Cinsiyeti Ve Üremeyi Bozan Ziraî İlaçlar

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Cinsiyeti Ve Üremeyi Bozan Ziraî İlaçlar

    İnsanoğlu, yeryüzündeki diğer canlılarla pek çok ortak noktaya sahiptir. Özellikle, insanın biyolojik yapısı dikkate alındığında, en alt hiyerarşik seviyede, bütün diğer canlılar gibi ortak elementlerden (karbon, oksijen, hidrojen ve azot gibi) bir üst seviyede nükleotidler (ATP, GTP, CTP, TTP) ve amino asitlerden yapıldığını görmekteyiz. Daha üst seviyelere çıktığımızda, bütün canlıların hücrelerden yapıldığı ve hücrelerdeki temel mekanizmaların yüzlerce ortak özelliklere sahip olduğu da göze çarpmaktadır. İnsan ruhunun evi olan biyolojik bedenin sıhhati, kendisini oluşturan organik moleküllerin, genetik programa göre doğru sentezlenmesine ve doğru şekilde fonksiyon görmesine bağlı kılınmıştır. Bedenin hayatiyetini sürdürmesi, onun dış çevreden su, hava ve besin almasını gerektirir. Bir başka deyişle insanın biyolojik yapısı, çevresiyle sürekli etkileşim halinde olmak mecburiyetindedir. Çevresindeki maddeler onu etkilediği kadar, insanoğlu da tükettikleri ve ürettikleriyle çevresini sürekli etkilemektedir. Bu münasebetlerin en tipik olanı, insanın kendi hayatına veya ziraî ürünlere zarar veren haşarâta karşı mücadelede kullandığı kimyevi maddelerdir. Bu kimyevi maddeleri kullanma gayesi, zararlı haşarâtı öldürmek veya onun zararlı tesirlerini engellemektir. Pestisidler olarak adlandırılan bu maddelerin tesiri, yalnız zararlı böceklerle sınırlı kalmamakta ve farklı derecelerde, insan dahil, diğer canlılara da zarar vermektedir. Bu zarar belli bir sürecin sonunda ortaya çıktığı için kullanım sırasında pek fark edilememektedir.

    1950’li yıllarda yaygın kullanımda olan DDT isimli pestisidin hayat hikayesi buna çarpıcı bir örnektir. 1874 yılında sentetik olarak sentez edilen DDT ilacının böcek öldürücü özelliği İsviçreli kimyacı Paul Muller tarafından 1930 yılında fark edildi. Halk sağlığında ve askeri hijyende çok yaygın kullanımı ve hızlı tesir göstermesi dolayısıyla 1948 yılında DDT ilacının bu özelliğini keşfeden Paul Muller Nobel ödülü verildi. Akabinde ABD başta olmak üzere bütün dünyada DDT, tarım ilacı olarak ve sıtmaya karşı mücadelede kullanılmaya başlandı.DDT’nin yoğun kullanıldığı bölgelerde belli kuş türlerinde bariz bir azalma olduğu farkedildi ve 1970 yılında ABD ve birçok Avrupa ülkesinde bu ilacın kullanımı yasaklandı. Ama ne var ki bugün hâlâ gelişmekte olan ülkelerde bu tehlikeli madde kullanılmaya devam etmektedir.

    DDT’nin biyolojik sistemlerde nasıl ve hangi yollarla etkili olduğunu anlamak için yoğun araştırmalar başlatıldı. Sonuçta DDT ile kirlenmiş göl ve nehirlerde yaşayan timsahlarda ya DDT’nin kendisi veya metabolik ürünlerinin, östrojen gibi tesir gösterdiği veya erkeklik hormonu olan androjenin etkilerini engellediği bulundu.

    Floridada kirlenmiş bir gölde, timsah popülasyonu üzerinde yapılan bazı araştırmalar araştırmacıları canlı organizmalar ve çevreyi kirleten maddeler arasındaki etkileşim üzerinde yeniden düşünmeye sevk etmiştir. Göldeki yüksek DDT nisbeti ve bazı kimyevi faktörlerin canlılardaki üreme ve büyüme hormonlarını taklid ettiği görülmüştür. Özellikle dişilerde görülen östrojen hormonu taklid edilebilmektedir. Otoriteler bahsedilen ekoöstrojenlerin özellikle belirli bir sentetik forma dönüşerek, tabii işaret verici molekülleri taklid ettiğini düşünmektedirler.

    Ayrıca çevredeki sentetik maddelerin hayvanlarda ve insandaki hormonların ve büyüme faktörlerinin fonksiyonlarını taklid edebilme kapasitesinde olduğu keşfedildi.İşi daha da tehlikeli kılan, bu maddelerin kimyevi yapıları hormonlara ve büyüme faktörlerine benzememesine rağmen vücuttaki sinyal moleküllerinin davranışlarını taklid edebilme kapasitesinde olmalarıdır. Ancak son 30 yıldır çevre kirleticilerinin etkileri üzerinde yapılan çalışmalar daha çok DNA üzerinde yoğunlaşmış ve kirleticilerin, genetik programı bozduğu yönünde deliller toplanmıştı. Son yıllarda çevremizdeki bazı kirleticilerin hormon olarak vücutta etki gösterdiği ve genleri doğrudan etkilemek yerine, genlerin okunmasını bozduğu bulunmuştur.

    ÖSTROJENLERİN VAZİFESİ NEDİR?

    Östrojenler, pek çok organın (meme, kemik, karaciğer) gelişmesinde ve fonksiyon görmesinde önemli rol oynarlar. Steroid grubu hormonlardan olan östrojenler gerçekte kimyevi sinyallerdir. Bu sinyaller, hücrelerin değişen fizyolojik şartları nasıl algılayacaklarını ve cevap vereceklerini düzenlerler. Endojen (tabii) östrojenler, dişilerin ovaryumunda (yumurtalığında) ve erkeklerin testisinde, beyinden ve diğer organlardan gelen sinyallere cevap olarak kolesterolden sentez edilir ve kana salınır, kan yoluyla bu hormonlar meme ve üreme organlarının hücrelerine taşınırlar. Yağda çözünebilen tabii östrojenler, kolaylıkla hücre ve çekirdek zarlarından geçebilirler. Çekirdek içine giren östrojenler kendine has reseptörlerine (sinyal alıcı moleküle) bağlanırlar. Östrojen-reseptör kompleksi, belirli genlerin düzenleyici bölgelerine bağlanır. Bu kompleks, bağlandığı genin okunmasını ya aktive eder ya baskılar veya onun okunma derecesini değiştirir. Sonuçta ise hücre programında değişikliğe yol açar. Bu etkileşimler, bir seri yeni zincirleme değişikliklere yol açarak canlının yapı ve davranışlarını etkiler. Östrojen-reseptör kompleksinin bağlanmasıyla kontrol edilen genler arasında, diğer bir hormon olan progesteron reseptörü de yer alır. Ancak yapı itibarıyla proteinlerden ibaret olan bu reseptörlerin tanıma, ayırt etme ve doğru bölgeye bağlanma işini nasıl becerdikleri konusunda herhangi bir ipucu elde edilememiş olup sadece ‘bu moleküllerin kimyevi özellikleri ve üç boyutlu yapıları onlara bu özellikleri kazandırmaktadır” şeklinde bir cevapla yetinilmektedir.

    Östradiol gibi tabii östrojenler hücre içindeki faaliyetlerini hedef hücrelerdeki birtakım genlerin ifade edilişlerini değiştirerek gerçekleştirirler. Östradiol hücre ve çekirdek zarında bulunan yağlarda (lipidler) çözülebildikleri için filtre edilmeden hücre çekirdeğine erişebilirler. İçeride ise hücre sıvısı içinde çözünmüş halde bulunan östrojen reseptörlerine bir anahtarın kilide girmesine benzer şekilde bağlanırlar. Östradiol birçok değişik hücre tipine girebildiği halde sadece östrojen reseptörleri olanlar cevap verebilirler. Bu şekilde belirlenen iki reseptör biraraya gelerek bir molekül çifti oluştururlar. Bu çift daha sonra gen üzerinde bulunan ve östrojenlere cevap veren düzenleyici bir konumda bulunan östrojen cevap elemanlarına bağlanırlar.

    İnsan gözünün göremediği mikroalemde cereyan eden bu hassas iletişim zinciri hiç aksatılmadan devam ettirilerek canlıların sağlıklı hayat sürmeleri sağlanmaktadır. Östrojenler kolaylıkla pek çok hücreye girebildiği için sonuçta niçin belirli hücrelerin buna cevap verdiğini ilk bakışta anlamak çok zordur. Ancak kilit molekül, östrojen reseptörüdür. Çünkü östrojen reseptörü sadece belirli hücrelerde bulunur. Bir başka deyişle östrojen reseptörü her hücrede sentez edilmez. Bu etkileşimlerin nasıl olduğunu birazcık anlayabilmek için bilim adamları östrojeni anahtar olarak, östrojen reseptörünü de bir kilit olarak düşünmektedirler. Son yıllara kadar anahtar ve kilidin birbirine uyduğu yani her bir kilidin kendine has tek bir anahtarının var olduğu sanılıyordu. Ancak ortaya çıkan gerçek oldukça şaşırtıcıydı. Birbirine fiziki olarak benzemeyen anahtarlar, pestisidlerde(DDT) vb. olduğu gibi aynı kilide uymuş etkisi veriyordu. Bazen bu etkiler kilidi açarken (östrojen etki) bazıları da kilidi bloke ederek çalışmaz hale getirmesi (antiöstrojen etki) şeklinde ortaya çıkmaktaydı. Çevremizdeki kimyevi maddelerden pek çoğunun östrojen kilidini az veya çok açabilmesi, kilit mekanizmasının çok güvenilir olmadığını ve anahtarların birbirleriyle değişik seviyelerde etkileştiğini ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla dengeler çok ince hassas ayarlamalar gerektiren bir mekanizmayla kurulmaktaydı.

    ÖSTROJEN RESEPTÖRÜ

    Östrojen reseptörü, farklı bölgeleri farklı fonksiyonlar gören büyük bir proteindir. Östrojen reseptöründeki bölgelerden birinin fonksiyonu, vücut tarafından üretilen östrojeni tanıyıp ona bağlanmaktır. Bir başka bölgesi ise, reseptör-östrojen kompleksinin DNA’ya bağlanmasına yardımcı olur. Östrojen reseptör kompleksi DNA’ya bağlandıktan sonra, bağlandığı genin okunma desenini veya durumunu değiştirir. Çünkü östrojen reseptörü aynı zamanda genetik mesajın okunmasında gerekli bir faktördür.

    Ayrıca ekoöstrojenler vücuda girdikten sonra karaciğerde metabolize edilerek değiştirilebilirler. DDT ve alakalı moleküllerin yarı ömrü 50 yıl kadar uzun olabilmektedir. Bundan dolayı kolay bozulmayan yapısı ve her yere dağılabilmeleri, bu tip kirleticilerin tesbit edilmesini, uzaklaştırılmasını ve bunlardan korunmayı sağlayan metodların daha da iyileştirilmesini gerekli kılmaktadır.

    SAÐLIKTA VE HASTALIKTA EKOÖSTROJENLER

    Endojen östrojenler ve ilaç formunda olanların fazlası, meme ve rahim kanseri, süt döneminin engellenmesi gibi hastalıklara ve fonksiyon bozukluklarına yol açmaktadır. Benzer şekilde ekoöstrojenlerin bu bozukluklarla alakalı olduğu düşünülmektedir.

    Çevremizde bulunan kimyevi maddelerden östrojen hormonu tesiri gösteren ilaçlar ekoöstrojen olarak isimlendirilmektedir. DDT dışında ekoöstrojen olarak bilinen bir başka pestisid, Kepon isimli kimyevi madde taşıyan Mirex ilacıdır. Kepon’un ayrıntılı analizinde zayıf bir östrojen tesiri gösterdiği ortaya çıkarılmıştır. Yapı bakımından östrojenlere hiç benzemeyen bu maddelerin nasıl östrojeninkine benzer tesirler ortaya çıkardığı üzerinde yapılan çalışmalarda enteresan sonuçlar elde edilmiştir. Zira kepon, östrojen hormonu sentezini uyaran genlerle etkileşime girmekte ve onları aktive etmektedir. Östrojen benzeri etki gösteren bir başka sentetik ilaç 1970’li yıllarda sentez edilmiş ve kullanıma da girmişti. Dietilstilböstrol veya DES olarak bilinen bu madde ile yapılan karşılaştırmalı çalışmalar, östrojenlerin muhtemel toksik etkilerini anlamayı kolaylaştırmıştır. Zira DES isimli ilaç, sığırlarda büyümeyi uyardığından uzun süreden beri verimi artırmak için kullanılmaktaydı. Ayrıca kadınlarda erken doğumu engellemek için de kullanılıyordu. 1971 yılında ise DES ilacının vajinal kansere yol açtığı bulundu. DES üzerinde yapılan ayrıntılı çalışmalar, bu maddenin plasenta yoluyla yavruya geçen kanser yapıcı bir madde olduğunu ortaya çıkardı. Yani anne bu ilacı alırsa yavrusunda kansere yol açıyordu.

    Birçok ekoöstrojen, östrojen reseptörüne bağlanabilmektir. Burada östradiel ve diğer ekoöstrojenlerin fiziki yapısının ne kadar farklı olduğu görülebilir. Bu sebeple bu kadar değişik şekilli anahtarların aynı kilide nasıl uyduğunu anlamak oldukça zordur. Böylece, standart reseptör-bağlanma şekilleri çevreden gelen östrojenin potansiyel gücü hakkında yeterli bilgi veremezler.

    Bir araştırmaya göre bu tip maddeler, emzirme dönemindeki annelerin sütten erken kesilmelerine sebep olmaktadır. Erkeklere tabii östrojen verilerek yapılan son çalışmalarda elde edilen sonuçlara benzer şekilde, DDT ilacının sperm sayısında azalmalara yol açtığı ve göğüs kanseri gibi hormonla ilişkili kanserlerin ortaya çıkma hızını artırdığı gösterilmiştir. Östrojenler, erkek üreme organlarının gelişmesine de etki ederler. Fareler üzerinde yapılan çalışmalarda rahimde DES ilacına maruz bırakılan farelerde, gelişmemiş testis, testis kanseri, sperm anomalileri ve prostat hastalığı daha sıktır. Benzer etkiler insanlarda da gözlenmiş ve DDT ile kirlenmiş sularda yaşayan canlıların erkeklik organlarında küçülmeler olduğu tesbit edilmiştir. Özellikle timsahlar üzerinde yapılan çalışmalar DDT ilacının, biyolojik sistemde tabii dişilik hormonu olan östrojenin etkilerine benzer etkiler hâsıl ettiği ortaya çıkarıldı. Çevre atıklarına maruz kalmış sularda yetiştirilen erkek balıkların dişileştiği ve dişi balıkların erkekleşmeye başladıkları gözlenmiştir.

    Özetle ekoöstrojenler ve çevremizde ürettiğimiz bazı yeni maddeler veya atıklar, hormonal aktiviteyle uyumlu olarak cinsiyet gelişimini değiştirebilme kapasitesine sahiptirler. Ayrıca laboratuarda sunî olarak sentez edilen kimyevi maddelerin biyolojik sistemdeki tabii sinyal sistemleriyle etkileşmesinin mümkün ve gerçek olduğu ortaya çıkmıştır.

    Bu gelişmelere bağlı olarak cinsiyet ve ahlak bozukluklarını tedavi için uğraşan başta psikologlar ve hormon bilimcileri (endokrinologlar) olmak üzere herkesin meseleye çok ciddi eğilmesi gerekmektedir.

    Yaratılışta kusur arayacağımıza, kendi ellerimizle kirleterek yaşanmaz hale getirdiğimiz dünyamızın cinsiyet bozucu maddelerle ne hale geldiğini görüp, bir an önce bunlardan kurtulmanın yollarını bulmalıyız.
İşlem Yapılıyor
X