Hitit Mitolojisi ve Kültürü (Bölüm 2)

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Hitit Mitolojisi ve Kültürü (Bölüm 2)

    Dünya Mitolojisi, Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi, Donna Rosenberg

    Hitit
    Telepinu: Sunuş

    Bu Hitit doğa söylencesi, yeryüzünü verimsiz kılacak şekilde ortadan kaybolan tanrı örneğine uymaktadır. Tanrının varlığını tekrar sağlamak ve böylelikle bereketi de geri getirmek için yapılan dinsel törenleri kapsar.
    İlk üç Telepinu tableti tahrip olmuş ve hiçbir zaman bulunamamıştır. Belki de bu yüzden, öyküde Telepinu’nun neden kızgın olduğu anlaşılamamaktadır. Gerçi öykünün sonraki bir yerinde Telepinu’ya davranışını açıklaması için fırsat verilir, fakat bu kez de o anlatmamayı yeğler.
    Türünün örneği olan diğer söylenceler gibi Telepinu söylencesi de doğum, ölüm ve yeniden doğuş çevrimini vurgulayarak doğayı, mevsim değişmelerinin nedenlerini açıklar. Eğer söylencenin amacı bu ise, Telepinu’nun öfkesine neden aramak gereksizdir. Çünkü tahminen Telepinu her kızdığında kaybolacak ve her yıl kış mevsimi gelmeden önce birileri onu kızdıracaktır.
    Bazı bilim adamları, bu söylencenin, Hititler toplumlarından kötü güçleri kovmak istedikleri zaman kullanıldığını düşünmektedir. Pek çok kültürde “ev temizliği” gibi dini ayinler, yeni yıl ya da baharda ekim mevsiminden önce yapılır.


    Telepinu
    Canlılara bereket veren Telepinu, bir gün çılgın bir öf***le bağırdı. “Çok kızgınım! Kimse yanıma yaklaşmasın!” o kadar öfkeliydi ki sağ ayakkabısını sol ayağına, sol ayakkabısını sağ ayağına giymeye çalıştı. Bu onun öfkesini daha da artırmıştı.
    Sonunda ayakkabılarını giydi ve gösterişli bir şekilde çıkıp gitti. Yanına olgunlaşan tohumları, bereketli rüzgarları ve tarlalarda, otlaklarda ve çayırlardaki verimli ürünleri aldı. Kırlara doğru gitti ve bir koru içinde gözlerden uzak bir çayıra geldi. Orada üzerinde bir bitkinlik hissederek uyuyakaldı.
    Telepinu’nun öfkesi tüm doğayı üzmüştü. Sis kırların üzerinde bir dolap gibi dönüyor, evlerin pencerelerini kaplıyordu. İnsanların evlerini duman doldurdu. Kütükler ocaklarda için için yanıyor ve alev almıyordu. Ağıllardaki koyunlar ve ahırlardaki sığırlar birbirlerini bilmezlikten geldiler. Kuzular, danalar bile anneleri tarafından hiçe sayılıyordu. Sığırlar, koyunlar ve insanlar artık gebe kalmıyorlardı. Hamile olanlar bile yeni bir cana hayat veremediler.
    Tarlalarda artık darı, buğday ve arpa yetişmiyordu. Bütün bitkiler kurudu ve öldü. Nem olmadığı için dağlar tepeler kuraklaştı. Ağaçlar da kurudular ve taze filiz vermediler. Çayırlar kavruldu ve kaynaklar buhar olup uçtu. Ülkede kıtlık ortaya çıktı; hem insanlar hem de tanrılar açlıktan öleceklerinden korkmaya başladılar.
    Fırtınalar tanrısı Taru, tanrılara bir göz gezdirdi ve oğlunu merak etti. “Telepinu burada değil” diye bağırdı. “Öfkelendi ve bereketli her şeyi yanında götürdü.”
    Büyük tanrılar ve küçük tanrılar Telepinu’yu aramaya başladılar. Tepelerde ve geniş vadilerde oradan oraya dolaştılar. Gölleri ve ırmakları geçtiler. Ancak onu bulamadılar.
    Sonra Güneş tanrısı “Git Telepinu’yu ara! Bütün yüksek dağları araştır! Derin vadilere bak! Denizin mavi dalgalarını araştır!” diyerek hızlı kartalı gönderdi.
    Kartal çok uzakları ve çok geniş bir alanı araştırdı, fakat Telepinu’yu bulamadı. En sonunda Güneş tanrısına döndü ve “Telepinu’yu aradım. Yüksek dağların üzerine süzülerek yükseldim, derin vadilerin içine daldım ve denizin mavi dalgalarının üzerinden adeta sıyırırcasına geçtim. Yüce tanrı Telepinu’nun izini bulamadım!” dedi.
    Fırtınalar tanrısı kaygılandı ve öfkelendi. Babasının yanına gitti ve “Benim oğlumu kim gücendirdi ki, tohumlar kurudu ve her şey soldu” dedi.
    Babası şöyle yanıt verdi: “onu kızdıran senden başkası değil, sorumlu da sensin!”
    Taru karşılık verdi: “Yanılıyorsun! Ben sorumlu değilim.”
    Bunun üzerine babası: “Konuyla ilgileneceğim. Eğer suçlu olduğunu öğrenirsem seni öldürürüm. Şimdi git Telepinu’yu bul!” dedi.
    Sonra Taru, ana tanrıça Nintu’nun yanına yaklaştı ve Telepinu öylesine kızdı ki bütün tohumlar öldü ve her şey kurudu. Babam, bunun benim hatam olduğunu söylüyor, bu konuyla ilgilenmemi söylüyor ve beni öldürecek. Neler oldu? Ne yapacağız? Eğer Telepinu yakında bulunamazsa hepimiz açlıktan öleceğiz” dedi.
    Nintu yanıt verdi: “Sakin ol ve sakın korkma, eğer senin hatansa ben düzeltirim. Eğer hata senin değilse, yine düzelteceğim. Bu arada sen Telepinu’yu bul. Senin rüzgârların çok uzaklara ve geniş alanlara yolculuk edebilir.”
    Böylece Taru, Telepinu’yu aramaya başladı. Oğlunun kendine gitti ve evinin kapısını çaldı. Fakat kimse yanıt vermedi ve kapı açılmadı. Sonra sinirlendi ve Telepinu’nun evine zorla girdi. Fakat oğlunu yine de bulamadı. Aramaktan vazgeçti ve Nintu’ya geri döndü. “onu evde bulamadım”dedi. “Başka nerelere bakabilirim?”
    Nintu yanıtladı: “Sakinleş. Ben onu sana getireceğim. Bana arıyı getir, onu eğiteceğim ve Telepinu’yu arayacak.” Taru, Nintu’nun isteğini yaptı ve biraz sonra arıyla birlikte geri geldi.
    Nintu ona şöyle dedi: “Küçük arı, git ve Telepinu’yu ara. Onu bulduğunda ellerini ve ayaklarını sok. Ayaklarının üzerinde sıçrayana dek sok onu! Sonra balmumundan biraz al ve gözleriyle ayaklarını sar. Onu arındır ve huzuruma getir!”
    Taru, Nintu’yu küçük arıyla görünce, “Büyük tanrılar, küçük tanrılar, Telepinu’yu aradılar ve bulamadılar. Nasıl küçük bir arının bu işi bizden daha iyi yapabileceğini düşünüyorsun” dedi. “Kanatları çok küçük ve zayıf, kendisi de son derece küçük ve zayıf bir yaratık. Tanrıların başaramadığı bir işi nasıl becerecek?”
    Nintu yanıt verdi: “Taru, kuşkularına karşın arı, Telepinu’yu bulacak. Sadece sabırla bekle ve gör!”
    Arı kentten ayrıldı ve her yerde Telepinu’yu aradı. Akıntılı nehirleri ve uğultulu kaynakları araştırdı. Sıra sıra tepeleri, engebeli dağları, kurak düzlükleri ve yaprakları olmayan ağaçları dolaştı. Çok uzun süren yolculuk, gerçekten büyük bir gayretti ve arı uçarken gövdesindeki bal ve balmumunu tüketmeye başladı.
    Sonunda Telepinu’yu ağaçların arasında bir çayır arasında uzanmış uyur bir halde buldu. Ellerini ve ayaklarını soktu ve sonunda Telepinu’yu derin uykusundan uyandırdı. Telepinu ayağa kalkar kalkmaz, gözlerine ve ayaklarına bir parça balmumu sürdü. Onu arındırdıktan sonra çayırda uyuyarak ne yaptığını sordu.
    Telepinu kızgın bir şekilde yanıt verdi: “Sadece çok öfkelendim ve yürüyüp uzaklaştım. Beni uykumdan uyandırmaya nasıl cesaret edersin! Be kadar kızgınken beni nasıl seninle konuşmaya zorlarsın!”
    Telepinu daha da öfkelenmişti. Azametle ayağa kalktı. Daha fazla zarara neden olmak için pınarlarda hâlâ fışkıran ne varsa önüne set çekti. Akan nehirleri kıyılarından taşırdı ve her yeri harap eden seller yarattı. Su şimdi evleri basıyor, kentleri yok ediyordu. Bu şekilde Telepinu koyunların, sığırların ve insanların ölümüne neden oldu.
    Tanrılar dehşete düştüler ve “Telepinu neden bu kadar kızdı? Ne yapacağız? Ne yapacağız?” diye sordular.
    Sonra ulu güneş tanrısı, “Bırakın şifa ve sihir tanrıçası Telepinu’yu kutsal nağmelerle sakinleştirsin! Erkek bir insanoğlu getirin. Telepinu’yu arındırmak için büyüsünü kullansın” dedi.
    Şifa ve sihir tanrıçası şarkı söylemeye başladı: “Ey Telepinu! İşte sedir ağacının tatlı ve yatıştırıcı kokusu. Yoksun bırakıldıklarımız geri gelsin! İşte seni arındırmak için özsu. İzin ver kalbini ve ruhunu güçlendirsin. İşte burada bir darı başağı duruyor, bırak kalbini ve ruhunu cezbetsin. İşte susam da burada! İzin ver kalbini ve ruhunu yatıştırsın, rahat ettirsin. İşte incirler orada duruyor! İncirler nasıl tatlıysa bırak kalbin ve ruhun da öyle tatlı olsun. Zeytin nasıl içinde yağı ve üzüm de şarabı tutuyorsa, sen de kalbinde ve ruhunda krala karşı iyi duygulara sahip ol ve ona karşı nazik davran!”
    Telepinu tanrıçanın yanına müthiş bir öf***le yaklaştı. O gelince, karanlık yeryüzü üzerinde ışıklar parlamaya ve şimşekler gürüldemeye başladı.
    Şifa ve sihir tanrıçası şarkı söylemeyi sürdürdü. “Telepinu öfkeliyken kalbi ve ruhu tıpkı çalılar gibi yandı. Öyleyse öfkesi, hiddeti ve taşkınlığı kendilerini yakıp yok etsin! Tıpkı maltın kısır olması ve tohum olarak ve ekmek yapmak için kullanılamaması gibi onun kızgınlığı, öfkesi, hiddeti ve çılgınlığı da kısırlaşsın. Telepinu öfkeliyken kalbi ve ruhu ateş gibi yanıyordu. Bu ateş nasıl söndüyse öfke, kızgınlık, hiddet ve çılgınlık da sönsün.”
    Sonunda “Ey Telepinu kızgınlığından, öfkenden, hiddetinden ve çılgınlığından vazgeç! Bir boru içindeki su nasıl yukarı akamazsa, senin öfken, kızgınlığın, hiddetin ve çılgınlığın da geri dönmesin!”
    Tanrılar ağacın altındaki mecliste bir araya gelince erkek insan şöyle dedi: “Ey Telepinu, sen ağacı yaz sıcağında bırakınca ürünler hastalandı. Ey Telepinu öfken, kızgınlığın, hiddetin ve çılgınlığın bitsin artık. Ey ağaç, baharda beyazlara bürünürsün, ama son baharda kıyafetin kan kırmızısı olur. Öküz, altından geçtiğinde tüylerine sürtünür ve yolarsın. Koyun altından geçtiğinde yününü yolarsın. Şimdi de Telepinu’nun öfkesini, kızgınlığını, hiddetini ve çılgınlığını yol! Fırtınalar tanrısı geldiğinde eğer korkulacak derecede kızgınsa, rahip ilerlemesini keser. Sütle pişirilen lapa taştığı zaman, kaşık daha fazla karıştırmaz ve durur. Benim sözlerim de Telepinu’nun öfke, kızgınlık, hiddet ve çılgınlığını durdursun!”
    “telepinu’nun öfkesinin, kızgınlığının, hiddetinin ve çılgınlığının uzaklaşıp gitmesini sağla!” diye dua etti adam. “Evi, pencereyi, avluyu, kapıyı, kapının ötesini ve kralın yolunu terk etmelerini sağla. Zenginleşen tarlalardan, bahçeden ve meyve bahçesinden ayrılıp çok uzaklara gitmelerini ve orada kalmalarını sağla.”
    Ve şöyle devam etti: “onların, Güneş tanrısının her gece öteki diyara gittiği yoldan gitmelerini sağla. Kapıcı yedi sürgüyü, kilidi ve öteki dünyanın sürgülerini açtı. Metal kapaklı ve kulplu bronz sandıkları, karanlık yeryüzünün derinliklerinde duruyorlar. İçlerine giren hiçbir şey oradan çıkamaz, çünkü orada yok olurlar. Telepinu’nun öfkesinin, kızgınlığının, hiddetinin ve çılgınlığının bu sandıkların içine girmesini ve asla geri dönmemesini sağla!”
    Adam son olarak, “Telepinu’yu arındırdım, kötülüğü gövdesinden dışarı attım. Öfkesini, kızgınlığını, hiddetini ve çılgınlığını uzaklaştırdım” dedi.
    Böylece Telepinu evine geri döndü ve ülkesiyle ilgilendi. Sis pencerelerden uzaklaştı, duman evleri terk etti, ocaklarda ateş tekrar yanmaya başladı. Telepinu koyunların ağıllara, sığırların ahırlara girmesini sağladı. Anneler çocuklarıyla, dişi koyunlar kuzularıyla ve inekler buzağılarıyla ilgilendiler ve onlara baktılar. Telepinu kral ve kraliçeyle ilgilendi ve ikisine de uzun bir yaşam ve güç verdi.
    Telepinu’nun önüne, üzerinde bir koyun postu asılı olan bir direk dikilmişti. Bu, bereketi simgeliyordu: verimli tohumlar ve şaraplar, semiz sığırlar, koyunlar ve birbirini izleyen kuşaklar...Bu post, meyvelerle dolu hafif rüzgârları ve yaşayan her şey için bolluğu ifade ediyordu.




    Gürbüz Erginer, Kurban, Kurbanın Kökenleri ve Anadolu’da Kanlı Kurban Ritüelleri
    Hititlerde Kurban
    Hititlerde tanrılara ve kutsal yerlere sunulan kurbanlara ilişkin törenleri anlatan metinler, Boğazköy arşivinden ele geçen metinler arasında en önemli yeri tutmaktadır. Hitit kültik yapısı içerisinde yer alan tanrılar düzeni, onların tüm inançlarına hakim görünmektedir. Kefaret, gönül alma, şükran ve vb. amaçlarla gerçekleştirilen kurban ritüellerinin tüm ayrıntılarıyla saptanıp, bir sisteme bağlandığını görüyoruz. M.Ö. 2. binde tanrıların antropomorf olarak tasarımlanması, onların da insanlar gibi yemek, içmek, giyinmek vb. birtakım gereksinimleri olduğu sonucunu doğurmuş, genel inanç sistemi bu sanı etrafında örüntülenmiştir.
    Boğazköy Yazılıkaya Rölyefleri ve çeşitli ritüellere ilişkin okunabilir tabletler Hitit ritüellerinin çeşitlerini ve sahneleniş biçimlerini bize aktarmaktadır. Hititler, pis olarak kabul ettikleri köpek ve domuzu pek nadir olarak tanrılara kurban diye sunmaktadırlar. Ulkenin ilk meyveleri, bir yaşındaki hayvanlar, yiyecek ve içeceğin ilkinin sunulması ile tanrıların yatıştırılacağı ve lütuflarının kazanılacağı inancıyla insanlar belirli bir zamanda, bir ritüelle kurbanlarını sunmaktaydılar.
    Hititlerde, ilk ürün kurbanının oldukça katı bir kural olarak işlediğini görüyoruz. Tanrılara kurban için yeğlenen hayvanlar genellikle öküz, koyun ve keçidir. Hemen tüm toplumlarda görülen kurbanlıkların kusursuz ve iyi durumda olmaları koşulu Hititlerde de aranmaktadır. Hititlerde, hayvanlar boğazları kesilerek, dolayısıyla kanları akıtılarak kurban edilmektedir. Bu nedenle, Hititçe’de kurban kesme ile içecek sunma ya da libasyonun aynı sözcükle karşılandığını görüyoruz. Gurney, sunma adına ekmek ve peynire uygulanan işlemin İngilizce “broken” terimiyle (koparmak, bölmek, parçalamak) karşılandığını, terimin kes,n içeriğinin belirsiz olduğunu söylemektedir. Yaygın olmamakla birlikte Hititlerde insan kurbanı örnekleri görülmektedir.
    Ele geçen bir tablette, askeri bir savunmanın ardından, bir arınma ritüelinde bir adam, bir köpek yavrusu, bir keçi ve küçük bir domuzun kurbanına ilişkin bilgi yer almaktadır. Tabletin İngilizce çevirisinden anlaşıldığı kadarıyla bir ritüel savaşın kazanılması için gerçekleştirilen büyüsel bir uygulamadır. Yine bir başka kırık tablette, bir mahkum, küçük bir domuz ve bir köpeğin kurban listesinde yer aldığı görülmektedir.
    Gurney, insanın kurban edildiği ritüellere karşı arşiv kayıtlarında herhangi bir kınama ya da uygun görmemeye ilişkin bilgi bulunmadığını ancak, “barbarca” diye nitelendirdiği bu uygulamaların devlet dini ya da kültürünün bir dilimi olmadığını, halk dini içinde yer aldığını vurgulamaktadır.
    Hititlerden günümüze ulaşmış belgelerden, onların bir tür ölü kültüne sahip olduklarını çıkarabiliriz. Hititlerde ölü ruhu ile yaşayan insan ruhunu belirten terimlerin farklı olduğunu görüyoruz. Ölülerin, özellikle de zorla ve haksız yere öldürülmüş kimselerin ruhlarını yatıştırmak ve onların gönüllerini almak adına çeşitli kurbanların sunulduğu bilinmektedir.
    Kınal, Hitit dininin çok tanrılı bir din olduğunu açıkladıktan sonra;
    “Hititlerin de bir taraftan Romalılar gibi atalar kültüne, ocak ve harp tanrılarına, diğer taraftan Hintliler gibi ateş ve güneş tanrılarına taptıkları görülür.”
    Biçimli ifadesiyle Hititlerde ölü kültünün varlığını dile getirmektedir.
    Hititlerde, yaygın olarak görülen kurban ritüelleri adak ve kefaret kurbanlarıdır. Tanrıların gereksinim duyduğu tasarımlanan, yiyecek ve içecek maddelerinin sunulmasından sonra, uzun ömür, sağlık ve yaşamın her alanında başarı gibi kimi dileklerde bulunulduğunu görüyoruz. Diğer toplumlarda görüldüğü gibi Hititlerde de kimi kurban işlemlerinin temelinde karşılıklılık prensibini buluyoruz. Kefaret kurbanları işlenmiş bir günahın, çiğnenmiş bir dinsel normun yaptırımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hititler kral ya da kraliçenin ölümünü onların tanrı olmaları biçiminde yorumlamakta ve ölümün hemen ardından bir sığır kurbanı, ölenlerin ruhu için de şarap ve içki sunumu yapmaktadırlar. O günün akşamında bir keçi kurban edilerek cesetlerin özel bir çadıra taşındığı, burada da yine kanlı kurban ve içki kurbanı sunulduğu tabletlerden öğrenilmektedir.

    Azra Akın ve Sabahattin Eyuboğlu, Hesiodos Eseri ve Kaynakları,
    Giriş Bölümü, 10.Kaynaklar

    Hesiodos eski Yunan yazınında kendine özgü bir sestir. Herodotos, tanrılar dünyasını Homeros ile Hesiodos yaratmıştır demekle bir doğruyu dile getirmiş olabilir, ne var ki iki büyük ozanın yarattıkları tanrılar arasında belirgin bir ayrılık da göze çarpmaktadır. Hesiodos’un tanrıları Homeros’unkilere hiç benzemez, başka bir kaynaktan geldikleri hemen sezilir ve işin daha düşündürücü yanı, Homeros’un temelini attığı gelenek Yunan yazını boyunca tutunduğu, az çok farkla sürdürülüp geliştirildiği halde, Theogonia2da tanımlanan tanrısal kişi ve olayların kesintiye uğradıkları, kimi geç dönemler dışında Yunan kültürünce benimsenmedikleri gerçeğidir. Homeros’un kaynaklarını pek aramayız, yalnız İlyada ve Odysseia’dan daha önce yazılı kaynak bulunamayacağını bildiğimizden ötürü değil de, bu iki destanın tutarlı bir evrim süreciyle tek ve belli bir geleneğin çeşitli aşamalarını yansıttığı için araştırmak gereksinmesini duymayız. Daha doğrusu bilginler pek duymamış böyle bir gereksinmeyi. Homeros’un kendi içinde, kendi binbir gizi ile çözümlemeye girişmişler, akıllarına gelmemiş İlyada ve Odysseia’ya konu olan ne tanrı, ne de kahraman kişilerin başka, Yunana yabancı bir uygarlık alanından esinlenebilmiş olabilecekleri. Hata etmiş olduklarına hiç kuşkunuz olmasın. İlyada’nın özellikle Anadolu’nun eski kültürleri, yerel boyları üstüne verdiği değerli bilgilerin gereğince ve zamanında değerlendirilmemiş olması, örneğin İlkçağ bilginlerinin iki destana ekledikleri bunca “scholia” (not ve açıklama) arasında Lykia gibi önemli bir yöreyi yeterince incelememiş olmaları bizim bugün eldeki buluntuları yazın kaynaklarına dayandırmamızı güçleştirmektedir. Yunan deyince Yunanla başlayıp yunanla bitirmek batı biliminin bugüne dek kurtulamadığı bir sapkıdır. Homeros üstüne bunca kitap yazılması, Hesiodos’un son zamanlara dek hemen de hiç incelenmemiş oluşu bunun bir sonucu olsa gerek. Hesiodos esin kaynağını doğudan alıyor, gözle görülen bir gerçektir bu, ama kaynakla ürün arasında bağlantıyı kurmak ya da kaynaklar arası bir kıyaslamaya girişmek klasik filologlar için çetin ve az çekici bir işti, çünkü kendi alanları gibi herkesin malı olmamıştı o bilgiler. Ne demeli, klasik İlkçağ bilginleri tembel olur, çünkü işledikleri konular açık seçik ve öteden beri geniş, genel bir ilgi toplamaktadır. Bir zamanlar Yunan deyince akan sular dururdu, öyle de olmuş, akan sular durmuş. Tâ ki Ankara’da 1956/46 sularında Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinin Hititoloji profesörü Dr. Hans Gustav Güterbock ile doçenti Dr. Sedat Alp Türk Tarih Kurumu yayınları arasında “Kumarbi Efsanesi” adında küçük bir kitap yayınlamışlar. Prof. Güterbock Hurri kaynaklı bu Hititçe metnin çeviri ve açıklamasını sağlamakla kalmamış, Kumarbi efsanesinin Hesiodos’un Theogonia’sına kaynak olduğunu kanıtlama görevi de yüklenmiş, bunu daha sonraki yayınlarında da sürdürmüştür. Oysa asıl ödev klasik filologlara düşerdi. Utanarak söyleyeyim ki o zaman pek ilgilenmemiştim, ancak şimdi iki metnin karşılaştırılmasından ne engin ufuklar açıldığını görüyorum.
    Bugün aradan bunca yıl geçtikten sonra, üç ana yayına dayanarak Kumarbi efsanesi üstüne bilgilerimizi şöyle özetleyebiliriz.
    Kumarbi destanı Hitit krallığının başkenti Hattuşaş’ta, bugünkü Boğazköy’de bulundu. Hitit çivi yazısı ile yazılmış bu destanın metni Hattuşaş saray arşivlerinin tabletleri arasında ortaya çıkarıldı. Bilginler bu tabletleri M.Ö. 13. yüzyıl sonu olarak tarihlendirirler, çünkü saray o tarihten sonra yıkılmıştır. Yazıya dökülen efsane ise Hurri kaynaklıdır. Hurriler, M.Ö. 16. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’nun Güneydoğusundan Kuzey Mezopotamya ve Suriye’ye uzanan bölgede yaşamışlar ve Hitit uygarlığı ile yarışan parlak bir uygarlık kurmuşlardı. Hitit kralı I. Şuppiluliuma (1375-1335) bu ulusu alt edip topraklarını ele geçirince, Hititlerin Hurri kültürünün etkisi altında kaldıkları Hititçe metinlerde rastlanan Hurri kaynaklı birçok ad, tapım ve efsanelerden bellidir. Kumarbi destanı diye adlandırdığımız –metinde destan adı belirtilmemiştir- bu metin, kimi yerleri kırık dökük parçalar halinde elimize geçmişse de okunabilmiş ve bir bütün olarak çağdaş dillere aktarılmıştır. Yukarda saydığımız yayınları, ayrıca Güterbock’un başka dergi ve kitaplarda İngilizce olarak verdiği çevirileri de karşılaştırarak Kumarbi efsanesi üstüne yeterli bir bilgi edinebileceğimiz gibi, Hesiodos’un bu efsaneden ne denli yararlandığını da saptayabiliriz.

    Kumarbi
    Elimizdeki parça gökteki ve yeraltındaki tanrılara bir seslenişle başlar. Birçok tanrı adları sayılır ve onlara “İşitin” denir. Bu tanrılar arasında sonradan adı geçecek Anu da vardır. Anlatım şöyle başlar: “Bir zaman geçmiş yıllarda Alalu gökte kral idi. Alalu tahtta oturur ve tanrıların birincisi olan Anu onun önünde dururdu. Onun ayaklarına kapanır ve maşrapaları içmek için eline verirdi.” Alalu’nun krallığı dokuz yıl sürer, dokuzuncu yılda Anu’nun ona karşı savaş açtığı, onu yendiği ve önünde kaçan Alalu’yu karanlık toprağa sürüp tahtına oturduğu söylenir. Bu kez Anu nasıl Alalu’ya kulluk ettiyse, Kumarbi de Anu’ya kulluk eder: “Anu tahtına oturur ve güçlü Kumarbi ona içecek verirdi. Onun ayaklarına kapanır ve maşrapalarını içmek için eline verirdi” deniyor. Anu’nun krallığı da dokuz yıl sürer ve Kumarbi’de ona karşı savaş açar. Şöyle denir: “Anu artık dayanamadı Kumarbi’nin gözlerine Anu Kumarbi’nin elinden kendini sıyırdı ve kaçtı. Anu, kuş gibi uçtu. Arkasından Kumarbi saldırdı ve onu, Anu’yu ayaklarından yakaladı ve onu gökten aşağıya çekti.” Bundan sonra efsanenin asıl can alıcı olayı anlatılır: “O (yani Kumarbi) onun (yani Anu’nun) “diz”ini ısırdı ve onun (Anu’nun) erkekliği (Kumarbi’nin) içine döküldü.” Kumarbi Anu’nun erkekliğini içine aldığına sevinir ve güler ama Anu geri döner ve Kumarbi’ye şöyle seslenir: “İçini düşünerek seviniyorsun; çünkü benim erkekliğimi yuttun. İçinde olana sevinme. İçine ağır bir yük koydum.” Bu yükün ne olduğu açıklanır: Kumarbi, Hava Tanrıya gebe kalmıştır, ondan başka tanrının tohumlarının içine döküldüğünü öğrenince, Kumarbi büyük bir telaşa kapılır, yuttuğunu tükürmeye çalışır. Tükürdüğünün Kanzura dağının üstüne düştüğü söylenir. Ama tükürdüğü nedir? Tüküremediği nedir? Metin bunu bildirmez ve elimizdeki fragment Kumarbi’nin öfke içinde Nippur’a gitmesiyle son bulur.
    Bundan sonrası kırıktır, okunamıyor. Ne anlatıldığını toplamaya çalışalım: Hava tanrı, Kumarbi’nin içinde kalmış olacak, hava tanrının adı söylenmiyor, bir ideogramla, yani çivi yazısında bir ad belirtisi ile gösteriliyor. Güterbock, bu ideograma Hurri Hava-tanrısı Teşup’un adı verilebilir kanısındadır. Bundan sonra Anu ile hava tanrısı arasında bir konuşma geçer. Anu ona Kumarbi’nin neresinden çıkması gerektiğini öğütler. Kumarbi de akıl, us tanrı diye bilinen Ea’ya gider. Ea’dan içindeki hava-tanrıdan kurtulmak için bir öğüt mü, bir büyü mü ne ister. Ağız, dişler ve yakınmalardan söz edilir. Sonunda bir büyü ile hava-tanrının doğumu sağlanır olsa gerek. Derken hava-tanrı Anu’ya başvurur: Kumarbi’nin ölümünü planlarlar. Savaş hazırlıklarına tanık oluruz: bir savaş tanrının adı geçer ve Şeri diye Teşup’un kutsal boğalarından birinin. Burada yer alması gereken savaş metinde yitiktir. Bundan sonraki metin içeriği varsayımlara dayanmaktadır. İki çocuktan söz edilir, bunlar metinde adı geçen tanrı Taşmişu ile ırmak Dicle mi, yoksa Anu ile Toprağın ürettikleri başka tanrılar mı? Bu doğum Larousse’deki çeviride şöyle yorumlanır ve sahneye Ea, akıl tanrı girer: “Ea, akıl kralı saymaya koyuldu: birinci ay, ikinci ay, üçüncü ay geçti, dördüncü ay, beşinci ay, altıncı ay geçti. Yedinci ay, sekizinci ay, dokuzuncu ay geçti. Onuncu ay geldi. Onuncu ayda Yer, inlemeye4 başladı. Yer inleyince dünyaya iki çocuk getirdi.” Bir ulak gidip haberi Ea’ya bildirir. Bunlar Taşmişu ile Dicle olsa gerek deniyor. Sonunda Hava-tanrı bu savaşı kazanır, böylece gök krallığını ele geçirir.
    Bu metinle Theogonia arasındaki benzerlikler açıkça görülür. Bunları özetleyip sıralamakta kuşkusuz fayda vardır. Kumarbi efsanesine “gökteki krallığı ele geçirme mithosu” diye bir ad verildiğine rastladım. Elimize geçine kadarıyla bu efsanenin özünü yansıtmaktadır bu ad. Gök krallarının ardışımında şöyle bir sıra izlenmektedir: Alalu-Anu-Kumarbi-Hava tanrı. Bu sıra aşağıdan başlamak üzere Zeus-Kronos-Uranos üçlüsüne uygun düşer, şu farkla ki Alalu’nun theogonia’da karşılığı yoktur. İleride değineceğimiz bir geç ilkçağ yazarı, Byblos’lu Philon (M.S. 2 yüzyıl) Fenike geleneğinde dört kuşak saptamakta, Yunan mithosunda bu kuşaklara ancak ikincisinden başlandığını vurgulamaktadır. Ne olursa olsun, doğulu kaynaklarla Hesiodos’un eseri arasındaki benzerlikler çok ve çeşitlidir. İlkin bir ardışım efsanesi ile karşı karşıyayız, konu krallık kavgasıdır. Theogonia’da bu kavganın tek bir soyun kuşakları arasında sürdürüldüğü görülür: Uranos, Kronos’un babası; Kronos da Zeus’un babasıdır. Baba oğul arasındaki çatışmaya geçilmeden, her babanın kendi oğlunu ya da çocuklarını nasıl ürettiği, sonra da yerine geçmesini önlemek için nasıl yok etmeye çalıştığı, oğlunda ne gibi çarelere başvurarak babasını alt ettiği ayrıntıları ile anlatılmaktadır. Kumarbi efsanesinde soy ilişkileri belirlenmiş değildir. Alalu Anu’nun babası mı, Anu Kumarbi’nin babası mı değil mi, söylenmiyor, yalnız Kumarbi’den sonra onu alt edecek hava-tanrı bir dereceye kadar Kumarbi’nin oğlu sayılır, çünkü Kumarbi Anu’nun erkekliğini kendi bedeninin içine almakta ve doğal–insansal bir doğum süreciyle olmasa da, kendi gövdesinden çıkarmaktadır. Yunan efsanesinde soy ilişkileri tam anlamıyla insancadır, biçimleri bile daha imgelenemeyen, doğa öğelerinden ayıramayacağımız bu tanrısal varlıklar tıpkı insan gibi davranırlar. West (bkz. Not 1. a) “family planning” yani aile planlamasından söz ediyor bunlar için. Gerçekten de bu çağdaş yöntemi uyguluyor gibidirler: baba çocuk istemiyor, ana yavrularını korumak için çırpınıyor, çocuklar ise baba baskısından kurtulmaya çalışıyorlar. Aile planlaması kadar Freud’un öğretilerini de anımsatabilir bize theogoniada betimlenen süreç ama bu tür çağrışımlara sapmadan da birçok kıyaslama noktaları bulabiliriz iki efsane arasında.
    Her ikisinde de ana konu üretme gücünün ve genellikle o gücü simgeleyen erkeklik uzvunun kesilmesi ya da koparılmasıdır. Ne var ki ek tema olarak bunu izleyen atmık ve atmıktan doğma varlıklar motifi iki efsanede de yer almakla birlikte, çok değişik biçimlerde işlenmiştir. Uranos’un hayalarını Toprak ananın yaptığı bir çelik tırpanla oğlu Kronos keser. Kesilen erkeklikten iki türlü sıvı akar: kan ve atmık. Kanın toprağa, atmığın ise denize aktığını vurgular ozan. Kan ve atmık tohum işlevini görür ve toprak ile deniz bunlardan doğrudan doğruya döllenmiş olurlar, şu farkla ki toprak kan tohumunu uzun süre korur, deniz ise atmıktan doğma Aphrodite’yi hemen gün ışığına salar. Denize yayılan atmığı dalga köpüklerine benzeterek aşk tanrıçasının doğumunu şair şiir havasına bürüyerek anlatır. Bu anlatımı herhalde efsanenin kaynağına değil de Hesiodos’a borçluyuz. Yunan ozanı kendi geleneklerine yabancı düşen bu efsane motifini ancak bu yoldan benimsemiş ve okuyucusuna benimsetmiş olabilir. Öyküsünün inanılırlığını daha da pekiştirmek için, Aphrodite’nin adı üstüne bir ”aitia” uydurduğu da gözümüzden kaçmamaktadır. Tanrıçanın adı “köpükten doğma” anlamına gelir, o halde anlattığım efsane doğrudur demek ister okuyucusuna. Erkekliğin koparılması konumu theogoniada Uranos efsanesiyle sınırlı kalır, bir daha ele alınmaz. Kumarbi’de ana konum ile birleştirilen erkekliği yutma, gövdeye indirme motifine gelince, bunun Kronos efsanesinde gene çok değişik bir biçimde işlendiğini görüyoruz. İkinci kuşağın kral tanrısı babasını iğdiş ettikten sonra, kendisinin de aynı yazgıya uğrayacağından korkar bunun için yutar ürettiği tüm dölleri. Mythosun içerdiği anlam şudur: tohumdan doğacak varlık, tohumun gücünü taşır, o gücü yok etmek ancak onu içinde bulunduğu çevreden ayırmakla, örneğin erkekliği ait olduğu kimseden kesip koparmakla gerçekleşemez, nitekim, Kronos Uranos’u iğdiş etmiştir ama kanından ve atmığından döller üremesine engel olamamıştır. Kronos sanki bu gerçeği anlamıştır, iyisi mi kendinden doğma varlıkları kendi içine almakta hızlı davranır: çocuklarını doğar doğmaz yutar. Hitit efsanesi ile Yunan efsanesindeki benzerlik burada en yüksek doruğuna varmaktadır. Hemen şunu da belirtelim ki, erkekliği kesmek, erkeği iğdiş etmek teması Yunan Mitolojisinde pek yer etmemişse de -bu motife bildiğim kadarıyla yalnız Kybele-Attis mithosunda rastlanır. Kybele ise Anadolu’ya özgü bir tanrıça olup, öyküleri Yunan mithosuna girmemiştir- tohumu bir güç öğesi olarak yutma motifi epey tutunmuş, gelişmiş ve örneğin bir insanın başka bir insandan öç almak amacıyla çocuğunu kesip kendisine yedirmesi konulu efsanelerde sürdürülegelmiştir. Bu konuda Tantalos – Pelops, Atreus – Thyestes ve Medeia efsanelerini anımsayabiliriz. Burada dölünü yeme temasının ilkelliği çeşitli kanıtlar, öykü eklentileri ve bezekleri ile örtbas edilmek istenmişse de, kökenindeki derin anlam gene de sırıtmaktadır.
    Bu simgesel anlam Kumarbi efsanesinde bütün açıklığıyla ortadadır: önce birinci kral Alalu’nun, sonra ikinci kral Anu’nun gökte kaç yıl krallık ettikleri kesinlikle belirtilir: her biri dokuz yıl tahtta oturmakta ve o yıllar sürece önce Anu Alalu’ya, sonra Kumarbi Anu’ya kulluk ederler. Ne var ki Anu Alalu’ya savaş açıp onu devirdiği gibi, Kumarbi de dokuzuncu yılda Anu’nun tahtına göz diker. Bu savaş açmanın nedeni belli değildir. Theogonia’da bunca özenle vurgulanan nedenlilik ilişkilerine Hitit destanında hiç önem verilmez. Olgular kuru bir günlük üslubuyla yalnızca sayılıp sıralanır. Ancak Anu ile Kumarbi arasında savaş başlayınca işler çatallaşır, bir dram havasına girilir. Anu’nun Kumarbi’nin gözlerine dayanamayıp –bu ne demekse- göğe uçar, o anda Kumarbi saldırır, Anu’yu ayaklarından yakalar, gökten yere çeker ve metindeki deyimle dizini ısırır. Bu edimle Anu’nun erkekliği Kumarbi’nin içine dökülür. Kumarbi yuttuğuna sevinmek üzereyken, Anu geri dönüp düşmanına korkunç açıklamalarda bulunur: Hava – tanrıya gebe kalmıştır; üç ağır yük vardır içinde, biri hava tanrı, öbürü Aranzah (Dicle ırmağı) üçüncüsü de Taşmişu. Hava tanrının ilerde Kumarbi’yi alt edeceğini hemen anlıyoruz ama Aranzah ile Taşmişu niçin ürkütüyorlar Kumarbi’yi bu kadar? Belli olmuyor, her neyse Anu bu sözleri söyleyip göğe uçtuktan sonra, Kumarbi’yi, yaptığına bin pişman görüyoruz. Bir sürü çareye başvurup yuttuğunu kusmaya uğraşıyor, bir şeyler de tükürüyor olmalı, sonunda da tıpkı Kronos gibi çıkarıyor içindekini; ama metin buralarda çok bozuk, neler olup bittiğini kestiremiyoruz, bir anladığımız hava tanrının doğduğu ve Kumarbi’ye karşı savaş açıp onu yendiği, dördüncü kuşaktan kral-tanrı olarak gök tahtına kurulduğudur.
    Anu burada tıpkı Uranos ile Gaia gibi falcılık yapmakta, geleceği bildirmekten de kıvanç duymaktadır, çünkü gelecekte kendi öcünün alınacağını bilir. Kumarbi’nin birdenbire büyük bir hayal kırıklığına uğraması ancak şöyle açıklanabilir: Anu’nun erkekliğini yutmakla yalnız gücüne ve krallık yetisine sahip çıkacağını sanmıştı, kendi üstesinden gelecek bir ya da üç varlığa gebe kaldığını öğrenince, öfkelenir, üzülür, yazgısını tersine çevirmeye çalışır ama başaramaz.
    Kumarbi ile Kronos efsanelerinde birbirlerine hemen tıpatıp denk düşen bu yutma-kusma motifinin izlerine Hesiodos’ta sözü geçen başka efsanelerde de rastlamaktayız. Babasından daha güçlü bir çocuk doğuracağını bildiği Metis’i Zeus bir iki demeyip yutar, kafasından da us ve akıl tanrıçası Athena’yı tam silahlı olarak çıkartır. Uranos-Kronos mithosları Yunanistan’da Hesiodos’tan sonra ne kadar tutundu, işlendi, sürdürüldü pek bilmeyiz; çünkü elimizde belge yoktur ama Athena’nın doğuş biçimi epey benimsenmiş olacak ki heykel de konuyu işlemiş ve Atina’nın kent koruyucu tanrıçayı bu biçimde yontmaktan geri kalmamıştır.
    Hitit destanında boyuna savaştan söz edilmektedir: besbelli ki gök krallığını elde etmek için ardışım ancak savaş sonucunda gerçekleşmekte, Anu’nun Alalu’ya, Kumarbi’nin de Anu’ya savaş açtıkları söylenmektedir. Ama birinci savaşın açılması ile bitmesi bir olur, Alalu hemen yenilip kaçar ve yeni kral Anu, yer altına sürer onu. Kumarbi Anu’ya karşı savaş açınca, Anu da uzun uzun dayanamaz, kaçar ama bu kez göğe uçmaya yeltenirken, düşmanı onu yakalar ve dizini ısırmakla –diz sözcüğünden burada erkeklik uzvu anlaşılır herhalde- atmığını içine alır. Buraya dek savaş diye bir olgu canlandırılmış değildir, daha sonra metnin çok bozuk olduğu yerlerde Hava-tanrının Kumarbi’yi alt etmek için bir takım savaş hazırlıkları yaptığı, kutsal boğaları bu işe koştuğu sanılabilir. Gene de bu metinde bizim anladığımız biçimiyle savaş betimlenmiş değildir. Savaş Hitit destanında soyut bir kavram olarak kalmaktadır. Bir kralı tahtından atmak için bir girişimde, bir çatışmada bulunulur, savaş denince bu anlaşılıyor herhalde. Kaldı ki kral devirmeye kalkışan iki kuşak tanrının da önce o krala davranışlarıyla kul köle olarak betimlendiği görülür: Anu da, Kumarbi de tahtlarına göz diktikleri Alalu’nun ve Anu’nun daha önce “ayaklarına kapanır ve maşrapaları içmek için ellerine verirlerdi” deniyor. Bu böyle olunca iki düşman arasında savaş değil de daha çok kölenin efendisine karşı ayaklanması söz konusu olabilir bizim anlayışımıza göre. Her ne hal ise, somutlaşmasa bile çatışma bir süreç olarak ortada vardır. Hesiodos’un düzenlediği tanrı-krallığı düzeninde bu süreci benimseyerek, ilke edindiği bellidir. Nedenleriyle ve tüm ayrıntılarıyla betimlemeye giriştiği savaşı, eserinin ana konumu yapmıştır Yunan ozanı. Titanomakhia Theogonia’nın orta direğidir, eserin var oluşu onsuz düşünülemez. Şimdi bir sorun, çözümlemeyi hiç umamayacağımız bir sorun çıkmaktadır karşımıza: Hesiodos bir örneğini Kumarbi destanında gördüğümüz doğulu yazın kaynaklarından nasıl ve ne kadar esinlenmiştir? Bilgi ve belgelerimizin bugünkü durumunda doğrudan ya da dolaylı bir ilinti kurmak olanağı bulunmadığına göre, en doğru ve en sağlıklı inceleme yöntemi iki metni karşılaştırmaktan ileri gidemez. Bunu da yapınca, Kumarbi’nin Theogonia’nın ana efsanesine örnek olduğu apaçık ortaya çıkar. Giderek iskeletidir denebilir, öyle bir taslağı ki oluşum süreci ilke diye benimsenerek üstüne alabildiğine işlenmiştir. Böyle bir oluşuma Yunanın başka hiçbir efsanesinde rastlanmadığına göre savımız da kanıtlanmış olur. Kumarbi efsanesi Hesiodos’a ne yoldan varmış olursa olsun, onu Theogonia’nın kaleme alınmasında esinlemiş, derinden etkilemiştir. Bu olguyu iyice saptamak kaynakların ulaşım araştırmalarına da yararlı olur. Bir elli yıl öncesine değin Hitit metinleri biliniyor muydu, bilinmiyordu, ola ki elli yıla kalmaz Hitit ile Yunanın yapıtları arasındaki ilintiler kesinlikle saptanabilir, açıkça ortaya serilir. Neden olmasın?



    Ullikummi
    Ama bugün bile Kumarbi’den başka kaynaklar var elimizde. Biri, Kumarbi’nin devamı sayılan Ullikummi’dir. İngilizce “The song of Ullikummi”, Fransızca “Le Chant d’Ullikummi” diye adlandırılan bu destan –ezgi diyemeyiz biz- çok uzundur. Kumarbi destanının ikinci yapıtı olmakla birlikte, aslında ondan bağımsızdır ama gökteki krallık temasıyla ilintili sayılabilir. Konu şudur: Kumarbi krallığı ele geçirmiş olan Hava tanrı ( Azra Erhat, hava tanrı deyip duruyor ama esasında Fırtına Tanrıdır) Teşup’u devirip yerine taştan bir azman olan Ullikummi’yi getirmeye çalışır, yani Kumarbi’nin Hava tanrıya kaptırdığı krallığı geri almak için girişimi diye özetlenebilir bütün yapıt. Ayrıntılarına girmeden, hemen diyebiliriz ki Theogonia’da kıyaslamada Ullikummi bir yerde Titanomakhia’nın karşılığı sayılabilir.
    Yapıtın birinci tabletinde Kumarbi’nin söz konusu edileceği belirtilir. Kumarbi bir şeyler düşünmektedir: “Kumarbi düşünceler geçirdi aklından, boncuk taneleri gibi dizdi onları.” Bunun üzerine ayağa kalkar, eline değneğini alır, ayaklarına hızlı yelleri takar ve kenti olan Urkiş’ten yola çıkarak, Serin Batak diye bir yere varır. Orada çok beklenmedik, bizi oldukça şaşırtan bir olay olur: Serin Batak’ta koca bir kaya yatar, kaya üç fersah boyundadır, eni de bir buçuk fersahtır.” Kumarbi’nin düşüncesi atıldı ileriye, yattı kaya ile, akıttı erkekliğini içine, beş kez aldı onu ve on kez aldı onu gene...bundan sonra epey uzun bir boşluk görülür metinde. Kumarbi’nin kenti olan Urkiş, Kuzey Mezopotamya’dadır, Hurrilerin merkezidir. Bir boşluktan sonra Kumarbi’nin denizden bir çağrı aldığını okuyoruz. Önce veziri Mukişanu, sonra elçisi İmpaluri aracılığıyla Deniz ile konuşur, çağrıya uyarak Deniz’in evine gider, şölende yer içer. Bu kez vezirini Sular’a gönderir. Sular Deniz’den ayrı olsa gerek. Kumarbi’nin Deniz’le ilişkilerini nedenini bilginler şöyle açıklamak eğilimini gösteriyorlar: Kumarbi’nin Kaya’dan olan çocuğu doğacaktır, Deniz’le olan karşılaşmada doğacak olan yaratığın denizde büyümesi kararlaştırılır belki. Bundan sonraki fragment çok kırık döküktür ama burada Kumarbi’nin çocuğunun doğumu anlatılmaktadır herhalde. Çocuk doğduktan sonra şöyle deniyor: “Kadınlar yardım ettiler doğmasına, Gulşeş ile Mah tanrıçalar aldılar çocuğu, verdiler onu Kumarbi’nin dizlerine. Kumarbi oğluna sevindi, bağrına bastı, başladı okşamaya, uğurlu bir ad vereceğim” dedi. Sonra düşünür: “Ne ad takayım bu çocuğa, bir ok gövdeden fışkıran bu çocuğa? Varsın Ullikummi olsun adı! Varsın gitsin göğe dek ve alsın krallığı. Yok etsin Kummiya’yı, görkemli kenti, alt etsin Hava-tanrıyı.” Bu sözlerden sonra Kumarbi kendi kendine konuşmaya başlar, oğlunu kime emanet edeceğini ve asıl Güneş-tanrı ile Ay-tanrıdan nasıl saklayacağını kurar: “Sakın Güneş-tanrı ile Ay-tanrı görmesinler onu! Hava-tanrı, Kummiya’nın güçlü kralı görmesin ve öldürmesin onu sakın! İştar, Ninive’nin kraliçesi görmesin onu ve kırmasın bir kamış gibi.” Kumarbi bundan sonra İmpaluri’yi çağırır ve o da yelleri sandal gibi ayağına geçirdikten sonra Kumarbi onu İrşirra tanrılara gönderir, herhalde İrşirra’ları, çocuğunu onlara emanet etmek için seçmektedir.
    Yukarda doğuma yardım eden kadınlar ebe tanrıçalar olsa gerek. Bunların Gulşeş ile Mah diye adları Hititçedir; Güterbock’a göre Hurrice adları Hudenna ve Hudellura’dır. Kendisi çeviride bu tanrıçaları “Fate Godesses” (kader tanrıçaları) ve “Mother Godesses” (ana tanrıçalar) diye tanımlamaktadır. Doğan çocuk Kumarbi’nin dizlerine verilir, tanrı tıpkı bir insan gibi baba olduğuna sevinir ve çocuğuna bir ad koymaya girişir. Bir ara düşünür, sonra koyduğu Ullikummi adının ard anlamlı olduğu anlaşılır. Çocuk Hava-tanrının yok edilmesi amacıyla üretilmiştir, Kummiya ise Hava-tanrının kutsal kentidir. Ullikummi acaba Kummiya’yı yok edecek anlamına mı gelir? Kumarbi’nin dile getirdiği dilekler bu olumsuz yoldadır çünkü. – Burada bir özellik dikkatimizi çekmektedir: Kumarbi kendi kendisiyle konuşmaktadır; destan üslubunun ikili konuşmaları anlatım boyunca vardır ama iki kez Kumarbi’nin içinden geçen düşünceleri kendi kendine getirdiği vurgulanmakta, tıpkı Homeros destanlarında – özellikle en dramatik sahnelerde – olduğu gibi burada da “iç tartışma” (monologue interieur) denilen anlatı biçimine rastlamaktayız. Kumarbi için çok önemli bir andır bu: oğlunun doğumu, adının gerçekleştireceği göreve göre takılması ve başına bela gelmesin diye korunması. Kumarbi’nin bir kaygısı çocuğunun bazı tanrılara görünmesidir. Elimizdeki parçadan Ullikummi’nin nerede doğduğunu anlamalıyız ama önceki fragmentlerden biliyoruz ki çocuğun denizde ya da sularda doğması için tedbir alınmıştır. Bu kez de Ullikummi’yi emanet alacak ve kara toprağa götürecek biri aranmaktadır. Çağrı elçi İmpaluri aracılığıyla İrşirra tanrılara ulaştırılıyor. İrşirra tanrıların bir çeşit kader tanrıçaları ya da yardımcı periler olduğu metnin kendisinden ve daha sonraki parçada Enlil’in onları tanımlamasından anlaşılıyor. İrşirra’ların çocuğu Kumarbi’nin kucağından alıp “bir giysi gibi göğüslerine bastıkları” söyleniyor. Çocuk kundaktadır besbelli. Bu imge bana Xanthos’ta Harpya’lar Anıtındaki kabartmayı anımsatıyor. Orada da Harpya’lar ölü ruhları kundakta birer bebek gibi göğüslerine basmış olarak yeraltına taşır gösterilirler. İrşirra denilen tanrıçalar bir çeşit Harpya olmasın? Dikkat edilirse, tıpkı Homeros destanlarında olduğu gibi, haber göndermek için bir ulak kullanılmakta ve tanrıların özel ulağı Hermes gibi İmpaluri de ayağına yellerden sandallar bağlamaktadır. Hermes’in sandallarındaki kanatlar da herhalde yeli simgeler, tanrı da Olympos’tan yeryüzüne ya da başka yerlere uçar gösterilir (bkz. Odysseia, V, 43 vd.). – Ullikummi’nin Hava-tanrı’dan saklanması doğaldır, Güneş-tanrı ile Ay-tanrıya görünmemesine çalışması, her şeyi gören bu tanrıların gidip de Hava-tanrıya haber vermelerini önlemek içindir. Nitekim sonunda Kumarbi’nin korktuğu olur. Taşmişu, Teşup’un kardeşidir, Hava-tanrı da Teşup’un başka bir adı olduğuna göre, burada sözü geçen bütün tanrılar gök tanrıları ve birbirleriyle akrabadır; daha sonra da adı geçecek olan Hepat, Teşup’un eşi, İştar ise kız kardeşidir. Babil-Akad pantheonunun birçok önemli tanrıları kaynağı Hurri olan bu Hitit destanında işlev görmektedir demek.
    Ama biz metni özetlemeye devam edelim: İrşirra’lar çocuğu alıp Enlil’e götürürler: “Aldılar onu ve koydular Enelil’in dizleri üstüne, Tanrı gözlerini kaldırdı ve gördü ki bir çocuk duruyor tanrısal varlığı önünde. Gövdesi diorit taşındandı.” Enlil sorar: “Kim bu? Kadre tanrıçaları mı yetiştirdi bunu gerçekten? O mu görecek büyük tanrıların yaman savaşlarını? Bu belayı saran Kumarbi’den başkası değil. Hava-tanrı’yı yetiştirdiği gibi şimdi de bu taşı yetiştiriyor ona hasım diye.” İrşirralar bu kez taşı Upelluri’nin sağ omuzuna yerleştirirler ve Kumarbi’nin öngördüğü olur: “Taş büyüdü, güçlü sular büyüttü onu: bir günde bir arış boy attı, bir ayda bir dönüm boy attı. On beşinci gün geldi, taş büyümüştü. Denizin üstünde duruyordu, dizleri ok gibi, duruyordu taş suların üstünde direk gibi, deniz belini sarıyordu peştamal gibi. Bir kule gibi yükseliyordu taş, gök tapınaklarına ve Kunturra’lara erişiyordu.” Derken Güneş-tanrı bu azmanı görür, şaşar ve hemen Hava-tanrıya haber vermeye gider. Olacakları sezer gibidir: “Yaman bir çatışma olacak, yaman bir savaş, göklerin altını üstüne getirecek, toprakları aç susuz bıralacak.” Metinde bunun üzerine Teşup Güneş-tanrıyı oturup yemek yemeye çağırır, Güneş-tanrı nazlanır her nedense, sonra yiyip içtikten sonra göğe döner. İki kardeş Teşup ve Taşmişu denizdeki azmanı görmeye karar verirler. Kız kardeşleri İştar da katılır onlara, üçü birden Hazzi dağına çıkarlar. Hazzi Kuzey Syria’da bir dağdır. Klasik coğrafyada adı Mons Cassius diye geçermiş.
    Gördükleri manzara korkunçtur. Hava-tanrı göz yaşları dökerek şöyle seslenir: “Bundan böyle kim dayanacak bunun zorbalığına, bundan böyle kim açacak buna savaşı, kim dayanacak bunun dehşetine?” İştar da eline galgaturi denen bir çalgıyı alıp yakınmaya koyulur. Sonra da savaş hazırlıklarına başlar tanrılar. Burada metinler epey bozuktur, öyle ki Titanomakhia ile karşılaştırabileceğimiz bu savaş sahnesi üstüne pek az bilgi edinebiliyoruz. Kutsal boğaların, savaş arabalarının getirildiği söylenir ama savaşın kendisi canlandırılmadan, Hava-tanrının yenilgiye uğradığı anlaşılır. Ullikummi boy atmaya devam etmektedir: “Gökleri ve toprağı titretti, (bir kule gibi) büyüdü ve Kunturra’ya vardı. Diorit taşının yüksekliği dokuz bin fersahtı, dokuz bin fersaha varıyordu boyu, Kummiya kentinin önünde yükseliyordu...” sonra ne olursa olur ama neticede Ullikummi’nin yenildiği anlaşılır. Hava-tanrının yenilgisi diye tanımlanacak bir parçadan sonra “Tanrıların toplantısı” diyebileceğimiz bir sahneden kırık dökük bölümlerle karşılaşırız. Ea ile Enlil tanrıların adları geçer ve işin bizce daha ilginç yönü, insanlığı yok etmek diye bir konu çıkar ortaya. Şu sözleri söyleyen Ea mıdır: “Niçin yok edecek mişiniz (insanlığı?). insanlar kurban kesmiyorlar mı tanrılara? İnsanları yok ederseniz, kimse kalmaz tanrılara adak adayacak, hiç kimse kurban ekmeyi sunmaz onlara ve de saçmaz sunuları!” bu kez Upelluri de işe karışır ve anlaşılır ki omzundaki yükü atmış, Ullikummi’nin gücünü kırmıştır. Azmana karşı yeniden savaşa çağırır tanrıları, onlar da yüreklenirler, savaşa katılırlar ve savaş Ullikummi’nin yenilgisiyle biter. “Ea Taşmişu’ya yeniden seslendi: Önce onu, diorit taşını yendim. Gidin ve onunla savaşın yeniden: ok gibi durmasın artık.” Taşmişu da sevinir, hep birden saldırırlar, Ullikummi son bir kez meydan okur: “Göklerde krallığı ele geçireceğim, yok edeceğim Kummiya’yı Kunturra’yı alacağım, kovacağım tanrıları göklerden...” ama istemini yürürlüğe koyamadan elimizdeki metin sona ere. Ullikummi herhalde yenilmiştir ve onunla birlikte Kumarbi’nin gök tanrılarına karşı kurduğu plan suya düşmüştür.
    Bu metni özüyle, bizim için tümüyle anlamak kolay değildir. Kırık parçalardan meydana geldiği, öykünün en can alıcı yerlerinde boşluklar bulunduğu bir yana, tamam olarak yazıya dökülmüş bölümlerinde bile kesin anlama varmak güçtür. Çünkü biçiminde de bir sorunla karşılaşırız: metin düz yazı ile yazılmıştır, oysa içeriği de üslubu da şiirdir. Güterbock bu çelişkiyi vurgulamakla birlikte, sunduğu çeviride metni dize dize ayırmaktadır. Gerçekten de edinilen izlenim Ullikummi destanının başı ve sonu olan bir bütün meydana getirdiğidir. Kurgusu üç ana bölüme göre ayrılabilir: birincisi Ullikummi’nin üretilmesi ve doğumu, ikincisi doğduktan sonra başkalarının gözünde canlanması, özel nitelikleriyle betimlenmesi ve duruma karşı uyanan tepkiler, üçüncüsü Ullikummi ile öbür tanrılar arasındaki savaş ve bu savaşın sonuçları. Batılı yazın mantığına göre ayırmaya çalıştığımız bu üç ana bölüm ne boyutta, ne içerikte birbirine denk düşüyor, bunun nedeni ise yalnız metin bozukluğu olmasa gerek. Ama biz, metni bir dereceye kadar kavramak istiyorsak, incelememizi böyle bir plana göre yürütmek zorundayız.
    Ullikummi’nin asıl konumu Kumarbi’nin Hava-tanrıdan öç almasıdır. Bilindiği gibi, Hava-tanrıyı Kumarbi doğal bir yöntemle değilse de, kendi üretmiş ve tahtını bu oğluna kaptırmıştır. Bu kez “kötü bir varlık” yaratarak Hava-tanrıya karşı bir hasım meydana getirmeyi kurar. Kumarbi bu planı önce bir tasarlar, sonra eyleme geçip bir kaya ile birleşir. Kayanın yeri ve nitelikleri ayrıntılarıyla belirtildiği gibi, birleşmenin kaç kez yinelendiği de belirtilir. Metin burada kesilir ama Kumarbi erkekliğini kayanın içine akıttığına göre, kayanın gebe kaldığı ve bir döl vereceği belli edilmektedir. Tıpkı Kumarbi efsanesinde olduğu gibi, burada da doğa dışı bir efsaneyle karşılaşıyoruz destanın ta başında. Hesiodos destanı ile kıyaslamada Theogonia’da olağanüstü varlıkların söz konusu olduğuna dikkati çekeriz: yüz kollu, elli başlı devler, tepegözler ve daha başka birçok yaratıklar doğada rastlanmayan azmanlardır, ne var ki doğa dışı üretim konusunda tek bir yönteme yer verildiği –parthenogenesis- bunun da ancak yaratılışın ta başında Khaos ya da Nyx gibi ilksel öğeler söz konusu olunca uygulandığı görülür. Ullikummi’de kaya ile yatma edimi ancak üretilecek varlığın doğadışı olması istemiyle açımlanabilir. Hava-tanrıyı alt edebilecek varlık eşi görülmedik bir azman, canavar olmalı, doğurucu da bu amaca göre seçilmeli; nitekim durmadan büyüyen diorit taşından Ullikummi anasına özgü nitelikleri daha da abartılmış olarak taşımaktadır.
    Doğum öncelerini anlatan bölümler çok eksiktir. Doğumun kendisi de şaşırtıcı: bir gece yarısı atmosferinde taş ya da kaya birdenbire bir çocuk ortaya çıkartmaktadır, dişi tanrıçalar bu doğuma yardımcı olmakta, gün ışığına çıkan çocuk ise tıpkı bir insan bebeği gibi babasının kucağına verilmekte. Kumarbi sevinir, oğlunu sever, okşar, ona ne ad takacağını düşünmeye koyulur. Aile saadeti içinde yüzüyor gibiyiz. Kumarbi’nin oğluna ad koyarken dile getirdiği dilekler epey olumsuz da görünse, kucakta pişpiş edilen bu kundaktaki bebekten ilerde yeri göğü titretecek korkunç bir taş direk yetişeceğine olasılık veremeyiz. Bu böyle süregider: Kumarbi oğlunu emanet edecek birini arar – anasız bir çocuğa bir dadı arıyor gibidir – onu saklıca Kara Toprağa götürmek söz konusudur. Güneş, Ay ya da İştar tanrıçalarının çocuğu görmemeleri gerekmektedir. Bir kamış gibi kırmamaları için. Bu kamış sözcüğünden fazla bir anlam çıkaramayız ama bundan sonraki olgular da hep insan/tanrı çerçeveleri içinde kalır. Kumarbi’nin ulağı İmpaluri, İrşirra tanrılar kimse, onları çağırır; bunların kolları, göğüsleri vardır, bebeği emanet alıp giderler. Ancak Kumarbi’nin onlara buyrukları bir tuhaftır; çocuğun geleceği üstüne kuşkular uyandırır okurda: çocuk Upelluri’nin omuzlarına bir ok gibi konmalıdır, bu ok bir günde bir arış boy atacak, bir ayda bir dönüm boy atacaktır deniyor Upelluri’ye gelince, Theogonia’nın Atlas’ı gibi göğü omuzlarında taşıyan bir varlık olduğunu sonradan öğreniyoruz. Ama çocuğun gerçek kimliği ancak tanrı Enlil’e göründüğü zaman açıklanır: Ullikummi, gövdesi diorit taşından bir azmandır, Hava-tanrıya hasım yetiştirilen bir bela, bir afet. Derken Kumarbi’nin öngördüğü ve diledikleri hemen gerçekleşir: taş denizin suları içinde büyüdükçe büyür. Akıllara durgunluk verecek bir görüntü ama unutulamayacak canlılıkta çarpıcı bir imge. Ullikummi bütün gerçekliği ile dikilir gözlerimizin önüne. Güneşin, Ayın ve onu görmemeleri gereken tüm tanrıların onu gördüklerine hiç şaşmayız.buraya kadar Ullikummi’nin ana karnına düşüşü, dünyaya gelişi ve yetişip kimliğine kavuşması betimlenmiş, anlatılmıştır. Bundan sonra onun tanrılar arsında yarattığı telaşa geçilir.
    Ama burada bir duraklama yapalım ve izlenimlerimizi saptamaya çalışalım: kayadan doğma, boyu uzadıkça uzayan bir dev, suların içinde göklere dikilen bir azman...bu imgeler gözümüzde canlandıkça sanki analarımızdan, ninelerimizden çocukluğumuzda duyduğumuz masallar bize anlatılıyor gibidir. Bunlar mythos kahramanları değil sanki, mitolojiden değil de masaldan çıkmalar. Doğunun binbir gece masallarında, batının Cermen kökenli sagalarında rastlıyoruz bu gibi tiplere. Ama bunlar doğrudan halkın imgeleminden fışkırma gözükür bize. Mitolojiyle, daha doğrusu Yunan mitolojisi gibi bir efsaneler bütününden çıkma kişilerle ilintili değil. Çünkü Yunan’da da devler, azmanlar vardır ama bunlar dinsel bir görevi bulunan bir tapım bütününün içinde belli amaçlarla canlandırılan tiplerdir. Kaynakları da dinsel çevrelerdir herhalde, ozanlar bunları alır, kendi görüş ve anlayışlarına göre süslerler, tıpkı Theogonia’da yapıldığı gibi, ama simgesel varlıklarını yitirmezler. Oysa bir Ullikummi’nin simgesel varlığı nedir? Bizce pek belli olmuyor. Bu konuda Hitit-Hurri mitolojisini inceleyen bilginler ne denli görüşler ileri sürdüler bilmiyoruz ama özellikle bu Ullikummi destanında doğrudan halk imgeleminden gelme ve sürekliliği bu yüzden uluslar arası bir nitelik taşıyan temalar, motifler görüyoruz biz. İncelemeye değer konulardır bunlar.
    Ullikummi’nin doğumunu Zeus’un Girit mağarasında gizlice dünyaya gelmesi ile kıyaslamak doğru olur mu, olmaz mı? Benzer noktalar yok değil: önce bu taş konumu. Kronos son dölü yerine bir taş yutmaktadır, taş motifi ise bildiğim kadarınca başka hiçbir Yunan mithosunda görülmez. Yutma motifi gerçi Kumarbi’de yalnız Anu’nun erkekliği ile ilintili olarak yer alır, ne var ki taş ile yutma başka başka anlarda, başka başka bağlantılarla karşımıza çıkıyorsa da, bu konuda Hitit ile Yunan efsaneleri arasında yadsınmaz bir ilişki saptanabilir. Ullikummi Tıpkı Zeus gibi öç alma amacıyla meydana getirilir. Öç almanın aksamadan gerçekleşmesi için de saklılık ilkesine önem verilir. İki efsanenin tek tük ayrıntılarında da benzerlikler göze çarpmaktadır: Ullikummi’nin doğumunda ebelik eden tanrıçalar, theogonianın kendisinde değilse de Zeus’un dünyaya gelişi ile ilgili başka efsanelerde sözü geçen dağ ve orman perilerini anımsatabilir: mağarada gözünü açmış tanrı bebeğini keçi sütü ile besleyen Amaltheia böyle bir peridir. Zeus’un doğduğu duyulmasın diye kalkanlarını yere vurarak gürültülü oyunlar oynayan Kuret cinleri aynı sahnenin kişileridir. Koşutluk burada efsanelere özgü genel benzerliklerle açımlanamaz. Bağımlılık daha öteye gider, daha derinden, kaynaktan bir etkileşme sezilir bu iki efsane arasında.
    Ullikummi’ye karşı tanrılar arasında uyanan tepki Hitit destanında çok büyük bir yer tutmaktadır. Önce Sümer-Akad pantheonunun en büyük tanrısı Enlil karşımıza çıkıp Ullikummi’nin yaratılmasıyla ne hedef güdüldüğünü açığa vurmakta, sonra araya Güneş-tanrının gidiş gelişleri uzun uzun anlatılmakta, daha sonra da birçok başka tanrılar işe karışıp Ullikummi’nin varlığından duydukları korkuyu dile getirmektedirler. Bu olumsuz tepkiye öylesine çok tanrı öyle derin bir duyarlıkta katılmaktadırlar ki, bütün tanrılar dünyası etkilenip ayaklanmış gibidir. Theogonia’da ne titanlar savaşından önce ne de sonra Olympos tanrılarının eyleme karıştıkları görülmez, gerçi hepsinin “azgın bir cenk havası estirdikleri” belirtilir ama aslında edilgen kalırlar. Çatışmada yalnız Zeus’un yüz kollu devlerin yardımıyla devindiğine tanık olunur. Adlarıyla sanlarıyla yokturlar Hesiodos’un destanında, oysa Ullikummi tanrıların her birini ayrı ayrı canlandırarak olayı daha geniş boyutlu bir destan arasına sokmakta, tutarlı, etkili ve gerçekçi bir anlatımla oluşturmaktadır. Kimi tanrıların tüm kişilikleri ile canlandırılmalarına olanak sağlanıyor: örneğin aşk tanrıçası İştar -metni çok bozuk olan bir parçada- ne sevimli bir davranışla kardeşi Hava-tanrının başına gelenlere yakınır. Durmadan büyüyen dev karşısında tanrılar birbirine soy bağları ile bağlanmış, kardeş olmuşlardır. Teşup, Taşmişu, İştar ve Hepat başka fırsatlarda da bu kadar yakın mıdırlar birbirlerine? Bilmiyoruz ama buradaki aile havası, insanlara onca benzeyen Olympos tanrıları arasında görülmez. Günleri dırdır ve kavga içinde geçen Yunan tanrılarına karşın Hitit’in bu göksel varlıkları daha tarih öncesi çağlardan bu yana Anadolu’nun onurlu dayanışmasını mı simgeliyor yoksa?
    Çeviride “Savaş Hazırlıkları”, “Tanrıların Savaşı”, “Tanrıların Toplantısı” başlıklarıyla tanımlanan bölümler ne yazık ki metin saptaması bakımından güvenilmez parçalardır. Eldeki satırlardan çıkan izlenim şu: Theogonia’nın Titanomakhia bölümündeki devinim yoktur burada. Buna karşılık gene destana özgü bol konuşmalar ve gevşek bir hava var; kadınlar karışıyor bu savaşa, Hepat heyecanından damdan düşecek gibi oluyor, kadınları zor tutuyorlar onu. Savaşın kahramanı Teşup, savaşı seyretmek için olacak, hangi dağın tepesine oturacağını şaşırıyor. Bir sürü tanrı karışıyor bu işe. Her kafadan bir ses çıkar gibidir. Boyuna yükselen diorit taşı karşısında kimse ne yapacağını bilemiyor. Omuzuna Ullikummi’nin ok gibi oturtulduğu Uperluri bilgisizlik ve şaşkınlık içindedir. Bu arada Prometheus efsanesini andırdığı için buraya “Tanrılar Toplantısı” başlığıyla nitelenen parçada Kumarbi Zeus rolünde, insanları yok etmek istemiyle suçlandırılmakta; bu arada önemli iki motif çıkıyor karşımıza: Gökle yerin bir bıçakla ayrılması –ki Uranos ile Gaia arasındaki kavga ve Gaia’nın yaptığı bir çelik tırpanla Uranos’un erkekliğinin kesilmesi- evrenin yaratılışında yerle gökün ayrılmasını simgeler deniyor, ikincisi de kuşaklar ardışımını dile getiren “eski tanrılar” deyimi. Sonra ne oluyorsa oluyor Ullikummi ve onunla birlikte tanrılara tuzak kuran Kumarbi de yeniliyor besbelli. Elimizdeki metin bir yandan yeni kuşak tanrılarının sevinç çığlıkları, öte yandan Ullikummi’nin son bir kez meydan okuması ile sona ermektedir. Sanırım ki bütün parçadan çıkan karışıklık ve gevşeklik havası yalnız metnin bozukluğuna verilemez. Hitit destanının özünde vardır. Ullikummi besbelli theogonia gibi kurgusu bir elden çıkmış, kesin bir tutarlılık yöntemiyle kurulmuş bir sanat eseri değildir. Ama bu görüşe bir değer yargısı katmak yanlış olur. Her iki destan da nasılsa öyledir. Yaratılış ya da yazılış tarihleri arasında en azından bir altı yüzyıllık ayrım bulunduğuna göre, Hitit’in Yunan’a kaynak olduğu su götürmez bir olgu sayılabilir.
İşlem Yapılıyor
X