Türkiye’de 1960’lar ve Sonrasındaki Bilim ve Teknoloji Politikası Tasarımları

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Türkiye’de 1960’lar ve Sonrasındaki Bilim ve Teknoloji Politikası Tasarımları

    Türkiye’de
    1960’lar ve Sonrasındaki
    Bilim ve Teknoloji Politikası Tasarımları
    Niçin Tam Uygulayamadık?


    1960’lı Yıllar
    Bilim ve Teknoloji Politikası için İlk Formülâsyon Arayışları ve OECD Pilot Takımlar Projesi



    Türkiye'de bilim ve teknoloji alanında belirli bir politika izleme arayışı ve ilk politika formülâsyonları Plânlı Dönem'le birlikte başlamıştır. Bilimsel faaliyetin yönlendirilmesinde rol alacak ilk kurum (TÜBİTAK), yine aynı dönemin (1963) ürünüdür. TÜBİTAK'ın kurulmasını sağlayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı'ndaki (1963-67) ilke, izlenecek politikanın ana hatlarını da belirlemektedir:
    "Tabii bilimlerde temel ve uygulamalı araştırmaları [altı tarafımızdan çizildi] teşkilâtlandırmak, bunlar arasında işbirliğini sağlamak ve araştırma yapmayı teşvik etmek üzere bir Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu kurulacaktır. Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu, araştırmaların plân hedeflerini gerçekleştirecek alanlara yönelmesinde ve buna göre öncelik almasında yardımcı olacaktır." [Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı, 1963-67]
    Burada söz konusu olan bir bilim politikasıdır ve bu, daha açık bir deyişle, ‘tabii bilimlerde temel ve uygulamalı araştırmalar’a ilişkin bir politikadır.
    Aslında, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı'nın hazırlık çalışmaları sırasında ve bu Plân’ın uygulandığı 1963-67 döneminde, ‘teknoloji’ meselesi gündeme hiç getirilmemiş değildir. O dönemde, OECD Bilimsel Araştırma Komitesi’nin himayesinde, Türkiye’nin de katıldığı bir proje yürütülmektedir: Pilot Takımlar Projesi (‘The Pilot Teams’ Project on Science and Economic Development’) adını taşıyan bu proje 1962’de başlamıştır. Projenin amacı şudur:
    “Uygun bir ekonomik büyüme hızına erişilmesini teşvik etmeye ve sürdürmeye yönelik plân ve politikalar çerçevesinde, bilimsel araştırma ve teknolojinin [atç], [gelişmekte olan ülkelerin] ulusal düzeydeki, üretim ve sosyal refah problemleriyle, en iyi biçimde nasıl ilişkilendirilebileceğinin incelenmesi...” [OECD, DAS/SPR/66.1]
    Projenin yürürlüğe konma gerekçesi, bu amaca daha da açıklık kazandırıyor; gerekçe şöyle:
    “Proje, OECD’nin Bilimsel Araştırma Komitesi ve Bilim İşleri Direktörlüğü’nün [Directorate for Scientific Affairs], ‘bilimsel faaliyetlerin ekonomik büyümede önemli bir faktör olduğu; bu nedenle, bu faaliyetlerin, ekonomik ve toplumsal hayatın diğer alanlarında olduğu gibi, ulusal düzeydeki bilinçli bir politikanın konusu olması gerektiği’ fikrini geliştirmek ve yaymak üzere gösterdiği yoğun çabanın bir parçası olarak yürürlüğe konmuştur.” [OECD, DAS/SPR/66.1]
    Proje, yedi ülkede oluşturulan çalışma grupları (Pilot Teams) eliyle yürütülmüştür. Projeye ilk katılan 1962 Aralık ayında Yunanistan’dır. Kısa bir süre sonra İtalya’da benzer bir takım oluşmuştur. 1963 yılında, Türkiye, İspanya ve İrlanda’nın katılımıyla proje genişletilmiş; bu ülkelerin takımları 1964 başlarında çalışmaya başlamışlardır. Projeye, 1965’te Portekiz, 1966’da Yugoslavya katılmıştır. Proje çerçevesinde hazırlanan, ülkeler bazındaki sonuç raporları, 1966’da ilgili Hükûmetlere sunulmuştur. [OECD, DAS/SPR/66.1]
    Türkiye ile ilgili Rapor 1967’de [OECD/DAS/SPR/67.8] yayımlanmıştır. Bu raporda, önce,
     Bilim ve toplum ilişkisi / bilim ve ekonomi ilişkisi,
     Bilim politikasından az gelişmiş ülkelerde alınabilecek sonuçlar,
     Kalkınmanın plânlanması ve bilim politikası,
     Bir bilim politikası ortaya koyabilmenin ve bunu sürekli geliştirebilmenin mekanizmaları (altyapısı) ve gerekli unsurları,
     Türkiye’nin ekonomik kalkınmada ve bilim politikasındaki kısıtları
    gibi konular ele alınarak, bilim politikası formülâsyonu için genel bir çerçeve çizilmiştir. Bunun ardından, Türk ekonomisinin tarihsel gelişimi ve genel yapısı ile belirli sektörlerine ilişkin analizlerden hareketle, Türkiye’nin, ekonomik kalkınma ve toplumsal refah için hedeflerinin ne olması ve nasıl bir strateji izlemesi gerektiği ortaya konmuş; sonuçta, öngörülen ekonomik ve toplumsal hedeflere erişilmesine yardımcı olacak bir bilim politikası ortaya konmuştur.
    Bu bilim politikasının tarım, enerji ve belli sanayi sektörlerinde (tekstil, metalurji, kimya, makina imalât, elektrik makinaları, tarım makinaları ve elektronik sanayileri) üretimin geliştirilebilmesi için, Türkiye’nin yönelmesi gereken sınaî araştırma ve geliştirme konularını; bu yönelim için alınması gereken önlemlerle, yapılması gereken kurumsal düzenlemeleri de kapsayacak bir genişlikte ortaya konduğu görülmektedir. Kısacası, günümüzün terminolojisiyle söylemek gerekirse, yalnızca bilimsel araştırmalarda yetkinleşilmesi değil, Türkiye’nin kalkınma hedefleri doğrultusunda, bilimin ekonomik ve toplumsal bir faydaya dönüştürülebilmesi de, bu formülâsyonun ana motifini oluşturmuştur. Bu açıdan, bu formülâsyonun, ‘bilim, teknoloji, üretim ve kalkınma’ arasında, sistemik bir ilişki bulunduğu ve öngörülen üretim hedeflerini gerçekleştirebilmek için, araştırma faaliyetlerinin de plânlanabilir bir değişken olarak ele alınabileceği kabûlüne dayandığı söylenebilir.
    Projeyi hazırlayan Türk Takımı’nda “o sıralarda DPT’den istifa etmiş ilk plancılar, Dr. Attila Karaosmanoğlu, Dr. Necat Erder, Dr. A. Sönmez, Dr. Demir (Yorgi) Demirgil, Refet Erim, Cevdet Kösemen, Selçuk Özgediz ve Dr. Ergun Türkcan da bulunuyordu. Projenin başı da o zaman ODTÜ’de bulunan Prof. Erdal İnönü idi.” [Türkcan, E., 1996.]
    Özellikle, Dr. Attila Karaosmanoğlu’nun, bu projeye önemli ölçüde katkıda bulunduğu; o dönemde, ayrıca, “Hızlı Bir Kalkınmaya Bilim ve Teknolojinin Katkısı” başlığını taşıyan bir çalışma yaptığı da biliniyor. [Karaosmanoğlu, A., ....] Ancak, ne sözü edilen projedeki, bilim, teknoloji, üretim ve kalkınma meselesini sistemik bir bütünlük içinde ele alan yaklaşım ne de Sayın Karaosmanoğlu’nun aynı doğrultudaki görüşleri Plân dokümanlarına yansımıştır. Her ne kadar, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı'nın [1968-72] son yıllarına ait Yıllık Program'larda ve Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Plânı'nda [1973-77]) teknolojik gelişme ve teknoloji transferi konularına da değinilmiş ve hâttâ Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Plânı'nda (1979-83) ilk kez, "teknoloji politikaları"ndan söz edilmiş, "teknoloji politikalarının sanayi, istihdam ve yatırım politikalarıyla birlikte bir bütün olarak ele alınması ve belli sektörlerin kendi teknolojilerini üretecek biçimde geliştirilmesi" öngörülmüş ise de, bunlar hep kâğıt üzerinde kalmıştır. Tasarıdan uygulamaya geçilememesinin nedenini Prof. Dr. Ergun Türkcan şöyle açıklıyor:
    “... bizim sanayimiz henüz araştırma talep edecek düzeyde değildi, henüz yeni kuruluyordu ve bunun teknolojisi dışarıdan alınıyordu. Daha mevcut malların nasıl üretileceğini öğrenmekle meşgulken, sanayinin en son amacı olan teknoloji üretmek, Türk sanayisi için çok uzaklardaydı. Ama biz ütopik düşünüyorduk ve Türkiye’nin bir sıçrama yapmasını istiyorduk. Bu konuda esas kuramsal modelleri de Attila Karaosmanoğlu kuruyordu. ‘Kalkınmada sıçrama’ diye, çok önemli bir kuramı da vardı, ama teoriler başka uygulamalar başkaydı.” [Türkcan, E., 1998.]
    Bu açıklama, TÜBİTAK’ın bilim politikası çalışmaları için hazırlayıp ‘1970 yılı Türkiye’ye Teknik Yardım Programı’ çerçevesinde OECD’ye sunduğu araştırma proje teklifleri konusunda görüşlerine baş vurulan Charles Cooper’ın, Türkçe’ye çevirisi ‘GİZLİ’ kaydını taşıyan danışmanlık raporundaki şu tespitle örtüşmektedir:
    “..... Türkiye, ekonomisinin ananevi sektörlerinde, teknolojik durgunluğa doğuştan temayülü olan ve bilimsel faaliyetler için ekonomik ve sosyal taleplerin hakikaten çok zayıf olduğu, teknolojik değişmesi ithal edilen teknolojiye dayanan bir ülkedir. Esasen bilimsel faaliyetler ‘gayesi sadece öğrenme olan bir araştırma’ şeklinde olmakta ve Türk toplumundaki rolleri oldukça kısıtlı bulunmaktadır.” [Cooper, C., 1971]
    Ama Cooper, bu tespitinden sonra, hiç olmazsa şunu eklemeyi gerekli görür:
    “..... [bu tespit] şimdilik sadece Türkiye’de bilimin yapısının ve rolünün müsbet bir teşhisi ile ilgilidir. Bu hiçbir anlamda kaide teşkil etmez ve bilimin Türkiye’de nasıl gelişmesi gerektiğini, ya da herhangi bir kaçınılmazlık durumunu ifade etmez. Bu sadece Türkiye’de bilimin nasıl geliştiği hakkında bir hipotezden ibarettir. Bilimin burada nasıl geliştiği kanımca çok önemlidir. Çünkü bir kimse böyle bir bilgiye sahip olmadan ne yapılması gerektiği hakkında tekliflerde bulunamaz. Ümit ediyorum ki, pratik meselelerin tartışması için yapılan bu soyut giriş yanlış olmayacaktır.” [Cooper, C., 1971]
    Türkiye’de bilimin [ve teknolojinin] bu durumu “herhangi bir kaçınılmazlık durumunu ifade etmez” diyen Cooper’ın moral desteğiyle bu kez de 1980’lere göz atılacak ve içinde bulunulan durumu ‘kaçınılmaz’ addetmeyen ve buna bir çare arayanlara 1980’li yıllarda da rastlanacaktır. Ancak, o noktaya geçmeden önce, 1960'lı ve 1970'li yıllarda, bilim ve teknoloji alanında izlenen ana politikayı özetlemek gerekirse; bu politika, doğa bilimlerinde temel ve uygulamalı araştırmaların, ekonomik ve toplumsal fayda yaratmaya yönelik herhangi bir ulusal öncelik gözetilmeksizin desteklenmesi olmuştur, denebilir.


    1980’li Yıllar
    Türk Bilim Politikası: 1983-2003

    1980'li yılların başında, dönemin TÜBİTAK ve TAEK’ten sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. M. Nimet Özdaş’ın eşgüdümünde, DPT ve TÜBİTAK’ın yakın işbirliği ve 300 kadar bilim adamı ve uzmanın katılımıyla hazırlanan Türk Bilim Politikası: 1983-2003 dokümanıyla, son derece ayrıntılı bir bilim ve teknoloji politikası tasarımı ortaya konmuştur.
    Türk Bilim Politikası 1983-2003, Devlet Bakanı Prof. Dr. M. Nimet Özdaş’ın imzasını taşıyan, 27.10.1983 tarihli bir yazı ile dönemin başbakanına sunulmuştur. Bu yazıda belirtildiğine göre,
    “Bu çalışma ile ülkemizde ilk defa .....,
    1. Uluslararası normlara uygun olarak Türkiye’nin araştırma ve geliştirmedeki kapasitesi, insan gücü ve harcamaları tespit edilmiş,
    2. Bilimsel alanda uzun vadeli hedeflerimiz belirlenmiş,
    3. Ekonomik ve sosyal kalkınma hedeflerimize bağlı olarak bilim ve araştırma alanlarındaki önceliklerimiz ortaya konmuş,
    4. Bilimsel alandaki hedeflerimize ulaşmak ve aynı zamanda mevcut sistemimizin etkinliğini sağlamak üzere bir Kanun Hükmünde Kararname ile Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu teşkil edilmiş ve Bilim Politikamızın uygulanması için gerekli mekanizmalar oluşturulmuştur.”
    Gerçekten de, bu politika ile, bundan böyle, bilim ve teknoloji politikasının ekonominin yönetiminde ve toplumsal yaşamın başlıca etkinlik alanlarının düzenlenmesinde rol alan unsurların da (ilgili bakan ve üst düzey bürokratlar, hükûmet dışı kuruluş temsilcileri v.b.) katılımıyla belirlenmesine olanak tanıyan yeni bir kurum yaratılmıştır: Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK). Peki, ‘Türk Bilim Politikası: 1983-2003’ hayata geçirilebilmiş; yarattığı kurum çalıştırılabilmiş midir? Sorunun yanıtını, Sayın Özdaş’a bırakalım:
    “1981-1983 yıllarında Türk Bilim Politikası hazırlanırken bizim için belki G. Kore iyi bir örnek olabilirdi. Ancak o yıllarda G. Kore daha kendini tam ispatlamamış olduğundan [bu ülkenin] bilim ve teknoloji politikaları hakkında hiç bilgimiz yoktu. Diğer taraftan yayınlar açısından 1982’de Türkiye 43, G. Kore ise 47’nci ülke idi. G. Kore’nin, sadece, AR-GE sistemine büyük yatırım yaptığı biliniyordu. Japonya’nın ise II. Dünya Savaşı’ndan önce bile kuvvetli bir sanayi bazı vardı ve Savaş’tan sonra A.B.D.’nin yardımı ve desteği de değişik boyutta idi. Aradaki ölçek farkından, Japonya da bizim için aradığımız bir örnek olamazdı. Dolayısı ile Türk Bilim Politikası çalışmalarına gelişmiş Batı Ülkeleri’nin uyguladıkları politikaları bilerek; fakat kimseyi tam örnek almadan, kendi yolumuzu kendimiz bulalım diye yola koyulduk... Türk Bilim Politikası, 1983’te yayımlandıktan birkaç yıl geçtikten sonra, G. Kore’nin bilim politikası dokümanı elimize geçti; büyük benzerlikler olduğunu gördük. Aramızda sadece çok önemli bir fark vardı. Onlar Japonya’dan adapte ederek hazırladıkları politikaları kararlılıkla uyguladılar. Biz ise uygulamadık ve dünyanın en önemli ve değerli iki kaynağından biri olan zamanı en az on yıl israf ettik.”
    Bu çarpıcı satırlar, Prof. Dr. M. Nimet Özdaş’ın, “TÜBİTAK’ın tarihine küçük bir katkı” olarak nitelediği son çalışmasından [Özdaş, M.N., 2000]... Türk Bilim Politikası: 1983-2003’ün “bilim ve araştırma öncelikleri listesi” incelenirse görülecektir ki, “elektronik mühendisliği, bilgisayar bilimi, enstrümantasyon ve telekomünikasyon, birinci öncelikte desteklenecek alanlar” arasındadır. Ayrıca, “entegre devreli cihaz geliştirme; mikrodonanım yazılım çalışmaları; yarıiletken teknolojisi geliştirme; elektronik malzeme teknolojisi, sayısal haberleşme sistemleri, uzaktan ve uydu haberleşme sistemleri, ISDN’e uygun altyapı ve fiberoptik araştırmaları; entegre devre yapım teknolojisi geliştirme; fiberoptik haberleşme sistemleri ve teknolojisi ve telefon ağlarının optimizasyonu konuları da birinci öncelikte ele alınacak araştırma projeleri” arasında sayılmıştır. Çağımızı simgeleyen teknoloji alanlarına ilişkin bu öncelikler, gerçekten de, G. Kore’nin o yıllardaki atılımında kendisi için öngördükleriyle aynıdır; ama, Özdaş’ın belirttiği gibi, “bir farkla”: G. Kore öngördüğünü yaptı; bizse, öngörülerimizi rafa kaldırdık.
    1980’ler, bütün ekonomik faaliyet alanlarının yeni enformasyon ve telekomünikasyon teknolojileri temelinde yeniden biçimlenişinin -teknolojideki çağ değişiminin- yoğun olarak yaşandığı yıllardır. Teknolojideki, böylesi köklü dönüşüm dönemleri, sonradan sanayileşmeye başlayan ülkeler için, dünya teknolojisine yetişme bakımından, önemli fırsatlar yaratır. Çünkü, geleneksel teknolojilerin yerleşik hale geldiği, kurumsal yapıların ve toplumsal çıkar gruplarının bu teknolojiler temelinde biçimlenerek kemikleştiği gelişmiş ülkelerde değişime karşı direnç ortaya çıkar; yeni olana ayak uydurmakta güçlük çekilir ve gecikilir. Hâttâ, bu kurumsal-toplumsal direnç, yeni teknolojiden sağlanacak yararın, beklenen ölçüde olmasına engel olur. Oysa sonradan sanayileşmeye başlayan ülkelerde, geleneksel teknolojilere dayalı ekonomik faaliyetler çerçevesindeki kurumsallaşma, henüz, gelişkin ve yerleşik bir hâl almamıştır. Ayrıca, söz konusu ekonomik faaliyetlerden çıkarı olan toplumsal gruplar da, değişime karşı, gelişmiş ülkelerdekiler kadar büyük bir direnç gösteremezler; çünkü, o ölçüde büyük bir siyasî güce henüz erişmemişlerdir. Bu nedenlerledir ki, sonradan sanayileşmeye başlayanlar yeni olana çok daha çabuk uyum gösterebilirler ve bu esneklik, onlar için çok büyük bir üstünlük haline dönüşebilir. Carlota Perez’in dediği gibi, "oyunun kuralı" herkes için değişmiştir ve bu değişim, gelişmiş ülkelere yetişebilmek, dünya teknolojisini yakalayabilmek için son derece önemli bir fırsattır. [Perez, C., 1988.] Özdaş’ın, G. Kore’nin kazandığını, Türkiye’ninse kaybettiğini söylediği on yıl böylesi bir fırsatlar on yılıdır.
    Sayın Özdaş, yukarıda değinilen son çalışmasında,
    “1984’te Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nın Bilim-Araştırma-Teknoloji başlıklı, XV. Bölümü’nde iki sayfa bile tutmayan İlke ve Politikalar kısmında, ‘uzun dönemli plân, hedef ve stratejilerine ve ülkenin ekonomik, sınaî ve sosyal amaçlarına uygun bir Bilim ve Teknoloji Plânı hazırlanacaktır. Bahis konusu Ana Plân’ın hazırlanmasında 1983 yılında sonuçlandırılan Türk Bilim Politikası: 1983-2003 konulu çalışma bir hareket noktası olarak kabûl edilecektir”
    dendiğine işaretle, bu ifadeden, DPT’nin yeni bir Bilim Politikası hazırlanmasını öngördüğü sonucunu çıkararak, “halbuki” diyor,
    “Türk Bilim Politikası hazırlanırken, DPT, Plân’ın kalkınma hedeflerini vermiş ve bu hedeflere bağlı olarak araştırma alanlarının tespit çalışmalarında DPT ve TÜBİTAK uzmanları beş toplantı yapmışlar ve 92X92’lik matrislerle yapılan programlama sonucunda araştırma öncelikleri elde edilmişti. Bu çalışma birkaç ay sürmüş ve çok güçlü bir ekip tarafından yürütülmüştü. Böyle bir çalışmayı bir daha yapacak ekip kapasitesini oluşturmak hiç de kolay değildi ve tabiatı ile bu çapta bir çalışma bugüne kadar yapılamadı.”
    Türk Bilim Politikası: 1983-2003’ün nihayet bir politika ortaya koyduğu, oysa, Beşinci Beş Yıllık Plân’ın, bu politikayı “hareket noktası olarak kabûl edip” uygulamaya yönelik bir Ana Plân hazırlanmasını öngördüğü ve bunda bir yanlış olmadığı söylenebilir. Ancak, Özdaş’ın haklı olduğu nokta şudur ki, Türk Bilim Politikası: 1983-2003 bir politika belirleme çalışması olmanın yanında, bu politikayı uygulamaya yönelik bir Ana Plân çalışmasıdır da; üstelik, çalışmanın bu aşamasına, DPT uzmanları da katılmışlardır. Buna rağmen, Beşinci Beş Yıllık Plân’da, Türk Bilim Politikası: 1983-2003 ne bir politika ne de bir Ana Plân dokümanı olarak dikkate alınmıştır.
    Peki, Beşinci Beş Yıllık Plân’da öngörüldüğü gibi, bir “Bilim ve Teknoloji Plânı” hazırlandı mı? Görünüşe göre, evet; ama, dört yıl sonra, 1988’de, Altıncı Beş Yıllık Plân hazırlık çalışmaları sırasında oluşturulan Özel İhtisas Komisyonu’nca Bilim-Araştırma-Teknoloji Ana Plânı adını taşıyan bir doküman hazırlanmıştır. Ancak, bu dokümanda da, adı anılmakla birlikte, Türk Bilim Politikası: 1983-2003’ün öngörüleri dikkate alınmamıştır. Aslında bu doküman, kapağında ‘Ana Plân’ yazılı olmasına rağmen, Komisyon üyelerinin bilim ve teknoloji [B-T] sorunlarıyla ilgili görüşlerini ortaya koydukları bir komisyon raporu mahiyetindedir. Zaten, üyelerin kendileri de bir plân hazırlamadıklarının farkında olmalılar ki, ‘Türkiye’nin bilim-araştırma-teknoloji alanındaki amaçları’nı sayarken, 2. madde olarak; ‘B-T plânlaması yapılmalıdır’ demektedirler; ama, bu da yapılmamıştır.
    Bu arada, Türk Bilim Politikası: 1983-2003’ün ardından, 1985 yılında, Hükûmet’in isteği üzerine, İTÜ’de oluşan bir komisyonca hazırlanan, Türkiye İleri Teknoloji Teşvik Projesi de , yine Prof. Dr. M. Nimet Özdaş’ın belirttiği gibi, hayata geçirilememiştir. 1983'te kurulan, ancak, ilk toplantısını 9 Ekim 1989'da yapabilen Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’na, (BTYK), sınırlı ölçüde de olsa, işlerlik kazandırılması ise, bu kurulun 3 Şubat 1993'te yaptığı ve “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003” başlıklı, yeni bir politika dokümanını kabûl ettiği ikinci toplantısından sonra başlayan dönemde mümkün olmuştur.

    1990’lı Yıllar
    Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003
    Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi (1995) ve Sonrası...


    BTYK’nın 3 Şubat 1993’te onayladığı Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003’le yeni bir politika tasarımı daha ortaya konmuştur. Türkiye’nin 1993 sonrasındaki, Bilim ve Teknoloji Politikası’nın temelini oluşturan bu tasarım, Yüksek Planlama Kurulu'nca VII. Beş Yıllık Plân Döneminde Öncelikle Ele Alınması Öngörülen Temel Yapısal Değişim Projeleri Kapsamındaki “Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi” ile geliştirilerek somut bir zemine oturtulmuş ve yapılması gerekenler, ana hatlarıyla ortaya konmuştur. Bu proje, VII. Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nın (1996-2000) ana başlıklarından birini oluşturmuştur.
    BTYK’nın 25 Ağustos 1997 günlü toplantısında onaylanan Türkiye’nin Bilim ve Teknoloji Politikası [TÜBİTAK, BTP 97/04, Ağustos 1997] dokümanıyla da, 93’ sonrasının Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikası’na son şekli verilmiş ve BTYK’nın 1997, 98’ ve 99’ Kararları’nın genel çerçevesini oluşturan ve daha çok, bir ‘Âcil Eylem Plânı’ olarak yorumlanabilecek, Uygulama Gündemi ortaya konmuştur.
    1993 sonrasında izlenen politikanın belirgin özelliği, yalnızca bilim ve teknolojide değil, teknolojik inovasyonda da yetkinleşmenin amaçlanması ve bu yetkinleşmenin sistemik bir yaklaşımla ele alınmasıdır.
    BTYK’nın 25 Ağustos 1997 günlü toplantısını izleyen 2 Haziran 1998 ve 20 Aralık 1999 günlü toplantılarında, 25 Ağustos toplantısında kabûl olunan Uygulama Gündemi’ne yeni maddeler eklendi. Uygulama Gündemi, esas itibariyle, bilim, teknoloji ve teknolojik inovasyonda yetkinleşmenin olmazsa olmaz koşulu olan, Ulusal İnovasyon Sistemi’ni kurmaya yönelik âcil önlem kararlarından oluşmaktaydı. Bu kararlar, eğitim-öğretim politikalarından vergi politikalarına, ARGE politikalarından altyapı yatırım politikalarına kadar uzanan, pek çok politika alanını ilgilendirmekteydi ve bu açıdan, başarı, konunun sistemik bir bütünlük içinde ele alınabilmesine bağlıydı. Ne var ki, uygulamanın böylesi bir sistemik bütünlük içinde ele alınabildiği söylenemez. Yine, sistemik bütünlük içinde ele alınamadığından dolayıdır ki, 1996-2000 dönemini kapsayan Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nın ana başlıklarından birini oluşturduğuna yukarda işaret edilen, Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi de başarıya ulaşmamıştır.
    1993 sonrasında uygulamaya konulan politikanın daha iyi anlaşılabilmesi için, bu noktada söz Prof. Dr. Erol Erol Taymaz’a bırakılacaktır. Taymaz, “Ulusal Yenilik Sistemi: Türkiye İmalat Sanayiinde Teknolojik Değişim ve Yenilik Süreçleri” adlı çalışmasında [Taymaz, E., 2001] şunları söylüyor [bazı ibarelerin altı tarafımızdan çizildi]:
    “Teknoloji ve yenilik [inovasyon] politikalarının geliştirilmesinde etkili olan iki önemli [iktisat] kuramı vardır: neo-klâsik kuram ve Schumpeterci/evrimci kuram. Neo-klâsik kur*** iktisatta baskın eğilim olmasına karşın, teknoloji ve yenilik iktisadında yetersiz kalmış ve özellikle 1980’lerden sonra üstünlüğü Schumpeterci/evrimci iktisada bırakmıştır.
    “Schumpeterci/evrimci iktisatçılar, neo-klâsik yaklaşımın, teknolojik gelişme sürecinin anlaşılması açısından yetersiz olduğunu ve, dolayısıyla, teknoloji politikalarının geliştirilmesinde yararlı olamayacağını öne sürmüşlerdir.
    “Evrimci yaklaşım, özellikle Nelson ve Winter’ın 1982 yılında yayımlanan Ekonomik Büyümenin Evrimci Teorisi kitabından sonra, teknoloji ve yenilik iktisadında yaygınlık kazanmıştır. Bu yaklaşım, Schumpeter’in çalışmalarından yola çıkarak teknolojik yeniliği, uzun dönemde ekonomik gelişmenin motoru olarak değerlendirmekte, bu nedenle evrimci analizlerde teknolojik yenilik süreci merkezi bir role sahip olmaktadır.”
    Evrimci iktisatçıların, teknolojik yenilik sürecinin ancak sistemik yaklaşımla anlaşılabileceğini vurguladıklarına işaret eden Taymaz, bu bağlamda geliştirdikleri ‘ulusal yenilik [inovasyon] sistemi’ yaklaşımına da işaretle şöyle diyor:
    “Ulusal yenilik sistemi’ kavramı, özellikle 1990’larda teknoloji ve yenilik politikalarının geliştirilmesinde yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Bu kavr*** bir yanda teknolojik gelişme sürecine etkide bulunan tüm kurumları kapsarken, diğer yanda ülkenin uluslararası rekabet gücünü ve uluslararası işbölümü içerisindeki konumunu da gündeme getirdiği için son derece etkili oldu.
    “Ulusal yenilik sistemi’ kavramı evrimci iktisadın önde gelen araştırmacılarından Freeman ve Lundvall tarafından önerilmiş ve diğer araştırmacılar tarafından geliştirilmiştir. 1990’larda bu kavram OECD gibi bazı uluslararası kuruluşlar ve AB tarafından da teknoloji ve yenilik politikalarının geliştirilmesinde kullanılmıştır.”
    İnovasyon politikalarının geliştirilmesindeki OECD ve AB yaklaşımını bu ifadelerle özetleyen Taymaz, daha sonra, Türkiye’nin “ekonomik gelişmesini sürdürebilmesi ve rekabet gücünü artırabilmesi için” ne yapması gerektiği konusunda şu tespiti yapıyor:
    “Türkiye’nin uzun dönemde ekonomik gelişmesini sürdürebilmesi ve rekabet gücünü artırabilmesi için teknolojik yeteneğini hızla güçlendirmesi, teknolojik yenilikler ile üretkenlik artışı sağlaması ve teknoloji yoğun sanayilerin gelişmesiyle üretim ve ihracat yapısını teknoloji yoğun ürünlere dönüştürmesi gereklidir. ..... böyle bir dönüşüm kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. İmalat sanayiinin ve bir bütün olarak ekonominin teknoloji geliştirme ve özümleme kapasitesinin geliştirilebilmesi için net bir kalkınma stratejisine, kapsamlı sanayi, teknoloji ve yenilik politikalarına, etkin bir şekilde çalışan ulusal yenilik sistemine ihtiyacı vardır.”
    Bu tespitinden sonra Taymaz; Türkiye’nin 1990 sonrasında izlemeye çalıştığı yol konusunda da şunları söylüyor:
    “Ulusal yenilik sisteminin kurulması özellikle TÜBİTAK tarafından 1990’larda gündeme getirilmiş ve sistemik bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu doğrultuda BTYK [Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu] aracılığıyla politika önerileri geliştirilmiş ve bu önerilerin bir kısmı uygulamaya konulmuştur.
    1993 sonrasında uygulamaya konan bilim ve teknoloji politikası konusunda, sonuç yerine söylenecek olan şudur: 1960’lar ve 1980’lerdekinden farklı olarak, 1993 sonrasında, uygulama yönünde, en azından devletin bazı kurum ve kadrolarınca (TÜBİTAK ve DTM kadroları vb.) ciddi çabalar gösterilmiş; bu çabalar, sınırlı sayıda da olsa, bazı sivil toplum kuruluşlarınca (TTGV, TESİD, TAYSAD vb.) desteklenmiştir. Ne var ki, bu çabalar, öngörülen politikanın sistemik bir bütünlük, siyasî kararlılık ve süreklilik içinde uygulanmasına yetmemiş ve 2003 için belirlenen çoğu hedefe ulaşılamayacağı anlaşılmıştır. Demek ki, Türkiye’nin, bilim ve teknoloji bağlamında temel eksiği, sanıldığı gibi, politika tasarımının olmaması değil, ya 1967 ve 1983’te ortaya konmuş olan politikalarda olduğu gibi, varolanın uygulanmaması, ya da 1993 sonrasında olduğu gibi, tam olarak uygulanamamasıdır. Onun içindir ki, Türkiye’nin bilim ve teknolojide gerilerde kaldığını görenler, sorunu çözmek için hemen bir politika tasarlayalım diye işe başlamadan önce, mutlaka eskiyi iyi değerlendirmeliler ve şu sorunun yanıtını aramalılar: Anılan politikalar yanlış olduğu için mi rafa kaldırıldı ya da tam uygulanamadı; yoksa, bizde eksik olan başka bir şey mi var? İzleyen bölümde, bu soru yanıtlamaya çalışılacaktır.


    Niçin Uygulayamadık?


    Burada ele alınan her üç dönemdeki politika tasarımı da, aslında, genel hatlarıyla aynı yaklaşımı paylaşmaktadır: Ekonomik büyüme ve toplumsal gelişme için bilim ve teknoloji... Her üçünde de, tasarımcılar, ülkenin bilim ve teknolojide yetkinleşmesi için, eğitimden finansmana pek çok alanda birbirini destekleyen / tamamlayan düzenlemeler yapmak gerektiğinin farkındadırlar ve işin doğasında olan sistemik bütünlüğü dikkate almışlardır. Yine, her üçünde de tasarımcılar, bilim ve teknolojiyi, ekonomik büyüme ve toplumsal gelişme için yararlanılacak, plânlanabilir, stratejik değişkenler olarak görmüşler; üç dönemde de, plânlama disiplininden gelen uzmanlar, hâttâ DPT’nin kendisi, çalışmaların belli aşamalarında sürece katılmışlardır. Örneğin, 1995’teki, Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi, VII. Beş Yıllık Plan Döneminde Öncelikle Ele Alınması Öngörülen Temel Yapısal Değişim Projeleri kapsamındadır. Kanımızca, bunların herhangi birinde temelde yapılmış olan bir yanlışlık yoktur. Bilebildiğimiz kadarıyla, 1960’lı yıllardan bu yana, herhangi bir hükûmet, bu tasarımların şurası yanlış olduğu için uygulamayacağım; ama ben, kendi doğrularım doğrultusunda, şu bilim ve teknoloji politikasını uygulayacağım da dememiştir.
    O hâlde, OECD Pilot Takımlar Projesi çerçevesinde Türk takımı tarafından hazırlanarak 1967’de yayımlanan politika tasarımı ile Türk Bilim Politikası: 1983-2003, dönemlerinin Plân çalışmaları sırasında niçin dikkate alınmamış ve yürürlüğe konmamıştır?
    Daha sonra, 1993’te tasarımlanan Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003; bu tasarımı geliştiren ve yapılması gerekenleri ana hatlarıyla ortaya koyan Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi (1995) ile 1997’den itibaren alınan BTYK Kararları, niçin, tam anlamıyla uygulan[a]mamıştır? Aşağıda bu sorular yanıtlanmaya çalışılmıştır.
    Verilen yanıtlarda Prof. Dr. Ahmet Ş. Üçer, Prof. Dr. Metin Durgut ve bu satırların yazarının, benzer sorulara yanıt bulabilmek için yaptıkları ortak çözümlemeden [Durgut, M. ve diğerleri, 2000] önemli ölçüde yararlanılmıştır. Aşağıdaki yanıtlar, hiçbir biçimde, başkalarının eleştirisi olarak algılanmamalıdır. Burada, eğer bir eleştiri söz konusu ise, bu, kendimizin eleştirisidir. Örneğin, bu satırların yazarı da, TÜBİTAK’ta, bilim ve teknoloji politikaları tasarımı ile ilgili görevi sırasında (1992-99), aşağıda, hata ya da eksiklik olarak işaret edilecek noktalarda, kendisinin hiç hata yapmadığı ya da eksiksiz olduğu iddiasında değildir. Önemli olan, geçmişi, hatalarıyla ve sevaplarıyla, daha iyi yarınlar için hep birlikte değerlendirebilmemizdir.
    1. Türkiye’de ulusal bir bilim ve teknoloji politikası geliştirmeye yönelik çabaların yakın tarihi incelendiğinde, denilebilir ki, bürokrasi ve hükûmet kesiminden sınırlı bir kadro, toplumsal sorumluluk bilinciyle ve kendiliğinden, ya da o andaki iç ve dış dinamiklerin de etkisiyle ya da siyasî konjonktürün de buna uygun olduğunu düşünerek, böylesi politika tasarımları ortaya koymuş; ama, bu sınırlı kadro ötesinde, ortaya konan politikaya, siyasî erkin temsilcileri, sanayi kesimi ve diğer toplumsal katmanlar dahil, sahip çıkan bulunmadığı için uygulamaya geçilememiştir. Yönetim değişikliği sonucu, o sınırlı kadrolar da, inisiyatif kullanabilme noktasından uzaklaşınca konuya sahip çıkacak hiçbir yetkili kişi ve kurum kalmamıştır.
    Bu tespitin, özellikle, 1960’lar ya da 1982-83’teki politika tasarımları için, büyük ölçüde doğru olduğu söylenebilir. Örneğin, 1983 politika tasarımı hazırlanırken tasarım sürecinde yer alan DPT’nin, daha sonra, peş peşe gelen iki Plân döneminde, bu politika tasarımını yok sayması başka türlü açıklanamaz.
    1993 ve sonrası hükûmetleri de, bilim ve teknoloji politikasının ve bu politika doğrultusunda alınan BTYK kararlarının ya ardında durmamışlardır; ya da bu yönde, zaman zaman ortaya çıkan siyasî kararlılık sürekli olmamıştır. Bunun kanıtı şudur: BTYK kararları içinde başarıyla hayata geçirilmiş olanlar, örneğin, 1990’lı yıllardaki, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ARGE yardımı uygulaması, siyasî erkin kararlılığı sonucu değil, bürokrasi kesimindeki, konuyla ilgili sınırlı bir kadronun, değişen dünya koşullarını ve kamu kesimiyle özel kesim arasında yer alan bir köprü kuruluşun (TTGV) önerilerini iyi değerlendirerek bu konuda takındığı kararlı tutum sonucu yürürlüğe konmuştur. Daha da önemlisi, uygulama nasıl olsa başladı diye, konunun peşi bırakılmamış, alınan sonuçların izleyicisi olunmuş; sonuçlar değerlendirilmiş ve uygulamayı geliştirici yönde ek kararlar çıkartılması da başarılmıştır. Konuya açıklık kazandırmak için şunu tekrar belirtmek gerekir ki, bu kararın yürürlüğe konması ve uygulamanın geliştirilmesi, bundan en çok yararı sağlayacak sanayicilerin, hükûmet ya da bürokrasi kadroları üzerindeki baskılarının sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Elbette, sanayi kesiminden, bu yönde gayret gösteren istisnaî bazı kişi ve özel sektör şemsiye kuruluşları olmuştur; ama, hiçbir zaman bu, sanayinin çoğunluğunu ardına alan güçlü bir talebe dönüşmemiştir.
    Bu kararlılık bürokrasinin diğer kesimleri tarafından ve diğer kararlarla ilgili olarak niçin gösterilememiştir? Bu soruya karşılık, siyasî erkin belli bir konuda kararlılık ve süreklilik gösteremediği durumlarda, uygulamanın, bürokratik kadroların dünyaya ve Türkiye’ye bakış açıları, dünyayı ve Türkiye’yi yorumlama yetenekleri, kültürel birikimleri, yönetimsel alışkanlıkları ve Türkiye için çok önemli bir faktör olan, görevde kalabilme süreleriyle sınırlı kaldığı söylenebilir.
    Yeni gelenler iyi niyetli olsalar bile, bu kez de, “geçmişin bilgi ve deneyim birikimini önyargısız değerlendirerek bundan yararlanma ve yeniyi bu mirasın üzerine inşa etme ve böylece kadrolar değişse bile, kararların ve kurumların sürekliliğini sağlama kültürümüz olmadığı için” [Durgut, M. ve diğerleri, 2000] bilim ve teknoloji politikalarında ya da bu politikaların uygulanmasında süreklilik sağlanamamıştır.
    Özetle, Türkiye’de, hiçbir dönmede, bilim ve teknoloji meselesi siyasî gündemde gereken önemde yer almamış; politika tasarımları siyasî kadrolarca yeterince sahiplenilmemiştir. Ancak, siyasî kadrolarda kendisini gösteren, bu bilim ve teknoloji meselesini ve politika tasarımlarını yeterince sahiplenmeme olgusunun asıl köklerini tarihsel / toplumsal gelişme çizgimizde ve bunun sonucu olan bugünkü üretim yapımızda; daha açık bir ifadeyle, sanayileşme açısından geldiğimiz noktada aramak gerekir.
    2. Temel neden bu olmakla birlikte, özellikle 1993 sonrasının bilim ve teknoloji politikasını hayata geçirmede yeterince başarılı olunamamasının, üzerinde durulması gereken başka nedenleri de vardır. Bu ikincil nedenlerden önemli bir tanesi, kurumlarımızın uzun erimli bir bakış açısı ve stratejik plânlama anlayışından yoksun olmalarıdır. Bu anlayış, bilim, teknoloji ve inovasyonun ulusal ve bölgesel ölçekte yönetimiyle ilgili kamu kuruluşlarında yerleştirilemediği sürece, bilim ve teknoloji politikalarının başarılı bir biçimde hayata geçirilmesi imkânsız değilse bile zor ve önemli kayıplar pahasına mümkün olacaktır. En önemli kayıp ise zamandır. Bilindiği gibi, bilim ve teknoloji, bir ülke için, arzu edilebilir ama erişilebilir bir geleceğin inşasında kullanılabilecek en etkin stratejik değişkenlerdir. Bilim ve teknoloji politikaları, temelde, bu iki stratejik aracın, o arzu edilebilir ama erişilebilir geleceğin inşasında uzun erimli olarak nasıl kullanılacağının yol ve yordamını gösterir. Bu tür bir politikanın üretilebilmesi ve hayata geçirilebilmesi ise, stratejik plânlama anlayışına sahip; plân uygulamalarını stratejik açıdan izleyip değerlendirebilen ve politika uygulama araçlarını değişen ulusal ve bölgesel koşul ve gereksinmelere göre zamanında geliştirip çeşitlendirebilen kurumların varlığını gerektirir. Oysa, en başta, bilim ve teknoloji politikalarının Beş Yıllık Kalkınma Plânları ile Yıllık Uygulama Programları’na yansıtılarak hayata geçirilmesinde kilit role sahip DPT böylesi bir nitelikten yoksundur. DPT’nin, misyonunu yeniden tanımlaması gerektiği ve artık “değişen dünya koşullarında stratejik plânlama yapan bir kurum hâline gelmek zorunda olduğu” bizzat, önceki Müsteşarlarından Prof. Dr. Orhan Güvener tarafından vurgulanmıştır [bknz. Güvener, O., 1999]. Ama, ne yazıktır ki bu zorunluluk yerine getirilmemiştir.
    Başta DPT olmak üzere, konu ile ilgili kamu kurumlarımızın uzun erimli bir bakış açısı ve stratejik plânlama anlayışından yoksun olmalarının doğal sonucu yukarıda anılan çalışmada şöyle açıklanıyor [Durgut, M. ve diğerleri, 2000]:
    “Burada belki stratejik plânlama yaklaşımının ve bu bağlamda ulusal bilim ve teknoloji politikalarının tasarımının, geleceğe bakabilme becerisini gerektirdiğine işaret edilebilir. Günlük olayların arkasından koşarak yorulan ve yerleşik bir tarz olarak, kısa vadeden ötesini düşünmeyenlerin önemlice bir çoğunluk oluşturduğu toplumumuzda, ancak uzun vadeli kestirimlerle / öngörülerle ortaya konabilecek imkân ve fırsatları, beklenmedik gelişmeleri nasıl hesaba katıp kendimize yeni yollar çizebileceğimiz sorulabilir. Ancak, şu muhakkaktır ki, kısa vadecilik, karar alıcıları kısır bir döngüye sokmakta; görüş ufuklarında alışılmışın dışına çıkamayanlar alışılmış usûllerle zaten çözemedikleri sorunlar için kaynaksız ve çaresiz kalmakta; ‘taklit’ aşamasından öteye de pek geçememektedirler...
    “Bu kısır döngüde tıkananların neden olduğu başka bir sorun ise, bilim ve teknolojideki, ve toplumsal değer yargılarındaki çağ değişimine ve bu değişimin ardındaki dinamiklere bir şekilde vakıf olanların böyle bir ortamda kendilerine yer bulamadıkları için elenmeleridir. Kadrolar şans eseri bir araya gelse bile iletişim kurabilecekleri kurumları / otoriteleri bulamamaktadırlar...”
    Bu tespit başkaca bir yorumu gerektirmeyecek kadar açıktır.
    3. Kurumlarımızdaki uzun erimli bakış açısı ve stratejik plânlama anlayışından yoksunluğa ek olarak, öğrenen organizasyonlar hâline gelme konusunda da pek başarılı olmadıklarını belirtmek gerekir. Yönetim ve uzmanlığı gerektiren kadrolarındaki sık ve liyâkati esas almayan değişikliklerden kaynaklanan bu durum, kurumlarımızın değişen koşul ya da gereksinimlere uygun olarak misyonlarını değerlendirip yeniden tanımlayamamaları ve buna uygun olarak yeniden organize olma becerisini de, gerektiği zamanda gösterememeleri sonucunu yaratmaktadır. Bilim ve teknoloji politikalarının konusu olan pek çok kamu faaliyet alanındaki başarısızlıkta bunun izlerini görmek mümkündür. Konuya ilişkin en çarpıcı örnek, başta Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı araştırma kuruluşları olmak üzere, kamu araştırma kuruluşlarının misyonlarının gözden geçirilerek değişen koşul ve gereksinmeler bağlamında yeniden tanımlanması ve buna göre yeniden yapılandırılmalarıyla ilgili olarak, BTYK’nın 25 Ağustos 1997 günlü toplantısında aldığı kararın bir türlü hayata geçirilememiş olmasıdır.
    Özetle, kadrolaşmalarında uzmanlığın esas alınmasının gerektiği belli kamu kurumlarımızda, siyasî erkin kendisini, siyasî prim arayışı ve popülizm biçiminde dışa vurmasının önüne geçilemediği sürece, tasarlanan bilim ve teknoloji politikalarında öngörülmüş hedefler ne denli isabetli olursa olsun bunlara ulaşmak söz konusu olmayacaktır.
    4. Özellikle 1993 sonrasının bilim ve teknoloji politikasını hayata geçirmede yeterince başarılı olunamamasının bir başka ikincil nedeni, bilim ve teknoloji politikalarının gerek tasarım gerekse uygulanması aşamalarında, işbirliği yapmaları en çok gereken iki kurumun, ad olarak söylemek gerekirse, TÜBİTAK ve DPT’nin, bunu yeterince sağlayamamaları ya da işbirliğini sürekli kılacak mekanizmaları kuramamalarıdır.
    Bu iki kurum arasındaki işbirliği ya da diyalog eksikliğinde, DPT’nin stratejik plânlama anlayışındaki noksanlığın, dolayısıyla da, bilim ve teknolojinin ülkelerin geleceğini plânlamadaki rolü konusundaki anlayış farkının önemli bir etken olduğu ileri sürülebilir. Ancak, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı Bilim ve Teknoloji Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda belirtildiği gibi, Sekreteryalığını TÜBİTAK’ın yaptığı BTYK’nın, DPT tarafından, “Bilim ve teknoloji alanındaki araştırma ve geliştirme politikalarının ekonomik kalkınma, sosyal gelişme ve milli güvenlik hedefleri doğrultusunda tespit edilmesi ve koordinasyonun sağlanması”ndan sorumlu ve bu konuda karar almaya yetkili bir organ olarak görülmemesinin; daha açık bir deyişle, BTYK’nın kuruluşuna ilişkin 77 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname’nin devlet sistemimizde “yetki ihlâli”ne neden olan bir düzenleme olarak görülmesinin de, muhakkak ki, bunda önemli bir rolü olmuştur. Siyasî otoritenin ağırlığını koymadığı durumlarda, bürokrasideki yetki ve sorumluluk dağılımına ilişkin bu tür yaklaşım farklılıklarının, uygulamada önemli başarısızlıklara yol açabileceğini ve bunun zincirleme sonuçlarının olacağını unutmamak gerekir. Nitekim, 1993 ve sonrasının bilim ve teknoloji politikasını hayata geçirmedeki başarısızlığın ikincil nedenlerinden biri olarak üzerinde durulacak olan, BTYK’nın etkin işletilememesinde bu yaklaşım farkı önemli ölçüde rol oynamıştır.
    5. BTYK ‘Türk Bilim Politikası: 1983-2003’ün ürünüdür; ancak, kurulmasına ilişkin 77 sayılı KHK’ye göre, yılda en az iki defa toplanması öngörülen bu ‘yüksek kurul’, ilk toplantısını, kurulduğu 1983 yılından tam altı yıl sonra, 09 Ekim 1989’da yapmıştır. Bu, aslında, ‘Türk Bilim Politikası: 1983-2003’ün, bu kurulun kurulmasıyla birlikte rafa kaldırıldığının çarpıcı bir göstergesidir.
    BTYK’nın ikinci toplantısı, dört yıllık bir aradan sonra, TÜBİTAK’ın yeni bir bilim ve teknoloji politikası formülâsyonunu gündeme getirmesi ve dönemin hükûmetinin bu öneriyi benimsemesi sonucu yapılabilmiştir (03 Şubat 1993). Ne var ki, Kurul’un üçüncü kez toplanabilmesi için, hükûmet değişikliğine atfedilebilecek sebeplerden dolayı dört yıl daha beklemek gerekmiş; ancak bu üçüncü toplantıdan (25 Ağustos 1997) sonradır ki, BTYK yılda bir kez toplanmaya başlamıştır.
    Ama, Kurul’un 1997 sonrasında da etkin olarak işletilebildiği söylenemez. Bu durum da, dönemin hükûmetlerinin, bilim ve teknoloji meselesine ne ölçüde sahip çıktığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir ve bu yorumun haklılık payı da yüksektir. Ancak, BTYK’nın etkin işletilememesinde, yalnızca DPT tarafından değil, bürokrasinin diğer kesimleri ve daha da önemlisi, hükûmetler tarafından da yeterince kabûl görmemesinin ve bu yüzden yetkilerini kullanabilen bir organ hâline gelmemiş olmasının önemli bir etkisi olduğuna da işaret etmek gerekir.
    Oysa, BTYK’nın Kurulmasına ilişkin KHK, Kurul’u, “bilim ve teknoloji alanındaki araştırma politikalarının ekonomik kalkınma, sosyal gelişme ve millî güvenlik hedefleri doğrultusunda tespit edilmesi, yönlendirilmesi ve koordinasyonun sağlanması”nda yetkili kılmaktadır. Aynı Kararname’nin 5. maddesinde de “BTYK’ca alınan kararların uygulanmasında ilgili tüm kuruluşlar görevlidir” denmektedir. Böylesi bir kurul etkin olabilecek bir sıklıkta toplanmıyor ya da kararnamenin kurula verdiği yetki fiiliyatta geçersiz addediliyorsa; üstelik bu yetki, şu ya da bu biçimde, devletin bir başka organınca da kullanılmıyorsa, bu, Türkiye’nin bilim ve teknoloji alanında (dolayısıyla da inovasyon alanında), sistemik bütünlüğe, sürekliliğe ve kararlılığa sahip bir politika uygulamadığı; hâttâ, böylesi bir politikası bile olmadığı; bilim, teknoloji ve inovasyonda yetkinleşme meselesini sürekli ertelediği ve bu nedenle de, kendi geleceği üzerinde söz ve karar sahibi olma noktasından giderek uzaklaştığı anlamına gelir. Kendi gelecekleri üzerinde söz ve karar sahibi olma iddiasındaki ülkeler arasında bir Türkiye örneği daha bulabilmek mümkün değildir.
    6. Dünya pratiğinden de görüleceği üzere, ilgili tarafların bir araya getirilerek bilim ve teknoloji politikalarının oluşturulması ve bu çok aktörlü oyunda eşgüdümün sağlanması için BTYK’ya benzer kurullar kurulmakta; ama, kararlaştırılan politikaların yürürlüğe konması ve uygulamanın yakından izlenerek, ortaya çıkan sorunların çözümü için gerekli müdahalenin zamanında yapılması görevini pek çok ülkede, güçlü bir yürütme (icrâ) organı, ad olarak söylemek gerekirse, bir bakanlık (bazı durumlarda iki, hâttâ üç bakanlık) üstlenmektedir [bknz. Göker, A. ve N. Dizdaroğlu, 1996]. Türkiye’de böylesi bir bakanlığın olmaması ve bir bakanlıktan beklenebilecek işlevlerin BTYK’dan beklenmesinin 1993 sonrasındaki başarısızlığın önemli nedenlerinden biri olduğu ileri sürülebilir. Bu ne ölçüde doğrudur?
    Soruyu Türkiye pratiğine bakarak yanıtlayabilmek oldukça zordur. ‘Sanayi Bakanlığı’ 1971-83 yılları arasında ‘Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’ adını taşımıştır. Ama bunun, o dönemde, pratiğe yansıyan, hissedilebilir, herhangi bir sonucu olmamıştır. Bilim ve teknoloji meseleleri ile ilgili bir bakanlık kurulması, 1993 ve sonrasının politika tartışmalarında da gündeme gelmiştir. Ancak, açık kâlplilikle söylemek gerekirse, bunun gereğine inanan pek çok uzman, siyasî erke ve bakanlıkların işleyiş biçimlerine güven duymadığı için, bakanlık fikrini savunmakta güçlük çekmiştir. Aynı uzmanlar, bu açığın, BTYK’yı ve BTYK’nın kuruluşuna ilişkin KHK gereği sekreterlik görevini yürüten TÜBİTAK’ı etkinleştirerek kapatılabileceğini düşünmüşler; TÜBİTAK’ın, kuruluş yasası gereği, özerk bir kurum olmasını da bir üstünlük saymışlardır. Ancak, bu görüşün de pratikte, pek çok özel şartın bir araya geldiği kısa bir dönem hariç, geçerli olmadığı görülmüştür. Zira, BTYK, ulusal bilim ve teknoloji (ve inovasyon) politikasının belirlenmesi ve eşgüdümün sağlanması bakımından en üst karar organı olarak kabûl görse bile, kuruluşu ile ilgili KHK’da yer alan “BTYK’ca alınan kararların uygulanmasında ilgili tüm kuruluşlar görevlidir” maddesinin, Türkiye pratiği ya da bürokrasi geleneğimiz dikkate alındığında, kolay işlemeyeceği çok açıktır. BTYK değil de bir bakanlık, aldığı kararlar itibariyle aynı yetkiyle donatılmış olsaydı bile durum bugünkünden pek farklı olmazdı. Burada temel mesele şudur:
    “[Bilim,] teknoloji [ve inovasyon] politikaları makroekonomi açısından istikrarlı bir ortamı, ve diğer alanlarda tamamlayıcı reformları gerektirir. İnovasyona dayalı rekabeti artıran, ama, aynı zamanda ortak araştırmayı kolaylaştıran rekabet politikaları; gerekli insan kaynağını geliştiren öğretim ve eğitim politikaları; idarî yükleri [bürokrasiyi] ve kurumsal katılıkları azaltan düzenleyici politikalar (‘regülasyon politikaları’); küçük firmalara sermaye akışını kolaylaştıran finansman politikaları ve malî politikalar; enformasyonun yayınmasını âzamîleştiren komünikasyon politikaları; ve teknolojinin uluslararası bazda daha çok yayınmasını sağlayan yabancı yatırım ve ticaret politikaları [bilim,] teknoloji [ve inovasyon] politikaları ile birlikte ele alınması gereken politikalardır.” [OECD, 1998] ve günümüz bilim ve teknoloji politikalarının ana motifini oluşturan “inovasyon sürecinde spektrum yalnızca girişimci kuruluşları ve pazarı değil; oyunun, toplumun çeşitli organları eliyle belirlenmiş kurallarını da içerir. Bu nedenle girişimcilik, yönetim, iş organizasyonu, finansman, pazarların açılması, işçi ve işveren organizasyonları, işgücü pazarı, eğitim otoriteleri, bölgesel otoriteler ve benzeri unsurlar; bunların hepsi” [OECD, 1988] işin içindedirler.
    Bu açıdan, bu çok aktörlü oyunda asıl sorun, orkestrasyonun sağlanması noktasında düğümlenmektedir. Bu ise, bunu sağlayacak kurumun niteliğinden çok, siyasî erkin kararlılığını, toplumun farkındalığını ve bu meseleye sahip çıkmasını gerektirmektedir. Türkiye pratiğinde de, BTYK’nın etkinleştirilebilmesi ya da bir bakanlık kurulursa bu bakanlığın beklenen işlevleri tam anlamıyla yerine getirebilmesi bu gerekliliğin sağlanmasına bağlıdır. Bu elbette, söylenen şart yerine gelinceye kadar BTYK’nın kabûl edilebilirliğini ve iyi işletilmesini sağlamak için hiçbir şey yapılmasın ya da bir bakanlık kurmak her koşulda gereksizdir ya da yanlıştır anlamına gelmemektedir. Burada vurgulanmak istenen nokta, başarısızlıklara yol açan temel nedenin -asıl sorunun- gözden kaçırılmamasıdır.
    7. Politika tasarımında katılımlı yöntemlerin yeterince izlenmemiş olmasının, bu tasarımların hayata geçirilememesinin ya da uygulamadaki başarısızlıkların bir başka önemli nedeni olduğu söylenebilir. Gerçekten de, eğer konu, bilim ve teknoloji politikası gibi, ulusal çapta sahip çıkılması gereken bir politikaysa (bilim ve teknoloji politikaları, bütün ülkelerde ulusal bir politikaya özgü normlarla ele alınan politikalardır), bu politikanın tasarım sürecine, konuya taraf bütün kesimlerin katılması gerekir. Çünkü, ulusal bilim ve teknoloji politikaları sonuç itibariyle, belirlenen ulusal hedeflere ulaşabilmek için, finansal kaynaklar başta olmak üzere, ülkenin kaynaklarının kullanım biçiminin, bu kullanımdaki önceliklerin yeniden düzenlenmesini öngörür. Bu nedenledir ki, ülkedeki farklı çıkar gruplarının, kaynakların kullanılmasının yeniden düzenlenmesinde söz ve karar sahibi olmaları; ve son çözümlemede uzlaşmaları gerekir. Bu açıdan, bilim ve teknoloji politikalarının tasarımlanması süreci, aynı zamanda siyasî bir süreçtir ve bu sürece siyasî tarafların katılması gerekir. Pazar ekonomisi ülkelerinin istisnasız hemen hepsinin parlamentolarında bilim ve teknoloji ile ilgili komiteler teşkil edilmiş olmasının, bilim ve teknoloji meselelerinin gerçek sahiplerinin devlet başkanları, parlamentolar, hükûmetler ve siyasî partiler olmasının sebebi de budur.
    Politikaların tasarlanmasında katılımlı yöntemlerin uygulanması, aynı zamanda, toplumda farkındalık yaratmanın ve toplumun kendi meselelerine sahip çıkmasını sağlamanın da etkin bir yoludur. BTYK’ya işlerlik kazandırılırken, kompozisyonunun ve yapılanmasının bu açıdan da gözden geçirilmesi ve politika tasarım sürecine katılımı genişletmek için başka ek mekanizmalar geliştirilmesi gereği ortadadır. Bu bağlamda, bilim ve teknoloji politikalarının tasarımında etkin bir araç olarak kullanılan teknoloji öngörü çalışmalarının, konuya taraf toplum katman ve kesimlerini bu tasarım sürecine katmak için de kullanılabilecek mükemmel bir araç olduğunu unutmamak gerekir. TÜBA ve TÜBİTAK tarafından başlatılmış ve ilk sonuçları 2003 yılında alınacak olan öngörü çalışmalarının bu açıdan iyi bir örnek oluşturması beklenir.


    Sonuç Yerine...

    1960’lı yıllardan bu yana ortaya konan bilim ve teknoloji politikası tasarımlarının niçin uygulanmadığı ya da başarılı bir biçimde uygulanamadığı sorusu yanıtlanırken ortaya konmaya çalışılan nedenler içinde, en fazla, “Türkiye’de bilim ve teknoloji meselelerinin siyasî gündemde gereken önemde yer almaması”na yol açan temel neden üzerinde durmak gerekir. Bir konunun siyasî gündemde yer alabilmesi için o konunun ardında güçlü bir toplumsal talep olması gerekir. Ne yazıktır ki, Türkiye ekonomisi, giderek, üretimi temel almayan bir ekonomi hâline gelmiştir. Bilim ve teknoloji talebini ise, ancak üreten ekonomiler yaratabilir. Öyle anlaşılmaktadır ki, rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçişi ve tekrar, başta sanayi olmak üzere, üretime yönelik yatırımlara yönelişi mümkün kılacak uygun iklim yaratılamadığı sürece, bilim ve teknolojiye olan talep sınırlı kalacak; bilim ve teknoloji politikaları da, toplumsal sorumluluklarının bilincindeki kadroların tarihe dipnot düşmek için uğraştıkları bir alan olmaktan öteye geçmeyecektir.



    kaynak : Aykut Göker
    ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği, “Ulusal Bilim Politikası” Paneli, ODTÜ, Ankara.
    Haziran 2002, Ankara
İşlem Yapılıyor
X