Milli Sohbet
Nihat Genç
Leman Dergisi
Ermeni karar tasarıları için "sözde" kelimesini kullanıyoruz, çünkü gerçeği
Lozan, Lozan, hezimet mi, zafer mi, çok tartışıldı. Beş milyon km'den
yediyüzbine düşen Osmanlı topraklarına bakıldığında hezimet, Sevr'den
bakıldığında Zafer! Lozan'ı Ermeni tarihinin en kara günü olarak gören dünyaya
yayılmış Ermeniler (diaspora) yüzyıldır tek birşey düşünüyor: Lozan. Lozan,
Ermeniler için evhamlı bir taşkınlık. Lozan'a karşı kinleri sadece Türkler'e
değil. 1830 Yunan ayaklanmasından beri, yüzyıldır ellerine silah verip,
Anadolu topraklarında kışkırtan Batılı devletlere karşı bitmeyen bir öfke!
Uğursuz, karanlık ve uzakta kalmış bir mezarın hikayesi. Yoldan geçen Arap
şeyhlerine bile devlet verilip Ermeniler'in acılar içinde bomboş sürülüşü
milli kudurmuşluğun asıl sebebi. Ermeni lobisi, aslında Fransa'da, Amerika'da,
Sevrcilerden intikam alıyor. Hunharca öldürüldüklerini düşünen bir nesil,
"bizi, neden yüzyıl kullanıp umut verdiniz, kardeş kardeşe bir cinayetin içine
atıp, sonunda imparatorluğun yağlı parçalarını aranızda bölüşüp, Lozan'la bin
yıldır yaşadığımız topraklardan ayrılmamıza imza attınız." Bu kin dolu ölüm
şarkısı, Ermeniler'in milli ağıtı olmuştur.
Son nefeslerinde dahi Trabzon'u hayal eden, Türkiye'den daha çok Trabzon'u
düşünen, her yıl Trabzon resimleri sergisi açan, antika çarşıları tıka basa
hala Türkiye'den götürdükleri eşyalarla dolu Marsilya'daki Ermeniler'i
Fransız'ların avutması uzun bir yüzyıl sürmüştür. Fransa yeni bir vatan mı,
sürgün, tutsaklık yeri mi, geri dönecekler mi, gibi, aklı karışmış
Ermeniler'in yüzyıllık uzaklıktan karışmayan tek şeyleri: Ermeni Tarihi'dir.
Hazan yaprağı gibi tarihten sallanıp kaybolmakta oluşları ödlerini kopardı.
Ermeni tarihçiler yalnız milli savaş tarihlerini yazmadılar, sanat tarihinde,
batı tarihine sessiz-sedasız ve destansı saldırılarda bulundular. Ermeni taş
ustalarının ve Erzurum'da birkaç yapının planlarını tartışarak, dünya
kültürünü dönüştüren Rönesans'ın gerçek öncüleri olduklarını iddia ettiler. Bu
tartışmalarla dolu zengin bir kültür, sanat kütüphaneleri vardır.
Osmanlı'nın rahat, ucuz, sıcak ve konforlu ahşap evlere düşkünlüğü, bir nesil
yaşamadan seri yangınlarla kül olması, asırlara dayanıklı Ermeni taş
yapılarına, zanaatkarlarına bizim de şaşkınlıkla kulak kabartmamızı,
övgülerimize neden olmuştur. Ermeniler'in taşlara işledikleri melek resimleri
bu topraklardadır ve kutsal emanetimizdir. Cumhuriyet'le inşa ettiğimiz
Ankara'da 75 yılda mimari ustalığıyla tek bir yapı inşa edememiş oluşumuz,
işte bu yüzden çok acıklıdır.
Ermeni sanat tarihçilerinin yıkık-dökük eski kiliselerine bakıp, mutlu bir
vatan özlemine kapılmaları, yabancı bir diyara itilmiş olmalarıyla hüzünle
katlanmaktadır. Eski altın günlerin bir daha geri dönmeyecek oluşu,
Ermeniler'i sonsuz bir acıya sürüklemekte, bu yalnızlık, bu sahipsizlik,
Ermeni gençlerini her türlü barbarlığa zorlamaktadır.
Fransa, Asala, kendi topraklarında kan dökmeye başlayınca, paniğe kapılıp bu
kanı toprağından uzaklaştırmak için, Kürt meselesiyle-Ermeni meselesini, bir
taşla iki kuş vurup, aynı siyasi daire içinde değerlendirmenin sözüyle
Ermeniler'i avutmaya çalıştı. Yurdundan uzak Ermeniler Güneydoğu'daki iç
karışıklıklarla Kürtleri de kendileri gibi mazlum, itilmiş, görüp bağırlarına
bastı, umutla sarıldılar. Soylu övgülerle Kürt hareketini selamlayıp,
hayırsever, demokrat, insanlık çıkışlarıyla bu övgülerin arkasına Batılı
devletleri almaya çalıştı. Ancak Güneydoğu'dan netice alınamayacağının
anlaşıldığı bugün, bir Ermeni'ye yapılacak en sert şaka, ona bir Kürt'ten
bahsetmek. Ermeniler iki gün dolmadı, Kürt düşmanı oldular, birkaç yıla
varmaz, Kürtler'i en çok aşağılayan, dışlayan ülke Fransa olursa, şaşırmayın.
Karar tasarıları onaylandığına göre, Ermeni meselesi, asla ve bir daha
tarihçilerin işi olmayacak, Ermeni meselesi ömrünü, intikam, nefret, kinle
dolu bir politik savaş olarak sürdürecek. Çünkü, onların da, bizim de
tarihçilerimiz birer "aziz", birer "yaşlı bilge" olamadı. Galeyancı bir
kahramanlık inşa ettiler. Tasarıda üfürüldüğü gibi Türkiye'nin Ermeniler'e bir
kuruş tazminat vermesi asla mümkün değil. Çünkü Lozan, cumhuriyetin sadece
kuruluşu değil; kafatası. Batılı parlamentolar uysal bir cesaret görüntüsüyle
bu kafatasına demirçubuklarla saldırıya geçti. Çelik zırhına her yıl milyar
dolar (silah parası) ödediğimiz bu galeyancı kahramanlıktan asla taviz
kopmayacağını biliyorlar. Olan, biz yoksul halkın ekmeğine olduğunu da
biliyorlar. Batı demokrasisi, hem hayalperest Ermeniler'in al elma gönlünü
alma, hem de, olmayacak bu duanın aminiyle, Batı kapısında diz çökmüş,
yalvaran Türkler'i delirtmek istiyor!
Bugünkü Ermenistan 1918'de kuruldu, hemen Sovyetler'e katıldı. Dünyaya
yayılmış Ermeniler bu ülkeye doya doya vatanım diyemedi. Mutlu vatan kokusu
duydukları yer, Anadolu'nun içleri, Trabzon, Erzurum, Kars. Geçtiğimiz yüzyıl,
hangi Ermeni'ye Ermenistan'da yaşamak istersin, diye sorulsa, "nasılsa
başkasının boyunduruğunda yaşayacağım, o halde Fransa'da daha özgürüm" derdi.
Ve birçoğu, çok uzaklarda ütopyalar içinde, şiddetli bir rüzgar değişikliği
kollayıp, Ermenistan'ı, Anadolu'ya sıçrama taşı olarak gören Taşnakçı
oluverdi.
Ermeniler'in dünyaya büyük göçü, buharlı gemilerin vızır vızır yeni bir dünya
kurdukları 1840'lı yıllarda başlar ve Fransa ve Amerika'ya dağılırlar. Milli
tartışma konusu, 1. Dünya Harbi'nde zorunlu göçe (tehçire) tabi tutulmaları.
Bursa, Eskişehir, Ankara gibi şehirlerden bir gecede toplanıp, tren
istasyonlarında çoluk-çocuk perişan, eşyalarını bir bavula dahi
tıkıştıramadan, Anadolu'dan kovularak çıkarılmalarıdır. Doğu'daki kanlı savaşa
çok uzak bu bölgelerden Ermeniler'in sürülmesi halen tartışılmakta. Bu sürgüne
en çok Türk halkı karşı çıkmış, tren istasyonlarına koşup yardım etmiş, bir
çoğunu gizlemeye çalışmış, vagonlara doldurulmuş Ermeniler'e, yemek, yiyecek
taşımışlardır. İttihatçılar'da o günlerde Kars ve Erzurum'daki gibi iç
isyanların-toplu katliamların bu bölgelere de sıçrar korkusu vardı.
Tarihçilerin görüşü ortadadır: Rus ordusuyla beraber savaşan Ermeni isyanları
ve zorunlu göçe sebep olan savaş, 1-1 berabere bitmiştir. Tarihçilerin görüşü
dedikleri, terazide tartılan: Kan. Kanlar kuruyup gidince, toplu
mezarlıklardan çıkartılan kemikleri saymaya, istiflemeye başladık. Soykırım
iddiası da, işte bu göç sırasında, yolda, karda, kışta, ölen, kaybolan Ermeni
nüfustur, Ermeni soykırım iddiaları parlamentolara taşınıncaya kadar, göç
yolundaki bu büyük kırıma Türk tarihçileri umursamaz davranmış, "rakamlarla"
hiç ilgilenmemiştir, çünkü,Rus ordularıyla birlikte Kars'ı, Erzurum'u yerle
bir eden Ermeni çetecilere kin o denli fazlaydı ki, kendi ana-baba-dedesinin
kemiklerini saymaktan, göç yoluna bakacak, zamanlar üstü bir insanlık
bilgeliği şuuru şüphesiz fazla lüks olurdu.
İttihatçılara karşı çıkıp, savaşa uzak bölgelerdeki Ermeniler'i sürgüne
göndermenin gereği yoktu diyen tarihçiler bile, milli sohbetlerinde, Ermeniler
yerinde kalsaydı, üç-dört yıl sonra başlayacak Yunan işgali sırasında
Rumlar'la birlikte, işgal orduları safına geçebilirlerdi ve asıl katliam o
zaman olurdu ve Kurtuluş Savaşı'nın rakamları o zaman büyürdü diyorlar!
İçiçe girmiş bu kanlı savaşların trajedisinden haklı-haksız çözmenin hem
imkanı kalmadı, hem de, haklı-haksız ayrımı yapmak, utanılacak bir intikam
tarihinin köpüklü ağzını coşturmaktan başka işe yaramaz.
Ermeniler'i yeryüzü topraklarında, taşkın, çırılçıplak heyecanlarıyla en iyi
biz anlarız. Çünkü onlarla bin yıl aynı kadını sevdik: Anadolu. Bu güzel kadın
uğruna ne onların ne bizim hiçbir zaman ölümden korkumuz olmadı. Bu kadının
ıstırap verici sert bir özelliği var, sevgili aşıklarını dizginliyemiyor.
Sevgililerini aynı soyun, aynı çığlığın içinde ne zaman eritmeye kalksa, bomba
gibi patlıyor. Ermenilerle yaptığımız savaş değildi, elimizde patlayan bin
yıllık bombaydı. Bu bomba, Anadolu'nun tüm kan damarlarını paramparça etti,
birbirimizden ebediyyen ayırıverdi. Birileri hala, bu bombanın pimine
dokunarak, bu edebi aşk ıstırabını dindirmeye çalışıyor. Sevgililerini arzuyla
ateşleyen bu toprakların derin hatıralarında yaşayan rüyadan güzel masallar,
bizleri hala delirtmeye devam ediyor! Diyelim bu güzel kadının sadece
Rize'sini düşünün. Hadi, muhteşem, olağanüstü doğasını da bir kenara koyun,
sadece Rizeliler'i düşünün. Sıcacık, neşeli, şekerden ve koşarcasına çalışan
bu insanların ruh güzelliğini yeryüzü ikliminin hangi coğrafyasında
bulabilirsiniz. Yüksek bir kültür, uygarlık, zenginlik, herşeyin sahibi
olabilirsiniz, ama, yanıbaşında çabuk çabuk konuşan, hüznü, kasveti duman gibi
dağıtan, bala bandırılmış bir coşkuyla her tür acıyı çağlayan tülüne
dönüştürüveren ve insana takla attıran şaka dolu bir hayat öğrenirsiniz.
Dinleyicisiz, yankısız ve bomboş parlamento sıralarında alınmış kararlarla
böyle muhteşem bir halktan uzak düşmenin acısını çıkartmak istiyorlar!
O günleri canlı canlı anlatan en güzel ve tek kitap: "İki Kıtal, İki Komitacı"
adıyla Temel Yay., yazarı: Ahmet Refik. Sıcağı sıcağına cephe ateşi içinde,
tren vagonlarında, kan ağlayarak yazıldı bu kitap, ve 1919'da basıldı. Ermeni
tehcirini-isyanları tarafsız anlattığı için Türk basını tarafından çok
eleştirildi. Mustafa Kemal'in dahi, Karpiç lokantasında Ahmet Refik'i, masa
üstüne çıkartıp, eşşek gibi anırttığı hatıralarda anlatılır. (Birçok tarih
kitabı yazan Ahmet Refik, konservatuvarın başına getirildi, Türk Tiyatro
Tarihi adlı kitabı yazdı.)
Yapı Kredi Yay., Doğu'da Mizah kitabı, Osmanlı mizahını anlatıp, sonunda
Mısır, Tunus, Cezayir mizahından örnekler veriyor. Mesela, Mısır'da ilk mizah
dergilerini Türkiye'den sürülmüş Ermeniler, Ermeni mizah basınını da Saruhan
adlı ünlü karikatürist yönetiyor. Saruhan'ın çizgilerinde Lozan'ın
hayalkırıklığı ve başka efendilerin boyunduruğunda yaşamak zorunda
kalışlarının acı haykırışını izleyebiliyoruz.
Meşrutiyet'le birlikte, Ermeniler Türkiye'de yirmiye yakın mizah dergisi
çıkardı, Marsilya'ya uzandıklarında aynı gazeteler kaldığı yerden orda devam
etti. Bir halk, kendi söz, davranış, geleneklerini eleştirerek mizah ve
edebiyat yaratabilir, kültürünü, güvenle yeni çocuklarına aktarabilir. Ancak,
içinde yaşadıkları toplumu eleştirme hakları yoktu. Yani, Osmanlı'ya, Türk'e
karşı temkinli olmak asırlardır canlarına tak demişti ve bu gizli basınç
gençleri uçurtmaya yetiyordu. Osmanlılar Ermeniler için her ne kadar kadim
dost, sadık millet dese de, Ermeni Gazete ve dergilerin Türkler'in örf, adet,
alışkanlıklarıyla dalgasını geçmesi sözkonusu olamazdı. Bir halkın
yaşayabilmesi için başka bir halkın dedikodusunu, bozukluklarını,
beğenmeyişlerini estetik takılmalar, iğnemelerle aktüel olarak işlemek
zorunda, çünkü ermeni kültürü müzelik bir kültür, ölmüş, vakumlanmış bir
kültür değildir.
Daha sert ve cesurca söylersek, Kürtler'e dil, Kültür, Tv hakkı verseniz de
bir işe yaramaz, birgün, gönüllerince kendi gazete ve dergilerinde Türk'ün
adet ve gelenekleriyle ya da sert askeri, gaddar jandarma hikayeleriyle alay
etmek isteyeceklerdir. Birbirleriyle iç içe yaşayan halklar, birbirlerine
takılamazlar mı? Meşrutiyetçiler'in, basını özgür bıraktık, bunlar daha ne
istiyor, deyip, anlamadığı buydu. İstanbul basını, asırlardır eteklerinde
yaşayan halklarla dalgasını geçmiş, taklit, şive ve giyimleri "klişeleştirip",
bu klişeler üzerinden kurumsal bir mizahı yapı kurmuştur. Laz, Acem, Arap
şiveleriyle yüzlerce yıl bu kurumlar vasıtasıyla eğlenmiş İstanbul halkının
aklına, birgün olsun, bizim de karikatürümüzü yaparlar mı, sorusu
takılmamıştır.
Tarihi, kültür çatışmalarından okursak, temkinli yaşamanın gerginliği, birgün
demokratik halklarla kendini rahatça ifade etme imkanları bulduğunda, batının,
ya da başkasının kışkırtması olmasa da, içinde yaşayacağı kültürlerle sert bir
hesaplaşmaya girişmesi kaçınılmazdı.
Modernleşme, içiçe yaşayan kültürlerin miyadını doldurdu. Asırlar boyu,
pınarın başında güğümümüzü birlikte doldurduğumuz Ermeniler'in milli düşman
oluşu, birilerinin kaşımasından çok, 19. yüzyılı fırtına gibi kavuran, bu
kendini ifade etme, özgürlük-halk hareketlerinin rüzgar ekip fırtına biçtiği
ve bu fırtınanın Anadolu topraklarından kanlı bir çıban gibi patlamasıdır!
Bin yıl uslu bir çocuk gibi oturmuş Ermeniler'i, dostluğu ve huzuru bozup,
bizleri canevimizden vuran hainler gibi durmaksızın lanetlememizin sebebi,
içimizde yaşayan kültürlerin ağırlığını, sertliğini, canlılığını tarih boyu
umursamaz oluşumuzdur. Bu kültürleri "içimizde erittiğimiz", erime derecesiyle
sevdik. Ermeniler onun-bunun kaşımasından değil, asla erimek istemeyen bu
kültürel reflekslerin fırlatmasıyla tarih sahnesinde bağımsızca bağırmak
isteyip, çok geçmeden, azgın milliyetçi ateşlerce gözü kararıp, ölüme
sürüklendiler. Safça ve cahilce bir tanım: Aynı uzuv, aynı aile içindeymişiz
gibi halen 'hainlikle' suçluyoruz. İçimizdeki başkayı, aradan geçen yüzyıllara
rağmen ve bugün hala tanıyamamış oluşumuz, o kültürlerin bu safça ve cahilce
inşa ettiğimiz baskın kültürümüz yüzünden nefes alamayıp, seslerini
çıkartamayışları yüzündendir.
Çok geçmeden, uzaklara fırlayan bu azgın milliyetçilik, saçma sapan yüzlerce
hikaye uydurmaya başladı. Amerika'da Ermeni lobisinin bir zamanlar yaptırdığı
bir belgeselde, "Türkler savaşta, kaç düşman gözü çıkartıp getirirse o kadar
kahramanlık nişanı alıyormuş.. Türkler, Ermeniler'in kulaklarını kesip
pabuçlarına süs diye takıyormuş gibi..." Gazetenin olmadığı 1830'lu yıllarda
fısıltıyla yaşayan İstanbul halkının dedikodularından aslı astarı olmayan bir
yığın gulyabani kabus, gerçek bir tarih gibi karşımıza dikildi, güya tarafsız
tarihçilerin, diyelim, Osmanlı'da İşkence kitabında Taner Akçam'da bile bu
dedikoduları görmek mümkün.
Gayrimüslimlere bir takım sosyal haklar, veren Tanzimat ve Meşrutiyet'in
içimizdeki kültürleri silahlandırması, aydınlarımızın aklını başından aldı.
Tanzimat'ı, gavurluk, Meşrutiyet'i vatan hainliğiyle suçlamakla kalmadılar, ne
zaman, ne şekilde bir demokrasi talebi gelse, gaddar bir milli refleksle karşı
koyan inanılmaz bir sertlik devletimizin iskeleti oluverdi. Üstüne, tüm
demokratik taleplerin batıdan geliyor oluşu, halkımızın kuşkusunu paranoyaya,
sonra, bu paranoyayı büyüten, sağcı partilerin kucağına itti. Ve bugün bu
demokratik talepler öyle gülünç bir hal aldı ki, içimizden kim, işsizlik, maaş
yüzünden miting meydanına yürüse, işte, vatan hainleri, diye suçlanıyor!
DTC Fakültesi'nden Herkül Milas, Türk Edebiyatı'nı tarayarak, Türk
yazarlarında, Rum, Ermeni tasvirleri, "Rum" düşmanlığının dökümünü çıkarttı,
aynı çalışmayı Yunanistan'da da yaptı. Kitabı okuduğumuzda şu bilimsel sanılan
görüş çıkıyor: "Türk yazarlarında milli düşmanlık had safhada!", Aslında, bu
dayanak noktasından kitap yazıldı. Savaşın ateşinde, ya da babalarının katliam
hikayeleriyle büyümüş yazarlarımızın metinlerinden, matematik, istatistik
verileriyle milli edebiyattan milli hesaplar çıkartmayı hep kuşkulu
bulmuşumdur.
Bilimsellik görüntüsüyle Türk halkının kanaatlerine bir çirkin ve sert çivi
daha çakılmak isteniyor. Bu görüşü tümüyle tersine çevirmemiz mümkün. Şu anda
kütüphanemde 1870'lerden 1930'lara kadar çıkartılmış onlarca mizah dergisinin
binlerce nüsha duruyor, uzun sürmüş darmadağınık bir savaştan çıkmış bu
dergilerin manşetleri Rum, Ermeni düşmanlığıyla dolu olması aşikar bir
gerçek!
Ancak, son elli yılın mizah tarihini, hangi dönemi alırsak alalım, üstelik
çizerlerimiz gündelik (popülist) konularda çizmek zorunda olmalarına rağmen,
üstelik devletçe satın alınmış kanlı manşetlerin gölgelerinde yazmak zorunda
oluşlarına rağmen, karikatüristlerimizden, edebiyatımızda çıkan neticenin tam
tersini görüyoruz. Yani, karikatüristlerimizde, Rum, Ermeni düşmanlığı hiç
olmadığı gibi, umursamaz davranmışlar! Hiç düşmanlık olmayışından sevinç ve
mutluluk ve yüksek değerde bir insanlık kültürü çıkartmamız da gerekmez
bundan. Çünkü, kendiliğinden, doğal tavırlarıdır. Üstelik bu
karikatürcülerimiz ya da mizah dergileri, araştırmaya konu olan kitaplardan
fersahlarca daha faza baskı yaptı, halkın ruhuna karıştı, tutuldu, sevildi.
Sadece Leman Dergisi yazar çizerlerinin baskısı üçyüzün üstünde. Oysa Kardak
Kayaları, Kürt Meselesi, Ermeni Taslağı, Rahmi Koç'un papazları alıp Trabzon
limanına inmesi gibi meseleler, gündemden hiç düşmedi.
Bu milli konulardaki düşmanlık, Türk yazarlarının ve Türk halkının keskin ve
vazgeçilmez görüşü ise, bu düşmanlığı hiç umursamayan bu mizahi eserler,
dergiler, neden bahsi geçen kitaplardan daha çok baskı yapıyor ve tanınıyor.
Velhasıl, Herkül Milas, araştırma evrenini, son elli yılın karikatüründen ya
da son on yılın en çok satan mizah dergisinden kurmuş olsaydı, Rum ve ermeni
düşmanlığı Türk yazar-çizerlerinde hiç işlenmemiştir, gibi tam tersinden bir
neticeye varacaktı.
Milli edebiyattan milli hesaplar çıkartmaya kalkanlar, üçyüz adet bile
satmamış bir kitaptan bir cümleyi büyütüp, resmi ideolojinin okullarda zorla
okuttuğu kitapları abartıp, bağımsız, halkın içinden tırnaklarıyla,
çığlıklarıyla yazar-çizer olmuş ve kitapları onlarca baskı yapmış
yazar-çizerleri görmezlikten gelmesi vahim bir bilimsellik tuzağıdır. Bu
tuzak, MHP ve onunla aynı teorik kumaştan Taşnakçıları mutlu kılar. Bu kadar
vahim hesap hatası da her bilimadamına nasip olmaz.
Kardeşlerim, Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi! Özdemir
Erdoğan'la "İkinci Bahar" şarkısını söylemek istiyoruz. O şarkının içindeki
bir mısra gibi: "Bugünkü aklımla sevmek." Rumlar, Ermeniler, Anadolu'nun
binlerce yıl ciğerlerinde yaşadılar, yüzyıl süren savaşlar ciğerlerimizi söküp
aldı. Bu talihsiz kopuşun sorumlusu, dünya fethine çıkmış işte bu demokrat
görüntüsüyle kül bırakmayan batı aklının ta kendisi. Bu matematik, istatistik
yanılmaların ta kendisi. Büyük kopuş yetmedi, şimdi de sosyal dokumuzu yeniden
kemikleştirmek isteyen ideolojilerin ekmeğine yağ sürüyor.
Bu bilimsel araştırmalar, yurtdışında diplomat, yazar ya da Taşnaklar
tarafından okunduğunda, "Bakın alayı bize düşman" gibi, kendi kin ve
nefretlerini doğrulayan görüşlerle yalancıktan mutlu oluyorlar. Düşmanlığın
derinlerde hiç olmadığını, çoğunun medya yaygarası olduğunu, Avrupalılara
söylediğinizde, hiç ciddiye almayıp, "evet, içlerinde bizim gibi demokrat
düşünenler de var" gibi, çocukça baş okşayıp, bu halkın ve yazarlarının
insanlık düşünü, siyasi bir aptallık gibi değerlendiren tehlikeli kurnazlık
işlerine geliyor. Bu toprakları, bu insanları hiç tanımak istemiyor, resmi
manşetlerden avuntu bulup, düşmanlığı kitleleştirmekten zevk alıyorlar.
Biliyorlar ve iman ediyorlar ki, milliyetçilik, başkasına tahammülsüzlük,
insanlığın tanıdığı en korkunç ideoloji, veba, devletimiz, İstanbul medyası,
partilerimiz bu hastalığa yakalanmıştır ve bu halk, işte bu denli haklı
sebeplerle kardeş kanına sürüklenmelidir. Bu ağır hastalık, batının arayıp
bulamadığı müthiş bir plan gibi hoşuna gitmekte, bu kan gölünde çığlıklarla,
ağıtlarla köylerimizi, şehirlerimizi terketmemiz, batılı uçakların fırlattığı
yardım sandıklarının peşinden çamura batıp kayan ayaklarımız ekranlarda, tüm
Avrupa'nın mutlu halkları seyrederek, kültürlerini-siyasetlerini
yükseltmeliyiz. Tertemiz ve iyi kalpli Anadolu! Batının aklı, kendi
topraklarında bir tek kişi öldüğünde yüzlerce duygusal film çeken, bizim
topraklarımızda otuzbinkişi öldüğünde, yalnız silah tüccarlarını gönderen,
bizi ölüm makinelerinin oyuncakları gibi görmekten, neden vaçgeçmiyor!
Bakın, 1979 İran devrimiyle Türkiye üzerinden bir milyon İranlı geçti. Bunun
yüzbinlercesi sessiz sedasız sosyal dokumuza karıştı. Bu yumuşak dokunun
kalbine, Afganistan savaşından 1980'lerin başında yüzbinlerce yoksul Afganlı
geldi, birçoğu geri döndü, onbinlerce içimizde bir yerlerde tutunup kaldı,
Güney Irak'tan Balkanlar'dan milyonlarca insan ta kalbimizin ortasına gelip
oturdu. İşte yüzbinlerce Romen işçi. İşte biri gidip, biri geliyor, tarih
hareket ediyor ve kavimler rüzgarlarıyla geçip duruyor Anadolu'dan. Bakın,
yumuşak dokumuzu gözlemleyip ülkemizde kalan turistlerin sayısı onbinlere
ulaştı, birkaç yıla kalmaz bu rakam milyonlara fırlayacak. Uzaklarda ve
derinlerde yüz yıllardır birileri, devletimizin artık zırhı olmuş bu milli
düşmanlık hastalığını çok iyi planlayıp çok iyi nişan alıyor, sadece Rum'u,
Ermeni'yi değil, Alevi'ye, Kürt'e, doğduğu Anadolu topraklarında huzur
tanımıyor..
Kardeşlerim! Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi, halkımızın bu
yumuşacık, sıcacık kalbini bir asırdır çelik bir zırhla kaplamak istiyorlar.
Suriye'ye giden bir arkadaşım, taksiye biner, şoför Türkçe konuşmakta, "Türk
müsün?" diye sorar, "Hayır, Ermeni'yim" der ve sonra arkadaş olup kahvelerine
gider. Kahvede tüm Ermeniler Türkçe konuşmakta. Ermeni şoför, "O büyük göçte,
beşyüz kişi yola çıktık, buraya on-onbeş kişi vardık, yolda ölülerimizi
yiyerek. O, onkişiden biri de benim" deyip, hüzünlü hikayesini anlatır.
Şoför'ün yanına çocukları gelir, delikanlı olmuşlar, masaya oturur, şoför,
konuşmalarını gizler, anlatmaz. Çocukları gittikten sonra... "Çocukluğumdan
beri çok düşündüm, başımızdan geçen bu kanlı felaketi çocuklarıma anlatayım
mı?" diye. "Sonunda hiç anlatmamaya karar verdim, hiçbiri babalarının daha
yedi yaşında bir çocukken dağ başlarında ölü eti yiyerek buraya geldiğini
bilmesin istedim.." Bu yüksek ahlaki kültürü taşıdıkları için Ermeniler
Anadolu'nun derinliğinde onbinlerce yıl yaşadı.. Artık ölü yemeyi de geçtik,
mezarlardan dedelerimizin kemiklerini çıkarıp ekranlarda sıyırıp-sıyırıp
yiyoruz!
Babamla, Zigana'nın tepesinden gidiyoruz, karanlık basmış. Yolda, uzun boylu,
hırpani giyimli, kör kara bir adam elinde asa yürüyor. Kurtların, canavarların
kol gezdiği ıssız dağ başı, yürüyerek Bayburt'a gidiyor. Arabaya hiç
binmezmiş. Allah'ın bir delisi, evliyası. Bağırarak merasimli, tantanalı bir
selam verdi. Kısa bir hoşbeş, yolumuza devam ettik. Zigana'nın derin
uçurumları kıyısında, babam anlatmaya başladı. Bu adam, dedi, savaşta masum
bir Ermeni kızına silah çekti.. Tam kızı vuracak, kız bir melek olup elleri
arasından göğe yükseldi. Adam, o an, silahı bırakıp askerden kaçmış, delirmiş,
dağ başlarında gezer olmuş.
Halk arasında anlatılan bu hikayeler masum bir Ermeni kızına çektiğimiz
silahın bizi nasıl delirttiğinin muhasebesini yapıyor. Bütün siyasi
ideolojilerin, devletin, manşetlerin beyin yıkamasına rağmen, halkımızın
derinliklerinde başka bir insanlık rüyası, hesaplaşması yatıyor! Masum bir
Ermeni kızına silah çeken bizlerin delirdiğini, delireceğini genç nesle,
bizlere anlatıyor. İşte delirdik!
60'lı yıllarda Yunanistan'dan her yıl geldikleri gibi bir turist kafilesi
gelir: "Helena Teyze'nin Başında Testi Kıran Hatice Teyzeyi Arıyoruz." Bu
kadarcık istihbaratla nasıl bulunur, savaşın üstünden de kırk sene geçmiş.
Araklı'nın bir köyünde Hatice teyze bulundu, bir kuru ihtiyar, sarıldılar,
öpüştüler. Hikaye şöyle: Hatice teyze genç bir kız iken, Helena teyzeye su
taşıyormuş. Silah sesleri duyulmuş karşı tepelerden, Helena teyze, Hatice'ye,
"bir bak bakiyim, sizinkilerden mi bu ses, bizimkilerden mi?".. İşte o an
Hatice Teyze: "Düne kadar sizinkiler, bizimkiler mi vardı" deyip, Helena
teyzenin başında testiyi kırar. Helena teyze gittiği ülkede kırk yıl
çocuklarına bu hikayeyi anlatır, çocuklar büyür, annelerinin memleketine
gelir, hepsi altmış yaşlarında, Hatice teyzeyi ararlar.
Hatice teyzeyi hepimiz arıyoruz.
Hicret ederken, ailesinin görüşünü alır Hz. Muhammed, amcasıydı galiba, şöyle
der: "Oğul, zordur buralardan gitmek!"
Tek tek kiliselerini, evlerini, köylerini gezdim Ermeniler'in. Bu delirmiş
kavgayı, bu kanlı çığlıkları, çok iyi anlıyorum, onlarınkini de,
bizimkilerinkini de çünkü: "zordur buralardan gitmek!"... Bu kanlı milliyetçi
çağ belki bir yüzyıl daha sürer, belki torunlarımız, ikinci bir bahar yaşar!
Nihat Genç
Nihat Genç
Leman Dergisi
Ermeni karar tasarıları için "sözde" kelimesini kullanıyoruz, çünkü gerçeği
Lozan, Lozan, hezimet mi, zafer mi, çok tartışıldı. Beş milyon km'den
yediyüzbine düşen Osmanlı topraklarına bakıldığında hezimet, Sevr'den
bakıldığında Zafer! Lozan'ı Ermeni tarihinin en kara günü olarak gören dünyaya
yayılmış Ermeniler (diaspora) yüzyıldır tek birşey düşünüyor: Lozan. Lozan,
Ermeniler için evhamlı bir taşkınlık. Lozan'a karşı kinleri sadece Türkler'e
değil. 1830 Yunan ayaklanmasından beri, yüzyıldır ellerine silah verip,
Anadolu topraklarında kışkırtan Batılı devletlere karşı bitmeyen bir öfke!
Uğursuz, karanlık ve uzakta kalmış bir mezarın hikayesi. Yoldan geçen Arap
şeyhlerine bile devlet verilip Ermeniler'in acılar içinde bomboş sürülüşü
milli kudurmuşluğun asıl sebebi. Ermeni lobisi, aslında Fransa'da, Amerika'da,
Sevrcilerden intikam alıyor. Hunharca öldürüldüklerini düşünen bir nesil,
"bizi, neden yüzyıl kullanıp umut verdiniz, kardeş kardeşe bir cinayetin içine
atıp, sonunda imparatorluğun yağlı parçalarını aranızda bölüşüp, Lozan'la bin
yıldır yaşadığımız topraklardan ayrılmamıza imza attınız." Bu kin dolu ölüm
şarkısı, Ermeniler'in milli ağıtı olmuştur.
Son nefeslerinde dahi Trabzon'u hayal eden, Türkiye'den daha çok Trabzon'u
düşünen, her yıl Trabzon resimleri sergisi açan, antika çarşıları tıka basa
hala Türkiye'den götürdükleri eşyalarla dolu Marsilya'daki Ermeniler'i
Fransız'ların avutması uzun bir yüzyıl sürmüştür. Fransa yeni bir vatan mı,
sürgün, tutsaklık yeri mi, geri dönecekler mi, gibi, aklı karışmış
Ermeniler'in yüzyıllık uzaklıktan karışmayan tek şeyleri: Ermeni Tarihi'dir.
Hazan yaprağı gibi tarihten sallanıp kaybolmakta oluşları ödlerini kopardı.
Ermeni tarihçiler yalnız milli savaş tarihlerini yazmadılar, sanat tarihinde,
batı tarihine sessiz-sedasız ve destansı saldırılarda bulundular. Ermeni taş
ustalarının ve Erzurum'da birkaç yapının planlarını tartışarak, dünya
kültürünü dönüştüren Rönesans'ın gerçek öncüleri olduklarını iddia ettiler. Bu
tartışmalarla dolu zengin bir kültür, sanat kütüphaneleri vardır.
Osmanlı'nın rahat, ucuz, sıcak ve konforlu ahşap evlere düşkünlüğü, bir nesil
yaşamadan seri yangınlarla kül olması, asırlara dayanıklı Ermeni taş
yapılarına, zanaatkarlarına bizim de şaşkınlıkla kulak kabartmamızı,
övgülerimize neden olmuştur. Ermeniler'in taşlara işledikleri melek resimleri
bu topraklardadır ve kutsal emanetimizdir. Cumhuriyet'le inşa ettiğimiz
Ankara'da 75 yılda mimari ustalığıyla tek bir yapı inşa edememiş oluşumuz,
işte bu yüzden çok acıklıdır.
Ermeni sanat tarihçilerinin yıkık-dökük eski kiliselerine bakıp, mutlu bir
vatan özlemine kapılmaları, yabancı bir diyara itilmiş olmalarıyla hüzünle
katlanmaktadır. Eski altın günlerin bir daha geri dönmeyecek oluşu,
Ermeniler'i sonsuz bir acıya sürüklemekte, bu yalnızlık, bu sahipsizlik,
Ermeni gençlerini her türlü barbarlığa zorlamaktadır.
Fransa, Asala, kendi topraklarında kan dökmeye başlayınca, paniğe kapılıp bu
kanı toprağından uzaklaştırmak için, Kürt meselesiyle-Ermeni meselesini, bir
taşla iki kuş vurup, aynı siyasi daire içinde değerlendirmenin sözüyle
Ermeniler'i avutmaya çalıştı. Yurdundan uzak Ermeniler Güneydoğu'daki iç
karışıklıklarla Kürtleri de kendileri gibi mazlum, itilmiş, görüp bağırlarına
bastı, umutla sarıldılar. Soylu övgülerle Kürt hareketini selamlayıp,
hayırsever, demokrat, insanlık çıkışlarıyla bu övgülerin arkasına Batılı
devletleri almaya çalıştı. Ancak Güneydoğu'dan netice alınamayacağının
anlaşıldığı bugün, bir Ermeni'ye yapılacak en sert şaka, ona bir Kürt'ten
bahsetmek. Ermeniler iki gün dolmadı, Kürt düşmanı oldular, birkaç yıla
varmaz, Kürtler'i en çok aşağılayan, dışlayan ülke Fransa olursa, şaşırmayın.
Karar tasarıları onaylandığına göre, Ermeni meselesi, asla ve bir daha
tarihçilerin işi olmayacak, Ermeni meselesi ömrünü, intikam, nefret, kinle
dolu bir politik savaş olarak sürdürecek. Çünkü, onların da, bizim de
tarihçilerimiz birer "aziz", birer "yaşlı bilge" olamadı. Galeyancı bir
kahramanlık inşa ettiler. Tasarıda üfürüldüğü gibi Türkiye'nin Ermeniler'e bir
kuruş tazminat vermesi asla mümkün değil. Çünkü Lozan, cumhuriyetin sadece
kuruluşu değil; kafatası. Batılı parlamentolar uysal bir cesaret görüntüsüyle
bu kafatasına demirçubuklarla saldırıya geçti. Çelik zırhına her yıl milyar
dolar (silah parası) ödediğimiz bu galeyancı kahramanlıktan asla taviz
kopmayacağını biliyorlar. Olan, biz yoksul halkın ekmeğine olduğunu da
biliyorlar. Batı demokrasisi, hem hayalperest Ermeniler'in al elma gönlünü
alma, hem de, olmayacak bu duanın aminiyle, Batı kapısında diz çökmüş,
yalvaran Türkler'i delirtmek istiyor!
Bugünkü Ermenistan 1918'de kuruldu, hemen Sovyetler'e katıldı. Dünyaya
yayılmış Ermeniler bu ülkeye doya doya vatanım diyemedi. Mutlu vatan kokusu
duydukları yer, Anadolu'nun içleri, Trabzon, Erzurum, Kars. Geçtiğimiz yüzyıl,
hangi Ermeni'ye Ermenistan'da yaşamak istersin, diye sorulsa, "nasılsa
başkasının boyunduruğunda yaşayacağım, o halde Fransa'da daha özgürüm" derdi.
Ve birçoğu, çok uzaklarda ütopyalar içinde, şiddetli bir rüzgar değişikliği
kollayıp, Ermenistan'ı, Anadolu'ya sıçrama taşı olarak gören Taşnakçı
oluverdi.
Ermeniler'in dünyaya büyük göçü, buharlı gemilerin vızır vızır yeni bir dünya
kurdukları 1840'lı yıllarda başlar ve Fransa ve Amerika'ya dağılırlar. Milli
tartışma konusu, 1. Dünya Harbi'nde zorunlu göçe (tehçire) tabi tutulmaları.
Bursa, Eskişehir, Ankara gibi şehirlerden bir gecede toplanıp, tren
istasyonlarında çoluk-çocuk perişan, eşyalarını bir bavula dahi
tıkıştıramadan, Anadolu'dan kovularak çıkarılmalarıdır. Doğu'daki kanlı savaşa
çok uzak bu bölgelerden Ermeniler'in sürülmesi halen tartışılmakta. Bu sürgüne
en çok Türk halkı karşı çıkmış, tren istasyonlarına koşup yardım etmiş, bir
çoğunu gizlemeye çalışmış, vagonlara doldurulmuş Ermeniler'e, yemek, yiyecek
taşımışlardır. İttihatçılar'da o günlerde Kars ve Erzurum'daki gibi iç
isyanların-toplu katliamların bu bölgelere de sıçrar korkusu vardı.
Tarihçilerin görüşü ortadadır: Rus ordusuyla beraber savaşan Ermeni isyanları
ve zorunlu göçe sebep olan savaş, 1-1 berabere bitmiştir. Tarihçilerin görüşü
dedikleri, terazide tartılan: Kan. Kanlar kuruyup gidince, toplu
mezarlıklardan çıkartılan kemikleri saymaya, istiflemeye başladık. Soykırım
iddiası da, işte bu göç sırasında, yolda, karda, kışta, ölen, kaybolan Ermeni
nüfustur, Ermeni soykırım iddiaları parlamentolara taşınıncaya kadar, göç
yolundaki bu büyük kırıma Türk tarihçileri umursamaz davranmış, "rakamlarla"
hiç ilgilenmemiştir, çünkü,Rus ordularıyla birlikte Kars'ı, Erzurum'u yerle
bir eden Ermeni çetecilere kin o denli fazlaydı ki, kendi ana-baba-dedesinin
kemiklerini saymaktan, göç yoluna bakacak, zamanlar üstü bir insanlık
bilgeliği şuuru şüphesiz fazla lüks olurdu.
İttihatçılara karşı çıkıp, savaşa uzak bölgelerdeki Ermeniler'i sürgüne
göndermenin gereği yoktu diyen tarihçiler bile, milli sohbetlerinde, Ermeniler
yerinde kalsaydı, üç-dört yıl sonra başlayacak Yunan işgali sırasında
Rumlar'la birlikte, işgal orduları safına geçebilirlerdi ve asıl katliam o
zaman olurdu ve Kurtuluş Savaşı'nın rakamları o zaman büyürdü diyorlar!
İçiçe girmiş bu kanlı savaşların trajedisinden haklı-haksız çözmenin hem
imkanı kalmadı, hem de, haklı-haksız ayrımı yapmak, utanılacak bir intikam
tarihinin köpüklü ağzını coşturmaktan başka işe yaramaz.
Ermeniler'i yeryüzü topraklarında, taşkın, çırılçıplak heyecanlarıyla en iyi
biz anlarız. Çünkü onlarla bin yıl aynı kadını sevdik: Anadolu. Bu güzel kadın
uğruna ne onların ne bizim hiçbir zaman ölümden korkumuz olmadı. Bu kadının
ıstırap verici sert bir özelliği var, sevgili aşıklarını dizginliyemiyor.
Sevgililerini aynı soyun, aynı çığlığın içinde ne zaman eritmeye kalksa, bomba
gibi patlıyor. Ermenilerle yaptığımız savaş değildi, elimizde patlayan bin
yıllık bombaydı. Bu bomba, Anadolu'nun tüm kan damarlarını paramparça etti,
birbirimizden ebediyyen ayırıverdi. Birileri hala, bu bombanın pimine
dokunarak, bu edebi aşk ıstırabını dindirmeye çalışıyor. Sevgililerini arzuyla
ateşleyen bu toprakların derin hatıralarında yaşayan rüyadan güzel masallar,
bizleri hala delirtmeye devam ediyor! Diyelim bu güzel kadının sadece
Rize'sini düşünün. Hadi, muhteşem, olağanüstü doğasını da bir kenara koyun,
sadece Rizeliler'i düşünün. Sıcacık, neşeli, şekerden ve koşarcasına çalışan
bu insanların ruh güzelliğini yeryüzü ikliminin hangi coğrafyasında
bulabilirsiniz. Yüksek bir kültür, uygarlık, zenginlik, herşeyin sahibi
olabilirsiniz, ama, yanıbaşında çabuk çabuk konuşan, hüznü, kasveti duman gibi
dağıtan, bala bandırılmış bir coşkuyla her tür acıyı çağlayan tülüne
dönüştürüveren ve insana takla attıran şaka dolu bir hayat öğrenirsiniz.
Dinleyicisiz, yankısız ve bomboş parlamento sıralarında alınmış kararlarla
böyle muhteşem bir halktan uzak düşmenin acısını çıkartmak istiyorlar!
O günleri canlı canlı anlatan en güzel ve tek kitap: "İki Kıtal, İki Komitacı"
adıyla Temel Yay., yazarı: Ahmet Refik. Sıcağı sıcağına cephe ateşi içinde,
tren vagonlarında, kan ağlayarak yazıldı bu kitap, ve 1919'da basıldı. Ermeni
tehcirini-isyanları tarafsız anlattığı için Türk basını tarafından çok
eleştirildi. Mustafa Kemal'in dahi, Karpiç lokantasında Ahmet Refik'i, masa
üstüne çıkartıp, eşşek gibi anırttığı hatıralarda anlatılır. (Birçok tarih
kitabı yazan Ahmet Refik, konservatuvarın başına getirildi, Türk Tiyatro
Tarihi adlı kitabı yazdı.)
Yapı Kredi Yay., Doğu'da Mizah kitabı, Osmanlı mizahını anlatıp, sonunda
Mısır, Tunus, Cezayir mizahından örnekler veriyor. Mesela, Mısır'da ilk mizah
dergilerini Türkiye'den sürülmüş Ermeniler, Ermeni mizah basınını da Saruhan
adlı ünlü karikatürist yönetiyor. Saruhan'ın çizgilerinde Lozan'ın
hayalkırıklığı ve başka efendilerin boyunduruğunda yaşamak zorunda
kalışlarının acı haykırışını izleyebiliyoruz.
Meşrutiyet'le birlikte, Ermeniler Türkiye'de yirmiye yakın mizah dergisi
çıkardı, Marsilya'ya uzandıklarında aynı gazeteler kaldığı yerden orda devam
etti. Bir halk, kendi söz, davranış, geleneklerini eleştirerek mizah ve
edebiyat yaratabilir, kültürünü, güvenle yeni çocuklarına aktarabilir. Ancak,
içinde yaşadıkları toplumu eleştirme hakları yoktu. Yani, Osmanlı'ya, Türk'e
karşı temkinli olmak asırlardır canlarına tak demişti ve bu gizli basınç
gençleri uçurtmaya yetiyordu. Osmanlılar Ermeniler için her ne kadar kadim
dost, sadık millet dese de, Ermeni Gazete ve dergilerin Türkler'in örf, adet,
alışkanlıklarıyla dalgasını geçmesi sözkonusu olamazdı. Bir halkın
yaşayabilmesi için başka bir halkın dedikodusunu, bozukluklarını,
beğenmeyişlerini estetik takılmalar, iğnemelerle aktüel olarak işlemek
zorunda, çünkü ermeni kültürü müzelik bir kültür, ölmüş, vakumlanmış bir
kültür değildir.
Daha sert ve cesurca söylersek, Kürtler'e dil, Kültür, Tv hakkı verseniz de
bir işe yaramaz, birgün, gönüllerince kendi gazete ve dergilerinde Türk'ün
adet ve gelenekleriyle ya da sert askeri, gaddar jandarma hikayeleriyle alay
etmek isteyeceklerdir. Birbirleriyle iç içe yaşayan halklar, birbirlerine
takılamazlar mı? Meşrutiyetçiler'in, basını özgür bıraktık, bunlar daha ne
istiyor, deyip, anlamadığı buydu. İstanbul basını, asırlardır eteklerinde
yaşayan halklarla dalgasını geçmiş, taklit, şive ve giyimleri "klişeleştirip",
bu klişeler üzerinden kurumsal bir mizahı yapı kurmuştur. Laz, Acem, Arap
şiveleriyle yüzlerce yıl bu kurumlar vasıtasıyla eğlenmiş İstanbul halkının
aklına, birgün olsun, bizim de karikatürümüzü yaparlar mı, sorusu
takılmamıştır.
Tarihi, kültür çatışmalarından okursak, temkinli yaşamanın gerginliği, birgün
demokratik halklarla kendini rahatça ifade etme imkanları bulduğunda, batının,
ya da başkasının kışkırtması olmasa da, içinde yaşayacağı kültürlerle sert bir
hesaplaşmaya girişmesi kaçınılmazdı.
Modernleşme, içiçe yaşayan kültürlerin miyadını doldurdu. Asırlar boyu,
pınarın başında güğümümüzü birlikte doldurduğumuz Ermeniler'in milli düşman
oluşu, birilerinin kaşımasından çok, 19. yüzyılı fırtına gibi kavuran, bu
kendini ifade etme, özgürlük-halk hareketlerinin rüzgar ekip fırtına biçtiği
ve bu fırtınanın Anadolu topraklarından kanlı bir çıban gibi patlamasıdır!
Bin yıl uslu bir çocuk gibi oturmuş Ermeniler'i, dostluğu ve huzuru bozup,
bizleri canevimizden vuran hainler gibi durmaksızın lanetlememizin sebebi,
içimizde yaşayan kültürlerin ağırlığını, sertliğini, canlılığını tarih boyu
umursamaz oluşumuzdur. Bu kültürleri "içimizde erittiğimiz", erime derecesiyle
sevdik. Ermeniler onun-bunun kaşımasından değil, asla erimek istemeyen bu
kültürel reflekslerin fırlatmasıyla tarih sahnesinde bağımsızca bağırmak
isteyip, çok geçmeden, azgın milliyetçi ateşlerce gözü kararıp, ölüme
sürüklendiler. Safça ve cahilce bir tanım: Aynı uzuv, aynı aile içindeymişiz
gibi halen 'hainlikle' suçluyoruz. İçimizdeki başkayı, aradan geçen yüzyıllara
rağmen ve bugün hala tanıyamamış oluşumuz, o kültürlerin bu safça ve cahilce
inşa ettiğimiz baskın kültürümüz yüzünden nefes alamayıp, seslerini
çıkartamayışları yüzündendir.
Çok geçmeden, uzaklara fırlayan bu azgın milliyetçilik, saçma sapan yüzlerce
hikaye uydurmaya başladı. Amerika'da Ermeni lobisinin bir zamanlar yaptırdığı
bir belgeselde, "Türkler savaşta, kaç düşman gözü çıkartıp getirirse o kadar
kahramanlık nişanı alıyormuş.. Türkler, Ermeniler'in kulaklarını kesip
pabuçlarına süs diye takıyormuş gibi..." Gazetenin olmadığı 1830'lu yıllarda
fısıltıyla yaşayan İstanbul halkının dedikodularından aslı astarı olmayan bir
yığın gulyabani kabus, gerçek bir tarih gibi karşımıza dikildi, güya tarafsız
tarihçilerin, diyelim, Osmanlı'da İşkence kitabında Taner Akçam'da bile bu
dedikoduları görmek mümkün.
Gayrimüslimlere bir takım sosyal haklar, veren Tanzimat ve Meşrutiyet'in
içimizdeki kültürleri silahlandırması, aydınlarımızın aklını başından aldı.
Tanzimat'ı, gavurluk, Meşrutiyet'i vatan hainliğiyle suçlamakla kalmadılar, ne
zaman, ne şekilde bir demokrasi talebi gelse, gaddar bir milli refleksle karşı
koyan inanılmaz bir sertlik devletimizin iskeleti oluverdi. Üstüne, tüm
demokratik taleplerin batıdan geliyor oluşu, halkımızın kuşkusunu paranoyaya,
sonra, bu paranoyayı büyüten, sağcı partilerin kucağına itti. Ve bugün bu
demokratik talepler öyle gülünç bir hal aldı ki, içimizden kim, işsizlik, maaş
yüzünden miting meydanına yürüse, işte, vatan hainleri, diye suçlanıyor!
DTC Fakültesi'nden Herkül Milas, Türk Edebiyatı'nı tarayarak, Türk
yazarlarında, Rum, Ermeni tasvirleri, "Rum" düşmanlığının dökümünü çıkarttı,
aynı çalışmayı Yunanistan'da da yaptı. Kitabı okuduğumuzda şu bilimsel sanılan
görüş çıkıyor: "Türk yazarlarında milli düşmanlık had safhada!", Aslında, bu
dayanak noktasından kitap yazıldı. Savaşın ateşinde, ya da babalarının katliam
hikayeleriyle büyümüş yazarlarımızın metinlerinden, matematik, istatistik
verileriyle milli edebiyattan milli hesaplar çıkartmayı hep kuşkulu
bulmuşumdur.
Bilimsellik görüntüsüyle Türk halkının kanaatlerine bir çirkin ve sert çivi
daha çakılmak isteniyor. Bu görüşü tümüyle tersine çevirmemiz mümkün. Şu anda
kütüphanemde 1870'lerden 1930'lara kadar çıkartılmış onlarca mizah dergisinin
binlerce nüsha duruyor, uzun sürmüş darmadağınık bir savaştan çıkmış bu
dergilerin manşetleri Rum, Ermeni düşmanlığıyla dolu olması aşikar bir
gerçek!
Ancak, son elli yılın mizah tarihini, hangi dönemi alırsak alalım, üstelik
çizerlerimiz gündelik (popülist) konularda çizmek zorunda olmalarına rağmen,
üstelik devletçe satın alınmış kanlı manşetlerin gölgelerinde yazmak zorunda
oluşlarına rağmen, karikatüristlerimizden, edebiyatımızda çıkan neticenin tam
tersini görüyoruz. Yani, karikatüristlerimizde, Rum, Ermeni düşmanlığı hiç
olmadığı gibi, umursamaz davranmışlar! Hiç düşmanlık olmayışından sevinç ve
mutluluk ve yüksek değerde bir insanlık kültürü çıkartmamız da gerekmez
bundan. Çünkü, kendiliğinden, doğal tavırlarıdır. Üstelik bu
karikatürcülerimiz ya da mizah dergileri, araştırmaya konu olan kitaplardan
fersahlarca daha faza baskı yaptı, halkın ruhuna karıştı, tutuldu, sevildi.
Sadece Leman Dergisi yazar çizerlerinin baskısı üçyüzün üstünde. Oysa Kardak
Kayaları, Kürt Meselesi, Ermeni Taslağı, Rahmi Koç'un papazları alıp Trabzon
limanına inmesi gibi meseleler, gündemden hiç düşmedi.
Bu milli konulardaki düşmanlık, Türk yazarlarının ve Türk halkının keskin ve
vazgeçilmez görüşü ise, bu düşmanlığı hiç umursamayan bu mizahi eserler,
dergiler, neden bahsi geçen kitaplardan daha çok baskı yapıyor ve tanınıyor.
Velhasıl, Herkül Milas, araştırma evrenini, son elli yılın karikatüründen ya
da son on yılın en çok satan mizah dergisinden kurmuş olsaydı, Rum ve ermeni
düşmanlığı Türk yazar-çizerlerinde hiç işlenmemiştir, gibi tam tersinden bir
neticeye varacaktı.
Milli edebiyattan milli hesaplar çıkartmaya kalkanlar, üçyüz adet bile
satmamış bir kitaptan bir cümleyi büyütüp, resmi ideolojinin okullarda zorla
okuttuğu kitapları abartıp, bağımsız, halkın içinden tırnaklarıyla,
çığlıklarıyla yazar-çizer olmuş ve kitapları onlarca baskı yapmış
yazar-çizerleri görmezlikten gelmesi vahim bir bilimsellik tuzağıdır. Bu
tuzak, MHP ve onunla aynı teorik kumaştan Taşnakçıları mutlu kılar. Bu kadar
vahim hesap hatası da her bilimadamına nasip olmaz.
Kardeşlerim, Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi! Özdemir
Erdoğan'la "İkinci Bahar" şarkısını söylemek istiyoruz. O şarkının içindeki
bir mısra gibi: "Bugünkü aklımla sevmek." Rumlar, Ermeniler, Anadolu'nun
binlerce yıl ciğerlerinde yaşadılar, yüzyıl süren savaşlar ciğerlerimizi söküp
aldı. Bu talihsiz kopuşun sorumlusu, dünya fethine çıkmış işte bu demokrat
görüntüsüyle kül bırakmayan batı aklının ta kendisi. Bu matematik, istatistik
yanılmaların ta kendisi. Büyük kopuş yetmedi, şimdi de sosyal dokumuzu yeniden
kemikleştirmek isteyen ideolojilerin ekmeğine yağ sürüyor.
Bu bilimsel araştırmalar, yurtdışında diplomat, yazar ya da Taşnaklar
tarafından okunduğunda, "Bakın alayı bize düşman" gibi, kendi kin ve
nefretlerini doğrulayan görüşlerle yalancıktan mutlu oluyorlar. Düşmanlığın
derinlerde hiç olmadığını, çoğunun medya yaygarası olduğunu, Avrupalılara
söylediğinizde, hiç ciddiye almayıp, "evet, içlerinde bizim gibi demokrat
düşünenler de var" gibi, çocukça baş okşayıp, bu halkın ve yazarlarının
insanlık düşünü, siyasi bir aptallık gibi değerlendiren tehlikeli kurnazlık
işlerine geliyor. Bu toprakları, bu insanları hiç tanımak istemiyor, resmi
manşetlerden avuntu bulup, düşmanlığı kitleleştirmekten zevk alıyorlar.
Biliyorlar ve iman ediyorlar ki, milliyetçilik, başkasına tahammülsüzlük,
insanlığın tanıdığı en korkunç ideoloji, veba, devletimiz, İstanbul medyası,
partilerimiz bu hastalığa yakalanmıştır ve bu halk, işte bu denli haklı
sebeplerle kardeş kanına sürüklenmelidir. Bu ağır hastalık, batının arayıp
bulamadığı müthiş bir plan gibi hoşuna gitmekte, bu kan gölünde çığlıklarla,
ağıtlarla köylerimizi, şehirlerimizi terketmemiz, batılı uçakların fırlattığı
yardım sandıklarının peşinden çamura batıp kayan ayaklarımız ekranlarda, tüm
Avrupa'nın mutlu halkları seyrederek, kültürlerini-siyasetlerini
yükseltmeliyiz. Tertemiz ve iyi kalpli Anadolu! Batının aklı, kendi
topraklarında bir tek kişi öldüğünde yüzlerce duygusal film çeken, bizim
topraklarımızda otuzbinkişi öldüğünde, yalnız silah tüccarlarını gönderen,
bizi ölüm makinelerinin oyuncakları gibi görmekten, neden vaçgeçmiyor!
Bakın, 1979 İran devrimiyle Türkiye üzerinden bir milyon İranlı geçti. Bunun
yüzbinlercesi sessiz sedasız sosyal dokumuza karıştı. Bu yumuşak dokunun
kalbine, Afganistan savaşından 1980'lerin başında yüzbinlerce yoksul Afganlı
geldi, birçoğu geri döndü, onbinlerce içimizde bir yerlerde tutunup kaldı,
Güney Irak'tan Balkanlar'dan milyonlarca insan ta kalbimizin ortasına gelip
oturdu. İşte yüzbinlerce Romen işçi. İşte biri gidip, biri geliyor, tarih
hareket ediyor ve kavimler rüzgarlarıyla geçip duruyor Anadolu'dan. Bakın,
yumuşak dokumuzu gözlemleyip ülkemizde kalan turistlerin sayısı onbinlere
ulaştı, birkaç yıla kalmaz bu rakam milyonlara fırlayacak. Uzaklarda ve
derinlerde yüz yıllardır birileri, devletimizin artık zırhı olmuş bu milli
düşmanlık hastalığını çok iyi planlayıp çok iyi nişan alıyor, sadece Rum'u,
Ermeni'yi değil, Alevi'ye, Kürt'e, doğduğu Anadolu topraklarında huzur
tanımıyor..
Kardeşlerim! Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi, halkımızın bu
yumuşacık, sıcacık kalbini bir asırdır çelik bir zırhla kaplamak istiyorlar.
Suriye'ye giden bir arkadaşım, taksiye biner, şoför Türkçe konuşmakta, "Türk
müsün?" diye sorar, "Hayır, Ermeni'yim" der ve sonra arkadaş olup kahvelerine
gider. Kahvede tüm Ermeniler Türkçe konuşmakta. Ermeni şoför, "O büyük göçte,
beşyüz kişi yola çıktık, buraya on-onbeş kişi vardık, yolda ölülerimizi
yiyerek. O, onkişiden biri de benim" deyip, hüzünlü hikayesini anlatır.
Şoför'ün yanına çocukları gelir, delikanlı olmuşlar, masaya oturur, şoför,
konuşmalarını gizler, anlatmaz. Çocukları gittikten sonra... "Çocukluğumdan
beri çok düşündüm, başımızdan geçen bu kanlı felaketi çocuklarıma anlatayım
mı?" diye. "Sonunda hiç anlatmamaya karar verdim, hiçbiri babalarının daha
yedi yaşında bir çocukken dağ başlarında ölü eti yiyerek buraya geldiğini
bilmesin istedim.." Bu yüksek ahlaki kültürü taşıdıkları için Ermeniler
Anadolu'nun derinliğinde onbinlerce yıl yaşadı.. Artık ölü yemeyi de geçtik,
mezarlardan dedelerimizin kemiklerini çıkarıp ekranlarda sıyırıp-sıyırıp
yiyoruz!
Babamla, Zigana'nın tepesinden gidiyoruz, karanlık basmış. Yolda, uzun boylu,
hırpani giyimli, kör kara bir adam elinde asa yürüyor. Kurtların, canavarların
kol gezdiği ıssız dağ başı, yürüyerek Bayburt'a gidiyor. Arabaya hiç
binmezmiş. Allah'ın bir delisi, evliyası. Bağırarak merasimli, tantanalı bir
selam verdi. Kısa bir hoşbeş, yolumuza devam ettik. Zigana'nın derin
uçurumları kıyısında, babam anlatmaya başladı. Bu adam, dedi, savaşta masum
bir Ermeni kızına silah çekti.. Tam kızı vuracak, kız bir melek olup elleri
arasından göğe yükseldi. Adam, o an, silahı bırakıp askerden kaçmış, delirmiş,
dağ başlarında gezer olmuş.
Halk arasında anlatılan bu hikayeler masum bir Ermeni kızına çektiğimiz
silahın bizi nasıl delirttiğinin muhasebesini yapıyor. Bütün siyasi
ideolojilerin, devletin, manşetlerin beyin yıkamasına rağmen, halkımızın
derinliklerinde başka bir insanlık rüyası, hesaplaşması yatıyor! Masum bir
Ermeni kızına silah çeken bizlerin delirdiğini, delireceğini genç nesle,
bizlere anlatıyor. İşte delirdik!
60'lı yıllarda Yunanistan'dan her yıl geldikleri gibi bir turist kafilesi
gelir: "Helena Teyze'nin Başında Testi Kıran Hatice Teyzeyi Arıyoruz." Bu
kadarcık istihbaratla nasıl bulunur, savaşın üstünden de kırk sene geçmiş.
Araklı'nın bir köyünde Hatice teyze bulundu, bir kuru ihtiyar, sarıldılar,
öpüştüler. Hikaye şöyle: Hatice teyze genç bir kız iken, Helena teyzeye su
taşıyormuş. Silah sesleri duyulmuş karşı tepelerden, Helena teyze, Hatice'ye,
"bir bak bakiyim, sizinkilerden mi bu ses, bizimkilerden mi?".. İşte o an
Hatice Teyze: "Düne kadar sizinkiler, bizimkiler mi vardı" deyip, Helena
teyzenin başında testiyi kırar. Helena teyze gittiği ülkede kırk yıl
çocuklarına bu hikayeyi anlatır, çocuklar büyür, annelerinin memleketine
gelir, hepsi altmış yaşlarında, Hatice teyzeyi ararlar.
Hatice teyzeyi hepimiz arıyoruz.
Hicret ederken, ailesinin görüşünü alır Hz. Muhammed, amcasıydı galiba, şöyle
der: "Oğul, zordur buralardan gitmek!"
Tek tek kiliselerini, evlerini, köylerini gezdim Ermeniler'in. Bu delirmiş
kavgayı, bu kanlı çığlıkları, çok iyi anlıyorum, onlarınkini de,
bizimkilerinkini de çünkü: "zordur buralardan gitmek!"... Bu kanlı milliyetçi
çağ belki bir yüzyıl daha sürer, belki torunlarımız, ikinci bir bahar yaşar!
Nihat Genç