Gelir Bölüşümü

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Gelir Bölüşümü

    Türkiye'de gelir bölüşümünde varolan dengesiz ve çarpık yapı, uygulanan ekonomik ve sosyal politikalarla giderek derinleşmektedir. "Öteki Türkiye" diye tanımlanan bu farklılaşma, toplumsal dokuda çözülmeye, siyasal yapıda farklı arayışlara yol açacak bir görünüm sergilemektedir. Böylesi bir yapıda, demokrasinin temel harcını oluşturması beklenen kesimlerin beklentileri karşılanamamakta ve varolan üretim ilişkileri yoksulluğun artmasına ve yaygınlaşmasına neden olmaktadır.

    Gelir dağılımının adaletli olması asıl amaç ve nihai sonuç değildir. Toplumun ortak özlemi olan toplumsal barış, özgürlük, adalet, güvenlik ve refahı gerçekleştirmek için bir araçtır. Sosyal devlet ilkesini benimseyen toplumlarda, ekonomik kalkınma ve ulusal gelir artışı tek amaç olarak kabul edilmemektedir. Yaratılan gelirin üretim faktörleri arasında adil bölüşümü ve refahın geniş kitlelere yayılması öncelikli amaç olmaktadır.

    2000 yılında ülkede yaratılan ulusal gelirin 125 katrilyon lira olması tahmin edilmektedir. Ülke ekonomisinin sürdürülebilir kalkınma süreci içinde büyümesi esastır.

    Ulusal gelirin sürekli olarak artması yaşama standartlarındaki yükselmenin de kaynağıdır. Ancak ulusal gelirin oluşturulması ve ekonomik gelişmenin sağlanması kadar önemli olan bir konu da, yaratılan gelirin üretimi gerçekleştiren kesimler arasındaki bölüşümüdür. Bu durum, bölüşüm olayının sadece ekonomik değil ve fakat aynı zamanda siyasal, sosyal ve kültürel boyutunu da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, özünde ekonomik içerikli olmakla birlikte bölüşüm sorunu, özellikle ekonomik temele dayalı sınıflı toplum yapısında, demokratik yapının temel ilgi alanı olmalı ve en çok tartışılması gereken gündem maddesini oluşturmalıdır. Ulusal gelirin, toplumu oluşturan çeşitli kesimleri arasında nasıl dağıldığının değerlendirilmesinde temel ölçüt, toplam gelirin ne kadarının emekçi kesimlerin, ne kadarının emek dışı gelirler olarak sermaye kesiminin eline geçtiğidir. Kuşkusuz böyle bir bakış açısı, ulusal ücret politikası yerine, daha geniş bir yaklaşımı ortaya koyan ulusal gelirler politikasını gerekli kılmaktadır. Çünkü, ücretlilerin sayısı, ekonomik gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, toplumdaki belirli bir kesimi temsil etmektedir. Bu yönüyle, özellikle gelir bölüşümünün adaletsiz ve dengesiz olduğu bir yapıda, önceliğin ücret gelirleri arasında denge sağlanmasına verilmesi yanlış ve kamuoyunda belirsizlik oluşturmaya dönük bir yaklaşım olmaktadır.

    Siyasal iktidarın gelirler politikasında dikkat etmesi gereken konulardan birisi, ulusal gelirin çeşitli kesimler arasında dengeli olarak bölüşülüp bölüşülmediğidir. Çoğu gelişme halindeki ülkede, gelir bölüşümündeki büyük eşitsizlik nedeniyle toplumun önemli bir bölümü yoksulluk sınırında yaşayacak kadar bir gelir elde edebilmektedir. Bu yüzden, ekonomik kalkınmanın adil paylaşımını sağlayabilmek için, bu kesimlere çoğu zaman ekonomik gelişme hızının üzerinde gelir artışı sağlamak gereklidir. Varolan dengesiz gelir dağılımında, zenginlerin içinde bulunduğu yüksek yaşam koşulları ile yoksulların karşı karşıya bulunduğu olumsuz geçim koşulları arasındaki uçurum boyutundaki çarpıcı farkın azaltılması gerekir. Bu durum da ancak farklılaştırılmış gelir artışlarıyla mümkün olacaktır.

    Eğer bütün sosyal kesimlerin gelirleri için eşit oranda artış yapılması tercih edilirse, ekonomik gelişme sürdükçe, kesimler arasındaki yaşam koşulları arasındaki farklar artarak devam edecektir. Örneğin, ülkede uygulanacak "istikrar politikaları" çerçevesinde tüm faktör gelirlerinin hedeflenen enflasyon oranı dikkate alınarak artışı yoluna gidilmesi, gelir bölüşümünde varolan durumun sürmesi anlamındadır. Kuşkusuz böylesi bir durum, gelir bölüşümünden "aslan payını" alan kesimler için fazla şikayet konusu edilmeyecek bir durum olacaktır.

    2000 yılında uygulamaya konulan "ekonomik program" bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, bölüşüm ilişkilerindeki siyasal tercih açıkça ortaya çıkmaktadır. Ülkede uygulanan sistem bölüşüm ilişkilerini belirleyen temel unsurdur. Ekonomik, sosyal, maliye ve para politikaları gelir dağılımını doğrudan etkilemektedir. Bu durumda gelirler politikası çok geniş bir çerçeveye oturmaktadır. Ekonomik büyümenin sağlanması, para ve maliye politikaları, rekabetin düzenlenmesi, istihdam politikası, emek ile sermaye arasındaki endüstriyel ilişkilerin yapısı, kamu sosyal hizmetlerinin yaygınlığı ve kalitesi gibi konuların tümü gelirler politikası kapsamı içinde yer almak durumunda olmalıdır. Kapsam, gelirler politikası ile ilgili tartışmalarda oldukça önem taşımaktadır ve gelirler politikasının ücret ve maaşları olduğu kadar, fiyatları, karları, mülk gelirlerini ve serbest meslek gelirlerini de etkileyip etkilemediği önem kazanmaktadır. IMF ile yapılan anlaşma doğrultusunda yönlendirilen düzenlemelerin büyük ölçüde çalışanların, dar ve sabit gelirli kesimlerin yaşama koşullarını olumsuz etkilediği bir yıllık uygulama sonucunda ortaya çıkmıştır.

    Türkiye, ulusal gelirin önemli bir kısmını alan dar bir azınlığın talep ettiği mal ve hizmetlerin üretimine ağırlık veren konumdadır. Ülkede yaratılan gelirin önemli bir kısmının belli bir azınlığın eline geçtiği bir ülkede, tüketim kalıpları sözkonusu kesimin tercihlerine göre belirlenecektir. Nitekim günlük yaşantıya yansıyan lüks villalar, yazlıklar, tatil köyleri, otomobiller, gece klüpleri, özel sağlık kurumları, özel okullar bu yönelişin sonucudur.

    Toplumun geniş bir kesimi için, yiyecek, giyecek, konut, ulaşım, eğitim gibi temel gereksinmelerin karşılanamadığı, bunları sağlayacak bir gelirin elde edilemediği bir yapıda, sınırlı bir ekonomik azınlığın harcama eğilimimin yüksek olması ekonomik ve sosyal dengeleri bozacak bir durumdur. Böyle bir çarpık yapıda çalışanlardan beklenecek özveri, toplumsal ve siyasal alanda yeni yönelişleri gündeme getirmenin davetiyesi niteliğinde olacaktır.

    Tablo 1: Türkiye'de Gelir Dağılımı (Hanelerin % 20'lik Dilimlerine Göre)



    Kaynak: DİE

    Türkiye, toplumun orta kesimini oluşturması gereken tarımda emek ve küçük sermaye ile çalışanlarla salt emekle çalışanlar yani işçiler ve memurlar aleyhine gelir bölüşümünün giderek bozulduğu bir süreci yaşamaktadır. Bu nedenle, ülkemizde her dönem tartışma konusu olan gelir dağılımındaki bozuk yapı bugün üzerinde önemle durulması gereken bir sorun niteliğine bürünmüştür. Kişi başına gelir düzeyinin zaten düşük olduğu ülkemizde, gelir dağılımındaki bozukluğun artması, yoksulluk sorununu da ortaya çıkarmaktadır.

    Tablo 1'den de görüleceği üzere, Türkiye'deki toplam ailelerin en düşük gelir grubundaki yüzde 20'sini oluşturan kesimi toplam gelirin sadece yüzde 4,9'unu alırken, en yüksek gelir grubundaki aynı sayıdaki aile toplam gelirin yarıdan fazlasını almaktadır. 1994 yılında gelir 1987 yılına göre daha adaletsiz ve dengesiz dağılmaktadır. Son yıllarda Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu olumsuz koşullar ve uygulanan sosyo-ekonomik politikalar ülkede her zaman varolan gelir bölüşümü eşitsizliğini alt gelir düzeyindekiler aleyhine daha da bozmuştur.

    Nüfusun yüzde 20'lik dilimleri esas alınarak gözlenen gelir bölüşümündeki bu çarpık yapı, hane gelirlerinin hanelerin yüzde 1'lik dilimlere göre dağılımı temelinde ürkütücü boyutlara ulaşmaktadır. Buna göre, Türkiye'deki en zengin ile en fakir arasındaki fark 234 kat olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, 1994 yılı itibariyle en yoksul 134 bin ailede aile başına düşen yıllık ortalama gelir 392.- Dolar olurken, Türkiye'nin en zengin 134 bin ailesinde aile başına düşen toplam ortalama gelir yıllık 91.898.- Dolar olmaktadır. Yoksulluğun parasal bakımdan bu düzeyde olması kırsal kesimdeki gelir düzeyinden kaynaklanmaktadır. Yoksul nüfus içinde yüzde 73,5 pay ile tarım ve ormancılık kesimi ile uğraşanlar en büyük yoksul grubu oluşturmaktadır. Bu arada dikkate alınması gereken bir husus, DİE tarafından çalışmanın yapıldığı 1994 yılında net asgari ücretin aylık 69.- ve yıllık toplam 828.- Dolar olduğu, kişi başına düşen gayri safi milli hasılanın ise 2 195.-Dolar olduğudur.

    Tablo 2: Seçilmiş Bazı Ülkelerde Gelir Dağılımı (Hanelerin % 20'lik Dilimlerine Göre)



    Kaynak. Dünya Bankası

    OECD ülkeleri içinde gelir dağılımının en dengesiz olduğu, buna karşılık kişi başına düşen ulusal gelirin en düşük olduğu ülke Türkiye'dir. Ülkemizin de tam üye olma sürecinde bulunduğu Avrupa Birliği'nde gelir bölüşümüne bakıldığında; birinci yüzde 20'lik grubun aldığı pay, örneğin Almanya'da yüzde 8,2; Fransa'da yüzde 7,2; İtalya'da yüzde 8,7; İngiltere'de yüzde 6,6; İspanya'da yüzde 7,5; Yunanistan'da yüzde 7,5'tir. Ancak bu ülkelerde en zengin yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay yüzde 40,0 civarındadır. Kişi başına düşen milli gelir AB ülkelerinde yıllık 10 bin Dolar'ın üzerindedir.

    Gelir dağılımında incelenmesi gereken diğer bir husus, ücretli ve maaşlı çalışanları oluşturan işçi ve memurlar ile küçük esnaf ve sanatkarlar, kendi hesabına çalışanlar ve işverenler arasında yaratılan gelirin nasıl bölüşüldüğüdür.

    1987-1999 döneminde üretim faktörlerinin ulusal gelirden aldığı pay ise şöyle olmuştur: İşgücü ödemeleri 1987 yılında yüzde 20.7 ile en düşük, 1991'de yüzde 31.9 ile en yüksek payı oluşturmuştur. 1991'den sonraki yıllarda bu pay giderek azalma eğilimine girmiş ve 1994 yılındaki ekonomik krizi izleyen 1995'de yüzde 22,7 oranında gerçekleşmiştir. İzleyen dönemde, kamu kesimi işçi ücretleri, asgari ücret ve devlet memurları maaşlarında sağlanan gerçek artışların da etkisiyle, işgücü ödemelerinin ulusal gelir içindeki payı yükselerek 1996 yılında yüzde 23,9, 1997 yılında yüzde 25,8, 1998 yılında yüzde 25,6 ve seçimlerin yapıldığı 1999'da yüzde 30.7 olarak gerçekleşmiştir.

    Tablo 3: GSYİH İçindeki Faktör Ödemelerinin Payı (yüzde)



    Kaynak: DİE

    Kira, faiz ve kar gelirleri toplamından oluşan sermaye gelirlerinin ulusal gelirden aldığı pay ise, emek gelirlerinin aldığı pay ile tersine bir gelişme izlemiştir. Diğer bir ifadeyle, emek gelirlerinin payı yükseldikçe sermaye gelirlerinin payı düşmüş, sermaye gelirlerinin payı yükseldikçe emek payında azalma olmuştur. Nitekim 1987 yılında sermaye gelirlerinin GSYİH'dan aldığı pay yüzde 64,2 iken 1991 yılında en düşük değeri olan yüzde 53,3 oranına gerilemiş, ancak daha sonra emek payındaki azalmaya paralel bir biçimde yükselerek 1995 yılında yüzde 61,4 olmuştur. 1996'dan itibaren ise tekrar bir düşme gözlenmiştir.



    Bazı ülkelerde gelir dağılımı istatistiklerine paralel olarak servet dağılımı istatistikleri de hazırlanmaktadır. Toprak mülkiyeti de dahil her türlü servetin çeşitli toplumsal gruplar arasındaki dağılımı böylece izlenebilmektedir. Bir çok ülkede gelir dağılımındaki eşitsizliğin başlıca kaynaklarından birisi de toprak mülkiyetinin dağılımındaki eşitsizliklerdir. Ülke nüfusunun ve istihdam edilenlerin yaklaşık yüzde 40'ının tarım kesiminde bulunduğu Türkiye açısından bu hususun ayrı bir önemi bulunmaktadır. Geniş topraklara sahip olan büyük çiftçiler ile topraksız köylülerin gelirleri arasında büyük farkların olması doğaldır. Bu nedenle, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri azaltmaya yönelmiş ekonomik politikaları genellikle toprak reformu ile işe başlayarak önce mülkiyet dağılımındaki büyük farkları ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar.

    Ülkede sosyal barışın sağlanması ve korunması, gelir bölüşümünün adaletsiz olduğu bir yapıda mümkün değildir. Böyle bir yapıda toplumsal huzursuzluğun olması kaçınılmazdır. Türkiye'de, özellikle son yıllarda çalışanlar aleyhine daha adaletsiz ve dengesiz yapıya dönüşen gelir dağılımının düzeltilebilmesi için, süratle bir takım tedbir ve politikaların uygulamaya sokulması gerekmektedir.

    Ancak, ülkede uygulamaya konulan IMF ve Dünya Bankası kökenli ekonomik politikalarla bunu sağlamak mümkün değildir. Çünkü, bölüşüm, üretim sonucu elde edilen toplam gelirin üretime katılan kesimler arasında nasıl dağılacağı yönüyle ekonomik içeriklidir. Gelir bölüşümünün düzenlenmesine yönelik politika tercihlerinin belirlenmesinde etkili olan faktörlerin başında ekonomik faktörler gelmektedir. Büyüyen bir ekonomide yaratılan gelir tümüyle tüketim harcamalarında kullanılmamaktadır. Ulusal gelirin belirli bir bölümü yatırımlarda kullanılmaktadır. Toplam gelirin yatırımlarda kullanılan bölümü arttıkça günün tüketim olanakları azalmaktadır. Bazen ulusal gelirin bir bölümü dış borç ödemeleri için kullanılmaktadır. Yatırımlar için gerekli tasarrufu kim yapacaktır? Ekonomik olarak, dar ve sabit gelirli kesimlerin tasarruf yapamadığı ve elde ettikleri gelirin tamamını tüketime yönelttikleri görüşü piyasa ekonomisinin uygulandığı ülkelerde genel kabul görmektedir. Kuşkusuz böylesi bir yaklaşımın sonucu, sermaye birikiminin kaynağı olarak dar ve sabit gelirli geniş halk kesimlerinin görülmesi olmaktadır. IMF kökenli programların öncelikle çalışan kesimlerin gelir artışını sınırlamak istemeleri bu çerçevede değerlendirilmelidir.

    Enis BAÐDADİOÐLU
İşlem Yapılıyor
X