali Kemal'e yan baktıklarını bile görmüyorduk.
    Atatürk hakkında ''Bozkurd'' kitabını yazan Armstrong, mütarekede İngiliz subayı olarak İstanbul'a gelmiştir. Bir başka kitabında tatlı su Osmanlılığı, Hürriyet - ve - İtilâf Türklüğü ve Beyoğlu Hristiyanlığının İstanbulu hakkında şu fikri söyler: ''İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.''
    Zamane şeyhülislâmının kendi kapısında görüşme nöbeti beklediğini de yine bu subay aynı risalesinde yazar.
    General Franchet d'Esperey köprü başından beyaz bir ata binerek ve atı ürktüğü için kendini selâmlayan mızıkayı kırbaciyle susturarak, Galata nümayişçileri arasından Beyoğlu'na çıktı. Bu beyaz at, fetih resimlerinde İkinci Mehmed'in suya at süren 465 yıllık hayaletini çiğnedi, geçti.
    Öğle üzeri padişahı kovarak Dolmabahçe Sarayı'na kendi yerleşmek istediği havadisini duyduk. Acaba Fransız generalini Dolmabahçe Sarayı üzerinde kendi bayrağını dalgalandırma fikrinden caydırmak mümkün olacak mı idi? Bütün kaygımız bu...
    Rahmetli Süleyman Nazif, gazetelerden birinde, bu giriş gününe ''kara gün'' adını vermiştir ve birkaç satırlık bir fıkra yazmıştır. Franchet d'Esperey bunu haber alınca:
    - Hemen yakalayınız, kurşuna diziniz, emrini verir. Kim bilir kimlerin ricaları üzerine Dolmabahçe Sarayı'na yerleşmek ve Süleyman Nazif'i kurşuna dizdirmekten vazgeçer.
    Bu çözülüş gittikçe ağırlaşarak Yunanlılar İzmir'e ve Mustafa Kemal Samsun'a çıkıncaya kadar sürüp gidecektir.
    İstanbul'da hayat denebilecek ne varsa, birkaç gün içinde Türklüğün havasından çıktı. 1911'den, hele Rumeli'yi kaybettikten beri durmadan düşen İstanbul'un Birinci Dünya Harbinde çekmedik çilesi kalmıyan Müslüman semtleri bir göçüş hâli gösterir. Hemen bütün mülkler, mücevhere benzer şeyler Emniyet Sandığına veya tefecilere rehin verilmiştir. Atina Bankası, Türk malı satın alacak olanlara hesapsız kredi açar. Gazetelerde ikide bir, satmayınız, göçmeyiniz, konulu yazılar okursunuz.
    Kendi kendime düşünürüm: Eğer o hâl devam etseydi ne olurduk? Padişahın sarayından son memurun yuvasına kadar, cemiyetin başı hazneye bağlı idi.
    Galata kaynaşmakta, Beyoğlu şenlik içinde, biz ise şehrin bu yakasında birbirimizin boğazına sarılmış, sövüşüp duruyorduk. Sevmediklerinden öç almak için işgal casuslarına yanaşanlar çoktu. Bir sabah gazetelerde Asquit'in şu sözlerini okumuştuk: ''Asırların gördüğü en aşağılık idareyi tahrip ederek ileriye doğru bir adım attık. Büyük hasta, ölüm döşeğinde. Birçok defalar pişmanlık getirmiştir. Bu hastanın milletler ailesi ortasında, bir şer kuvveti olarak son günlerini yaşadığını umut edelim. Mezarı üstüne yazılacak kitabenin ne olacağını bilmiyorum, fakat Osmanlı Devleti bir daha bâs-ü bâdelmevte nail olamıyacaktır.''
    Hemen o gün Maarif Nazırı:
    - Elbet. Elbette, diyor, mağlûp değil miyiz? İstediklerini yapacaklar.
    Ertesi gün halkın yılgınlığı içinden bir ses çıkıyor. Bu ses Kadıköy kadınlarınındır. Kimdi bu hanımlar bilmiyorum. Gazetelerin koymaya cesaret ettikleri telgraf şu idi: ''Çanakkale müdafaasını yapan şehitlerin muazzez ruhları önünde Türk kadınlığına ve medeniyet âlemine hitap ediyoruz. Limanımıza girdiğini gördüğümüz ahenin kalelerin karaya çıkardıkları yarım milyon askeri denize döken milletimizi mağlûp addetmiyoruz. Peçelerimizi yırtan, sonra da cihan hürriyeti namına harp ettiklerini ilân edenlere teessüf ediyoruz. Millî hukukumuzu ve ismetimizi muhafaza edecek hükûmet ve erkek yoksa, biz varız.''
    Böyle seslerle ara sıra , yanmış yüreğimizin serinliğini duyardık. Bu sesler Anadolu ihtilâlinin ilk müjdeleri idi.
    O günlerde halk kâbuslarından biri de Ayasofya'dır. Ara sıra İstanbul semtlerinin sessiz ve gamlı durgunluğu üstünden bir ürperiş geçerdi. Bir gün öğleye doğru Gülhane kapısından Sultanahmed'e doğru çılgınca bir akına rastladım. Sanki dalgalar beni kaptı, içine kattı.
    - Ne var? diye soruyordum.
    Heyecandan bitkin sesler:
    - Ayasofya'ya çan takacaklarmış... diyor.
    Camiin kapısına kadar gidiyoruz. Avlusunda silâhlarını çatmış, ayaklarını germiş askerler var.
    Rahat bir nefes alıyoruz.
    Bunlar kıravatsız, tıraşlı, eski esvaplı fakir halk adamları...
    Karşı yakadan gelen haberler ise kötüdür. Tatlı su Türkü, halk ıstırabından sıyrılmanın ve yabancılara sokulmanın yolunu bulmuştur. İşte size o zamandan kalma bir not: ''Orada İngiliz zabitinin dizini bacağı ile saran kadın. Barlar, kabareler, mızıkalar. Burada sandıklarının dibini karıştırarak son işlemeli peşkirini ve gümüş parçasını arayan halk kadını. Bedestende üstleri başları eski, sesleri titriyerek, bezirgândan fiyat sormağa utanan, sapsarı yüzlerinde köklü bir İstanbul hüznü yaşlanan kadınlar...''
    İngiliz subayı Armstrong'un da notları vardır: ''İstanbul'da hayat şen, günahkâr ve zevkli idi. Gazinolar içki ve dans ile dolu idi. Vatanını düşünen yoktu. Tokatlıyan'a gidip orkestrayı dinlemek, güzel kızları bakışlarla yakalayarak masalar arasında dans etmek, Marmara adalarına giderek denizde yüzmek hoştu. Evler, arabalar, motörler emre hazırdı. Şişli tarafında Türk hanımlarının da katıldığı çaylar verilmekte idi. Bu hanımlar beni kırık dökük Türkçemle konuşmağa teşvik etmekte ve benim çok iyi Türkçe konuştuğumu söylemekte idiler. Hâlbuki bu doğru da değildi. Fakat o kadar methediyorlardı ki pabuçlarımın ayağımda uzadığını, mahmuzlarımın her yere takıldığını hissediyordum.''
    ''Ateş ve Güneş''i bugünlerde çıkardım. Durmadan kötülenen geçmiş içinden millet kahramanlığının birkaç hikâyesini kurtarmağa çalışıyordum.
    Bir iki fırçaya daha ihtiyaç var. İstanbul'un mütareke dekoru içine Rusların göçünü de katmak lâzım. İhtilâl ordularının yıkılmasından umut kesilmiştir. Hanedanın sağ kalan prenslerinden, çarın son Hariciye Nazırı Çarikof'a kadar, generaller, amiraller, Bolşeviklerin elinden yakasını kurtarabilen bütün burjuvalar İstanbul'a geliyor. Yıkılan Rusya, Osmanlı saltanatının başkentine sığınmaktadır.
    İngilizler, yerli Hristiyan polisleri aracılığı ile şehrin içinde ve yazlıklarında Türk ailelerini evlerinden kovmakta ve göçmenleri yerleştirmektedirler.
    Yuvalarını ellerinden almak şantajı altında Türk halkı soyulup durmaktadır. İstanbul'a kendi ordularının ve donanmalarının arkasından, ''sahip'' ve '' ''hâkim'' olarak gelecek olanları, şehrin sokaklarında sürünür görmekten bile, vatan acısı ile, ferahlanamıyoruz.
    Eski Erzurum valisi rahmetli Tahsin Bey anlatmıştı. Harpten önce Beyoğlu Mutasarrıfı iken kendisine haber verirler. Rusya Büyükelçisi Büyükdere rıhtımı üzerine dikilen telefon direklerinden sefarethane karşısına düşenlerin hemen kaldırılmasını ister. Yoksa kavasları ile söktürüp denize attıracağını söyler. Yüreğinin yumuşaklığına getirip izin almak imkânı olup olmadığını bir denemek için mutasarrıf, Büyükdere Rus elçilik binasında sefir hazretlerini görmeye gitmiş. Kapıdan girdiği vakit, sefir merdivenlerden inmekte imiş:
    - Kimdir bu adam? diye sorar.
    - Beyoğlu Mutasarrıfı imiş, sizden bir ricada bulunmaya gelmiş, derler.
    - Beyoğlu Mutasarrıfının benimle ne münasebeti var? Bir diyecekleri varsa sadrazamları gelip konuşur, öyle söyleyiniz, der ve Tahsin Bey'i yüz geri çevirir.
    Mütareke günlerinde Tahsin Bey evinde kızına Fransızca dersi vermek için Rus muhacirleri arasından ucuzca bir hoca aradığı vakit kimi bulsa beğenirsiniz? Kendini kapı eşiğinden kovan büyükelçiyi. Kibarlık edip vak'ayı hatırlatmaz bile!
    Henüz başka yerlere gidemedikleri için İstanbul, Rus güzelleri ve kibarları ile dolu idi. Onlarla beraber Beyoğlu lokanta ve gece lokallerine büsbütün başka bir üslûp geldi. Eski Rum ve Levanten havasındaki bu değişiklik pek cazibeli idi. Ruslar harcayıcı ve eğlenici millettirler. Türklerden parası olanlar veya mallarını satıp para edinenler de öyle idi. Büyük facia ortasında bir israf ve sefahattir gitti. Tripolar ve aşk tuzakları birçok ocakların sönmesine sebep olmuştur. Göçmenlerin mücevherleri ve değerli eşyalarının çoğu da İstanbul'da tefecilerin elinde kaldı.
    Florya'yı açanlar da göçmenlerdir. Osmanlı devrinde ne Türkler ne de Hristiyanlar açık denizde yıkanma, hele güneşlenme meraklısı değildiler. Sosyal hayata hiç alışılmadık bir serbestlik geldi. Son aile hatıralarını mezada ve rehine veren Osmanlı kibarlığı artıkları ile Rus saray ve konaklarının yurtsuz göçmenleri arasındaki bu trajik kaynaşmaya hüzünle bakardık. Rusya'yı kan götürmektedir. Anadolu'da ise, haydut çeteleri, anarşi ve parçalanma korkusu içinde, sekiz buçuk asırlık Türklük kaderini karartmakta idi.
    Beyoğlu'nun o devir hatıraları arasında Yunan generalinin oturduğu binanın kâbusu da vardır. Balkonuna Yunan bayrağı çekildiği zaman, halk zorla selâma dururdu. Türkler geçişlerini bu zamana raslatmamak için hesapla yola çıkarlardı.
    Türklükten de kaçan kaçana idi. Bir gün dostlarımdan biri nefes nefese matbaaya gelerek, Beyoğlu caddesinde Osmanlı büyükelçilerinden birinin oğlunu Kafkas esvabiyle gördüğünü, bir felâketmiş gibi haber verdi. Şivesi şivemizden, kafası kafamızdan nice tanıdıklarımızın Kürt olduklarını anlıyordu. ''İçtihat''çı Abdullah Cevdet'in yazı yazdığı gündelik gazetenin adı ''Jin'' idi. Bunun Kürtçe ''Hayat'' demek olduğunu öğrenmiştik.
    İttihatçılar hapistedir. Ziya Gökalp da onlarla beraber. Bir gün, işgal uşağı sabah gazetelerinin birinde bir milliyetçi yazarın, Akagündüz'ün (1) şu fıkrasını okuduk: ''Ah ne yazık ki onu asacaklar. Yemin ederim ki asıldığını istemiyorum. Hürmet ettiğim bir zatın bir fikri vardır ki ne güzeldir: Ziya'nın kafatasına bir düzine nalıncı çivisi çakmalı. Yaya olarak Anadolu'ya çıkarmalı. Kasaba kasaba, köy köy, oba oba gezdirmeli. Eyvah böyle yapmayacaklar da onu asacaklar. Ne kadar yazık! Ne kadar adaletsizlik.''
    Bu, işlediği bir suç üzerine tabiî cezasını çeken eski bir İttihatçı idi.
    Türkçülük ve Türkçüler, hiç politikaya karışmasalar bile, suçlu ve sorumlular arasındadır. Mütareke edebiyatında cinayet yerine geçen şeylerden biri de ''Türklerde milliyet hissini uyandırmak'' idi. Sanki bütün felâketlere o yüzden uğranmıştı. Maarif nazırlarından biri kıraat kitaplarından ''Türk'' kelimesinin çıkarılmasını emretmiştir. Üniversiteden Türkçü profesörler tasfiye edilmiştir. Ne acı şeydir ki bu tasfiye işinden kurtulmak için, Ziya Gökalp'ın en yakın çömezleri Damat Ferit hükûmetlerine yaranmak yolunu bulmuşlardı.
    Geçen mütareke tarihini yüzünden okursanız, İstanbul politikacılarının ikiye ayrıldığını görürsünüz: Vatanseverler, vatan hainleri!
    Mesele o kadar sade değildir.
    Acaba bazı tanınmış kimseler üzerinde bir deneme yapsam, işin içinden daha kolay çıkabilir miyim?

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    ATATÜRK 30 AÐUSTOS ZAFERİNİN KISA BİR HİKÂYESİNİ YAPIYOR

    ''...Gelen raporları tetkik edince kat'iyyetle hükmettik ki, Türk'ün hakikî halâs güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şa'şaasiyle tulû edecekti!''

    (30 Ağustos 1924'de, Dumlupınar'da Meçhul Asker Âbidesinin esas vaz'ı merasimi Atatürk'ün huzurları ile yapılmış, merasimde hükûmet ve Ordu erkânı, askerî kıt'alar ve on binlerce halk hazır bulunmuştu. Erkân-ı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşanın (Mareşal Çakmak) Başkumandanlık Harbinin askerî safhalarını anlatan nutkundan sonra, Gazi Mustafa Kemal kürsüye geçmiştir. Atatürk, zaferin kısa bir hikâyesini yaptıktan sonra onun siyasî ehemmiyeti ve neticesi üzerinde durmuştur. Bu zafer, ayaklanan bir milletin ilk hedefi idi. Bundan sonraki hedefler ne olacaktır? Atatürk onları anlatmış ve sözlerini Türk gençliğini muhatap yaparak bitirmiştir.
    Şimdi Atatürk'ü dinleyelim:
    Efendiler,
    Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretlerinin verdiği kıymetli izahatla burada hazır olanlar ''Afyonkarahisar-Dumlupınar'' Meydan Muharebesinin ve neticei katiye veren 30 Ağustos Muharebesinin sureti cereyanı hakkında bir fikri icmalî edinmişlerdir. Beş gün bilâfasıla geceli gündüzlü devam eden en büyük meydan muharebesinin mahiyeti hakikîyesi bugün verilen tafsilâttan ziyade, yarın tarihin hükümleri, erbabı tetebbuun tetkik ve muhakemeleri okunduğu zaman daha bariz, daha şumullü bir surette anlaşılacaktır. Beni, milletim, Türk Milleti, emniyet ve itimadına lâyık görerek bu harekâtın başında bulundurdu. Bu vazife ve memuriyetimin mesut hâtırasını milletime karşı daima en derin minnettarlıkla mütehassıs olarak haz ile, iftihar ile muhafaza ediyorum. Vazifelerini milletin arzuyu vicdanîsine, ihtiyacı hakikîsine, yalnız onun iradei âliyesine tevfikan yapmış olanlara mahsus bir istirahati vicdan ile, bugün muvacehenizde bulunurken hissettiğim bahtiyarlığı ifade edemem.

    30 Ağustos günü saat 2 de...

    Efendiler, tıpkı bugün gibi 1922 senesi Ağustosunun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğunuz sırtlarda, kahraman Onbirinci Fırkamız, şu karşıki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşman kuvayı asliyesine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren sâikın ne olduğunu izah için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim.
    29/30 ağustos gecesi sabaha karşı Garp Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey (1), bermutad o saate kadar muhtelif karargâhlardan ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden tesbit ve işaret ettiği vaziyeti umumiyeyi Cephe Kumandanı İsmet Paşaya göstermiş ve o da derhal ''Paşaya göster'' emriyle Tevfik Beyi yanıma göndermişti. Karahisar'da Belediye dairesinde bana tahsis olunan odada yatmakta idim. Beni uyandıran Tevfik Beyin gösterdiği haritaya baktım. Hemen yataktan fırladım.

    Ordularımız düşmanı sarmıştı

    Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şu idi, ki ordularımız düşman kuvayi mühimmesini şimdiden, cenuptan, garptan ihataya müsait bir vaziyet almış bulunuyorlardı. Şu halde tasavvur ettiğimiz ve azamî netayiç temin edeceğini ümit eylediğimiz vaziyetler tahakkuk ediyordu.
    ''- Derhal Fevzi ve İsmet paşaları çağırınız!'' dedim. Üçümüz toplandık, vaziyeti bir daha mütâlea ettik ve katiyetle hükmettik ki, Türk'ün hakikî halâs güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şaşaasiyla tulû edecektir. Bu karara göre ordulara yeni emir ve tâlimat yazıldı (saat 6,30 evvelde). Fakat vaziyet o kadar mühim, o kadar sür'at ve şiddet talep ediyordu ki, bu tahrirî emirlerle iktifa etmek muvafıkı ihtiyat olamazdı. Onun için Fevzi Paşa Hazretlerinden, bizzat Altınbaş ve cenubundan hareket eden İkinci Ordumuzun ve bunun daha garbında bulunan Süvari Kolordumuzun nezdine giderek tasavvurumuza göre harekâtı tanzim buyurmasını kendilerine rica ettim.

    Birinci Ordu karargâhında

    Dördüncü kolordusu ile istihdaf ettiğimiz düşman kısmı küllisini cenuptan takibeden Birinci Ordu Karargâhına da ben bizzat gidecektim. İsmet Paşanın karargâhta kalıp vaziyeti umumiyeyi idare etmesini münasip gördüm. Fevzi Paşa Hazretleri şimale hareket ederken, ben de otomobille şimendifer güzergâhını tâkiben garba hareket ettim. Akçaşar'da Birinci Ordu Karargâhına saat 9'dan evvel idi ki vâsıl olmuştum. Ordu kumandanına bir taraftan cephenin tahrirî emri tevdi olunurken, ben de kendisine şifahen vaziyeti izah ettim ve Dördüncü Kolordunun tekmil fırkalariyle ve sürat ve şiddetle işte bu köyün, Çal köyünün garbındaki düşman kısmı küllisini ihata edecek surette muharebeye mecbur etmesini emrettim. Ve ilâve ettim ki:
    ''- Düşman ordusu behemehal imha olunacaktır.'' Ordu Kumandanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşayı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu tebliğ etti. Bir müddet bu karargâhta kaldım. Mütemadiyen gelen muhtelif rütbedeki esir zabitanla görüştüm. Bunlardan biri erkânıharp zabiti idi. Zavallı verdiği malûmat meyanında istemeyerek Başkumandan vazifesini alan General Trikopis'in ve İkinci Kolordu Kumandanı General Digenis'in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu ifade etmiş oldu. Derhal yanımda bulunan Ordu Kumandanına:
    ''- Kemalettin Paşayı bulunuz. Bizzat Trikopis'le beraber bütün düşman generallerini behemehal esir etmesini söyleyiniz'' dedim. Bu emir derâkab telefonla tebliğ olundu. Zavallı esir zabit benim bu emrimi işitir işitmez ikram ettiğim çayı içemieyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu karargâhında kalamazdım. Muharebe vaziyetini gözümle görmek benim için mukavemetsiz bir ihtiyaç oldu. Ordu Kumandanını da beraber alarak Dördüncü Kolordu Kumandanının tarassut için bulunduğu şu istikametteki bir tepeye geldik (Arpalık civarında).

    Daha ileriye, ateş yerine...

    Çal köyü garbında ve şimalinde patlayan topların tarrakalarını işitiyordum. Oradan vaziyeti dürbün ile tetkike uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kat'î bir lüzum ve ihtiyaç hissediyordum, ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek lâzımdır ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık, bu tepeye gelen yola dahil olduk. Arasıra güzergâhımızın soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü Kolordunun fırkaları şarktan garba güzergâhımızı katederek seri hatvelerle ilerliyorlardı. Biraz evvel dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk.
    Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen ihata etmek ve düşmanın muannidane müdafaa ettiği muharebe mevzilerine süngü hücumlarıyla dahil olarak neticei kat'iye almak elzemdi. Bunun için bütün kıtaatın azamî fedakârlıkla ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hattâ mesturiyete bakmaksızın, ateş mevzilerine girip düşman mevzilerini sarsmasını istiyordum. Yanımdaki kumandanlar bu noktayı nazarlarımı anlar anlamaz derhal ve en asabî bir suretle faaliyete geçtiler. Maatteessüf şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir süvarı zabitine birkaç kelime not ettirerek düşman mevzilerini şimâlden saran ikinci orduya gönderdim. Ve şifahen burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu zabit vazifesini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek malûmat da vermişti.
    Onbirinci Fırkanın kahraman kumandanı Derviş Bey bizzat ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman meziine ilerliyordu. Kolordu Kumandanı Kemâlettin Paşa, cenuptan ve garptan düşmana saldırdığı diğer fırkalarına yeniden yeniye teşdit ve tesrii harekât için emirlerini isal ediyordu. İkinci Ordunun Onaltıncı ve Altmışbeşinci fırkaları düşmanla ciddî muharebeye girişiyorlar, diğer fırkaları da ihata dairesini darlaştırıyorlardı. Bunları görüyordum. Suvari Kolumuzun daha garptan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren suvari zabiti söylemişti.

    Ateşli, kanlı, ölümlü bir kıyamet kopmak üzere idi

    Arkadaşlar! Saat ilerledikçe gözlerimin önünde inkişaf eden manzara şu idi: Düşman başkumandanının şu karşıki tepede son gayretiyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan, şimalden ve cenuptan birbirini velyeden avcı hatlarımızın, gurubu yaklaşan güneşin son şuaatiyle parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevaziini saran bir daire üzerinde mevzi almış olan bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevziini, içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş mağribe yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda hissolunuyordu.
    Biran önce cihanda büyük bir inhidam olacaktı. Ve beklediğimiz halâs güneşinin tulû edebilmesi için bu inhidam lâzımdı. Zulmetler içinde bu inhidam vuku bulmalı idi. Hakikaten semanın karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara hücüm ettiler. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Kâmilen mahvolmuş perişan bir bakiyetüssüyuf kitlesi bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi pürhavf ve lerzân, bîşekil bir kitle, acaip bir halita halinde firar için fürce arıyordu. Artık gecenin koyulaşan zulmeti neticeyi gözle görmek için güneşin tekrar şarktan tulûuna intizarı zarurî kılıyordu.

    31 Ağustos sabahı manzara

    Efendiler, ertesi günü tekrar bu muharebe meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun ihraz ettiği zaferin azameti ve buna makabil hasım ordunun duçar edildiği falâketin dehşetini beni çok mütehassis etti. O karşıki sırtların gerisindeki bütün vâdiler, dereler, bütün mahfuz ve mestur yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve namütenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukâtın aralarında yığınlar teşkil eden ölülerler, toplanıp karargâhlarımıza sevkolunmakta, bulunan sürü sürü esir kafileleri hakikaten bir mahşeri andırıyordu. Bu dar ateş ve savlet çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik bakiyetüssüyuftan ibaret idi. Fakat onlar da daha büyük Türk çemberi içinde çıkmaya muvaffak olamayarak başlarında Başkumandanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeye mecbur olmuşlardı.

    Artık durmadan İzmir'e yürüyecektik

    Efendiler, Ağustosun otuz birinci günü takriben zevalde idi ki, yine bu Çal köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki vaziyeti mütalâa ettik. Kazandığımız meydan muharebesinin bütün seferi hitama erdirebilecek bir azamet ve ehemmiyette olduğundan ittifak ettik. Şimdi Bursa istikametinde çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber bütün orduyu aslî ile bilâaram İzmir'e yürüyecektik.

    Meydan muharebesi milletlerin çarpışması demektir

    Efendiler, bugünden sonra İzmir'de ''Akdeniz''i, Mudanya'da ''Marmara''yı görmek için 8-9 günlük bir zaman kâfi gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki, bugün, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal köyüne gelebilmek için yalnız Sakarya'dan itibaren sarfettiğimiz zaman tam bir senedir. Fakat bu tesbit ettiğimiz zaferi ihzar edebilmek için bir seneyi çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harp, muharebe, nihayet meydan muharabesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunu çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi milletlerin bütün mevcudiyetleriyle, ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla harslarıyla hülâsa bütün maddî ve manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice yalnız kuvveti cismaniyenin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlâkî ve harsî kuvvetin tefevvukunu mertebei sübuta vardırır. Bu sebeple meydan muharebesinde yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün mevcudiyeti maddiye ve maneviyesiyle mağlûp edilmiş sayılır. Böyle bir âkibetin ne kadar fecî olabileceğini tahmin edersiniz. Mahvü izmihlâl yalnız cidal sahasında bulunan orduya münhasır kalmaz. Asıl ordunun mensup olduğu millet feci âkıbetlere uğrar. Tarih, başlarındaki tacidarların, harîs politikacıların birtakım hayalî emellerle, vasıtası mevkiine düşen müstevli orduların, müstevli milletlerin uğradığı bu nevi fecî âkibetlerle malâmâldir.
    Efendiler, Türk vatanının fethetmek fikrini, Türk'ü esir etmek hayâlini umumî, maaşerî bir fikir haline koymaya çalışanların da lâyık oldukları âkibetten kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük.
    Efendiler, kendilerine bir milletin talihi tevdi olunan adamlar, milletin kuvvet ve kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakikî ve kabili istihsâl menfaatları yolunda kullanmakla mükkellef olduklarını bir an hatırladan çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi zabt ve işgal etmek o memleketlerin sahiplerine hâkim olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkânı yoktur. Halbuki, asırların mevlûdu olan bir ruhu milliye, kavi ve daimî bir iaredi milliyeye hiçbir kuvvet mukavemet edemez.
    Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, tahtı esaretinde tutmaya muktedir olacak kadar kuvvetli müstebitler artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son mücadelâtiyle, bilhassa burada ihraz ettiği zaferle, izhar ettiği azim ve irade ile malûm olan bu hak'ayikı bir defa daha sinei tarihe çelik kalemle hâkketmiş bulunuyor.

    Türk tarihinin dönüm noktası

    Efendiler, Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Tarihi millîmiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada ihraz ettiği zafer kadar neticei kat'iyeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kat'i tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyorum.
    Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada tarsin olundu. Hayatı ebediyesi burada tetviç olundu. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden şehit ruhları devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır. Burada esasını vâzettiğimiz ''Şehit Asker'' âbidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu âbide, Türk vatanına göz dikeceklere Türk'ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, savletini, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
    Efendiler, bu muazzam zaferin muhtelif âmilleri fevkinde en mühimi ve aslîsi Türk milletinin bilâkaydüşart hâkimiyetini eline almış olmasıdır. Bu hâdisenin tarihimizde ve bütün cihanda ne büyük, ne feyizli bir inkilâp olduğunu izaha lûzum görmem. Milletimizin uzun asırlardanberi hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların tahakküm ve istibdadı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını temin yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin hâkimiyetini eline almış olması hâdisesinin bütün azamet ve ehemmiyeti nazarlarımızda tecelli eder. Gerçi büyük zaferin ferdasına kadar İstanbul'da halife ve sultan namı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği hilâfet ve saltanat ünvaniyle bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini lâyık olduğu âkıbete isal etti.

    Millî hâkimiyet öyle bir nur'dur ki...

    Efendiler, hâkimiyeti milliye öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa'nın ortasından tâ Şark'ın öbür ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğunun istihkak ettiği talihi daha güzel anlayabiliriz.
    Arkadaşlar, sarayların içinde Türkten gayri unsurlara istinat ederek, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu'nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından tard, düşmanların denize dökülmesinden daha rehakâr bir harekettir. Türk milletini mübârek vediai ecdat olan bu topraklarda tam mânasıyla efendi olarak yaşaması ancak o fuzulî bîmâna olduktan başka, mevcudiyetleri mahzı zarar ve felkâket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkün olabilirdi.
    Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği kederleri, elemleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar matemler ve felâketler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için behemehal hâkimiyetine sahip olmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlâtlarını toplu ve dikkatli bulundurmak lâzımdır. Efendiler, asırlardan beri inleyerek feryad eden, fakat müstebitlerin, muğfillerin, cahillerin vucuda getirdikleri mânialarla canhıraş sedasını milletin kulağına isma edemeyen zavallı vatan, bugün diyor ki, can kulağınızı harap olmuş, sinesinde en derin ıstıraplar duymuş valdenizin samimî hitabına daima açık bulundurunuz. Efendiler, Asya'da, Avrupa'da, Afrika'da hükümran olmak kudret ve kabiliyetini göstermiş olan ecdadımız vaktinde bu sedayı işitmekten menedilmemiş olsalardı, Türk camiasının, Türk mefkûresinin, Türk menafiinin mahfuz ve feyizdar olacağı ana vatanı bugünkü şekli harabisinde mi tevarüs ederdik? Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve marifet, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, isktiklâl, hakikî varlık, vatanın bu taleplerini tamamen ve serian yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir suratte çalışmayı emreder.
    Efendiler, asırlardanberi Türkilye'yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye'yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu zararları ancak bir tarzda telâfi edebiliriz: O da artık Türkiye'de Türkiye'den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü selâmet ve saadet hedeflerine vasıl olabiliriz.

    Bu zafer, hâkimiyeti eline alan milletin ilk hedefi idi!

    Efendiler, bizim milletimiz vatanı için, hürriyeti ve hâkimiyeti için fedakâr bir halktır; bunu isbat etti. Milletimiz yaptığı inkılâbatın kıskanç müdafiidir de. Benliğinde bu faziletler yerleşmiş bir milleti, yürümekte olduğu doğru yoldan, hiç kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
    Efendiler, milletimiz hâkimiyetini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık felâketlerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Kuvvei maddiyesi yıpratılmış, vesaiti müdafaası gabolunmuş, maneviyatı, mukaddesatı duçarı tecavüz olmuş elîm bir vaziyette bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen mevcudiyetini ve istiklâlini kurtarmaya karar verdi. Bu kararından muvaffak olabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket tesbit etmesi lâzım geliyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde behemehal muvaffak olmayı gayei emel telâkki etmesi icabediyordu. Millet bütün mevcudiyetiyle, bütün fedakârlığıyla, bütün imaniyle o hedefe beraber yürüsün ve behemehal muvaffak olsun lâzımdı. Efendiler, o hedef burası idi. Gayei emel olan muvaffakiyet burada ihraz olunan zafer idi.
    Efendiler, milletimiz bundan sonraki mesaisinde de muvaffak olabilmek için, millî hedefini bütün vuzuh ve katiyetle, tekmil vatandaşların nazarında ve vicdanında bütün parlaklığıyla tesbit etmiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin mefkûresi tesmiye ediniz. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayalî bir mânaya kendimizi kaptırmayalım.

    Yeni hedef: Medenî seviyemizi yükseltmek

    Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi bütün cihanda tam mânasıyla medenî bir heyeti içtimaiye olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı medenî eserlerle mütenasiptir. Medenî eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya mahkûmdurlar. Tarihi beşeriyet baştan başa bu dediğimi teyid etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, şartı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak cehil ve gafletinde bulunanlar, medeniyeti umumiyenin huruşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.
    Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vâbestedir. İçtimaî hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve maişete hâkim olan ahkâmın, zaman ile tagayyür, tekâmül ve teceddüdü zarurîdir. Medeniyetin ihtiraları, fennin harikaları, cihanı tahavvülden tahavvüle duçar ettiği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle muhafazai mevcudiyet mümkün değildir. Medeniyetten bahsederken şunu da katiyetle beyan etmeliyim ki, medeniyetin esası, terakki ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak içtimaî, iktisadî, siyaî aczi mucip olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurların hukuku tabiiyelerine malik olmaları, aile vazifelerini idareye muktedir bulunmaları lâzimedendir.

    İktisaden yükselmeye çalışmalıyız

    Efendiler, milletimiz burada tesbit ettiğimiz büyük zaferden daha mühim bir vazife peşindedir. O zaferin idraki milletimizin iktisat sahasındaki muvaffakitleriyle mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, iktisaden zayıf bir bünye fakrü sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir medeniyete, refah ve sadete kavuşamaz; içtimaî ve siyasî felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin idaresindeki muvaaffakiyet ve iktisadiyatındaki müktesebat derecesiyle mütenasip olur. Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından evvel iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl müdafaası için vücudu lâzım olan bütün kuvvetler ve vasıtalar iktisadiyatın inbisat ve inkişafiyle mükemmel olabilir.
    Milletimizin muttasıf olduğu kuvvetli seciye, sarsılmaz irade, ateşîn milliyetperverlik iktisadî muvaffakiyetten nebeân edecek feyizlerle de lâyık olduğu derecede takviye olunmak zarurîdir. Asır mübarezesinde milletimizi muvaffak edecek bir iktisadî hayat teminini istihdaf eden umumî maarif ve terbiye sistemlerimiz, her gün daha çok esaslaşacak ve elbette muvaffak olacaktır.
    Efendiler, artık bugün hayat ve insaniyet icapları bütün hakikatiyle tecelli etmiştir. Bunlara mugayir olan rivayetler ahlâk ve imana esas olmaz. Hakikat tecelli edince kizp ortadan kalkar. Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır. Her türlü teali ve tekemmüle müsteit olan milletimizin içtimaî ve fikrî inkilâp hatvelerini kısaltmak isteyen maniler behemehal bertaraf edilmelidir.

    Gençlere hitap

    Efendiler, son sözlerimi münhasıran memleketimizin gençliğine tevcih etmek istiyorum.
    Gençler!
    Cesaretimizi takviye ve idame eden sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile, insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
    Ey yükselen yeni nesil! istikbâl sizindir. Cumhuriyeti biz tesis ettik; onu ilâ ve idame edecek sizsiniz.
    Arkadaşlar, bu gaza ve şehadet diyarını terkederken ''Şehit Asker''i hep beraber hürmet ve tazimle selâmlayalım.

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    BAŞKUMANDAN MUSTAFA KEMAL'İN
    SERYAVERİ
    SALİH BEYİN HATIRALARI

    Ankara'dan ayrılıştan İzmir'e girişe kadar..

    Rahmetli Salih Bozok, İstiklâl Harbi sırasında Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın başyâveri idi. Merhum bilindiği gibi Atatürk'ün çocukluk arkadaşı idi. Salih Bozok, Atatürk'e o kadar bağlı idi ki ölümü üzerine elindeki silâhı kalbine doğrultmakta tereddüt etmedi. Vakıa bir milimetrelik fark kendisini ölümden kurtardı, fakat aylarca yatakta kaldı; kalktıktan sonra da uzun zaman yaşayamadı.
    Salih Bozok, Başkumandanlık Meydan Muharebesinde de Atatürk'ün yanıbaşında idi. Aşağıda okuyacağınız hâtıraları 925 senesinde ve Atatürk'ün sağlığında anlatmıştır.

    Taarruz kararı nasıl verildi?

    ''Taarruz kararı, en müsait zamana intizaren, Sakarya muzafferiyetini müteakip verilmişti. Taarruzun icrasından birkaç hafta evvel cepheye gidildi. Gazi Paşa hazretleri vaziyeti mahallinde tetkik ve yakında bir taarruza geçilecekmiş gibi hazırlık yapılmasını emrettiler. Birkaç gün cephede kaldıktan sonra tekrar döndük. Maksat, taarruz şayiasını bertaraf etmek ve etrafa, ancak bir teftiş seyahati icra edildiği, hissini vermekti.
    Nihayet bir gece (23 Ağustos) Gazi Paşa Ankara'yı sessizce terketti. İkametgâhımız Çankaya olduğu için şehre uğramaksızın Konya yolu takip edilebilirdi. Müfarekatımızdan evvel paşanın ikametgâhında kalanlara sureti mahsusada emir verildi: Hareketimiz ifşaa edilmeyecekti. Ve bir iki gün zarfında köşke gelenler olursa, Gazi Paşanın rahatsızlığı ileri sürülerek kimse ile görüşmesi mümkün olmadığı anlatılacaktı. Bu suretle birkaç gün kazanmak istiyorduk.
    Ertesi gün, öğle üzeri otomobillerle Konya'ya vasıl olduk. Paşanın Ankara'dan hareket ettiğinden haberdar olmadıkları için, ansızın gelişimiz Konyalıları hayrete düşürdü. İki gün Konya'da kaldıktan sonra, Garp Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir'e gittik.

    Akşehir'de kumandanların içtimaı

    Akşehir'de bir kumandanlar içtimaı yapıldı. Taarruzun sureti icrası bu mühim içtimada kararlaştırıldıktan sonra lâzım gelen tertibat alınarak Garp Cephesi Karargâhı Akşehir'den (Şuhut) nahiye merkezine nakledildi. Burada karargâh düşman tayyarelerinin tarassudatına açık bir vaziyette olduğu için Kocatepe ile Şuhut arasındaki vadiye çadırlar kuruldu. Fevzi ve İsmet paşaların karargâhları da sık ağaçlarla kaplı ve her iki tarafı yalçın tepelerle çevrilmiş vadinin içinde idi.
    Bu sırada Anadolu Ajansı Çankaya'da süfera ve rical şerefine tertip edilen bir çay ziyafetinden bahseylemekte idi. Bu haber Gazi Paşanın Ankara'da bulunduğu hissini vermek için ifşaa edilmişti. Nitekim İstanbul gazetelerine de telgraflarla verildi. Ve kimse zerre kadar şüphe etmedi.

    26 Ağustos sabahı

    26 Ağustos günü taarruzun icra edileceği zaman sabahleyin erkenden çadırları terkettik. Henüz hava karanlıktı, yolu görebilmek üzere önümüzden bir iki fenerli asker çıkardık. Vadi ile tepe arasında muntazam yol olmadığı için hayvanlara binmiştik. Kocatepe'ye muvasalat ettiğimiz zaman şafak yeni sökmeye başlamıştı. Birinci ordu kumandanını orada bulduk. Saat dörde gelmişti, herkes büyük bir heyecanla dürbününe sarılarak düşman mevzilerini tarassuda başlıyordu.
    Mukarrer saat hulûl etti, bir anda cehennemî bir tarraka âfakı titretti, müteaddit çaptaki toplarımız gürledi: Taarruz başlamıştı. Yarım saat süren topçu ateşinden sonra mitralyöz ve piyade tüfekleri işlemeye başladı. Bundan kıtaatımızın düşman mevzilerine tekarrüp ettiğini anladık. Pek az zaman sonra Kalecik sivrisi kahraman askerlerimiz tarafından işgal edildi, buna mümasil birtakım düşman mevzilerinin de işgal olunduğu bildirildi. Hepimiz birbirimizi tebrik ediyor ve temadi-i muvaffakiyet için temenniyatta bulunuyorduk.
    Güneş biraz yükseldi, Kocatepe'de bulunanlar düşman tarafından görülebildi. Tam bu sırada düşmanın büyük çaplı toplarından birinin mermisi bizim bulunduğumuz tepenin altında patladı. Bu mermiyi ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü takip etti. Anladık ki düşman, oradan geçmekte olan hasta nakliyatına mahsus arabalarımızı hedef ittihaz ederek ateş açmaktadır. Düşmanın yaralılarımıza karşı bu denaetkârane tecavüzleri devam etmekte iken, kahraman efradımız da Tınaz ve Belen tepelerindeki Yunan mevzilerine şiddetli hücumlarda bulunmakta idi.
    Yine bu sırada 57'nci fırka kumandanının karşısındaki tepeyi dediği saatte alamamasından mütevellit teesssürle intihar ettiği telefonla bildiriliyordu. Akşama kadar devam eden taarruz muvaffakiyetimizle neticelenmiş, düşmanın bir çok mühim noktaları elimize geçmişti. Akşam karanlığı etrafı sarınca, ufukta patlayan mermilerin çıkardığı alevler seçilmeye başladı. Geceleyin de tarruza devam edilmesi mukarrer olduğundan muharebe sabaha kadar fasılasız sürdü.

    İlk Yunan esirleri

    İlk Yunan esirleri ertesi sabah-taarruzun ikinci günü karargâhımıza getirildi. İlk esir kafilesi 20-30 kişiden ibaretti. İçlerinden biri Bulgar olduğunu, Türkçe bildiğini söyledi, halbuki arkadaşlardan biri kendisini Edirne'den tanıyormuş, Rum bir berbermiş. Pek güzel Türkçe konuşuyordu.
    Kendisini teşhis eden arkadaşımıza cevaben bir müddet Bulgarlığını iddia etti, fakat sonra hakikati söyledi ve Edirneli Rum berber olduğunu itiraf etti.
    Rum berber, mütemadiyen taarruzun şiddet ve dehşetinden bahsediyordu. Berhayat olarak siperlerde kimsenin kalmadığına kaniydi ve yeminlerle, kasemlerle Yunanistan'ın elinde neler varsa hepsinin bizim elimize geçeceğini yana yakıla iddia ediyordu. Halinden, askerlerimizin aslan gibi savletinden adam akıllı korkmuş olduğu anlaşılıyordu. Onun ifadesine göre Afyon'un çoktan bizim elimize geçmesi lâzımdı.

    Gazi'ye getirilen beşaret haberi

    Filhakika biz bu Rumla konuşurken Başkumandan Gazi Paşanın huzuruna bir erkânıharp zabiti geldi ve Afyon'un istirdadına dair telefonla aldığı malûmatı tebşir etti. Yunan esiri de bunu duymuştu, yalan söylemediğini teyit eder gördüğü bir hâdiseye, âdeta bizden ziyade seviniyordu.
    Gazi Paşa, o akşam; ertesi günü Afyon'a gitmek için lâzım gelen tertibatın yapılmasını ve hareketimizden sonra karargâhın da oraya naklolunmasını emir buyurdular.
    Ertesi sabah kumandanlarla maiyetlerini hâmil otomobiller Afyon'a müteveccihen hareket etmişlerdi. Yolda rastladığımız köylülerden bir ihtiyarı İsmet Paşa tanıdı, otomobilini durdurarak evvelâ hatırın, sonra takip ettiğimiz yolun doğru olup olmadığını sordu, ihtiyar aynen şu cevabı verdi:
    ''- Yol doğrudur, fakat bu şosenin ileride toprağı tesviye edilmemiştir.''
    İhtiyar: ''Belki bozulur, yürümez'' diyerek otomobillerimizi tuttuğumuz istikametten çevirtti ve diğer yolu tarif etti. Biz şoseden ayrıldıktan sonra ancak bir müddet gidebildik, yolu şaşırmıştık, dere, tepe arasında yine yol aramaya başladık. Bu yüzden hayli vakit kaybettik. Bizden sonra yola çıkan arkadaşlar Afyon'a vâsıl olmuşlardı bile. Biz hâlâ ovanın içinde yol arıyorduk.
    Ovada yürüye yürüye nihayet düşman siperlerine, tel örgülerine tesadüf ettik. Bütün saha kazılmış ve derin hendekler açılmış olduğu için otomobilin geçmesi müşküldü. Telleri kopardık, kestik. Hendeklerden otomobili geçirtmek için de şu çareyi bulduk: Düşman siperlerinde elimize geçen bir kapıyı çukurların üzerine koyarak otomobili geçirdik.

    Afyon Karahisar'nda

    Afyon'a girdiğimiz sırada, şehrin muhtelif kısımlarında yükselen alevler, gittikçe genişleyerek mahalleleri bir kül yığını halinde bırakıyordu. Düşman kaçarken son ve müthiş şenaatını yapmaktan geri kalmamış ve şehri ateşlemişti. Afyon'da kumandanlara karşı halkın gösterdiği tezahüratı bugün dahi aynı heyecanla yaşamaktayım. Afyon'da belediye dairesinde kaldık.
    Başkumandanlık muharebesinin olduğu günün gecesi idi. Yatıyordum. Bir ayak sesi ve bir gürültü işittim. Uyandığım zaman yeni gelen bir rapora muttali oldum: Düşman pek fena bir vaziyete girmişti.
    Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri, sabahleyin Dumlupınar'a hareket etmek kararını verdiler. Gazi Paşa Birinci Ordunun, Fevzi Paşa da İkinci Ordunun harekâtını takip etmek üzere erkenden Afyon'a hareket ettiler. İsmet Paşa Afyon'da kalmıştı. Dumlupınar civarında bir köyde Birinci Ordu Kumandanını çadırında bulduk. Gazi Paşa Kolordu kumandanı Kemaleddin Sami Paşa ile telefonla görüşüyorlardı.

    Gazi'nin huzurunda bir Yunan erkânıharbi

    Bu sırada, bir iki gün evvel esir edilmiş olan bazı Yunan zabitanı karargâha getirilmişti. Gazi Paşa esirlerin arasında bulunan erkânıharp zabitin yanına istedi. Yunan zabitine bir çay ısmarladı ve kendisinden vaziyet hakkında malûmat istedi.
    Zabit iki gün evvel esir edilmiş olduğu için, son vaziyetten haberdar olmadığını söyledi. Bunun üzerine başkumandan Gazi Paşa haritayı açarak alınan raporlara göre hâsıl olan vaziyeti işaret etti. Karargâhımızdaki Yunan erkânıharbi de Yunan ordusunun düşmüş olduğu ağı görmüş ve vaziyetin vehametini anlamıştı. Gayrıihtiyarî parmağını haritanın üzerinde gezdirdi:
    - "Bu vaziyete nazaran, iki kolordu kumandanımızla, dört fırka kumandanımızın, kıtaatınızın çemberi içinde bulunduğunu zannederim'' dedi.
    Gazi Paşa, aldığı bu malûmatı derhal telefonla Kemaleddin Sami Paşaya bildirdi, bahsedilen kumandanların behemehal esir edilmesini emir buyurdu.
    Yunan zabiti, evvelce Türkçe bilmediğini söylemiş ve kendisiyle tercüman vasıtasıyla ve Rumca görüşülmüştü, fakat Gazi'nin Türkçe olarak verdiği bu emri işitir işitmez benzi kül gibi oldu. Elini alnına götürdü, teessüründen getirilen çayı içemedi ve çadırdan dışarı çıkmak için müsaade istedi.
    Kendisinin Türkçe bildiğini ve biraz evvel gayriihtiyarî verdiği malûmattan dolayı nedamet hissettiğini anlamıştım. Ben de beraber dışarı çıktım, kendisine Türkçe:
    - Nerelisin? dedim.
    Selânikli olduğunu ve Kulekahvehaneleri mahallesinde ikamet ettiğini söyledi. Ne tesadüf. Ben de Selânik'te o mahallede ikamet etmekte idim:
    - Ne için o güzel Selânik'i bıraktın da buralara geldin? diye sordum.
    - Askerim, emir aldım. Cevabını verdi. Başı fevkalâde ağrıdığından dolayı da fazla konuşmaya mütehammil olmadığını ilâve etti. İcap eden ilâçları kendi bavulumuzdan verdik.

    Kemaladdin Sami Paşa karargâhında

    Gazi Paşa Yunan erkânıharp zabitinden bu haberi aldıktan sonra, otomobilin hazırlanmasını emretti. Kemaleddin Sami Paşanın karargâhına gitmek arzu ediyordu. Birinci Ordu Kumandanı yolun fevkalâde muhataralı olduğunu söylediyse de, Gazi'yi alıkoymak mümkün olmadı.
    Hep beraber Kemaladdin Sami Paşanın bulunduğu tepeye geldik. Kemaleddin Sami Paşa dürbünüyle düşmanın Dumlupınar civarındaki ovadan ricatını tarassut ediyordu. Gazi Paşa sordu:
    - İleride bir duman görüyorum. Bu nedir?
    Kemaleddin Sami Paşa cevap verdi:
    - Düşman ağırlıklarını yakıyor, paşa hazretleri.
    Gazi Paşa:
    - Şu sağdaki köy ve duman nedir? dedi.
    Kemaleddin Sami Paşa:
    - Döğüştüğümüz düşman çekilirken yalnız ağırlıklarını değil, köyleri, şehirleri sakinleriyle beraber ateşe veren bir düşmandır. Yanan Çal köyüdür, Yunanlılar yakmıştır cevabını verdi. Gazi Paşa orada hangi kıtalarımızın olduğunu da sordu. On Birinci Fırkanın bulunduğu cevabını alınca şu suali irad etti:
    - Telefonla muhabere mümkün müdür?
    - Henüz telefon tesis etmedik, çünkü bir gün evvel o civardaki tepelerde düşmanla muharebe edilmiştir.
    Gazi Paşa On Birinci Fırkanın bulunduğu mahalle gitmek arzusunu izhar buyurdukları için refaketimizde Kemaleddin Sami Paşa da bulunduğu haldde Çal köyü istikametine müteveccih olduk.
    Tepeye geldiğimiz zaman düşmanla harp başlamıştı. On Birinci Fırka kıtaatı avcı halinde ve bizim üç dört yüz metre ilerimizde hareket ediyordu. 11'inci Fırkanın topçuları aramızdaki bir tepeden düşmana ateş açıyorlardı.
    Gazi Paşa bu vaziyeti görtükten sonra neticei katiyenin bir an evvel istihsali için fırka kumandanını da nezdlerine celbetti ve topçunun önümüze geçmesini, piyadenin ileri hareket devam etmesini emir buyurdu.
    Fırka kumandanı derhal altına binerek yıldırım süratiyle avcı hattına gitti. Karşımızdaki düşmana -hareketlerini gözle seçebilecek kadar- yaklaşık. İkinci Ordu Kıtaatının da sağ cenahımızdan düşmanı tazyik etmekte olduğunu haber aldık. Her taraftan sıkıştırılmış ve ateşten bir çember içine alınmış olan düşman tam manasıyla şaşkına dönmüştü.

    Güneş gurup ederken

    Birkaç saat geçti, güneş gurup ediyordu. Ufuktaki dağların arkasına çekilen güneşin son ışıkları, askerlerimizin düşman mevzilerinde parlayan süngülerine aksetmişti. Gece başlarken ateş kesildi. Tevali eden raporlar ve telefonla verilen haberler hemen hemen birbirinin aynı olarak şu malûmatı ihtiva ediyordu:
    ''Bozguna uğrayan düşman efradı çil yavrusu gibi dağıldılar, dağlara, tepelere, ormanlara iltica ediyorlar.''
    Diğer taraftan, raporlarda makhur düşmandan alınan ganaim hakkında da malûmat vardı. Yalnız OnBirinci Fırkanın karşısında Yunan kuvveti beşi koşulu olduğu halde 25 top bırakıp kaçmıştı.
    Karanlık basmıştı. Karargâhımızın bulunduğu Afyon'a döneceğimizi zannederken Gazi Paşa hazretleri Dumlupınar köyüne gitmekliğimiz için emir verdiler. Muharebe meydanından ayrılarak Dumlupınar'a geldik. Ne yanımızda, ne de köyde eşya vardı. Sabaha kadar -Gazi Paşa ve hepimiz- oda döşemeleri, peykeler veya toprak üzerinde yattık. Eşyamız ancak ertesi gün öğle üzeri geldi. Gazi Paşanın çadırlarını köy evlerinden birinin damı üzerine kurduk.

    Yunan generallerinin hayreti

    ''... Tam bu sırada Fırka Kumandanı Kâzım Paşa muharebede esir edilmiş olan dört Yunan generalini getirdi. Bu generaller, bir gün evvel başkumandan paşanın esir edilmelerini telefonla Kemaleddin Sami Paşaya emir buyurdukları kolordu kumandanları idi.
    Gazi Paşa generallerle görüşerek icap eden malûmatı aldı. Generallerden birisi kendilerine sorulan suallerin hitamını müteakip, kiminle teşerrüf etmekte olduğunu sordu:
    - Mustafa Kemal Paşadır! Dedik. Hayretle gözlerini açtı, inanmak istemiyordu. Sualini tekrarladı:
    - Fakat bu Mustafa Kemal Paşa, bizim bildiğimiz Mareşal Mustafa Kemal midir? dedi. Görüştüğü zatın hakikaten Başkumandan Mustafa Kemal Paşa olduğunu öğrendikten sonra:
    - Dün burada mıydı? diye sordu.
    - Başkumandanlık muharebesini bizzat kendisi idare etmiştir. Cevabını verdik. Düşman generali bir müddet sustu. Sonra nazarlarını hürmet ve takdirle Gazi Paşaya atfetti ve dudaklarından şu sözler döküldü:
    - Zafer, galibiyet, şeref ve bu topraklar... Her şey sizin hakkınızdır. Bizim Haci Anesti İzmir'den kıpırdanamadı.
    Ertesi günü ben Büyük Millet Meclisi Riyasetine muharebeler ve cereyan eden ahval hakkında telgrafla malûmat vermek üzere Gazi Paşa hazretlerinin emirleri mucibince Dumlupınar'dan Afyon'a henüz telgraf hattı tesis edilmediğinden Bolvadin'e gitmeye mecbur oldum.

    Gazi esir Yunan Başkumandanını nasıl kabul etti?

    İşimi bitirdikten sonra Afyon'a döndüğüm zaman Gazi Paşanın istirdat edilen Uşak'ı teşrif ettiklerini ve kendilerine orada mülâki olmaklığımı emir zabiti Siirt Meb'usu Mahmut Bey telefonla bildirdi. Ertesi günü Uşak'ta karargâha iltihak ettiğim zaman Yunan başkumandanı general Trikopis'le General (Diyonis'in esir edilmiş olduklarını öğrendim.
    Esir düşmüş başkumandanla general arkadaşı o gün Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin nezdine getirdiler. İsmet Paşa ile Birinci Ordu Kumandanı da beraber gelmişlerdi.
    Gazi Paşa hazretleri esir generalleri ayakta karşıladı. Kendilerine yer gösterdi, birer çay ısmarladı, sonra Trikopis'e sordu:
    - Bu iş nasıl oldu?
    Trikopis iki ellerini yanlarına doğru açarken başını önüne eğdi. Vaziyetinden bu âkıbeti mukadderattan ziyade aciz ve zaafa hamletmek istediği anlaşılıyordu.
    Gazi kendisini teselli etti:
    - Üzerinize düşen vazifeyi ifa ettiğimize kailseniz müsterih olunuz. En büyük kumandanlar için de esaret mukadder olabilir.
    Trikopis, verdiği cevapta bazı kusurları Diyonis'e atfettikten sonra topçularımızın mükemmeliyetinden, iki telsizleri olduğu halde birinin evvelce bozulup İzmir'e gönderildiğinden, diğerinin topçu ateşimizle tahrip edildiğinden bahsetti ve çaresizlikler içinde kaldığını ve hatta bir gün evvel kendi yaverinin dahi yanından ayrıldığını söyledi.
    Trikopis yapacak yalnız bir şey kaldığını fakat yapamadığını ilâve etti. Esir başkumandan intihar arzusunda olduğunu imâ ediyordu! Gazi Paşa:
    - Kendi vicdanına muhavvel bir ***fiyettir, ona biz karışamayız!.. Dedikten sonra İsmet Paşa'ya:
    - Kumandanlar zannedersem istirahate muhtaçtırlar, dedi.
    Trikopis çıkacağı sırada, Gazi Paşadan gördüğü fevkalâde nezaketten cesaret alarak, İstanbul'da bulunan ailesinin sihhatinden haberdar edilmesini rica etti. Gazi Paşa, adresinin alınmasını ve Hilâliahmer vasıtasıyla ricasının is'afını emir buyurdular.
    Başkumandan muharebesinden sonra İzmir'in istirdadına kadar hemen hiçbir yerde şayanı dikkat mühim muharebat olmamıştır. Birkaç gün içerisinde İzmir'e girmek müyesser oldu. Afyon'da halkın halâskârlara karşı tezahüratını bilvesile söyledim. Bu tezahürat, Akdeniz kıyısına kadar yollarda mütezayit bir alâka ve şiddetle devam etti.

    Cepteki fotoğrafın verdiği müjde

    ''Armutlu'' isminde bir köyden geçerken ora ahalisi askeri seyretmek için yol kenarına çıkmışlardı. Yanık bakraçları, kırık destileriyle de geçen askerlere su veriyorlardı.
    Bunların önünden geçerken, arabalara ve hayvanlara rastgeldiğimiz için yol vermek ve yolun açılmasını beklemek üzere otomobili durdurmuştuk.
    Gazi Paşa bir sigara yakmak üzere toz gözlüğünü gözünden kaldırdığı zaman köylüler yaşlıca bir adam, anî bir hareketle kalabalığın arasından ayrıldı. Otomobile yaklaştı.
    İhtiyar köylü bir müddet Gazi'nin yüzüne baktıktan sonra elini koynuna soktu ve çıkardığı kartpostalı avucu içinde saklayarak otomobilin basamağına bastı. Olanca dikkatimle ihtiyarı tetkik ediyordum. İhtiyar bir karta, bir de paşanın yüzüne baktıktan sonra sağ elinin şahadet parmağını evvelâ karta sonra paşaya tevcih etti ve:
    - Bu sensin! diye bağırdı ve müteakıben köylülere döndü:
    - Arkadaşlar, Mustafa Kemal'dir! dedi. Bunu işiten köylüler, kadın, erkek ellerindeki destileri, bakraçları atarak her taraftan otomobile girdiler. Göz yaşları dökerek paşanın kalpağını, omuzunu öptüler, paşanın ayağındaki tozları sürme gibi gözlerine çekenler vardı.
    Köylünün elindeki kart kimbilir ne zamandanberi ve ne müşkülâtla sakladığı paşanın bir fotoğrafisi idi.
    Köylüleri paşanın etrafından ayırmak müşkül olduğu için, şoföre, naçar motorü işletmesini söyledim. Motör işleyince mecburen ayrıldılar. Hareket ettik, fakat sesleri hâlâ bizimle beraber geliyordu:
    - Yaşa paşamız... Namusumuzu, hayatımızı kurtardın, hepimiz sana kurban olalım.
    Yunanlılar tarafından hâk ile yeksan edilmiş ve yakılıp yıkılmış olan bu havaliden geçtiğimiz sırada karşılaştığımız bu samimî tezahürat bizi her defasında ağlatmıştır. Halkın böyle heyecanla icra ettikleri candan tezahürat arasında istirdat edilen köylerden ve kasabalardan geçerek Nif'e geldik.
    ''Nif''e (Kemalpaşa) akşam üzeri vâsıl olmuştuk. Gazi Paşa, buradan İzmir'in kaç kilometre mesafede olduğunu sordu. Nifliler İzmir'den 25, 30 kilometre uzakta olduğumuzu söylediler. Başkumandan Paşa civarda bir tepeden İzmir'i temaşa mümkün olup olmadığını sual etti. Belkahve denilen mahalden İzmir'in göründüğü cevabını verdiler.
    Gayri ihtiyarî bağırmışız: Deniz...

    Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri otomobile binerek (Belkahve) ye hareket emrini verdiler. Oraya geldik, İzmir'in, üzerinde ecnebî sefaini duran körfezini görür görmez, birden gayrı ihtiyarî:
    - Deniz! diye bağırmışız.
    Hakikaten, oradan İzmir'in körfezi, Kadifekale ve diğer bazı mahaller gayet iyi görülüyordu. Güneş bir defa daha gurup ediyordu ki, hatırası aziz Türkiyemiz üzerinde ilelebet payidar olan bir manzarayı bizzat seyretmek saadetini tattık. Kadifekale'ye Türk bayrağı çekiliyordu.
    Güneş yavaş yavaş alçalmış, İzmir Körfezi'nin yeşil sularında erimişti. Hiç birimiz Belkahve'den ayrılamıyorduk.
    Bu arada ağaçlıklar arasından bir araba sesi geldi. Tek atlı bir yol arabası İzmir cihetinden gelmekte ve arabacı şarkı okumakta idi. Nereden geldiğini sorduk. Gür bir sesle:
    - İzmir'den! dedi.
    - İzmir'de ne var ne yok? Dedik.
    - Askerlerimiz Kordon'da geziyor, cevabını verdi.
    - Doğru mu söylüyorsun? diye sorduk.
    - Nah, işte İzmir, gidin de bakın! diye körfezi işaret etti ve yoluna koyuldu.

    Yürüyüş nizamında ilerleyen bir fırka

    Daha bir müddet orada kaldıktan sonra Nif'e dönmek üzere hareket ettik. Yolda bir fırkanın İzmir'e doğru yürüyüş nizamında ilerlediğini gördük. Efrat günlerce süren yürüyüşlerine rağmen yorgunluk âsârı göstermiyorlar, bir an evvel İzmir'e ulaşabilmek için can atıyorlardı.
    Gazi Paşa bana:
    - Askerlere, arkadaşlarının İzmir'e girdiklerini söyle! dedi. Emri tebliğ etmek üzere ayağa kalktım. Kolbaşına elle işaret ederek kıtayı durdurdum.
    - Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? diye sordum.
    - İzmir'e! diye haykırdılar.
    - Süvarilerin İzmir'e girdiklerini biliyor musunuz? dedim ve arkadaşlarının İzmir'e geldiklerini haber verdim. İçlerinden biri:
    - Aferin be! diye bağırdı. Hepsi birden şevkle yollarına devam ettiler, biz de Nif'e döndük.
    Geceyi Nif'te geçirdik. Gazi Paşa ertesi günü - İzmir'de kendilerine bir ikametgâh ihzar etmek üzere - erkenden hareketimi emir buyurdular. Emirleri mucibince sabahleyin henüz şafak sökerken arkadaşım Mahmut Saydan, Ruşen Eşref ve Paşa hazretlerinin maiyetinde şifre memuru Memduh beylerle beraber hareket eyledik.

    İzmir'e geldiğimiz zaman...

    İzmir'e vardığımız zaman fırka kolbaşısı şehre mızıka çalarak giriyordu. İzmir halkı sokaklarda, neşeden çılgın bir halde, istihlâsı tes'it ediyorlardı. Damlardan, evlerin pencerelerinden kadınlar askerlerimizin üzerine çiçek, halk kolonya, gülsuyu serpiyorlardı. O zaman nereden tedarik edildiğini el'an anlayamadığım Gazi'nin kartları halkın başında, göğsünde ve evlerinde görünüyordu. Kalabalıktan tevakkuf etmeğe mecbur olduğumuz zamanlar, halk otomobilimize hücum ediyor, hepimizi ayrı ayrı öpüyordu.
    Bu pâyânsız şevk ve şadi arasında hükûmet konağına geldik. İzzeddin Paşa vali vekili olmuştu. Biz Karşıyaka'da kral Konstantin'in, müteakiben de İstiryadiks'in oturduğu köşkü Gazi Paşa için hazırlamak üzere yola çıktık. Ecnebi sefainden çıkarılan bahriye efradına şurada burada tesadüf ediliyordu. Bilhassa Karşıyaka'ya gitmek üzere Bayraklı)'dan geçerken, rastgeldiğimiz ecnebi askerlerinin otomobilimizin önünde vaziyet alarak selâm vermeleri unutulur hatıralardan değildir. Muzaffer ordunun biz âciz fertlerine karşı yapılan bu muamele, insanın nazarlarını bir zaman evvele, İstanbul'un işgal zamanındaki vak'alara celbediyordu.
    Köşke geldiğimiz zaman civardaki hanımlar yanımıza geldiler. Maksadımızı anlar anlamaz:
    - Biz paşamız için her şeyi kendi elimizle yapacağız, siz yorulmayınız. Ancak her şeyin hazır olduğunu gidiniz, kendilerine haber veriniz! dediler.
    Biz de yapacak bir iş kalmadığını anlayarak, Gazi'ye ***fiyeti haber vermek üzere döndük. Halkapınar'a gelmiştik ki, süvarilerin tertibat almış olduklarını gördük. Sebebini sorduğumuz zaman Gazi Paşa hazretlerinin İzmir'e geçmiş olduklarını öğrendik ve hayretler içinde kaldık. Zira biz paşanın her şeyin hazır olduğunu kendilerine arzettikten sonra teşrif edeceklerini zannediyorduk.
    Gazi Paşaya, İzmir hükûmet konağında mülâki oldum. Karargâhın hazırlandığını arzettim. Gülerek:
    - Çok iyi, fakat top seslerini iştiyor musunuz? dedi.
    Hakikaten Söke cihetinden kaçıp İzmir'e sığınmak isteyen iki alaylık bir düşman kuvveti Seydiköy'e geldiği zaman Kadifekale'sindeki Türk bayrağını görmüş ve yanlarında bulunan toplarla şehire ateş açmıştı, fakat gerek onları takip eden Çolak İbrahim Beyin süvari fırkası, gerek şehirden gönderilen kuvvetlerle hepsi esir edilerek İzmir'e getirildiler.

    İzmir'de geçirdiğimiz günler ve yaygın

    İzmir'de ilk günleri rıhtımdaki karargâhımızda geçirdik. Fakat burada da çok kalamadık. Çünkü arkamızdaki evlerden yangın çıkmıştı. Ermeniler, yangının önüne geçmek üzere ateşlere atılan askerlerimize yaktıkları evlerin pencerelerinden bomba atıyorlardı.
    Yangın tevessü etti, karargâhımız da yandı, bunun üzerine Göztepe'ye naklettik.
    21 gün sonra da Ankara'ya döndük.

    Bir kısa hatıra

    Salih Bozok merhum, ölümünden bir sene evvel Ulus gazetesine yazmış olduğu bir makalede şu kısa hatırayı anlatmıştır:
    Dumlupınar'a taarruzundan on beş gün evvel, cepheyi teftiş etmek ve taarruz hazırlığı yapmak üzere Ankara'dan Akşehir'e hareket etmişti. O zaman tren, Biçer istasyonuna kadar işlediği için biz de orada inerek Sivrihisar üzerinden Akşehir'e gidiyorduk. Trenden inip otomobile bindiğimiz vakit, Atatürk derin bir nefes almıştı. Kendilerine: ''- Rahatsız mısınız paşam?'' diye sordum.
    - Hayır, dedi.
    - O halde mühim bir şey düşünüyorsunuz, galiba... dedim. Şu cevabı verdi:
    - Evet, bir şey düşünüyorum. Ve eğer düşündüğümü tatbik edecek zamana mâlik olursam - ki olacağımızı tahmin ediyorum - cihanın gözlerini kamaştıracak bir manzara husule gelecektir.
    Nitekim on beş gün sonra hakikaten cihanın gözlerini kamaştıran manzara husule geldi.

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS
    ANADOLU SAVAŞINI VE NASIL ESİR
    EDİLDİÐİNİ ANLATIYOR

    ''Etrafımız Türkler tarafından çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bu esnada beygirim de vurulmuştu. Başka bir ata binerek çemberi yarmaya teşebbüs ettim, fayda vermedi, Türklerin içine düşmüştüm, esir oldum.''

    Kıymetli gazetecilerimizden Hıfzı Topuz, Yunanistan'a yaptığı bir seyahat sırasında Atina'da Ruzvelt Caddesindeki evinde mütevazı bir hayat yaşayan 84 yaşındaki emekli general Trikopis'i ziyaret etmiş ve kendisile uzun boylu görüşmüştür. Muharrir, bu enteresan ziyareti şöyle anlatıyor:
    Trikopis'i evinde ziyarete gittiğim zaman kendisini derin bir rüyadan uyandırmış gibi oldum. Beni büyük bir nezaketle odasına kabul ettikten sonra:
    - İstanbul'dan mı geliyorsunuz? diye sordu.
    - Evet, diye cevap verdim.
    Daldı. Bir müddet derin derin düşündükten sonra.
    - 54 sene evvel İstanbul'dan geçmiştim, diye devam etti. Güzel şehirdir İstanbul, ben de o zamanlar 30 yaşındaydım. Hey gidi günler hey...
    Odada generalin gençliğine ait bir yığın resim görüyordum. İşte şu grubun ortasında bulunan burma kıyıklı genç Teğmen Trikopis'tir. Bu resim galiba Paris'te çekilmiş. Sene 1903. Şu masanın üstünde duran resim de Generalin Birinci Cihan Savaşı'nda Yugoslavya'da çekilmiş bir resmi. Masanın tam arkasında büyük bir resim daha görüyorum. Bu da 1921'de Eskişehir'de çekilmiş. Yunan Kralı Konstantin Anadolu harekâtında başarı kazanan kumandanlara şecaat nişanı tevzi ediyor. Trikopis o zaman kolordu kumandanı. Konstantin'in yanında Başkumandan Papulâs, şimdiki Kral Paul, Prens Georges, Prens Andre, İstiklâl Savaşını müteakip Yunanlıların kurşuna dizdikleri Başbakan Gunaris ve Bakanlardan Teotakis bulunuyor. Hey gidi günler...
    - Generalim, diyorum. Nasıl oldu şu Anadolu harekâtı? Tâ Ankara kapılarına kadar ilerledikten sonra nasıl oldu da davayı kaybettiniz?
    Trikopis tekrar derin derin düşünüyor. Sonra:
    - Bizim Anadolu'da işimiz ne idi? diyor. Bizim menfaatimiz Balkanlar'da, Makedonya'da, Adalarda olabilir amma Anadolu'dan bize ne? Ne diye bizi oralara gönderdiler. Aradan bunca yıl geçti. Şimdi insan maziyi çok daha iyi görebiliyor. Çok daha sağlam hükümlere varabiliyor. Şimdi artık itiraf etmekten çekinmiyorum. Bizim Anadolu savaşında hiçbir menfaatimiz yoktu. Biz yabancı devletlere âlet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Bu kadar şehit verdik Sonunda ne oldu? İşte bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu harekâtı. Hem de muazzam bir hata...
    Trikopis yine bir müddet susuyor. Emekli generalin duyduğu pişmanlığı anlamaya çalışıyorum. Zavallı Yunan şehitleri, zavallı İstiklâl Harbi kahramanları! Boş yere yanan, yıkılan köylerimiz! Ve tarihin karanlık bulutları gerisinden eski ''büyük düşmanımız''ın duyduğu pişmanlık. Ne muazzam tezat. Trikopis, Bugün seninle kardeş olabilmemiz için Anadolu topraklarının kanla sulanması lâzımmış...
    Emekli general tekrar anlatmaya devam ediyor:
    ''- Ben Anadolu'a sizinle dört defa çarpıştım. Birincisine biz ''Avgin muharebesi'' diyoruz. Siz, İnönü savaşı. 1921 yılı mart ayının son günleriydi. Ben o zaman üçüncü tümen kumandanıydım. İnönü'de bizim üç tümenimiz bulunuyordu 7'nci tümen merkezde, 3 üncü tümen solda ve 10'uncu tümen da sağda olmak üzere muharebe vaziyeti almıştık. Hepimiz kahramanca çarpıştık. Fakat Türkler bizden çok üstün oldukları için netice bizim lehimize tecelli edemedi. Geri çekildik ve burada ilk olarak İnönü'nün askerlik kabiliyetini anlamış olduk.
    İnönü ile ikinci karşılaşmam Eskişehir - Kütahya hattında oldu. 1921 Haziranının sonlarına doğruydu. Ben Bursa'da bulunuyordum. Birliklerimiz Eskişehir ve Kütahya üzerinden taarruza geçmişlerdi. Türkler oyalama muharebesiyle yardım bekliyorlardı. Ben derhal cepheye hareket ederek bu yardıma mani oldum. Bu muharebe bizim galibiyetimizle neticelendi.
    Türk ordusu ile üçüncü defa Sakarya'da karşılaştık. 1921 Ağustosunun sonlarında cereyan eden bu savaşlarda biz geri çekildik. Ben İkinci Kolorduya dumanda ediyordum. Afyon cephesini tutarak Yunan ordusunun çöküşüne mâni oldum. Eğer ben bu cepheyi tutmasaydım Sakarya'dan sonra çok kötü bir mağlûbiyete gidebilirdik.
    Bundan sonra uzun bir duraklama devresi oldu. Bu esnada Birinci Kolordu kumandanlığı da uhdeme tevdi edildi. Aralık 1921'de Cenup Gurup Kumandanlığına getirildim. Türklerin büyük bir hazırlık içinde bulunduklarını farkediyorduk. Anadolu'da üç kolordumuz vardı. Başkumandan General Papulâs'ın uğradığı başarısızlıktan sonra yerine General Haci Anesti tayin edilmişti Muhtemel taarruzları önlemek için cepheyi yıkılmayacak bir şekilde tahkim etmiştik. Ve bu cephenin çökmesine ihtimal vermiyorduk. Nihayet 26 Ağustos 1922 sabahı Türklerin beklenmedik taarruzu ile karşılaştık. Bu taarruz bizim için muazzam bir darbe oldu. Haci Anesti bütün kolordulara bizzat kumanda etmek istiyordu. En büyük korkumuz İzmir'le muvasalamızın kesilmesiydi. Bizim için en tehlikeli vaziyet bu idi. Ben İzmir'e telgraf çekerek takviye istemiş ve aksi halde mağlûp olacağımızı bildirmiştim. İstediğim bu takviyeyi gönderemediler. Halbuki karşımızda Mustafa Kemal vardı. Neye uğradığımızı anlayamadık. Cephe çökmüş ve ordu mağlûp olmuştu...''
    Trikopis'in ''Başkumandanlık Muharebesi'' ne ait hatıralarını anlatırken büyük bir heyecan içinde olduğu görülüyordu. İhtiyar kumandan otuz yılın gerisinde kalan hatıralarını toplamaya çalışarak sözlerine şöyle devam etti:
    - Türk ordusunun bu beklenmedik kuvveti karşısında birliklerimiz perişan olmuştu. Yan birliklerle de irtibatı kaybetmiştik. Cephanemiz tükenmek üzereydi. Neşrettiğim bir günlük emirle sonuna kadar muharebeye devam edilmesini askere tebliğ etmiştim. Vaziyetimiz gittikçe müşkülleşiyordu. Asker yorgundu. Kimsede muharebeye devam arzusu kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri durmadan çarpışan Yunan ordusunun maneviyatı hayli sarsılmıştı. Halk artık savaştan bıkmıştı. Askeri zorla, inanmadığı bir gaye uğrunda muharebeye sürüklemekteki güçlük harbin en çetin meselelerinden birini teşkil eder. Ordunun adım adım hezimete yaklaştığını hissediyorduk. Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bizde kılıcı düşmana teslim etmek küçüklük sayılır. Vaziyetin kötüye gittiğini gören yaverim bir ara yanıma gelerek:
    - Generalim, kılıçlarımızı imha edelim'' diye teklifte bulundu. Kılıcımı kendisine verdim. Aldı ve parçaladı.

    Firar fayda etmedi, ordu perişan olmuştu.

    Bu esnada atım da vurulmuştu. Başka bir ata binerek kaçmaya ve çemberi yarmaya teşebbüs ettim. Fayda etmedi. Türklerin içine düştüm. Esir oldum. Beni yakalayanlar hüviyetimi almakta güçlük çekmediler. Üzerimde bir revolver vardı. Derhal bunu anladılar. Bizde süvarilerin kılıcı atların eğerine bağlıdır. Benim bindiğim atta da böyle bir kılıç bulunuyordu. Askerler bunu da benim kılıcım zanniyle müsadere ettiler.
    Bu esnada ordu perişan olmuştu. Sağ kalan birlikler dağınık bir halde İzmir'e kaçmaya çalışıyorlardı. Bu bizim için büyük bir mağlûbiyet olmuştu. Beni ilk evvelâ Garp Cephesi Kumandanı İsmet İnönü'ye götürdüler. Kendisi ile fazla bir şey konuşmadık. İnönü, beni yanına alarak Mustafa Kemal'in huzuruna çıkardı. Yunan Orduları Başkumandanlığına tâyin edildiğimi de bu sırada öğrendim.
    Atatürk beni mert bir askere yaraşır bir şekilde kabul etti. Teessür ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi'nin bu esnadaki sözlerini hiç unutmıyacağım:
    - Üzülmeyin General, dedi. Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlûp olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Burada kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimizsiniz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.''
    Atatürk'ün bu ince ve nazik muamelesi karşısında ben de bu büyük kumandana karşı içimde bir hayranlık duymaya başlamıştım.
    Bundan sonra bizi Kayseri'nin Talas bölgesinde kurulan bir esir kampına sevkettiler. Yüksek rütbeli subaylardan başka yanımda dört general daha vardı. Artık bizim için savaş bitmişti. Neticeyi beklemeye başladık. Bundan sonraki vaziyeti biliyorsunuz. Ordumuzun bakiyeleri birkaç gün içinde Anadolu'yu terkettiler. Fakat barış muahedesinin imzalanması kolay olmadı.

    Kayseri kampında bir sene

    Bir seneye yakın bir müddet Kayseri kampında yaşadık. Daimî bir tarassut ve nezaret altında bulunuyorduk. Bir gün kamp kumandanına:
    - Beni bıraksanız bile bir yere kaçamam, dedim. Bundan sonra nereye gidebilirim? Haydi kamptan kaçtım, Yunanistan nerede, Kayseri nerede?''
    Nihayet Türkiye ile Yunanistan arasında esirlerin karşılıklı mübadeleleri konusundaki anlaşma imzalandı. Biz de memleketimize döndük. İşte Anadolu seferimizin hazin hikâyesi.
    Fakat bu hikâye henüz bitmemişti. Yunanistan halkı kendisini bu maceraya sürükleyen insanlardan hesap soracaktı. Memleket karışıklık içindeydi. Anadolu harbine sebep olanlar kurşuna dizildiler. Orduda tasfiye yapıldı. Fakat benim bu işlerde hiç bir suçum olmadığı için bütün bu işlerden yüzümün akı ile çıktım. Ordudaki vazifeme devam ediyordum. Fakat yaşım da ilerlemişti. Nihayet 1928'de emekliye ayrılmamı isteyerek ordudan istifa ettim. Ve işte o zamandanberi köşemde dünyayı seyrediyorum. Şimdiye kadar bir çok partilerin mebusluk teklifleri ile karşılaştım. Fakat hiçbirini kabul etmediğim gibi bundan sonra da politika ile uğraşmak niyetinde değilim. Yegâne arzum yeni bir harp görmeden barış içinde hayata gözlerimi kapamaktır.''

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS'İ ESİR EDEN ASKERİMİZ: AHMET ÇAVUŞ

    Elmalıdağ'da Yunan Başkumandanı General Trikopis'i ve maiyetini tek başına esir eden Ahmet Çavuş, son zamanlara kadar Afyonkarahisar hapishanesinde başgardiyan olarak çalışmakta idi. Yunan Başkumandanını nasıl esir ettiğinin
    hikâyesini şöyle anlatmıştır:

    - Keşif için üç kişi dağa tırmanmağa başladık. Yanımda saatli, tetikli, fitilli olmak üzere 11 bomba vardı. Arkamızdan da kırk kişi yollayacaklardı. Alaca karanlıkta tepenin bir boyun noktasına vardığımız zaman, 5 - 10 zabitin oturduklarını gördüm. Derhal bombalardan birisini yakalayarak, davranmayın, teslim olun, diye haykırdım. Hepsi, ellerini kaldırdılar.
    Arkadaşlarım da yanına gelmişlerdi. Ben önümüzde duran bir zabitin atını yularından yakalıyarak çektim.
    Sordular:
    - Ne kadar kuvvetiniz var? dediler.
    - Üç ordu, dedim. Tamamen muhasara altındasınız. Ya teslim olacaksınız, ya sizi gurup ateşine vereceğiz.
    - Hangi kıtaya kumanda ediyorsun? dediler.
    - Alay kumandanıyım, dedim.
    Rütbemi sordular?
    - Başçavuş... dediğim zaman hepsi hayret içerisinde kalmışlardı.
    Hayretlerini gidermek için devam ettim:
    - Bizde onbaşıdan fırka kumandanı bile var, dedim. Onlara, torbalarımızdan peksimet çıkararak verdik. Onlar da bize, bol bol sigara ikram ettiler. Ceplerimizi doldurduk. Biz onları böylece esir aldıktan epey sonra Kaymakam Hüseyin Hüsnü Beyle tabur kumandanımız Fuat Bey geldiler.
    Hüseyin Hüsnü Bey, esir zabitlerin içerisinden birisini, eliyle işaret ederek bana sordu:
    - Bu zabitin kim olduğunu biliyor musun?
    - Ne bileyim, dedim. Elin düşmanı... Babamın oğlu değil ya!...
    Fuat Beyin gözleri faltaşı gibi açılmıştı:
    - Trikopis, Trikopis, diye haykırdı. Yunan Başkumandanı...
    Trikopis'i Uşak'a kadar getirdik. Orada bana bir istiklâl madalyası yazdılar. Trikopis'in esvaplarını da bana hediye ettiler. Geçen seneye kadar bu esvapları giyerdim. Şimdi bunlar azıcık eskidi. Sokağa pek gelmiyor. Evde saklıyorum.

    -----------------------------ooOoo-----------------------------
    Atatürk'ün koruması (postası) Kılıç Ali'nin Hatıraları'ndan:

    Paşa, köşkde bulunduğu zamanlar sabahtan arabasını hazırlatır, Çiftlik dahil olmak üzere Ankara turu atmak için gezintiye çıkarmış. Bunu fırsat bilen köşk personeli de, paşa ayrılınca rutin işlerden bir nebze olsun ayrılıp kendi hallerinde başka işlerle meşgul olurlarmış. Erkek personel de köşkün bahçesinde toplanıp güreş tutmaya başlarlarmış.

    Yine böyle bir günde, paşa yarı yolda arabasını geri çevirtip köşke dönmeye karar verir. Köşke doğru yürüyerek ilerlerken bahçede güreşen personel dikkatini çeker ve gizlice izlemeye başlar. Aralarında öyle biri vardır ki, bu adamla hiçbiri başa çıkamıyor. Bu adam hepsinin sırtını tek tek yere getiriyor diğerleri buna karşı hiçbir varlık gösteremiyor. Paşa, bu adamın gücüne hayran kalıyor ve köşkün içine girdiğinde yanına çağırtıyor.

    Azar işiteceği korkusuyla ürkek bir tavırla paşanın huzuruna çıkıyor bu adam. Paşa adamla yüzyüze geldiğinde, ismini soruyor adama..Adam da "Kürt Ali paşam" dediğinde birden ortalık buz kesiyor. Köşkteki herkes birden donakalıyor paşanın yüz ifadesindeki şaşkınlığa odaklanıyorlar. O sırada durumu düzeltme gereği duyan Kürt Ali, "Kurt Ali demek istedim paşam" diyerek buzları eritme girişiminde bulunuyor. Bu sözün ardından paşanın yüz ifadesi normale dönüyor ve "Kurt Ali" ile sualleşmeye başlıyor.

    Dünyanın en büyük uluslararası topluluğuna Türkiye'nin katılması için yapılan öneri karşısında gazi Mustafa Kemal şöyle dedi:
    '' Başvurmayı düşünmüyoruz, fakat davet ederlerse katılırız''.
    Topluluk,'' Başvurma zorunluluğu'' nu uygulamaktan ilk kez vazgeçti ve
    43 üyenin oybirliğiyle, Türkiye’nin topluluğa davet edilmesine karar verdi.
    Bu davet üzerine Türkiye, Milletler Cemiyeti' ne katılmayı kabul etti. Yıl
    1932 idi.



    alındır.

    Son düzenleme emin_070; 26-12-2008, 00:08. Reason: düzenleme yapýldý.
İşlem Yapılıyor
X