Dünya ekonomik krizleri

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Dünya ekonomik krizleri


    Dünya ekonomik krizleri
    TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER
    Yazan: Alev ALATLI


    1. BÖLÜM: KÜKREYEN 20'LER
    Tarih her zaman tekerrür edecek diye bir şey yok, hayır. Ancak, ekonomi, siyaset gibi bazı sahalar var ki, buralarda gelişen olayların başlangıç durumlarındaki benzerlikler, sonuçlarını da benzer kılıyor. Bu nedenledir ki, çoğu kez hatalarımızdan ders alabiliyor, hatalarımızı tekrarlamama yoluna gidebiliyoruz.
    Örneğin, Amerikalılar: Amerikalılar, 1929 krizinden ders almamış, gerekli önlemleri geliştirmemiş olsalardı, 1987 krizini meselâ, atlatamazlardı. Ki, 1987 krizi, 1929 krizinden çok daha vahimdi. ’29 felâketinde borsa %12.8 puan düşmüştü, 1987’de %22.6 puan! Buna rağmen, tarihe Büyük Çöküntü olarak geçen ve on yılı aşkın bir süreyle Amerikanlıları inim inim inleten ekonomik felâket, ‘87de yaşanmadı. Neden, çünkü, hatalarından ders almayı başardılar...
    Evet... ekonomik krizler ve ekonomik krizlerden çıkarılan dersler... Bu ve izleyen bölümlerde dünya tarihinin sarsıcı krizlerini gözden geçireceğiz. Farklı ülkelerde farklı zamanlarda yaşanan krizler, kendi ülkemizde, Türkiye’mizde başımıza gelenleri anlamamıza yardımcı olacaktır... Diye umuyoruz!
    JENERİK
    Hacmi, kapsama alanı ve süreci itibariyle modern dünyanın en ağır ekonomik buhranı 1929 Krizidir. Mali piyasalarda başgösteren bir büyük panik, haftalar içinde reel sektöre yansıdı. Zengin, fakir, yaşlı, genç demeden herkesi ama herkesi on yılı aşkın bir süreyle perişan eden ekonomik çöküntüyü tetikledi. Amerikanın çehresi değişti.
    Oysa, ekonomi çok iyi gidiyordu. Amerikalılar, Birinci Dünya Savaşının acılarını geride bırakmışlar, yeniden yapılanmaya girişmişlerdi. Başdöndürücü bir teknoloji ve üretim patlaması yaşıyorlardı. Otomotivden, enerjiye kadar akla gelebilecek her sektörden her gün yeni bir buluşun haberi geliyordu. Sanayiciler kazançlarını yeni fabrikalara, yeni makinalara, yeni işçilere yatırıyorlardı. Ücretler artıyordu, tüketim artıyordu. Borsa devamlı yükseliyordu. İyimser olmamak, geleceğe güven duymamak için hiçbir neden yoktu.
    1920li yıllar tarihe Amerikalıların en yaratıcı yılları olarak geçti. “Kükreyen Yirmiler” diye bir de isim takmışlardı. “Kükreme” sadece müthiş bir hızla büyüyen ekonomilerini değil, radikal bir biçimde değişen yaşam biçimlerini de anlatıyordu.
    Elektriğin evlere girmesi, başlıbaşına bir devrimdi. Elektrik gelince, radyo, başköşeye kuruldu. Caz müziği “Kükreyen Yirmiler”in sesi oldu. Caz müziği, borsa ve naylon çoraplar! Tarihte ilk kez, işçi kızlarla “asil leydiler” aynı ürünü kullanmaya başlamışlardı: naylon çoraplar. Naylon çoraplar, Amerikanın “demokratikleşiyor” olmasının işaretlerinden birisi sayıldı. Kadın hak ve özgürlük hareketleriyle naylonlar arasında bağlantı olduğunu iddia edenler bile çıktı. Biz o kadarını bilemiyoruz ama ‘20li yıllardaki en büyük dönüşümün Amerikan kadınlarında görüldüğü bir vakıadır.
    Kadınlar iş hayatına girdiler. Kısa sürede, çalışan kesimin beşte biri kadın oldu. Etekler, saçlar kısaldı. Hanım hanımcık kadınların yerini umuma açık yerlerde sigara içen, argo sözcükler kullanmaktan kaçınmayan kadınlar aldı. Boşanmalar arttı. Doğum kontrol yöntemlerinin uluorta konuşuluyor olması, geleneksel Amerikan ailesinin dağıldığının kanıtı olarak algılandı.
    Ve seri üretim. “Kükreyen Yirmiler”in en önemli buluşlarından birisi de seri üretimdi. Ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford’un bu müthiş buluşu sayesinde üretim katladı. Ülkedeki otomobil sayısı kısa sürede altı milyondan yirmiyedi milyona yükseldi. Otomobil fiyatları düştü. Henry Ford, devrim niteliğinde bir çıkış daha yaptı, işçi ücretlerini günde beş dolar gibi görülmedik seviyeye çıkardı. Ve tarihte ilk kez işçiler kendi ürettikleri otomobilleri satın alacak parayı kazanır oldular! Yine tarihte ilk kez “yıllık izin” kavramı gündeme geldi. O zamana kadar zenginlere özgü bir ayrıcalık olan seyahat de “demokratikleşti.” Amerikalılar ülkelerinin tatil cennetlerine akmaya başlayınca bu defa turizm sektörü ihya oldu. Arsa fiyatları fırladı, özellikle de Florida’da gayri menkûl spekülasyonu görülmedik boyutlara ulaştı. Bataklıklar bile müşteri buluyordu.
    Borsa iyi kazandırıyordu, insanların ceplerinde paraları vardı, kendilerini eğlenceye vurdular. İçki yasağına rağmen gece kulüpleri adam almıyor, dönemin en sevilen dansı Çarliston maratonları sabahlara kadar sürüyordu.
    Dans etmeyen Amerikalılar, sinemadaydılar. Bir istatistiğe göre 125 milyon Amerikalıdan 100 milyonu haftada en az bir kez sinemaya gidiyordu. Holywood, dünya devi olma yolundaydı, yılda iki bin film üretiyordu. Charlie Chaplin, Rudolf Valentino ve erotizm. Bugün bildiğimiz şekliyle mayo da yeni bir icattı. Yarı çıplak starlar muhafazakâr Amerikalıları dehşete düşürürken, Charles Lindbergh, iki motorlu uçağı ile Atlantik Okyanusunu ilk kez ve tek başına geçti! Onu kadın haliyle Amelia Earhart izledi.
    Willa Carter, Gerald Fitzgerald, Ernest Hemingway Amerika’nın en iyi edebiyat ürünlerini verdiler. Time ve Readers’ Digest dergileri tiraj patlamaları yaptılar. New York Times Amerika’nın en saygın gazetesi olma onuruna erişti. Yaşam ortalaması 55’den 60’a çıktı. Lise mezunlarının sayısı ikiye katladı. Dünyada ilk kez yemek karın doyurma kavramını aştı, “sanat” telâkki edilmeye başladı. Yemek kitaplarını, ilk rejim reçetelerini bu yıllarda görüyoruz. Köşebaşı bakkallarının yerini alan süpermarketleri de öyle.
    Albert Einstein’ın sayesinde Kâinat’ın tanımı bile değişti!
    Al Jolson, zamanın ünlü şarkıcısı, “You ain’t heard nothing yet!” diyordu, “Bu daha hiçbir şey değil!” Daha neler göreceksin!
    Çöküş öngörülebilir miydi?! Bugün olsa, belki. Ama Yirmili Yılların hakim ekonomi anlayışı, “laissez-faire” anlayışıydı.
    “Laissez-faire,” devletin elini ekonomiden tamamen çekmesini öğütleyen bir ekonomi terimi. Onsekizinci yüzyıldan kalma. “Müdahale etmeyin, rahat bırakın!” anlamına geliyor. Bu anlayışa göre, ekonominin kendisine has iç-dinamikleri vardır. Bu iç-dinamikler, “gizli bir el” gibi hareket eder, ekonomiyi düzenlerler. Devlet müdahalesi iç-dinamikleri altüst edeceğinden, siyasiler ekonomiden uzak durmalı, ekonomik aktörleri rahat bırakmalıdır ki, işlerini görebilsinler.
    Başkan Calvin Coolridge’in - sadece onun da değil, o dönem dünya liderlerinin hemen tümünün – yönetim anlayışı ekonomiyi rahat bırakmak şeklindeydi. Aslında politikacılar olsun, ekonomi bürokratları olsun birşeylerin iyi gitmediğinin farkındaydılar. Örneğin, 1923-29 yılları arasında, günde iki banka batıyordu. Borsadaki yükselişin anormal olduğunu, kağıt fiyatlarının aşırı yükseldiğini iddia edenler vardı. Hatta, kredili kağıt alımlarının paniğe yol açmadan kısıtlanması gereği üzerinde konuşulduğu oldu. Ama ne Başkan ne de Amerikan Merkez Bankacılık Sistemi’nin ekonomistleri müdahaleye cesaret edebildiler. Borsa çöker de kabahat başlarına kalırsa diye ürküyorlardı. “İnşallah iyi olur,” diyerekten, seyretmeyi sürdürdüler.
    İyi olmadı. Amerikalılar, çabuk ve kolay para yapmanın esrikliği içinde, başını sonunu pek fazla düşünmek istemeden spekülasyonu sürdürdüler. Bizim Kastelli olayında yaşadıklarımızı anımsatır bir biçimde, neleri var neleri yok borsaya yatıranlar oldu. Kimileri evlerini ipotek etti, kâğıda yatırdı. Kimileri banka mevduatlarını çekti, kağıda yatırdı. Parası yetmeyen, kredi ile kâğıt aldı. Küçük bir avans, yüzde on kadar, veriyorlar, taksitle ödemek kaydıyla kâğıt alıyorlardı. Dahası, aldıkları bu kâğıtları teminat gösterip, yeniden borçlanabiliyorlardı. Öyle ki, borsa, spekülâtif bir piramide dönüştü. Borsaya yatırılmış gibi duran para, aslında orada değildi.
    Dow-Jones Sanayi Ortalaması, bir düzine sanayi kuruluşunun New York Borsasında eldeğiştiren hisse senetlerinin ağırlıklı ortalama değeridir. Borsa hareketleri, 1896 yılında Charles Dow adlı bir adamın geliştirdiği bu yöntemle saptanır. 1928 yılının başlarında Dow-Jones Ortalaması 191’di, 1929 Eylül’ünde 382. Tam iki katı. 1928 Haziran’ında kredi ile alınan hisse senetlerinin değeri 5 milyon dolardı, 1929 Eylül’ünde 850 milyon dolar oldu. Aynı aylarda, fiyat/kazanç oranı 10’dan 20’ye fırladı ve daha da yükselmesi bekleniyordu.
    John Kenneth Galbraith, 1929 Krizini anlattığı mükemmel kitabında 2 Eylül 1929, Cumartesi gününün cehennem kadar sıcak bir gün olduğunu kaydediyor. O akşamüstü denizden dönenler yolları tıkamışlar, New York şehri istikametinde kilometrelerce kuyruk oluşmuş. Bir dolu insan otomobillerini olduğu yerde bırakmak, şehre trenle dönmek zorunda kalmış. Pazar günü, hava daha da sıcakmış, insanlar evlerine kapanmış, radyodan beyzbol maçlarını dinlemişler. Sonra ne olmuşsa olmuş, o sakin, tembel hafta sonu tatilinin ardından borsadaki kükreme durmuş. Tarih 3 Ekim 1929 Pazartesi. Salı kayda değer bir gelişme olmamış. Çarşamba, sadece birkaç büyük şirketin hisse senetleri düşmüş.
    5 Eylül Perşembe günü Yıllık Ulusal İş Konferansının yapıldığı günmüş, Roger W. Babson kürsüye çıkmış,
    “Borsanın çökmesi kaçınılmaz,” demiş, “Ve sonuçları çok kötü olabilir!”
    Roger W. Babson, kim? Roger W. Babson, MIT mezunu bir inşaat mühendisi. Massachusetts eyaletinde gerçekleştirdiği çok sayıda otoban projeleri var. 1898’de meslek değiştirmeye karar veriyor. Aynı yıl Boston’da bir yatırım şirketine giriyor. Menkul kıymetler, sermaye hisseleri, bonolar derken kendi işini kuruyor. Buradan tüm yatırımcılara hizmet veren iş istatistikleri toplama ve yayınlama işine girişiyor. 1904’de o ve eşi, Babson’un İstatistik Organizasyon’u adlı bir şirket kuruyorlar. Şirket, bugün halen Babson Birleşik Yatırım Raporlama adı altında hizmet veriyor. Kenneth Galbraith’e göre, adam eğitimci, felsefeci, istatistikçi, iktisatçı, fizikçi, eğitimci. Müthiş bir öngörüsü olduğu belli zira, 1929 Krizini ve onu izleyen Büyük Çöküşü ilk tahmin eden finans uzmanı o.
    Babson, sözlerine devamla “Fabrikalar kapanacak, insanlar işten atılacaklar,” diyor, “Bir kısır döngü oluşacak ve ciddi bir çöküntüyle sonuçlanacak.”
    Sözleri soğuk duş etkisi yapmakla beraber, yeterince önemsenmediği gibi, New York Borsası yetkilileri hemen onu yalanlayan ve “Wellesley kâhini” diye alay eden bir yazı yayınlıyorlar. Ciddiye alınmaması gerektiğini, bir adam ***fi bir tahminde bulundu diye insanların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarının akıl kârı olmadığını söylüyorlar. Yetkili ağızlardan gelen bu güvence yatırımcıları rahatlatıyor. Sükûnet avdet ediyor. Ama fırtınadan önceki sükûnet gibi bir sükûnet bu ve sadece bir iki hafta sürüyor. Sonra insanlar önceleri yavaş yavaş, sonra daha hızlı satmaya başlıyorlar.
    21 Ekim 1929 Pazartesi günü sabahı yabancı yatırımcıların, Hollandalıların ve Almanların, kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla başladı. İzleyen üç gün içinde Dow Jones Sanayi Ortalaması 382’den 299’a düştü.
    “Kükreyen ‘20li Yılların” sonu, Büyük Çöküşün başlangıcı, Kara Perşembe. New York Borsası 24 Ekim 1929 Perşembe günü dibe vurdu. İnsanlar kağıtlarını satmaya çalıştıkça fiyatlar düştü. Günün sonunda borsa 4 milyar dolar kaybetmişti – yetmiş yıl öncesinin dört milyarı!
    Borsa çalışanları o gece sabahladılar, araya hafta sonu tatili girdi. Olup bitenin ciddiyeti ancak pazartesi sabahı anlaşılmaya başladı. 29 Ekim Pazartesi sabahı borsa açıldığından birkaç saat sonra fiyatlar bir yıl öncesinin kârını sıfırlayacak kadar düştü. Dow Jones Sanayi Ortalaması 230’a indi.
    Panik malûm insandan insana sirayet eden çok güçlü korkuyu ifade eder. New York Borsasının çöküşü insanları paniğe sürükledi. Binlerce insan, büyük spekülatörler değil, küçük tasarruf sahipleri, sıradan insanlar, perişan oldular. Daha da kötüsü, topladıkları mevduatla borsa oynayan bankalar da ardarda batmaya başladılar. 4000 banka, mudiler veznedara yaklaşıp paralarını kurtarmak için birbirlerini çiğnerlerken battı.
    Bugün buradan baktığımızda bankaların mudilerinin parası ile borsada spekülasyona kalkışmış olmalarını anlamak güç. Ama öyle oldu çünkü o yıllarda Amerika Birleşik Devletlerinde bankacılık yasaları geliştirilmemişti. Meselâ, bir bankanın kaç dolar sermaye ile açılabileceği ya da rezervlerinin ne kadarını kredi olarak verebileceğini belirleyen yasalar yoktu. Günümüzün kıstaslarına göre değerlendirdiğimizde çoğu bankaların daha kuruldukları gün müflis olduklarını görebiliyoruz. Ne ki, zamanın yöneticilerinin gerekli önlemleri alabilecek tecrübeleri yoktu.
    Bankalar, aracı kurumlar, fabrikalar, ticarethaneler, derken batış bir girdapa dönüştü. O yılın sonunda Amerikan ekonomisinden 30 milyar dolar buharlaştı. Kimsenin cebine girmedi –kimseyi zengin etmedi, sadece buharlaştı!
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    #2
    Konu: Dünya ekonomik krizleri

    2. BÖLÜM: BÜYÜK ÇÖKÜŞ
    Tek başına alındığında borsanın çöküşü ekonomiyi çökertmeye yetmemeliydi. Ancak, borsa Amerikan ekonomisinin sağlığının en iyi işareti olarak algılanıyordu. Çöküşü insanları derin bir güvensizliğe, derin bir öf***e sürükledi. Kimi hükümeti, kimi, Amerikan Merkez Bankacılık Sistemini beceriksizlikle suçladı. Kimi, başta Başkan Hoover olmak üzere, devlet yetkililerinin yerli yersiz konuşmalarının piyasaları altüst ettiğini iddia etti. Diğerleri Amerika’ya hakim olan genel kanunsuzluk havasının borsaya da bulaştığını söyledi. Olanlara finans çevreleri ile işbirliği yapan ahlâksız politikacıların başta içerden haber alarak gerçekleştirdikleri işlemler olmak üzere, bir dolu kanunsuz icraatlarının neden olduğu iddia edildi. Kimi de olan bitenden kredili satışları sorumlu tuttu. Suçun tek başına şunda ya da bunda olmadığı ancak zaman içinde anlaşıldı.
    Ortalık yatıştıktan yıllar sonra yapılan araştırmalar gösterdi ki, meselâ, yolsuzluk ve yasa dışı işler var olmasına vardılar, ama sanıldıkları kadar çok ve belirleyici değildiler. Aynı şekilde kredili satışlar da olayın nedenini açıklayacak boyutlarda değildi. Buna karşın, yatırımcıları sahtekarlıktan koruyacak yasaların olmadığı da bir vakıaydı. Meselâ, şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar olmadığı için, yatırımcı senedini aldığı firmanın iddia ettiği kadar sağlam olup olmadığını bilemezdi. Kısaca SEC diye bilinen Menkul Kıymetler Alımsatım Komisyonu, Kriz’den sonra kuruldu. Ticari bankaları, yatırım bankalarından ayıran Glass-Steagall yasası da Kriz’den sonra geldi. Ama Badel harab-ül Basra. Basra harab olduktan sonra.
    1929 Krizi Amerikan halkını fiziksel ve ruhsal olarak yaraladı. İşten atılma korkusu derin tedirginliğe neden olurken, işlerini kaybeden erkekler – bir tahmine göre 17 milyon aile reisi - deprasyona girdi. 1929-1939 yılları arasında çok sayıda intihar girişimi oldu. Binlerce insan düpedüz aç kaldı. Bulabildikleri arsalarda sebze yetiştirmeye, kırsal alanda toplandıkları böğürtlen, kuş üzümü gibi meyvelerle beslenmeye çalıştılar. Arazileri olanlar, “yardım bahçesi”/relief garden” diye isim taktıkları bostanlar ektiler. Kimsede para olmadığı için ürünlerini başka ihtiyaç maddeleriyle takas ederek hayatta kalmaya çalıştılar. New York, tezgâhlarında elma, ayva gibi meyvalar satan yoksul işportacılarla doldu. Çocuklar kötü beslenmenin, ilaç eksikliğinin sonuçlarını ömürleri boyunca çektiler. Birden fazla ailenin birlikte oturmak zorunda kaldıkları evler gettoya döndü. Evlilikler azaldı – ama boşanmalar da öyle, çünkü insanların gidip oturabilecekleri ev yoktu. On yıl içinde Amerika’nın çehresi değişti.
    Büyük Çöküntü’yü ve izleyen trajediyi kimse John Steinbeck kadar iyi nakletmedi. Steinbeck’in 1939’da çıkan Gazap Üzümleri adlı romanı yürek burkan bir sosyal protestoydu. Büyük yazar, Kaliforniyalı arazi sahiplerinin ve bankaların göçmen işçilerin açlıktan kırılmalarına neden olan tutumlarını hikâye ediyor, birşeyler yapılması için adeta yakarıyordu.
    Büyük Çöküntü’nün nedenleri hakkında, yüzbinlerce tez, tebliğ, kitap yazıldı. Dönemin psikolojisi, sosyolojisi, ekonomisi, hukuk sistemi araştırıldı. Çöküntünün nedenleri, alınabilmesi mümkün iken alınamayan önlemler tartışıldı. Kütüphaneler dolusu bu çalışmaların üzerinde birleştiği beş-altı ortak nokta var:
    1) gelir dağılımı dengesizliği,
    2) şirketlerin mali durumları arasındaki dengesizlik,
    3) bankaların yapılanmalarındaki bozukluk,
    4)dış ödemeler dengesindeki bozukluk,
    5)ekonomi yönetiminde tecrübesizlik,
    6) parada altın standardında ısrar.
    Görüldü ki, ücretlerdeki artışa karşın, Kükreyen Yirmilerde gelir dağılımı adamakıllı bozuktu: Ulusal geliri bir piramit gibi düşünürsek, en yukardaki %1, en aşağıdaki %11’in kazandığının tam 650 katı para kazanıyordu. Bu ülke servetinin az sayıda kişinin elinde toplanması demek. Bu durumun ülke ekonomisi açısından anlamı, iktisadi faaliyetin az sayıdaki zenginlerin lüks tüketimi ve yatırımları üzerine kurulmuş olup, her an değişebilir olmasıdır. Lüks tüketim ve geleceğe dönük yatırım, gıda gibi, barınak gibi olmazsa olmaz yaşam unsurları değildir insanın. En ufak bir provokasyonda lüks harcamalardan da yatırımlardan da kolayca vazgeçilir. Nitekim, New York Borsası çökünce sadece lüks tüketim değil, yatırımlar harcamaları ve bunların üzerine bina edilen ulusal ekonomi durdu.
    İkincisi, Amerika’nın en zenginleriyle en yoksulları arasında 650 misli gibi bir fark olduğu gibi, Amerikan şirketlerinin mali güçleri arasında da büyük farklılıklar vardı. 1870li yıllardan itibaren holdingler ve karteller halinde birleşen küçük şirketler, Birinci Dünya Savaşı sıralarında tekeller oluşturmuşlardı. 1929’a gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50sini 200 holding kontrol ediyordu. Bunun anlamı, tek birinin iflâsı halinde koca bir ekonominin sarsılmasıydı.
    Bankalar kötü yapılanmışlardı. ‘20li yıllarda Amerika’da günde 4-5 banka açılıyordu. Bunların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. 1923-1929 arasın günde iki bankanın batıyor olmasının endişeye neden olmamasının başlıca nedeni ekonominin iyi gitmesiydi. Ne zaman ki işler bozuldu, banka iflaslarının vakayı adiye olarak görülmemesi gereği ortaya çıktı.
    Dördüncüsü, Birinci Dünya Savaşına kadar Amerika, Avrupa’ya borçlu bir ül***di. Birinci Dünya Savaşından sonra, savaşın hem galiplerinden, hem de mağluplarından alacaklarını tahsil etmeye çalışan, “alacaklı” ülke oldu. Herbert Hoover başkanlığındaki Amerikan hükümeti, borçlarını altın olarak tahsil etmek konusunda ısrarlıydılar. Ancak, hem dünya altın stoğu yetersizdi, hem de bu yetersiz altın stoğunu kontrol eden Amerikan’ın kendisiydi! Baştaki Cumhuriyetçi Hükümet, yabancı malların Amerikan piyasasını işgal edecekleri endişesiyle, Avrupa devletlerinin borçlarını mal ya da hizmet olarak ödemelerini de kabul etmedi. Amerikan sanayini gümrük duvarları ile koruma yolunu seçti ama dış ticareti küçülttü. Böylece, Amerika ne borçlarını tahsil edebildi, ne de borçlu ülkelere mal satabildi.
    Beşincisi, ekonomi yönetiminde tecrübesizlik. ’20 yıllarda Amerikan politikacılarının ve ekonomistlerinin büyük çoğunluğu, liberal ekonominin, en iyi ekonomik sistem olduğuna inanırlardı. “Laissez-faire”/ “Müdahale etmeyin, rahat bırakın!” politikasını benimsemişlerdi. ’29 Krizi, ekonominin kendi yolunu bulmasını beklemenin toplumsal maliyetinin kaldıralımayacak büyük olabileceğini gösterdi.
    Başkan Hoover, müdahale etmesi gerektiğine karar verdiğinde hem çok geçti, hem de nereye nasıl müdahale edeceği konusunda tecrübesizdi. Örneğin, ekonomiyi ayağa kaldırmanın yolunun devlet bütçesinin dengelenmesinden geçtiğine karar verdi. Devlet harcamalarını kıstı, vergileri arttırdı. Bu defa da işsizlik büsbütün yükseldi. İşsizlik yükselince, insanların satın alma gücü azaldı. Fiyatlar düşmeye başladı. Hoover, işadamlarından işçi çıkarmamalarını, daha az kâra razı olup, üretime devam etmelerini istedi. Bu da mümkün olmadı, çünkü adamlar mallarını satamaz hale gelmişlerdi.
    Amerikan hükümetinin ekonomi yönetimindeki tecrübesizliğinin bir diğer göstergesi, altın esasında kalma ısrarıydı. Altın esası dediğimiz, kağıt paranın değerini belirli bir miktar altına bağlamak, insanların kağıt paralarını istedikleri anda altınla takas edebileceklerini garanti etmek demektir. Ulusal ekonomi bağlamında, bu uygulama hazinede ne kadar altın varsa, tedavülde de o kadar para olacak anlamındadır. Sıkı para politikası. Hükümet, altına bağlı olmayan para basmayı, paranın değerini düşürmeyi reddetti. Piyasada para olmayınca ekonomik faaliyet mümkün olmadı. Sıkı para politikası ve izleyen faiz artışı reel sektörün daha da küçülmesine neden oldu. 1929-1933 arası üretim yarı yarıya düştü, işsizlik daha da arttı. Gelir hızla azalırken, fiyatlar yüzde otuz düştü.
    Bugün buradan bakınca görülüyor ki, Başkan Hoover yapacağı en iyi şey, altın esasından vazgeçip, para arzını arttırmak, piyasaları rahatlatmakmış. Para arzını arttırsaymış, ekonomi canlanma yoluna girebilirmiş. Ama bilemedi. Dediğimiz gibi ne politikacıların ne de ekonomistlerin bu işlerde yeterli deneyimi vardı. Krizin Amerikan ekonomisinin yapılanma biçiminden doğduğunu göremediler. Meselâ, işsizliği yenmek için Amerikan sanayinin korunması gerektiğini düşünüyorlardı. Bunun için gümrük duvarlarını yükselten bir yasa çıkarttılar. Avrupalılar anında aynen karşılık verince, iç piyasada satamayan Amerikan sanayicileri ihracaat da yapamaz oldular.
    Hoover’dan sonra başa gelen Franklin D. Roosevelt, farklı bir kişilikti. Dindar bir adamdı. Zenginle fakirin arasındaki uçurumdan içtenlikle rahatsızdı. Birşeylerin mutlaka değişmesi gerektiğine inanıyordu. Pragmatikti. Değişimden, çözümler denemekten korkmadı. Çok yaratıcı bir adam olmadığı, bunun kendisi tarafından da bilindiği söylenir. Eksiğini telafi etmek için, etrafına nitelikli entellektüelleri ve birinci sınıf iş adamlarını topladı. “Beyin Tröstü” denilen bir grup oluşturdu. İcraatın içinden diye bildiğimiz programlarının mucidi Başkan Roosevelt’tir. Her hafta radyoya çıkar, yapılanları anlatır, halkın güven tazelemeye çalışırdı.
    Roosevelt, 1932’de oyların yüzde 57.4’ünü alarak başa geldi. İlk 100 günde ekonomiyi canlandıracak, istihdamı arttıracak bir dizi programı uygulamaya koydu. Bu program paketine “New Deal” denildi – “Kartları yeniden dağıtmak” anlamında. İyi bir isimdi, çünkü ekonomide kartlar yeniden dağılacaktı, Amerika’nın buna ihtiyacı vardı.
    Roosevelt iktidarı, birincisi, işsizlik sorununun acil çözümüne ilişkin önlemlerin uygulamaya konulduğu 1933-1935 yılları, ikincisi yapısal reformların yapıldığı 1935-1937 yılları olmak üzere, iki etapta değerlendirilir. Bunların ilkine, İlk 100 gün, ikincisine de İkinci 100 gün denir.

    İlk 100 günün, ilk icraatı icraatı, Hükümete bankaları denetleme hakkı tanıyan Acil Bankacılık Yasası’nın çıkarılması oldu. Yasayı “ulusal banka bayramı”nın ilânı izledi. On gün süren bu sözde bayramda, ülkedeki tüm bankalar tatile çıktılar. Federal hesap uzmanları kapalı bankalara daldılar, hesaplarını teker teker incelediler. Bayram sona erdiğinde, bankaların üçte biri açılmadı. Sağlıksız olduklarına karar verilmişti.
    Aynı günlerde kurulan Mevduat Sigorta Şirketi, 5000 dolara kadar mevduatı devlet güvencesi altına aldı. Böylece bankalara duyulan güvensizlik ortadan kalktı.
    Daha sonra 1933 ve 1934 yıllarında çıkarılan iki yasa ile borsaya ayrıntılı kurallar getirildi. Federal Menkul Kıymetler Yasası ve Federal Menkul Kıymetler Alımsatım Komisyonu, satışa sunulan hisse senetlerine ilişkin tüm bilgilerin açıklanması gerekliliğini dayattı. Borsa zaptırapt altına alınırken, kredi ile hisse senedi almaya kısıtlamalar getirildi.
    3. BÖLÜM: KARTLAR YENİDEN DAÐITILIYOR
    Bundan sonra alınan kararların tümü ekonomiyi canlandırmak, üretimi teşvik etmek amacını güttü. Örneğin, Federal İskan İdaresi, çiftçilerin ve ev sahiplerinin ipotek borçlarına kefil olurken, Federal Acil Yardım İdaresi yardım fonlarını yerel idarelere devretti. Sivil Çevre Koruma Birlikleri adındaki kuruluş 2,5 milyon Amerikan gencini askeri bir disiplin altında topladı, ülkenin ormanlarını, parklarını düzenlemek üzere istihdam etti. Günde bir dolara.
    Tennessee Vadisi İdaresi, Roosevelt’in en parlak fikirlerinden birisiydi. Başkan, Kongre’den, ‘Hükümetin tüm yetkilerini haiz ancak özel şirketlerin esnekliğini ve girişimciliğini taşıyacak bir şirket’ kurulmasını istedi. Amerikanın en yoksul eyaletlerinden Tennessee nehri üzerine inşa edilen bir dizi hidroelektrik santralı bölgenin yoksul köylülerine iş imkânı sağladı ayrıca selleri kontrol altında aldı. Bu proje uzun yıllar devam etti.
    Çiftçilerin tarlada kalan ürünlerinden doğan zararlarını karşılamak, tarım ürünlerinin fiyatını yükseltmek için Tarım Yeniden Ayarlama Yasası diye bilinen bir yasa çıkarıldı. Ekicilere ekonomik olmayan ürünleri ekmemeleri , ekonomik hayvanları beslememeleri için ödeme yapma imkanı sağladı. Fakat bu uygulama tam bir rezalete dönüştü – çünkü çiftçiler hayvanlarını öldürmeye, ekinlerini yakmaya koyuldular. Amaç, ürün fiyatlarını yükseltmek, çiftçiyi ayağa kaldırmaktı ama onca açlık içinde tam bir fiyasko oldu. Daha sonraları anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırıldı.
    New Deal’in aldığı önlemlerin en yaratıcılarından bir diğeri de Ulusal Sanayii Kurtarma Yasası’dır. Kısaca NİRA diye bilinen bu yasa iki dev proje içeriyordu. Birincisi, devasa bir altyapı inşaatı girişimi, ikincisi Amerikan iş hayatına kurallar getiren, haksız rekabeti önleyen karmaşık bir program. Programı Ulusal Kurtarma İdaresi yürürlüğe koydu. Her bir sektör için rekabeti mümkün kılacak kurallar getirdi.
    Büyük bir gayretle çalışılıyor olmasına karşın, ekonominin kısa sürede düze çıkmasının bir hayal olduğu ortaya çıktı. Daha da kötüsü, ironik olanı diyelim, can havliyle çıkarılan yasaların çoğunu Amerikan Yüksek Mahkemesi anayasaya aykırı bularak iptal etti. İnsanların bir kez daha nevri döndü. Roosevelt’in popüleritesi azalmaya başladı.
    Durumu kurtarmak isteyen hükümet tekrar atağa kalktı, liberalizmi şiar edinmiş bir ulusun yöneticileri için hayli şaşırtıcı “sosyal adalet” söylemiyle, işçi sınıfını arkasına aldı. İkinci New Deal denilen bir dizi program daha önerdi!
    1935’den itibaren yürürlüğe konulan yeni programlar, hemen tümüyle işçi sınıfının koşullarının iyileştirilmeye yönelikti. O kadar ki, Başkan Roosevelt, sınıf ayırımcılığını körüklemekle itham edildi.
    Varlık Vergisi (Wealth Tax Act) vergilerini arttırdığı için zenginleri, su-elektrik gibi kamu hizmetleri üreticilerine sıkı düzenlemeler getiren yasa sanayicileri küstürdü. İşverenler toplu sözleşmelerin devlet gözetimi altına yapılmasını sağlayan Ulusal İşçi İlişkileri Yasası’nın –Wagner Kanunu - kendilerini haksız yere cezalandırdığını söyleyerek, İkinci New Deal’e destek vermeyeceklerini ifade ettiler. Amerika’nın sosyalizmi anımsatan bu yeni resminden hiç hoşlanmamışlardı.
    Asgari ücret ve azami çalışma saatlerini saptayan, çocukların çalışmasını yasaklayan Adil İşçi Standartları Yasası buna rağmen yürürlüğe girdi. Onu emeklilik, iş kazası tazminatı, işsizlik sigortası, ölüm halinde çocuklara ve eşlere, sakatlara yardım öngören Sosyal Güvenlik Yasası izledi.
    Eski başkan Hoover’in sıkı para politikasına karşın, Roosevelt’in danışmanları devlet harcamalarının arttırılmasından yanaydılar. Böylece talebin artacağını, ekonominin canlanacağını hesaplıyorlardı. 1935 itibaren, 5 milyar dolar gibi bir para ortaya kondu, bununla iş yaratmaya yönelik programlar düzenlendi. Works Progress Administration (WPA).
    Roosevelt’in bu bağlamdaki en şaşırtıcı girişimlerinden birisi Kültürel Programlardır. Bunlar Amerikan Hükümetinin kültürel gelişmeye yaptığı ilk doğrudan yatırımlardı. Federal Proje Numara Bir, sonraları kısaca Federal 1 diye bilinen proje, beş bölümden oluştu; Federat Sanat Projesi, Federal Resim Projesi, Federal Tiyatro Projesi, Federal Edebiyat Projesi ve Tarihi Kayıtlar Araştırması Projesi. Bunların başına birer ulusal direktör getirildi. Böylece devlet kendisinden hiç umulmayan bir sahaya girmiş oldu.
    Gramofon, radyo ve sinemanın işlerinden ettiği müzisyenlere – meselâ, canlı müzik yapan 30,000 müzisyen, bir o kadar da tiyatrocu işsizdi – iş yarattı. Kısaca PWAP diye bilinen kuruluş, ressamlara okullar, kütüphaneler, bakanlıklar gibi kamu binalarında kullanılmak üzere tablolar sipariş etti. Her bir Kongre üyesi için bir resim yapıldı. Sergiler açıldı. Amerikanın en ünlü ressamlarından bazıları Philip Guston, Moses Soyer, Jackson Pollock, Mark Rothko, Jacob Laurence, Ivan Albright, Marsden Hartley, Philip Evergood, Mark Tobey buradan çıktılar.
    1936 yılında Federal Edebiyat Projesi kapsamında 6,686 vardı. Bu yazarlar, toplam 3.5 milyon satan 800 eser ürettiler. Ralph Ellison, Richard Wright, Studs Terkel, John Cheever, Saul Bellow, Margaret Walker, Arna Bontemps and Zora Neale Hurston bugün bile tanınan isimlerdir Bir süre sonra sanatçılar devletin yaratıcılıklarını kısıtladığından, sansürden şikayet etmeye başladılar. Bu da işin başka bir yönü.
    Bütün bu programlar bugün sosyaldemokrat diyebileceğimiz, refah devleti diyebileceğimiz yönetim modeliyle örtüşüyordu. Amerikanın liberalizme gönül vermiş insanlarının itiraz etmeleri uzun sürmedi. 1937’den itibaren sesler yükselmeye başladı, Roosevelt’in sağcı mı, solcu mu olduğu konusu gündeme geldi. İşverenler İkinci 100 günün icraatını beyenmemişlerdi. Başkanı, kendi sınıfına ihanet etmekle suçluyorlardı. Öyle ki, Roosevelt yönetimi işveren-karşıtı bir yönetim olarak damgalandı. Oysa bugün buradan bakıldığında, Başkan’ın icraatının aslında liberal kapitalizmin yaşamasını sağladığı görülüyor. Bankacılığı, borsayı, sosyal güvenliği düzenleyen yasalar son tahlilde işverenin yararına oldu.
    1936 yılına gelinceye kadar, Karaderili Amerikalılar, Lincoln’in hatırına Cumhuriyetçilere oy verirlerdi. Bu gelenek ‘36’da yıkıldı, o yıl Amerikanın en büyük 12 şehri Demokratlara yani Roosevelt’e oy verdi.
    O yıl işler iyi gitti, ancak bir yıl sonra 1937 ekonomi bir kez daha çöktü, Amerika İkinci Dünya Savaşına girinceye kadar da toparlanamadı.
    Ekonominin çökme nedeni olarak, eski bir anlayış, bütçenin her koşulda denk olması gerektiği inancı gösterildi. Denk bütçe isteyen Roosevelt, kendi New Deal programlarını yarı yarıya kısmış, işsizliğin 1,5 milyon artmasıyla sonuçlanan yeni bir durgunluk dönemini başlatmıştı. Tarıma ödenen destek de kesilince, ürün fiyatları yeniden dibe vurdu, 4 milyon Amerikalı daha işsiz kaldı. Bu durum Başkan’ın sözüne sadık kalmaktansa, ödün vermeyi tercih ettiği şeklinde yorumlandı. Zaten ekonomiden anlamıyordu diyenler de çıktı.
    Ekonomiden anlamıyordu diyenler sözlerine kanıt olarak Başkan’ın ***nes’in önerilerine kulak asmamış olmasını gösterdiler.

    ***nes kim? ***nes, 1883-1946 yılları arasında yaşamış olan, İngiliz asıllı bir iktisatçı. Önemi, klasik iktisatın serbest piyasa ekonomisine dair teorilerini reddetmiş olmasından ileri gelir. Devlet harcamaları ile özel sektörün refahı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu savunan ilk iktisatçıdır. Bu bağlamda, ekonominin durgun olduğu dönemlerde, ***nes, bütçenin dengesini bozmak pahasına da olsa devlet harcamalarının arttırılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre, durgunluk, ekonomide daralma uzun-vadeli bir sorun değil, kısa vadeli bir talep daralmasıdır. Özel sektörün talebi arttırmaya muktedir olmadığı zamanlarda devlet devreye girmeli, bütçe açığı pahasına da olsa harcama yapmalıdır. Ne zaman ki, ekonomi rayına oturur, devlet o zaman harcamalarını kısar. Devlet bütçesi orta vadede denk olmalıdır, kısa vadede değil, diyordu ***nes. Kısa vadeli ekonomik politikaların yararını anlatan bir de ünlü sözü vardır: “Uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.”

    Günümüzde kapitalist ekonomiler ***nes’in önerileri doğrultusunda yönetilir. Ama ‘30lı yıllarda, hayır. Roosevelt, ekonominin çöküntüye gittiği zamanlarda devlet harcalamarının arttırılması gereğine inanmadı. ***nes’in haklı olduğunu teslim etmesi için İkinci Dünya Savaşına girmesi gerekti.
    Şimdi buradan geriye baktığımızda, Roosevelt’in New Deal’ının bir ekonomik devrim olmadığını, radikal değişiklikler getirmediğini görüyoruz. Büyük Çöküntü’yü sona erdirmediğini de görüyoruz. Ancak, Amerikan toplumu üzerinde önemli bir etkisi oldu: hükümet ve işadamı/sanayiciler arasındaki ilişkiyi yeniden düzenledi.
    New Deal’e kadar, Amerikan halkı geleceğini özel sektörde görür, ulusal meseleri özel sektörün düzenleyeceğine inanırdı. New Deal’den sonra yüzünü Washington D.C.’ye çevirdi. Federal hükümetin ekonomiye müdahale etmesini bekler oldu.
    Yine New Deal’a kadar, sanayici ve işadamlarının gerek politikacılar gerekse hükümet üzerindeki etkileri tartışılmazdı. Hatta, siyasi gücün sanayici ve işadamlarının tekelinde olduğu söylenebilirdi. Ancak, Roosevelt’in iş hayatını tanzim eden yasalarından sonra durum değişti. Sahneye işverenlerin dışında iki aktör daha çıktı: hükümet ve işçi sendikaları. Hükümet, Merkez Bankası Sistemi aracılığı ile para yönetimini üstlendi. Vergi, harcama, borçlanma politikalarının nelere kadir olduğunu, ne gibi sonuçlar doğuracağını öğrendi. İşçi sendikaları, ekonominin bütününü görmeyi ona göre tavır almayı öğrendiler.
    Nihayetinde, işverenler, işçi sendikaları ve hükümetin oluşturduğu sacayağı İkinci Dünya Savaşında bir bütün olarak hareket etti. İşçiler istikrarlı bir işgücü garanti ederlerken, hükümet yalpalamayan, iniş çıkışların hırpalamadığı istikrarlı bir piyasayı garanti etti. İşverenlere gelince, onlar hem hükümetle hem de işçilerle uzlaşmak yoluna gittiler.
    1939’a gelindiğinde New Deal dönemi kapanmış, Amerikalılar dış politika ve savunma stratejileri üzerinde konuşur olmuşlardı.
    Büyük Çöküntü’nün ekonomi tarihinin en önemli hadiselerinden olmasının bir nedeni de Amerika’da başlamış olmasına rağmen, kısa sürede Avrupa’ya atlamış olmasıdır. Mağlup ya da galip, Birinci Dünya Savaşından bitkin çıkan Avrupa ülkelerinin Amerika’ya olan borçları bellerini büsbütün büktü. Amerikan ekonomisinin krize girmesi, Avrupa’ya açtığı kredilerin durması tuz biber ekti. Almanya ve İngiltere Büyük Çöküntü’den en çok etkilenen iki Avrupa devleti oldu.
    Almanya’da işsizlik 1929 yılının sonunda itibaren arttı, 1932’de altı milyonu buldu. Bu rakam toplam işgücünün %25’iydi. İngiltere’de durum biraz daha iyiydi ama o ülke de, İkinci Dünya Savaşına kadar kendisini toparlayamadı. Ve bu arada hemen herkes aynı yanlışı yaptı: ulusal sanayilerini korumak için gümrük duvarlarını yükselttiler. Bunun sonucu olarak uluslar arası ticaret yarı yarıya azaldı. İç talepin kısıtlı olması nedeniyle malları ellerinde kalan sanayiciler, dışarıya da satamaz oldular.
    Büyük Çöküntü liberal demokrasinin itibarını zedeledi. Özellikle de Avrupa’da kapitalizm karşıtı akımları güçlendirdi. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesine doğrudan neden olduğu söylendi. 1933’de şansölye olan Hitler, bir yandan altyapı yatırımları, öte yandan silâhlanma harcamalarıyla New Deal’in senelerce yapamadığını üç yılda yaptı. 1936’ya gelindiğinde Almanya’da Çöküntü bitmişti.
    Şimdi bu söyleyeceğim korkunç bir şey: ama ne yazık ki, İkinci Dünya Savaşı ilaç gibi geldi. Savaşla birlikte Amerikan fabrikaları yurtdışından gelen silâh ve malzeme talepleriyle doldu taştı. Birdenbire üç vardiya çalışır oldular. İşsizlik ortadan kalktı. Ekonomi canlandı. Amerika’nın 1941’de savaşa girmesiyle birlikte Büyük Çöküntü sona erdi.
    Altmış bir ülkede yaşayan bir milyar, yedi yüz milyon insanı doğrudan ya da dolaylı bir biçimde etkiyen İkinci Dünya Savaşında en büyük harcamayı Amerika Birleşik Devletleri yaptı. 341 milyar dolar! Diğer bir deyişle, Amerikalılar Büyük Çöküntü’den sakındıkları paralarını savaşa harcadılar. Savaşan ülkelerin toplam harcamalarına gelince, o, 1 trilyon dolardı!
    Yıkıntı da ona göre oldu. Avrupa baştan aşağı haraptı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği servetinin %20’sini kaybettiğini açıkladı. Almanya %30’unu. Kuzey Fransa’yı İtalyan ve Alman bombardımanı mahvetti. Nükleer bombalar Japonya’yı.
    Dünya Bankası ve Uluslarararası Para Fonu, böylesine ağır şartlar altında kuruldular. Avrupanın yeniden yapılanması için büyük yardıma ihtiyaç vardı. Dünya Bankası 25 Haziran 1946’da, sekiz milyar dolar sermaye ile işe girişti. IMF daha eskiydi. Uluslararası Para Fonu gibi bir teşkilâtın şart olduğu daha ’30 yıllarda, altın esasından vazgeçilmesi ile belli olmuştu.

    Yorum

    • Sniper®
      Senior Member
      • 22-06-2005
      • 12987

      #3
      Konu: Dünya ekonomik krizleri

      4. BÖLÜM: 1929 KRİZİNİN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ

      Mali Kaos
      Ardı ardına kapanan fabrikalar, işsizlik, imaretlerin önünde bir tas çorba için kuyruğa giren insanlar, limanlarda gelmeyen kargolarını bekleyen şilepler, umutsuzluk... Bunlar 1929-1939 Büyük Çöküntü’nün gözle görünür unsurlarıydı. Ama ekonominin bir de dıştan görünmeyen cephesi vardı: uluslararası finans ve para piyasaları.

      Uluslararası para piyasaları da çöktü.

      1815-1914 arası, Altın Standardının Klasik dönemi olarak bilinir.

      Nedir altın standardı? Altın Standardı, dolar, mark, sterlin, frank, lira gibi ulusal para birimlerinin belirli bir miktar altının isminden ibaret olduğu durumdur. Yani meselâ “dolar” kelimesi, aslında bir ons altının – bir ons yaklaşık 28 gram - yirmide birinin adıdır. Sterlin kelimesi bir ons altının dörtte birinin adı. Böylece bir Sterlin, bir dolardan daha çok altın miktarını temsil eder. Onun için daha pahalıdır.

      Birinci dünya Savaşından önce ülkelerin para birimlerinin birbirine göre değerleri, kimin parasının ne ağırlıkta altının karşılığı olduğu ile ölçülürdü. Herkes aynı ağırlık ölçüsünü kullandığı için –bu durumda bir libre eşittir onaltı ons – döviz kuru karmaşası söz konusu değildi. Hükümetlerin para değerine müdahale etmeleri, para birimlerinin temsil ettiği altın miktarıyla oynamaları anlamına gelirdi.

      Hükümet para biriminin temsil ettiği altın miktarını yükseltirse, aynı para birimi ile daha çok meta satın alınabileceği için, fiyatlar düşerdi. Tersine, hükümet para biriminin temsil ettiği altın miktarını azaltırsa, para birimi daha az meta satın alır, fiyatlar yükselirdi.

      Üretim ve tüketim, para biriminin temsil ettiği altın miktarına göre fiyatlandırırlardı, kağıdın üzerinde yazılı rakamlara göre değil. Bu arada ekleyelim: bugün kullandığımız “para” kelimesi Farsça “altın” anlamındadır. Düşünün para ile altın nasıl özdeşleşmişti.

      Ancak, altın kolay taşınabilir bir şey değil. Kağıt para da bu nedenle çıktı. Bir kağıt dolar bir ons altının yirmide birini simgelediği, o miktarda altınla her an değiştirilebildiği sürece insanın cebinde altın sikke olmuş, kağıt para olmuş farketmiyordu. Hatta dediğim gibi ikincisi daha hafif olduğundan tercih edilebilirdi. Ama tabii hükümetler sözlerine sadık kaldıkları, hazinelerinde altın karşılığı olmayan para basmadıkları sürece. Doğrusu, bu da pek görünen bir şey değildi.

      Bilinen tek istisnası İngiltere. İngiliz hükümetleri sözlerinde durmaları, hazinelerinde altın karşılığı olmayan para basmamalarıyla ünlüdürler. Sterlinin günümüzde bile “sağlam para” olarak bilinmesi buradan gelir.

      Altın Standardı teorik olarak dış-ticareti de dengeler. 18.Yüzyıl klasik ekonomistlerinden David Hume, bunu Fransa’yı örnek vererek anlatır. Diyelim ki Fransız hükümeti, frank arzını arttırdı. Ne olur, Fransa’da fiyatlar artar. Artan fiyatlar, ithalatı körükler. Neden çünkü fiyatlar hem Fransa dışında göreli olarak daha düşüktür, hem de ücretleri yükselen Fransızlar ithal mallara yönelirler.

      Altın standardında bildiğimiz anlamda “döviz” kavramı yoktur. Her ülke ithalat bedelini kendi para birimiyle öder. Fransa, yabancı diyarlardan ithal ettiği mallar için şu kadar frank öder, yabancı satıcılar da aldıkları frankları altına çevirirler, olur biter. Ama tabii, bu Fransa’dan altın çıkışı demektir. Fransa, altın çıkışının ilânihaye sürmesini istemeyeceği için, bu defa frank arzını kısar. Aynı şekilde, Fransız bankaları da kredileri keseler ki, paralar ithalata yani yurt dışına gitmesin. Para arzı daralınca, insanlar alamaz olurlar, mallar ortada kalır, fiyatlar düşer. Yurt içinde düşen fiyatlar bu defa da ihracatı kolaylaştırır. Böylece altının akışı ters döner, Fransa’ya akar. Sonuçta, fiyatlar yurt içinde ve yurt dışında dengelenir.

      Klasik iktisatçıların, “aman devlet ekonomiye müdahale etmesin! Devlet müdahale etmezse, ekonominin iç dinamikleri kendi dengesini bulur” derlerken söylemek istediklerinden birisi de budur. Onlara göre devlet paranın altın standardını bozmadığı, pazarın işleyişini rahat bıraktığı sürece büyük dalgalanmalar, krizler olmaz. Uluslararası ticaret ve alımsatım da kolaylaşır.

      Yine derler ki, Ondokuzuncu Yüzyılda, 1800li yıllarda yani, altın standardının işleyişi bozan hükümetlerdir. Nasıl bozmuşlardır? Bir kere, altın madenlerini tekelleri altına alarak ve altın üretimiyle oynayarak bozmuşlardır. İkincisi, altın karşılığı olmayan kağıt para çıkartarak bozmuşlardır. Üçüncüsü, bankalar gibi kredi vermek suretiyle alım gücünü arttıran dolayısıyla enflasyonist ortam yaratan kuruluşlara izin vermek suretiyle bozmuşlardır. Bu oluşumlar altın standardının işleyişini geciktiren unsurlardır. Altın Standardının çökmesinde “Kabahat altında değil, kabahat hükümetlerin sözlerine güvenenlerde”dir.

      Yine klasik iktisatçılara göre bir ülkenin altın standardından vazgeçmesi “iflas” etmesi anlamına gelir. Çünkü onlara göre altın tek istikrarlı değerdir. Altın standardından vazgeçilmemiş olsaydı, dalgalanmaya bırakılan kurlar, paranın değerinin bilerek düşürülmesi gibi oyunlar, para birimlerinin rakip kamplara bölünmesi, alımsatım kontrolları, gümrük tarifeleri, kotalar gibi uluslararası ticareti ve yatırımı zorlaştıran uygulamalara gerek kalmayacaktı – inancındadırlar.

      Altın Standardının sonunu Birinci Dünya Savaşı getirdi. Neden, çünkü savaşın maliyeti çok yüksekti, Avrupalıların altın stokları silahlanma harcamalarını karşılamaya yetmedi. Amerika Birleşik Devletleri için durum farklıydı. Amerika, 1850’lerde kendi topraklarında altın bulmuş, dev gibi bir yığınak yapmıştı.

      Avrupa devletleri, bir süre para birimlerinin tekabül ettiği altın miktarını azaltarak idare ettiler. İdare edemeyecek duruma geldiklerinde altın standardından çıktılar.

      Örneğin, İngiltere. Birinci Dünya Savaşı öncesi, bir sterlin bir ons altının dörtte biri anlamına geliyordu. Bir Amerikan doları ise yirmide biri. Bir başka anlatımla, bir sterlin alabilmek için 4 dolar 86 sent vermek durumundaydınız. Ancak, İngilizlerin altın stokları savaş harcamalarını finanse etmeye yetmeyince, sterlinin temsil ettiği altın miktarını azaltmaları gerekti. Böylece Savaş sonunda sterlinin değeri 4 dolar 86 centten, 3 dolar 50 sente düştü. Paranın değerinin düşmesi enflasyon demekti ki, o da işin başka bir yönü.

      Şimdi bazı iktisatçılara göre, İngilizler 3 dolar 50 sente razı olup, paralarının değerini orada tutmalıydılar. Ama ulusal gurur diye bir şey var. İngilizlerin ulusal gururları paralarının pul olmasına izin vermedi. Ne yapıp edip sterlini savaştan önceki değerine yani 4 dolar 86 sente çıkarmaya karar verdiler. Londra’ya savaş öncesi perestijini iade etmek, başkentlerini bir kez daha sıkı-para merkezi yapmak istiyorlardı.

      Anlaşılan hadlerini aşan bir karardı bu, çünkü onlar sterlinin değerini arttırınca İngiliz malları pahallandı, yurt dışında rekabet edemedi. İhracaat durma noktasına geldi. Öte yandan, hükümetin hatasından geri dönmesi, sterlinin değerini düşürmesi de siyasi intihar anlamına geliyordu. Neden, çünkü İngiliz işçi sendikaları çok güçlüydü. Paranın değerinin –dolayısıyla işçi ücretlerinin - düşmesine izin vermeyeceklerdi. Ama ne pahasına? Üretimin düşmesi, işsizliğin artması pahasına.

      ‘20li yıllarda Amerika kükrer, Fransa hemen her imal ettiğini ihraç ederken, İngiliz ekonomisi işsizlikle uğraşıyordu.

      Buna karşın İngilizler, hem paralarının değerini yüksek tutmak, hem de ihracatı arttırmak gibi ekonomide görülmemiş bir şey istiyorlardı. Ünlü İngiliz siyaseti bir kez daha çalıştı, İngilizler diğer ülkeleri de paralarının değerini yükseltmeye zorlayacak bir manevra düşündüler. Diğer ülkeleri paralarının değerini yükseltmeye ikna etmeyi başardıkları takdirde, onlar da ihracat yapmakta zorlanacak, ayrıca İngiltere’den mal ithaline fiilen yardımcı olmuş olacaklardı. İnanması zor ama aynen böyle oldu!

      İngilizler ne yaptılar, ettiler, 1922’de Cenova Konferansının toplanmasını sağladılar. Ve konferansta klasik Altın Standardı gitti, onu yerine Altın Alımsatım Standardı diye bilinen yeni bir uluslararası para düzeni geldi. Bu yeni düzenlemeye göre, bir tek altın zengini Amerika Birleşik Devletleri Altın Standardında kalacak, İngiltere ve diğer batılı ülkeler “sözde-altın standardı”na geçeceklerdi.

      “Sözde-altın standardı” demek , aklına esenin gidip cebindeki parasını altına çevirememesi demek. Sterlin ya da başka bir para biriminin karşılığında altın sikke alınamaması demek. Ancak burada şöyle bir incelik var: İsteyen altın sikke alamayacaktı ama külçe altın alabilecekti.

      Şimdi, külçe altın sıradan vatandaşların alabilecekleri bir şey olmadığına göre, günlük hayatta bundan böyle altın kullanımı ortadan kalkmış demekti. Külçe altına gelince, külçe altın bir tek uluslararası ödemelerde kullanılacaktı. Böylece altın standardından büsbütün çıkılmamış oluyordu. Altın Alımsatım Standardına “sözde-altın standardı” denmesinin nedeni bu.

      Bu arada İngilizler bir cinlik daha yaptılar: sterlin karşılığı olarak sadece ellerindeki külçe altını değil, altına bağlı Amerikan dolarını da teminat gösterebilecekleri bir düzen kurdurdular. Tuhaf bir şeydi, bir başka ülkenin altınına yamanmak gibi bir şeydi, ama oldu. Dahası, dolara bağlı düzen sadece İngiltere için geçerliydi. İngiltere haricindeki ülkeler, ulusal paralarının karşılığı olarak dolar değil, sterlin kullanacaklardı.

      Böylece Amerikan dolarının altına, İngiliz sterlininin Amerikan dolarına, diğer para birimlerinin İngiliz sterlinine dayandığını bir sistem oluştu: Doların ve sterlinin iki “temel para birimi” olduğu bir sistem.

      Altın Alımsatım Standardı neye yaradı? Bir kere, İngiltere’nin istediği oldu. Sterlinin değeri düşmedi, çünkü para birimlerinin teminatı olarak sterlini kabul eden ülkeler, altın yerine sterlin stokladılar, sterlin stoklarını karşılık gösterip, onlar da kendi paralarının değerini yüksek tuttular. Böylece ihracaattaki rekabet güçlerini İngiltere lehine azalttılar ki, zaten istenilen buydu. Bu arada İngiltere, Amerika’yı da doların değerini arttırmaya ikna etti. İngiltere’deki dolar stoklarının erimesini ya da altının Amerikaya kaçmasını da böylece önlemiş oldu.

      Altın alımsatım standardının çökmesi 1931’de.

      1931, Fransa’nın ihracatının 52 milyar franktan 20 milyar franka düştüğü, fabrikaların kapanma noktasına geldiği yıl. Fransa’nın başında Sosyalistler, Radikaller ve Komünistlerden oluşan Popüler Cephe Hükümeti vardı. Popüler Cephe hükümeti ülkesinin içine düştüğü durumdan haklı olarak ürktü, sterlin stokunu altına tahvil etmeye karar verdi. Ne ki, İngiltere’nin Fransa’nın talebini karşılayacak altını yoktu, onlar da altın alımsatım standardından toptan vazgeçtiklerini ilan ettiler. İngiltere altından vazgeçince, diğer ülkeler de İngiltere’yi izlediler. Birleşik Amerika Devletleri iki yıl daha dayandı.

      1933-34 yılları Amerikalıların Büyük Çöküntü’den kurtulmanın yolunun para arzını arttırmaktan geçtiğini düşünmeye başladıkları yıllar. İngilizlerin hareketi bir bakıma denk geldi, Başkan Roosevelt de klasik altın standardından vazgeçtiklerini ilan etti.

      Bundan böyle Amerikalılar kağıt dolarlarını altınla değiştiremeyeceklerdi. Dahası, altın sahibi olamayacaklardı – ne kendi ülkelerinde, ne de yurt dışında. Bu Amerikan vatandaşları için bu böyleydi ama Amerika, yine de altın standardıyla tamamen ipleri kopartmadı. Dolar stoklayan yabancı devletlerin talep etmeleri halinde, altın verme taahhütünü sürdürdü. Şu farkla ki, eskiden olduğu gibi bir dolara karşı bir onsun yirmide biri miktarında değil, otuzbeşte biri miktarında. Bu tabii, doların devaluasyon demekti. Yine ABD’nin doların arkasında altınla duruyor olması olumlu bir hava yarattı. Amerika Avrupalıların altın stoklarını saklamayı tercih ettiği ülke oldu.

      Beşinci Bölüm
      1929 Krizinin Görünmeyen Yüzü

      Mali Kaos ve IMF (1)

      Birinci Dünya Savaşından önce dolar, mark, sterlin gibi ulusal para birimlerinin değerlerini simgeledikleri altın miktarı belirlerdi. Bir sterlin bir ons altının dörtte biri demektir, bir dolar bir ons altının yirmide biri anlamına gelir, gibi. Ve dileyen herkes, elindeki kağıt parayı bankaya götürüp, karşılığında altın sikke talep edebilirdi.

      “Klasik Altın Standardı” dediğimiz bu uygulama 1914’de sonra erdi. Neden çünkü Amerika Birleşik devletinin haricinde hiçbir ülkenin elinde, Birinci Dünya Savaşı harcamalarını karşılayacak kadar altın yoktu. Avrupa devletleri, bir süre para birimlerinin altın miktarını azaltarak idare ettiler. İdare edemeyecek duruma geldiklerinde klasik altın standardından çıktılar.

      Mesela, Almanya. Birinci Dünya Savaşındaki kötü yenilgisi, ardından imzalamak zorunda kaldığı Versailles antlaşması, çok ağır savaş tazminatları derken, 1922’den itibaren ağır bir ekonomik krizin içinde buldu kendini. Alman Markına olan güven tamamen kayboldu.

      Fiyatların saat başı arttığı eşi görülmemiş bir enflasyon patladı. Alman ekonomisi tamamen çöktü.

      Almanlar bir somun ekmek alabilmek için fırına bir el arabası dolusu para götürüyorlardı. Böyle bir durumda, altın ne kelime, Almanlar “çavdar” bitkisinin değerini esas alan yeni bir para birimi, “çavdar-parası” çıkardılar. Ağustos 1923’de. Olmadı, üç ay sonra Rentenmark’a döndüler.

      “Renten” irad demek, “Rentenmark”ı, irad-parası şeklinde çevirebiliriz. Rentenmark’ın karşılığı ülkedeki tüm mülklerin ve sanayi kaynaklarının üzerine konulan ipotekti.

      Adı da zaten buradan geliyor. Rettenmark, yalnızca iç ödemelerde kullanılıyordu. Bir Rentenmark bir trilyon kağıtmarka tekabül ediyordu! Düşünün enflasyon ne boyutlardaydı!

      Almanya’daki kadar değil ama enflasyon İngiltere ve Fransa’yı da sarsıyordu. Klasik Altın Standard’ından vazgeçildi. Onun yerini “Altın Alımsatım Standardı” denilen uygulama aldı. 1922 Cenova Konferansı.

      “Altın Alımsatım Standardı”nın bir adı da “sözde altın standardı”dır. “Sözde” çünkü bu yeni düzenleme, altın sik***i tedavülden kaldırdı. Avrupa devletlerinin vatandaşları eskiden olduğu gibi bankalara gidip ceplerindeki kağıt paraları altın sikkelerle değiştiremeyeceklerdi. Altın, sadece uluslararası ödemelerde kullanılacaktı.

      Ulusal para birimleri, sterlin, frank, yine bir ons altının muhtelif kesirlerinin karşılığı olarak ifade ediliyordu, ama yeni uygulamayla birlikte “altın” para birimlerinin dayandığı tek değer olmaktan çıktı.

      Amerikan doları hariç. Dolar, “altın”a dayanan tek para birimi olarak kaldı. İngilizler, sterlini hem altın hem de dolara dayandırdıkları bir sistem geliştirdiler. Diğer Avrupa ülkeleri ise paralarının teminatı olarak sterlini göstereceklerdi.

      Böylece, doların altına, sterlinin dolar ve altına, diğer tüm para birimlerinin de sterline dayandığı bir sistem oluştu. Bu durum 1931 yılına kadar böyle devam etti.

      1931 Fransa’nın ihracatının 52 milyar franktan 20 milyar franka düştüğü, fabrikaların kapanma noktasına geldiği yıl. Ülkesinin içine düştüğü durumdan haklı olarak ürken Popüler Cephe hükümeti, elindeki sterlin stokunu altına tahvil etmeye karar verdi. Ne ki, İngiltere’nin Fransa’nın talebini karşılayacak altını yoktu, altın alımsatım standardından toptan vazgeçtiklerini ilan ettiler. İngiltere altından vazgeçince, diğer ülkeler de İngiltere’yi izlediler.

      1931-1945 yılları tarihe mali kaos yılları olarak geçti. Altın standardından çıkan ülkeler, paralarının karşılığında altın verme taahüttünden kurtulmuşlardı. Hükümetler, bu durumu istismar etmekten geri kalmadılar.

      Burada istismar etmekten kastım, paralarının değerini ekonomik değil siyasi mülahazalara göre belirlemeleridir. Örneğin, rakip ulusun mal satmasını önlemek için yapılan devaluasyon gibi. Rakip ulus da aynı şekilde karşılık verince para ile değerin, bir ulusun parası ile öteki ulusun parasının arasındaki ilişkinin saptanamadığı kaotik bir durum ortaya çıktı. Kimin ne yaptığı belli olmayan bu yıllarda dünya ticareti %63 azaldı. Fiyatlar yarı yarıya %48 düştü.

      Altın standardına geri dönmek gibi bir umut da kalmamıştı. Uluslarası ticaret ve yatırım hemen tümüyle durdu. Ülkeler, kendi aralarında takas antlaşmaları yaparak birbirlerine mal satmaya çalıştılar. Amerikan Dış İşleri Bakanı Cordell Hall’a göre, Avrupa’da yaşanan bu mali kaos, İkinci Dünya Savaşı’nın asıl çıkış nedenidir.

      Cordell Hall öyle diye dursun, Altın Standardının aslında hiç de istenir bir şey olmadığını savunanlar da vardı: Friedmancılar. Milton Friedman, Chicago Üniversitesinden. Mali konularda Friedman ekolü olarak bilinen düşünce sisteminin yaratıcısı olarak geçer. Friedmancılara göre, paranın altınla ifade edilmesi gerektiği düşüncesinden toptan vazgeçilmeli, ulusal paraların değerlerini serbest piyasa ekonomisinin arz-talep dinamiği uyarınca bulmasına izin verilmeliydi.

      Çünkü “altın” netice itibariyle bir madendi. Önemsenmesi Midas’tan bu yana süregelen bir alışkanlıktan ibaretti. Altına atfedilen değer rasyonel değildi. Hatta insanlığın “barbar” yıllarından kalan “bir kalıntı”dan ibaretti altın - bu son söylediğim Maynard ***nes’den bir alıntı.

      Oysa, yaşayan bilirdi krizleri iyileştirmek için neye ihtiyaç olduğunu. Ekonomiyi canlandırmak için para gerekiyorsa, hükümetler stokta altın vardı yoktu aldırmayıp, insanların alımsatım yapabilmelerini mümkün kılacak bir ortak araç, değeri üzerinde mutabakata varabilecekleri bir araç/para geliştirmeliydiler.

      Paranın başlangıç değerinin ne olacağına hükümetler karar verecekler, ancak para sahici değerini serbest piyasada dalgalanmak suretiyle bulacaktı.

      Altın esasına dayanmayan paralara “fiat-para” adı verildi. Bildiğimiz “eder” anlamında “fiyat” değil, f-i-a-t “Fiat.” Amerikan İngilizcesi bir kelime. Değeri yalnızca hükümet kararına dayanan para demek.

      Fiat paranın hakiki değeri uluslararası para piyasasında belli olacaktı. Hükümetler gereğinden fazla değer biçmişlerse paralarına, serbest piyasa onlara yanıldıklarını gösterecekti.

      Teorik olarak Chicago okulunun yaklaşımının da bir sakıncası görünmüyordu. Hatta, serbest piyasa ekonomisine inanlara iyi bile geldi. Ancak, mesele “serbest” piyasanın ne kadar serbest olabileceği meselesiydi. Ve olmadı.

      Az önce işaret ettiğim gibi, Hükümetler durumu istismar etmekten geri kalmadılar... dalgalanmaya bırakılan kurlar, paranın değerinin bilerek düşürülmesi gibi oyunlar, para birimlerinin rakip kamplara bölünmesi, alımsatım kontrolları, gümrük tarifeleri, kotalar...

      Bu karmaşaya son verecek uluslararası bir örgüt, yani Uluslararası Para Fonu, IMF, fikri daha o yıllarda, ‘30lı yıllarda doğmuştu. Bu amaçla epeyce bir toplantı yapıldı ama görüldü ki, para sorunu parça başı tedbirlerle çözülemeyecek kadar büyüktür. Yapılması gereken yeryüzünün hemen tüm uluslarının katıldığı ve onayladıkları bir sistem geliştirmek ve geliştirilen bu sistemin yürümesini sağlayacak, sürekliliği olan uluslararası bir örgüt kurmaktır.

      Amerika Birleşik Devletleri, savaş süresince bu örgütün nasıl bir örgüt olması gerektiğini araştırdı.

      Şimşekleri üstlerine çekmekten korkmayan iki cesur adam, Amerikalı Harry Dexter White ve İngiliz John Maynard ***nes, okyanusun iki yakasından yaklaşık aynı günlerde yazdıkları yazılarda paranın uluslararası dengeye kavuşmasının öyle arasıra yapılan toplantılarla mümkün olmayacağını, meselenin sürekliliği olan ortak bir kuruma emanet edilmesi gerektiğini anlatıyorlardı.

      Ancak sürekliliği olan bir kurum zamanla değişen ihtiyaçlara cevap verebilir, bir yandan ulusal para birimlerinin birbirlerine hiçbir kısıtlama olmaksızın tahvil edilmesini sağlarken, öte yandan da her bir para biriminin değerini açık ve tartışmaz bir şekilde belirleyebilirdi.

      1944 Haziran’ında ABD’nin New Hampshire Eyaletinin Bretton Woods isimli kasabasında 44 ülkeden delegelerin katıldığı bir toplantı düzenledi.

      Savaşın içindeydiler, türlü zorluklar vardı, aylarca konuşuldu ama sonunda delegeler yeni uluslar arası para sistemini ve onu kollayacak uluslar arası örgütü, yani Uluslararası Para Fonu, IMF’yi hepbirlikte kurmayı kabul ettiler.

      Antlaşmayı 1946 Mart’ında 29 ülke imzaladı - bugün itibariyle IMF’nin üye sayısı 182. Buna Doğu Avrupa ülkeleri ve eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri dahil. IMF antlaşması imzalandıktan üç ay kadar sonra ilk İcracı Direktör seçildi, Fon’un Washington’daki merkezinde çalışmaya başladı.

      IMF Kuruluş Sözleşmesinin birinci bölümü, örgütün amaçlarını altı maddede özet:

      1. Danışma ve birlikte çalışma ortamı sağlayacak devamlı bir kurum aracılığı ile parasal konularda uluslararası işbirliğini ilerletmek,

      2. Uluslarası ticaretin yayılmasını ve dengeli büyümesini kolaylaştırmak ve bu amaçla tüm ortakların ekonomik politikalarının temel hedefleri olan istihdam, reel gelir ve üretim kaynaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve idame ettirilmesine katkıda bulunmak.

      3. Para alımsatımında istikrarı sağlamak, üyeler arasında düzenli alımsatım usulleri geliştirmek, rekabete dönük karşılıklı devaluasyonları önlemek.

      4. Çok-taraflı ödemeler sisteminin kurulmasına ve dünya ticaretini engelleyen döviz kısıtlamalarının bertaraf edilmesine yardımcı olmak.

      5. Fon kaynaklarını üyelere geçici süreyle ve yeterli garantiler altında tahsis etmek suretiyle üyelerin güvenlerini arttırmak ve dış ödemeler dengelerindeki aksaklıklarını ulusal ya da uluslararası refaha zarar vermeden düzeltmelerine fırsat tanımak.

      6. Bu suretle üyelerin uluslararası dış ödemeler dengesizliklerinin süresini ve etkisini azaltmak.

      IMF’nin yeni sistemi esas itibariyle Altın Alımsatım Standardıydı, şu farkla ki sterlinin yerini bu defa IMF’nin mimarı Amerika Birleşik Devletlerinin para birimi, dolar, almıştı. Dolar bundan böyle dünyanın temel para birimi olacaktı.

      Yorum

      • Sniper®
        Senior Member
        • 22-06-2005
        • 12987

        #4
        Konu: Dünya ekonomik krizleri

        Altıncı Bölüm

        1929 Krizinin Görünmeyen Yüzü
        Mali Kaos ve IMF (2)

        1931-1945 yılları tarihe mali kaos yılları olarak geçti. Altın standardından çıkan ülkeler, paralarının karşılığında altın verme taahüttünden kurtulmuşlardı. Bu durumu istismar etmekten geri kalmadılar.

        Burada istismar etmekten kastım, paralarının değerini ekonomik değil siyasi mülahazalara göre belirlemeleridir. Örneğin, rakip ulusun mal satmasını önlemek için yapılan devaluasyon gibi. Rakip ulus da aynı şekilde karşılık verince, para ile değerin, bir ulusun parası ile öteki ulusun parasının arasındaki ilişkinin saptanamadığı kaotik bir durum ortaya çıktı. Kimin ne yaptığı belli olmayan bu yıllarda dünya ticareti %63 azaldı. Fiyatlar yarı yarıya %48 düştü.

        Bu karmaşaya son verecek uluslararası bir örgüte, yani Uluslararası Para Fonu’na ihtiyaç olduğu fikri daha o yıllarda doğmuştu. Ancak sürekliliği olan bir kurum zamanla değişen ihtiyaçlara cevap verebilir, bir yandan ulusal para birimlerinin birbirlerine hiçbir kısıtlama olmaksızın tahvil edilmesini sağlarken, öte yandan da her bir para biriminin değerini açık ve tartışmaz bir şekilde belirleyebilirdi.
        1944 Haziran’ında ABD’nin New Hampshire Eyaletinin Bretton Woods isimli kasabasında 44 ülkeden delegelerin katıldığı bir toplantı düzenlendi.
        Savaşın içindeydiler, türlü zorluklar vardı, aylarca konuşuldu ama sonunda delegeler yeni uluslararası para sistemini ve onu kollayacak uluslararası örgütü, yani IMF’yi, hepbirlikte kurmayı kabul ettiler.
        IMF Kuruluş Sözleşmesinin birinci bölümü, örgütün amaçlarını altı maddede özetler:
        1. Danışma ve birlikte çalışma ortamı sağlayacak devamlı bir kurum aracılığı ile parasal konularda uluslararası işbirliğini ilerletmek,

        2. Uluslarası ticaretin yayılmasını ve dengeli büyümesini kolaylaştırmak ve bu amaçla tüm ortakların ekonomik politikalarının temel hedefleri olan istihdam, reel gelir ve üretim kaynaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve idame ettirilmesine katkıda bulunmak.

        3. Para alımsatımında istikrarı sağlamak, üyeler arasında düzenli alımsatım usulleri geliştirmek, rekabete dönük karşılıklı devaluasyonları önlemek.

        4. Çok-taraflı ödemeler sisteminin kurulmasına ve dünya ticaretini engelleyen döviz kısıtlamalarının bertaraf edilmesine yardımcı olmak.

        5. Fon kaynaklarını üyelere geçici süreyle ve yeterli garantiler altında tahsis etmek suretiyle üyelerin güvenlerini arttırmak ve dış ödemeler dengelerindeki aksaklıklarını ulusal ya da uluslararası refaha zarar vermeden düzeltmelerine fırsat tanımak.

        6. Bu suretle üyelerin uluslararası dış ödemeler dengesizliklerinin süresini ve etkisini azaltmak.

        IMF’nin yeni sistemi esas itibariyle Altın Alımsatım Standardıydı, şu farkla ki sterlinin yerini bu defa IMF’nin mimarı Amerika Birleşik Devletlerinin para birimi, dolar, almıştı. Dolar bundan böyle dünyanın temel para birimi olacaktı. Ancak, devalue edilmişti dolar. Eskisi gibi, bir dolar eşittir bir ons altının yirmide biri değil, otuzbeşte biri.
        Amerikan vatandaşları kağıt paralarını dolara tahvil edemeyeceklerdi. Sadece yabancı devletler ve onların merkez bankaları dolarlarını altına çevirebileceklerdi.
        Böylece Amerikanın altına, diğer ülkelerin de Amerikan dolarına dayandıkları para sistemi yürürlüğe girdi. Yıl 1946.
        Peki, oldu mu bari? Hayır, olmadı.
        IMF’nin kurulmasından beş yıl kadar sonra, 1950li yılların başında, işler tekrar ters döndü.
        Şöyle: Amerika’da altın çoktu -25 milyar doların karşılığı kadar altın vardı. Amerika, istenilen her durumda, dolar ibraz eden yabancı ülkelerin taleplerini yerine getiriyordu. Bu, tabii, ülkeden altın çıkışı demek.
        Dahası, yabancı ülkelerin büyük çoğunluğu paralarına Savaş öncesinin değerlerini biçmişlerdi. Örneğin, İngiltere, halâ bir sterlinin 4.85 Amerikan dolarına eşit olduğu iddiasındaydı. Oysa sterlinin alım gücü bunun çok altındaydı. Bunun anlamı, Amerikan dolarının olması gerekenden daha ucuza gidiyor olması.
        Dolar ucuz, diğer paralar göreli olarak pahalı olunca, dolara talep arttı. Dünya çapında bir dolar kıtlığıdır başladı. Bir yandan kıtlık, öte yandan da ucuz doların Amerika’da enflasyona neden oluyor olması durumu.
        IMF’nin kurulmasından beş yıl kadar sonra, 1950li yılların başlarında, altın stoğuna güvenen Amerika’nın parasını saçtığı şeklinde bir manzara ortaya çıktı: Marshall yardımı türünden dış-yardımlar, krediler ve değeri her gün biraz daha düşen mebzul miktarda dolar.
        Ürkütücü bir manzaraydı, önde gelen Avrupa ülkeleri, Batı Almanya, İsviçre, Fransa ve İtalya, sıkı-para politikasına dönmeye karar verdiler. Sıkı para politikası, gerçekçi para politikası. Nitekim, İngiltere, sterlinin 4.85 dolar olduğu iddiasını bıraktı, değerini yarıyarıya, 2.40 dolara kadar düşürdü.
        Gerçekçi para politikasına geri dönüş, buna ilaveten Avrupa ve Japonya ekonomilerinin yeniden üretir olmaları, giderek Amerikan dış ödemeler dengesinin açık vermesini getirdi. Amerika, ihraç ettiğinden çok ithal eden bir ülke konumuna girdi. ‘60lı yıllarda enflasyon gözardı edilemeyecek boyutlara ulaştı.
        Bu defa, doları kendi paralarına temel alan ülkeler tedirgin olmaya başladılar. Değeri düşük dolar, istenmeyen para oldu. IMF’nin doları dünya ekonomisinin temel para birimi olarak kabul eden sisteminden homurdanmaların başlaması ilk bu zaman.
        Homurtular, özellikle de De Gaulle Fransa’sından geldi. De Gaulle’in danışmanı Jacques Rueff, klasik bir altın-standardı ekonomistiydi. “Batı’nın Mali Günahı” isimli ünlü kitabın yazarı. Rueff, IMF’nin denetlediği sistemin giderek bir kâbusa dönüştüğünü söylüyordu.
        Amerikalılar önceleri aldırmadılar. IMF’nin dayattığı sistemin ***fi değil kaçınılmaz olduğunu söylüyorlardı. Bunun üzerine, Avrupa devletlerinin hükümetleri, ellerindeki doları altına tahvil etme haklarını kullanmaya başladılar. Amerikan’ın bitmez tükenmez gibi duran altın stoğu erimeye durdu. Öyle ki, 1946’da 25 milyar değerindeki stok, ‘70’lerin başında 9 milyar dolara düşmüştü.
        Eurodolar, Avrupa’nın istemediği dolar demek. ‘70’li yılların başında Avrupanın istemediği dolarlar 80 milyarı buldu. Baktı olmuyor, Amerika, Avrupa devletlerine ellerindeki doları altına çevirmemeleri için siyasi baskı uygulamaya girişti. Tıpkı, 1931’de İngiltere’nin Fransa’ya elindeki sterlini altına çevirmemesi için uygumaya çalıştığı gibi bir baskıydı bu.

        Ama ekonomi emirle yürümez, bu da yürümedi. Amerika, 35 dolar karşılığında bir ons altın vermeyi sürdüremeyince, bu defa Avrupalılar, serbest altın pazarına döndüler. Serbest altın pazarı diye bir şey vardı çünkü. Ellerindeki dolarlarla oradan altın satın almaya başladılar. Doların değerini düşürmek istemeyen Amerikan hükümeti, Londra ve Zürih altın piyasasını el altından doyurmak zorunda kaldı.

        Değişmez ve su geçirmez olduğu düşünülen Bretton Woods sisteminin yürümediği gün geçtikçe daha netleşiyordu. Amerikalıların duruma buldukları çare, doların serbest altın piyasasındaki değeri ile hükümetler ve merkez bankaları nezdindeki değerini birbirinden ayırmak oldu.

        Dolar serbest altın piyasasında kaça giderse gitsin, IMF üyeleri doların değerinin bir ons altının 35’de biri olduğunu ebediyyen kabul edecekler, kendi aralarındaki işlemleri ebediyyen bu değer üzerinden sürdüreceklerdi.

        Hiçbir merkez bankası, serbest altın piyasasında dolar bozduramayacak, serbest altın piyasasından altın satın alamayacaktı.

        Böylece altın piyasası, dünya para sisteminden tamamen tecrit edildi. Altın, herhangi bir başka meta gibi, arz ve talep durumlarına göre kendi fiyatını bulacaktı. Devletlerin elindeki altın stokuna gelince, o külçeler de bir merkez bankasından diğerinin kasasına taşınıp duracaktı.

        Klasik ekonomistler serbest altın piyasasının bir türlü, merkez bankalarının başka türlü işlemeleri şeklindeki bu düzenlemeyi öf***le karşıladılar. IMF sistemini kurtarmak için yapılan bir hareket olarak yorumladılar, karşı çıktılar.

        Kağıt para taraftarları, ***nesciler ve Friedmancılar, ise altının dünya para sisteminden geri dönmemek üzere çıkacağından emindiler. Hatta, onlar altının değerini doların tayin ettiğini düşünüyorlardı. Dolar desteği çekildiğinde bir ons altının değerinin düşeceğini iddia ettiler.

        Ama öyle olmadı. Tersine, altının fiyatı arttı. 1973’de bir ons altın 125 dolara fırladı. Amerika’da enflasyonun devam ediyor, Eurodolarların birikiyor olması, dolara duyulan güvenin kaybolmaya yüz tuttuğunu gösteriyordu. Baktı olmuyor, Başkan Richard Nixon fiyatları dondurdu. Bu, Bretton Woods sisteminin kesin sonu demekti.

        Avrupa Merkez Bankaları ayağa kalktı. Başkanı ellerindeki dolarları serbest altın piyasasında bozdurmakla tehdit ettiler. Bu defa, Nixon altından toptan vazgeçti. Amerikan tarihinde ilk kez dolar az ya da çok altın karşılığı olmayan fiat-paraya dönüştü. Fiat-parayı hatırlatayım: fiat para değerini hükümetlerin kararlaştırdığı para.

        Altın esasına dayanmayan paralara “fiat-para” adı verildi. Bildiğimiz “eder” anlamında “fiyat” değil, f-i-a-t “Fiat.” Amerikan İngilizcesi bir kelime. Değeri yalnızca hükümet kararına dayanan para demek.

        Fiat paranın hakiki değeri uluslararası para piyasasında belli olacaktı. Hükümetler gereğinden fazla değer biçmişlerse paralarına, serbest piyasa onlara yanıldıklarını gösterecekti.

        Amerika ile beraber dünya da öyle yaptı. Hep beraber IMF öncesine, 1933’lerin fiat-para düzenine dönüldü. O yıllarda hiç değilse Amerikan dolarının arkasında altın vardı, bu defa o da kalktı. Öte yandan fiat-paranın telmihi ekonomik savaş, rakip para birimleri, devaluasyonlar, uluslar arası ticaret ve yatırımın durması, 1929-39 Büyük Çöküntü’nün tekrarıydı.

        Başkan Nixon, bu defa da “Smithsonian Mutabakatı” denilen düzenlemeyi getirdi. “Dünya tarihinin en büyük parasal mutabakatı” dediği bu düzenleme uyarınca hükümetler, paralarına, önceden kararlaştırılmış artı-eksi değerleri aşmayacak yeni ve kesin değerler biçtiler. Ulusal paralarını para piyasalarında dalgalanmaya bıraktılar. Amerikan doları İsviçre frankı, Japon yeni ile rekabete girdi. Kurlar her gün ve hatta her saat değişir oldu.

        Klasik Amerikan iktisatçılara göre “Friedman’ın ütopyası” diye isim taktıkları bu sistemin çökmesi de kaçınılmazdı. Altına bağlı olmayan dolar ister istemez değeri düşük dolardı. Bu durum Amerikan mallarının ihracını kolaylaştırıyordu ama bedelini Amerikalı tüketiciler ödüyorlardı.

        Enflasyon sürüyordu. Daha da kötüsü, dünyanın tüm ülkeleri Amerikan enflasyonunu ithal etmek zorunda kalıyorlardı, çünkü dolar uluslar arası finans sisteminin rezerve parasıydı. Böyle olunca, dünya devletleri ürün ve hizmetlerinin karşılığı olarak Amerikanın kağıt parasını kabul etmek durumundaydılar. Global para sistemi açıkça işlemiyordu.

        Bu görüşleri savunanlar, Güney Asya krizini Amerikan dolarını baş aşağı getirecek oluşumun ilk perdesi olduğunu savunuyorlar. Onlara göre 1995’de Meksika’da başlayan, 1997’de Güney Asya’yı, 1998’de Rusya ve Brezilya’yı vuran krizlerin nedeni de global para sistemindeki bozukluktur.

        Yine onlara göre dünya enflasyondan da, her an değişen kurlardan da, kurların ne olacağını tahmin edememekten de bıkmış usanmış durumdadır. Dahası, uluslar arası para piyasalarındaki bu hareketlilik ve bilinmezlik siyasi istikrarsızlığın baş nedenidir. Friedman’ın rüyası küle dönüşmüştür.

        Bu noktada yapılacak iş, bir dünya-parası çıkarmaktır, deniyor. Bu para, fiat para olacak, değeri Dünya Rezerv Bankası ismiyle kurulacak yeni bir örgüt tarafından belirlenecektir. “Dünya-parası”nın şimdiden olası birkaç adı da var. ***nes’in dünya-parasına taktığı isim “Bankor,” İkinci dünya Savaşı sırasında Amerikan Hazine Bakanı olan Harry Dexter White’ın taktığı isim “unita,” ünlü Ekonomist dergisinin taktığı isim “Phoenix.”

        Son bir not: altın standardı taraftarları bütün bunlardan hayli rahatsız. Onlar, dünya para piyasalarının dinginliğe kavuşmasının tek yolunun klasik altın standardına geri dönüş olduğunda ısrar ediyorlar

        7. BÖLÜM: 1929 KRİZİ AVRUPA'YA ATLIYOR

        Almanya
        ‘20li yılların “kükreyen” Amerika’sını dize getiren, Amerika’nın çehresini değiştiren 1929 Krizi ve onu izleyen Büyük Çöküntü gezegenimizin en büyük ekonomik buhranı olmakla kalmadı, bir de “faşizm” namındaki uğursuz uygulamayı sardı dünyanın başına. Büyük Çöküntü’den olmasaydı, Almanlar Hitler’e mahkûm kalmayabilirlerdi.

        (Deutschland, Deutschland über alles!!!)

        Almanya, Amerika’dan çok farklı bir ül***di. Amerika, dünyanın demokratik bir anayasa ile kurulan ilk devleti, Almanya ise 1918’e kadar bir imparatorluk. II. Wilhelm ve onun ünlü şansölyesi mutlakiyetçi-muhafazakâr Bismarck tarafından özenle yönetilen bir imparatorluk.

        İki ülke arasında ciddi anlayış ve görenek farkları vardı. Örneğin, Başkan Roosevelt’in 1933-37 yılları arasında uyguladığı New Deal programına kadar Amerika’da siyasi güç, özel sektörün tekelindeydi; hükümeti sanayiciler ve işadamları yönlendirirdi. Washington’un ekonomi yönetimine ağırlığını koyması Büyük Çöküntü’den sonra. Oysa Berlin... Berlin, başkent olduğu 1871’den itibaren, II. Reich’ın siyasi ve iktisadi merkezi. Alman ticaret ve bankacılığının beşiği. Ayrıca, Alman milliyetçiliğinin, Alman aydınlarının en önemli entelektüel kalesi.

        Amerikan halkı başından beri liberal kapitalizme, “laissez faire”e, yani “devlet ekonomiye müdahale etmesin” öğretisine inanmış bir halktı. Eğitimden, emniyete kadar ne yapılacaksa biz kendimiz yaparız diyen bir halk. Almanlar ise, liberalizmden komünizme kadar hemen her ekonomik sistemi tartışan, hemen her ekonomik sistemi benimsemeye hazır kesimlere bölünmüş bir halk. Büyük düşünürler ülkesi. Karl Marx’ın vatanı Almanya. Friedrich Engels’inki de öyle.

        1916-1922 yılları arasında sanatta ve edebiyatta hakim olan “Dadaist” akım o kuşağın imparatorluk kültürüne duyduğu nefreti simgeler. Dadaistler, “burjuva” dedikleri sanata duydukları nefreti eserlerinde geleneksel kuralları çiğneyerek belirtmeye çalıştılar. Deyiş yerindeyse putları kırıyorlardı. Teorik akıl hocaları Karl Korsch’tı. Yirmili yılların önde gelen Alman marksisti, Karl Korsch. Aynı yıllarda Amerikalılar caz dinliyorlar, borsa ile yatıp borsa ile kalkıyorlardı.

        Alman geleneği ekonominin merkezden yönetilmesine yatkındı. Farklı ölçülerde olmakla birlikte bu, Bismarck’ın 2. Reich’ında da böyle olmuştu, onu izleyen Weimar Cumhuriyetinde de, Hitlerin nazi rejiminde de. Yine Amerika’dan farklı olarak, Almanya’da demiryolları, posta, telefon-telegraf ve enerji kuruluşları devlete aitti. Gaz, su gibi kamu hizmetleri gören şirketler de öyle. “Belediye sosyalizmi” denilen bir sistem yaygındı. Bir şehir ya da eyalet yönetimi reel üretime katılabiliyor, meselâ madencilik yapabiliyordu. Meselâ, Alman ulusal bankası Reischbank, şahıs malıydı ancak başkanı ve yönetim kurulu üyelerini imparatorun bizzat kendisi atıyordu. Şirket sahiplerinin yönetimde söz hakkı yoktu.

        Öte yandan, ekonominin merkezden yönetilmesinin yararları da var, zararları da. Yararlarından birisi kriz dönemlerinde kaynakların hızla harekete geçirilebilmesini mümkün kılması, ikincisi, dev yatırım projelerini devreye sokarak işsizliği kısa zamanda önleyebilmesi. Zararları ise merkezden verilen kararların çoğu kez politik mülahazalarla, ekonomik olmayan kriterlere göre verilmesi, kaynakların doğru kullanılmaması, ziyan edilmesi.

        Alman geleneği ekonomik kaynakların ulusal çıkarları koruyacak şekilde yönlendirilmesi şeklindeydi. Almanya, dünyanın en büyüğü, en güçlüsü olmak hususunda ta 1.Reich’tan yani Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ndan itibaren iddialıydı. Oysa, Amerika’nın dünya liderliğine soyunması adeta kerhendir. O yıllarda Amerikalılar iki büyük okyanus tarafından korunan ülkelerinde “Eski Dünya”ya, Avrupa’ya yani, bulaşmadan yaşamak isteyen bir halktılar. Çocuklarını deniz aşırı ülkelere savaşmaya yollamaları gereğine çok zor ikna edilen bir halk. Almanya ise herzaman “Eski Dünya”nın şefi olmak istedi. Ancak bu iddiasını fiiliyata dökmesi 1870lerden sonra.

        1871 Almanya için çok önemli bir tarih. Kayzer Wilhelm, bu tarihte tahta çıktı. Berlin, bu tarihte başkent ilân edildi. Konumuzla doğrudan bağlantısı yok gibi görünmekle birlikte Charles Darwin’in “The Descent of Man” İnsanın Alçalışı isimli kitabı 1871’de yayınlandı. İlerki yıllarda bu kitap Alman ırkçılığının gerekçesi olarak kullanıldı. “Aryan” halklarının doğal üstünlüğü, sarı-saçlı mavi gözlü kuzeyli kahramanların Batı medeniyetinin yenilmez bekçileri olarak sunulması, vs.vs... Bu sapkınlığa Yirminci Yüzyılın ilk yıllarında aklı başında bilinen pek çok yazar revaç verdi. Count Gobineau, Houston Chamberlain, Hans Gunther, hatta Yahudi Alfred Rosenberg. Irkçılığın halk arasında yaygınlaşması 1910-1920 arasındaki on yılda. Esas itibariyle etnik bir mozaikten oluşan Almanya’nın keskin milliyetçiliği böylece “bilimselleştirilmiş” oldu.

        Almanya sanayileşmeye İngiltere’den çok daha sonra, 1870’lerde başladı. Buna karşın, II.Wilhem’in ve Bismarck’ın idaresinde hızla yol aldı. 1910 yılına geldiğinde İngiltere’nin iki katı çelik üretiyordu. İngiliz-Alman teknolojik rekabetinin kökenleri de o yıllara uzanır. Hatta, ortada dolaşan bir fıkraya göre, Almanlara marifetlerini göstermek isteyen İngilizler saç teli inceliğinde bir çelik parçası gönderirler. Almanlar’ın İngilizler’e cevabı saç inceliğindeki bu tele bir delik açmaktır!

        Çelik demiryolları yapımında kullanıldı... demiryolları, güçlü bir ticaret filosu, makinalar... ve tabii silah ve cephane. Almanya kısa sürede dünyanın en iyisi olarak anılmaya başladı.

        Mükemmel bir yüksek öğretim sistemi, Alman bilim ve teknolojisinin sırrı buydu. Üniversiteler, teknik okullar araştırdı, sanayi uyguladı. Elektrik ve kimya endüstrisi Almanya’nın en çok gurur duyduğu iki sektördü. Werner von Siemens ve Emil Rathenau ikilisi ül***i bir baştan bir başa aydınlattılar. Geniş bir tramvay ağı kuruldu. I.G. Farben kimya endüstrisinin en önde gelen ismi oldu.

        Almanya’nın ekonomik kalkınmasının çok önemli bir diğer unsuru Alman bankacılık sistemi. Amerikan ve hatta İngiliz bankalarından farklı olarak, Alman bankalarının kuruluş amaçları endüstriye finansman sağlamaktı, kamuya kredi açmak değil. Bankalar sahip oldukları hisse senetleri ve bonolar aracılığı ile sanayi kuruluşlarına ortaktılar. Birbirlerinin yönetim kurullarına katıldıklarından, işletmede de söz sahibiydiler. Günümüzdeki holdingler gibi. Ancak o yıllarda bu durum, Almanya’ya özgü bir işleyişti.

        Yine Amerika’dan farklı olarak, Alman bankaları yasalara tabidiler. Amerika’da Büyük Krizle sonuçlanan yolda günde iki banka batıyordu. Almanya’da böyle bir şey yaşanmadı. Tersine, Alman bankaları birleşerek büyüdüler. “D” bankaları olarak bilinen iki ünlü banka, Deutsche Bank ile Disconto Gesellschaft 1929 birleşti. 1931’de Dresdner Bank, Darmstadter Bankasını satın aldı. Böylece sadece yarım düzine bankadan oluşan bir tekel oluştu. Bunu endüstri kuruluşlarının yatay ve di*** birleşmeleri izledi. Sosyalizmin ünlü “finans kapital” kavramı, Alman bankacılığında ve endüstrisinde görünen bu uygulamadan gelir.

        Alman bankaları , ticaretin, özellikle de ihracaatın gelişmesinde büyük rol oynadılar. Yirminci yüzyılın başında, Almanya ihracaatta dünya ikincisiydi. Alman sanayi ürünleri toplam ihracaatın yüzde 63’ünü teşkil ediyordu. Alman bankları Avrupa, İngiltere ve Amerika’da açtıkları şubelerle o ülkelerdeki demiryollarını finanse ettiler. Alman sermayesi ayrıca Latin Amerika, Orta ve Uzak Doğu Asya, Balkanlar – özellikle de Romanya ve Türkiye - ile Kuzey Afrika’ya yayıldı. Almanya, sermaye ihraç eden bir ülke oldu.

        1912 itibariyle Almanya’nın dış ülkelere yaptığı yatırım 30 milyar mark! Bu meblağın sadece %2’si Alman sömürgelerindeydi. Bu bağlamda Alman kolonileri Alman endüstrisinin kuruluşunda önemli bir kaynak teşkil etmedi.Korumacılık politikası güdülüyordu ama Alman İmparatorluğunun gözalıcı kalkınmasını gümrük duvarlarına bağlamak yanlış olur. Öte yandan, batı ülkelerinde rastladığımız kartelleşme Almanya’da da vardı. Karteller gümrük duvarlarından yararlanarak fiyatları iç pazarda yüksek tutuyorlar, yabancı pazarlarını ele geçirmek için ihrac mallarını ucuzlatıyorlardı.

        Ekonomideki büyük gelişme yaşamın diğer alanlarına sıçramakta gecikmedi. Örneğin, sinema. 1920-1932 yılları Alman sinemasının Altın Yılları olarak geçti. “Metropolis,” “Nosferatu,” “Das Cabinet des Dr. Caligari,” gibi sessiz filmler geleceğin yapıtlarının öncüsü sayıldılar. Holywood’un, ses tekniğini, ışıklandırmayı, set düzenini hatta senaryo uslübunu Almanlardan aldığı ve geliştirdiği söylenir. Ernst Lubitsch, Billy Wilder gibi ünlü yönetmenler Alman asıllıydılar.

        Dünya çapında büyük dört romancının yazı hayatına katılışları da bu döneme rastlar. Heinrich ve Thomas Mann kardeşler. Herman Hesse ve J. Wasserman. Heinrich Mann’ın “Profesör Unrat”ı sonraki yıllarda “Mavi Melek” filmine konu olan roman. Efsane kadın Marlene Dietrich’in oynadığı Mavi Melek 1930 Nisanında Berlin’de gösterime girdiğinde yer yerinden oynamıştı.

        Heinrich’in kardeşi 1875 doğumlu Thomas Mann, 20.yüzyılın en büyük Alman yazarı olarak bilinir. 1929 Nobel ödülü sahibidir. Nasyonel sosyalizm karşıtı. ‘33’de ülkesini terketmek zorunda kaldı, 1944’de Amerikan vatandaşı oldu. Doktor Faust gibi en iyi bilinen eserlerinden bazılarını Los Angeles de yazdı... Sonra 1895 doğumlu bir kült yazar ve şair: Hermann Hesse. Olağanüstü romanları, Rosshalde, Siddhartha, Steppenwolf, 1914-1922 yılları arasında geldi. 1946 nobel ödülü aldı. Hesse’nin psikolojiye ve tasavvufi konulara duyduğu derin ilgi, Carl Jung’un dikkatini çekti. Jung ile Hesse psikoanaliz seanslarında bir araya geldiler. Simund Freud ve Carl Jung malûm dönemin en ünlü psikologları... Sonra 1898 doğumlu Berthold Brecht var. Brecht, tiyatroyu sosyalist amaçlar doğrultusunda toplumsal ve ideolojik forum gibi kullanmayı başaran ünlü epik tiyatro yazarı. Ayrıca şair. Cesaret Ana ve Çocukları, Kafkas Tebeşir Dairesi Brech’in ülkemizde en iyi bilinen eserlerinden ikisi... Sonra bir başka 1875 doğumlu, Rainer Maria Rilke, modern Almanya’nın en büyük lirik şairi. Heykeltraş Rodin’in dostu ve sekreteri. Rusya’nın geniş topraklarına aşıktı.

        Büyük düşünürler, büyük yazarlar, büyük filozoflar, müzisyenler, sanatçılar...Bünyesinde bunca dehayı barındıran Almanya’nın toplumsal ve siyasi sorunlarını barışçıl yöntemlerle çözebilmeleri beklenirdi. Ama olmadı. Ülkenin Birinci Dünya Savaşı’nda uğradıkları ağır yenilgi izin vermedi.

        Birinci Dünya Savaşının neredeyse bir tesadüf sayılabilecek dış sebebi malum arşidük Ferdinant’ın Saraybosna’da öldürülmesi ve bunun üzerine Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilan etmesidir. Avusturya-Macaristan Almanya’nın, Sırbistan Rusya’nın kadim müttefikleridirler. Olay, iki büyük devleti karşı karşıya getirir. Almanya, hem Rusya’ya hem de Fransa’ya savaş açar.

        Almanların büyük çoğunluğu, hatta SPD savaşı başlangıçta destekledi. Hızlı ve kesin bir zafer bekliyorlardı ama öyle olmadı. Savaş yayıldıkça yayıldı, uzadıkça, uzadı. İşçilerin, özellikle de maden işçilerinin silâh altına alınmak zorunda kalınılması üretimin düşmesine neden oldu. Ambargo durumu daha da zorlaştırdı. 1917’de ciddi bir yiyecek sıkıntısı başgösterdi. Aynı yılın sonlarında Berlin’de grevler başladı. Muhalifler, fetih hırsının hükümetin gözlerini kör, kulaklarını sağır ettiğini söyleyerek harekete geçtiler. Cephe gerisindeki askerler, özellikle de denizciler, işçilerle birlikte isyan ettiler. Kiel’de, Hamburg’da, Berlin’de, Orta Almanya’da hatta Münich’te Rus sovyetlerini örnek alan komiteler kurdular. Hükümet tüm gücüyle yüklenmesine karşın, sonuç alamadı.

        1918 sonbaharındaki askeri bozgunlar, ülkenin istilasının çok yaklaşması İmparator’un tahtını bırakmasıyla sonuçlandı. William, Hollanda’ya sürgüne gitti, Sosyal Demokratlar başa geçtiler. İktidarı bulan sosyal demokratlar Partinin ihtilalci sol kanadı Spartaküs birliğini Kanlı Hafta diye bilinen 6-11 Ocak, 1919’da tasfiye etti. Aynı günlerde kadınların da katıldığı geniş kütle tarafından seçilen ve çoğunluğu sosyalist olan Kurucu Meclis Weimar’da toplanarak cumhurbaşkanını seçti. Aynı yıl tek meclisli –Reichstag- bir parlamento rejimi kuran anayasa oylandı. Bu anayasaya göre cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçiliyordu ve geniş yetkileri haizdi.

        Almanya’nın demokrasi ile tanışması bir yenilgi ve sefalet ortamında gerçekleşti. 28 Haziran 1919 Versailles Antlaşmasının ekonomik şartları çok çok ağırdı. Almanya, topraklarının %13’ünü, nüfusunun %10’nu, tarım arazisinin %15’ini, demir madenlerinin %75’ini, kömür madenlerinin %26’sını ve Alsas’taki potasyum ve tekstil endüstrilerinin tümünü kaybetti. Alsas Loren ve Yukarı Silesyada kurulu iletişim sistemleri gitti. Müttefikler yüzlerce gemiye, lokomotife ve vagona el koydular. Bunlara ilâveten Almanya çok ağır savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı. Ünlü iktisatçı John Maynard ***nes’in bir araştırmasına göre 1921’de Almanya’ya yüklenen tazminat ödeyebileceğinin tam üç katıydı.

        1919 yılında Mark, savaş öncesi değerinin %20 altındaydı. 1920’den itibaren değer kaybı daha da hızlandı. Buna karşın, Weimar hükümetleri enflasyonu önleyecek ciddi tedbirler almakta ağır davrandılar. Bir nedeni Alman sanayicilerinin ve büyük toprak sahiplerinin “enflasyondan kâr ettikleri” bir sistem geliştirmiş olmalarıdır. Merkez bankasından aldıkları borçları, değeri-düşük-para ile geri ödüyorlardı ve bu kârlı durumdan vazgeçmeye niyetleri yoktu. Öte yandan enflasyonun hükümetlerin de işlerine gelen bir tarafı vardı: savaş tazminatı ödemelerinden kurtulmak için bir bahane olarak kullanabiliyorlardı. Sanayiciler savaş tazminaları ödemelerinden yan çizilmesi konusunda Hükümete tam destek halindeydiler, çünkü, dış borçların ödenebilmesi için yapılması şart olan reformlar ve yapısal değişiklikler işlerine gelmiyordu.

        Ne ki, Müttefiklerin de Almanya’nın borçlarını silmeye niyetleri yoktu.

        Almanya’nın savaş tazminatı ödemekten kaçınmasıyla durum ağırlaştı, sonuçta Fransa Ocak 1923’de Ruhr havzasını işgal etti. Ruhr madenlerinde çalışan işçiler greve giderek direndiler. Ancak, bu direniş enflasyonun daha da artmasına neden oldu. 1922’den itibaren ağırlaşan buhran, Marka olan güvenin tamamen kaybolmasıyla sonuçlandı.

        Fiyatların saat başı – sahiden saat baş! - arttığı eşi görülmemiş bir enflasyon patladı. Almanlar bir somun ekmek alabilmek için fırına bir el arabası dolusu para götürüyorlardı.

        Alman ekonomisi tamamen çökmüştü.

        Yorum

        • Sniper®
          Senior Member
          • 22-06-2005
          • 12987

          #5
          Konu: Dünya ekonomik krizleri

          8. BÖLÜM: 1929 KRİZİNİN BİR BAŞKA SONUCU
          Hitler
          Almanların büyük çoğunluğu, hatta SPD, ülkelerinin Birinci Dünya Savaşına girmesini destekledi. Hızlı ve kesin bir zafer bekliyorlardı ama öyle olmadı. Ağır ve kesin bir yenilgiye uğradılar. 1918 sonbaharında İmparator tahtını bıraktı, Hollanda’ya sürgüne gitti, Sosyal Demokratlar iktidara geçtiler. İktidarı bulan sosyal demokratların ilk icraatlarından biri, Partinin ihtilalci sol kanadı Spartaküs birliğini tasfiye etmek oldu. Ocak, 1919’da çoğunluğu sosyalist olan Kurucu Meclis Weimar’da toplanarak cumhurbaşkanını seçti.

          Almanya’nın demokrasi ile tanışması bir yenilgi ve sefalet ortamındadır. Haziran 1919 Versailles Antlaşmasının ekonomik şartları çok çok ağırdı. Almanya, topraklarının %13’ünü, nüfusunun %10’nu, tarım arazisinin %15’ini, demir madenlerinin %75’ini, kömür madenlerinin %26’sını ve Alsas’taki potasyum ve tekstil endüstrilerinin tümünü kaybetti. Müttefikler yüzlerce gemiye, lokomotife ve vagona el koydular. Bunlara ilâveten Almanya çok ağır savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı. Ünlü iktisatçı John Maynard ***nes’in bir araştırmasına göre 1921’de Almanya’ya yüklenen tazminat ödeyebileceğinin tam üç katıydı.

          Alman Markı savaş öncesi değerinin %20 altındaydı. 1920’den itibaren değer kaybı daha da hızlandı. Buna karşın, Weimar hükümetleri enflasyonu önleyecek ciddi tedbirler almakta ağır davrandılar. Bunun bir nedeni Alman sanayicilerinin ve büyük toprak sahiplerinin “enflasyondan kâr ettikleri” bir sistem geliştirmiş olmalarıdır. Merkez bankasından aldıkları borçları, değeri-düşük-para ile geri ödüyorlardı ve bu kârlı durumdan vazgeçmeye niyetleri yoktu. Öte yandan enflasyonun hükümetlerin de işlerine gelen bir tarafı vardı: savaş tazminatı ödemelerinden kurtulmak için bir bahane olarak kullanabiliyorlardı.

          Sanayiciler savaş tazminatlarını ödememesi konusunda Hükümete tam destek halindeydiler, çünkü, dış borçların ödenebilmesi için yapılması şart olan reformlar ve yapısal değişiklikler işlerine gelmiyordu.

          Ne ki, Müttefiklerin de Almanya’nın borçlarını silmeye niyetleri yoktu. Baktı olmuyor,

          Fransa Ocak 1923’de Ruhr havzasını işgal etti. Ruhr madenlerinde çalışan işçiler işgale greve gitmek suretiyle direndiler. Ancak, bu direniş enflasyonun daha da artmasına neden oldu. 1922’den itibaren ağırlaşan buhran, Marka olan güvenin tamamen kaybolmasıyla sonuçlandı.

          Fiyatların saat başı arttığı eşi görülmemiş bir enflasyon patladı. Almanlar bir somun ekmek alabilmek için fırına bir el arabası dolusu para götürüyorlardı. Alman ekonomisi tamamen çökmüştü. Sosyalist Maliye Bakanı Hilferding Ağustos 1923’de “çavdar” bitkisinin değerini esas alan yeni bir para birimi, çavdar-parası, çıkardı. Üç ay sonra çavdar-parasının yerini Rentenmark aldı.

          “Renten” irad demek, “Rentenmark”ı, irad-parası şeklinde çevirebiliriz. Rentenmark’ın karşılığı olarak ülkenin mülk ve sanayi kaynakları üzerine yapılan ipotek gösteriliyordu. Adı da zaten buradan geliyor. Rettenmark, yalnızca iç ödemelerde kullanılıyordu. Bir Rentenmark bir trilyon kağıtmarka tekabül ediyordu! Düşünün enflasyon ne boyutlardaydı!

          Ama durdurmayı başardılar. Almanya’nın en yetenekli politikacılarından birisi olan Gustav Stressman, maliye bakanı ve merkez bankası başkanı ile elele verdi. Enflasyon düştü, 1924’de altın esasına dayalı Reichsmark çıktı. Alman markı bundan böyle çavdarı değil altını esas alacaktı.

          Stressman, Almanya’nın batılı ülkelerle ilişkilerini iyileştirmeye çalıştı. Kapanan kredi musluklarını açtı. Savaş tazminatı ödemelerinin daha makul bir düzeylere çekilmesini sağladı. Alman ekonomisi nefes almış, dengesini bulmak üzereymiş gibi dururken, buyurun, Kara Perşembe! Hiç beklenmedik bir şey oldu, New York Borsası çöktü!

          1929 Krizi Almanya’ya anında sıçradı – çünkü, Alman sanayi ihracatla ayakta duruyordu ve ihracat kesilince, sanayi durdu.

          Büyük Çöküntü, sakinleşmiş gibi duran Alman siyasetini yeniden radikalleştirdi. Almanya’da o kadar çok siyasi parti ortaya çıktı ki, parlamenter bir hükümet kurmak düpedüz imkansızlaştı. Koalisyon şöyle dursun, Reichstag’da, yani Alman parlamentosunda, iki kişi bir araya gelip tek bir ortak karar alamıyor gibiydi. 1930’dan itibaren hükümet ül***i kanun hükmünde kararnamelerle yürütmek durumunda kaldı.

          Siyasi kaos bir süre komünistlerin işine yarar gibi göründü, ama kargaşadan esas faydalanan Hitler’in Nasyonel Sosyalist Partisi oldu. Şansölye Brünning ekonomik krizle, işsizlikle uğraşadursun Naziler, bir yandan olmadık radikal çözümler önerirlerken, öte yandan da Almanların milli duygularına hitap eden söylemler geliştiriyorlardı. Savaş mağlubiyetinin ve ekonomik krizin faturasını “çözülmüş” gruplar dedikleri, komünistlere, yahudilere, hatta çingenelere çıkartan - “milliyetçi” demeye dilim varmıyor, çünkü biz Türkler “milliyetçilik”in böylesini hiç bilmeyiz - “ırkçı” söylemler. Öyle abarttılar ki, müziğin bile Almanya’ya uygun olanı, olmayanı oraya çıktı!

          Hitler’e ve ikinci adamı Goebbels’e göre “iyi” Alman müziğini üç adam yapardı: Ludwig van Beethoven, Richard Wagner, and Anton Bruckner. Beethoven yaşasaydı ne derdi bilinmez ama Hitler’e göre “ruhu itibariyle kahraman bir Alman”olan Beethoven, kendisinin manevi yoldaşıydı. Ama Richard Wagner kadar olmasın! Wagner’in müziğini – özellikle Tristan’ı - notlarını savaşta sırtçantasında taşıyacak kadar yüceltmişti. Nitekim sonraki yıllarda Wagner nazi toplantılarının fon müziği oldu. Bunda bestekârın “Müzikte Yahudilik” isimli risalesinin katkısı olduğu muhakkak. O risalesinde Wagner, Yahudilerin Almanların müzik zevkini nasıl zehirlediklerini anlatıyordu. Sonra iyi tanıdığımız bir isim: ünlü orkestra şefi Herbert von Karajan. Von Karajan, Nazi partisi üyesiydi. Daha iyi mevkilere gelmek için olduğu söylenir. Ve tabii, Reichsmusikkammer - Reisch Müzik Odası - başkanı da Richard Strauss!

          Şansölye Brünning krizden kurtulabilmek için çırpınıyordu. Yeni vergiler ihdas etti, buna rağmen hazine gelirleri %30 düştü. Bütçe açığı dört milyar markı bulunca, devlet harcamalarında tasarrufa gidildi, memurlarının maaşları ve emekli ödemeleri azaltıldı. Bu arada kendi işsizlik sorunlarıyla uğraşan Amerika, yanlış bir kararla sanayini gümrük duvarları ile koruma yolunu seçip, Alman mallarına kapanınca, Brünning’in kemer sıkma politikaları da boşa gitmiş oldu.

          Şimdi buradan bakınca... Brünning sıkı para politikasını terketmeli, radikal çözümlere yönelmeliymiş. Ancak, Amerikan başkanları Hoover ve Roosevelt gibi Şansölye Brünning de kriz yönetiminde deneyimsizdi. Klasik iktisat teorilerini uyguluyordu, oysa ***nes’in ileri sürdüğü gibi klasik iktisat teorileri ekonomik çöküntü durumlarında işlemiyordu.

          ***nes kim? ***nes, 1883-1946 yılları arasında yaşamış olan, İngiliz asıllı bir iktisatçı. Önemi, klasik iktisatın serbest piyasa ekonomisine dair teorilerini reddetmiş olmasından ileri gelir. Devlet harcamaları ile özel sektörün refahı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu savunan ilk iktisatçıdır. Bu bağlamda, ekonominin durgun olduğu dönemlerde, ***nes, bütçenin dengesini bozmak pahasına da olsa devlet harcamalarının arttırılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre, durgunluk, ekonomide daralma uzun-vadeli bir sorun değil, kısa vadeli bir talep daralmasıdır. Özel sektörün talebi arttırmaya muktedir olmadığı zamanlarda devlet devreye girmeli, bütçe açığı pahasına da olsa harcama yapmalıdır. Ne zaman ki, ekonomi rayına oturur, devlet o zaman harcamalarını kısar. Devlet bütçesi orta vadede denk olmalıdır, kısa vadede değil, diyordu ***nes.

          Günümüzde kapitalist ekonomiler ***nes’in önerileri doğrultusunda yönetilir. Ama ‘30lı yıllarda, hayır. Roosevelt, ekonominin çöküntüye gittiği zamanlarda devlet harcalamarının arttırılması gereğine inanmamıştı, Brünning de öyle. Ve tabii Almanlar 1923’de yaşadıkları korkunç enflasyonu unutamıyordı. Sıkı para politikasına razı olmalarının bir nedeni de buydu. Ama sıkı para politikası işsizliği azaltmıyordu. Roosevelt’in ***nes’in haklı olduğunu teslim etmesi için İkinci Dünya Savaşına girmesi gerekmişti. Brünning’in sandalyesini Hitler’e bırakması gerekti.

          1932’de parlamentodaki en çok koltuk nazilerindi. Gerek generaller gerekse sağcı politikacılar, düzeni bir tek Nazilerin sağlayacağını söylüyorlardı. Sonunda, 1933’de Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ikna edildi. Brünning’i gönderildi, yerine Hitler’i şansölyeliğe getirdi.

          Şimdi... Kapitalizm ile ekonominin bürokratikleştirilmesinin özde çakışmayacağı, bir arada yürümeyeceği yaygın bir kanıdır. Ama derler ki, bu doğru olsaydı, Hitler rejiminin kapitalizmin sonunu getirmesi gerekirdi. Ama öyle olmadı. Tersine, 1933 sonrası meydana gelen gelişmeler kapitalizmle bürokrasinin birbirlerini pek güzel tamamladıklarını gösterdi. Hitler Almanyasında özel mülkiyete dokunulmadı ancak kullanım kesin olarak yönlendirildi. Diğer bir deyişle, özel mülkiyet kaldı, serbest piyasa ortadan kalktı.

          Ağır sanayinin hareket alanı Nazi rejimin iç ve dış politikalarını etkileyemeyecek şekilde kısıtlandı. Endüstri çok daha küçük ve birbirlerine bağlı bir grup tarafından yönetildi.

          Bu bağlamda Nazi ekonomisinin siyasi iradeyle uzlaşan bir takım tekelci sanayicilerin hakimiyetine geçtiğini söyleyebiliriz. Hitler kapitalistleri, kapitalistler Hitler’i kullandılar.

          Hitler benzeri bir ilişkiyi Junker’lerle de geliştirdi. Junker’ler dediğim, Alman toprak ağaları.

          Naziler güvenebilecekleri yeni bir ağa sınıfı yaratmaya giriştiler. 700,000 çiftçiden oluşan güçlü bir ordu kurdular. Junkerlerin arazilerine ipotek konamıyordu. Arazilerini istedikleri kadar büyütme hakkına sahiptiler. Ayrıca, ürünlerinin fiyatları devlet koruması altındaydı. Bütün bu uygulamalar küçük çiftçilerin aleyhineydi, onların sırtından yürütülüyordu ama ne gam?!

          Franklin Roosevelt’in Amerika’da yürürlüğe koyduğu altı-yapı inşaatı atağını Hitler’in daha etkili bir biçimde gerçekleştirdiğini görüyoruz. Öyle ki, 1933’de işsizlik sorunu hemen tümüyle çözülmüştü. Buna karşın Hitler enflasyonun başgöstermesini önleyemedi. Baktı olmuyor, 1936’da fiyatları dondurdu. Hemen ardından sıkı bir plânlama ve denetim mekanizması yürürlüğe koydu. Meselâ, deri sanayinde, bir Deri Kontrol Ofisi kuruldu. Deri Kontrol Ofisi bir yandan deri fabrikalarına ham deri sağladı, öte yandan işledikleri derinin kime nasıl satılacağına karar verdi. Bu tabii kontrol memurlarıyla fabrika sahipleri arasında sürekli pazarlık demekti. Fabrika sahipleri kotalarını arttırmak için tanıdıkları siyasileri araya soktular, rüşvet verdiler vs. vs.

          Ham madde Hükümetin düzenlediği öncelik listesine göre taksim edildi. Listenin başında ulusal güvenliğe yönelik faaliyetlerin gerektirdiği hammaddeler vardı, en sonunda da tüketim malları. İlk bakışta makul gibi görünen bu durumun hiç de öyle olmadığı zamanla ortaya çıktı. Benzin meselâ öncelikle Alman ordusuna tahsis edildiği için, fabrikalara hammadde nakledilemez oldu. Fabrikalar birbiri ardına kapanmaya başladılar. Hükümetin öncelik listesini değiştirmesi de işe yaramadı. Sonunda savaşın ortasında Hükümet listeyi iptal etmek zorunda kaldı.

          Ekonominin merkezden belirli amaçlara dönük olarak idare edildiği durumlarda verimlilik hesaplarının gözardı edilmesi adettendir. Böyle durumlarda fiyatlar ekonomik anlamlarını kaybederler. Kârlılık bir malın üretilip üretilmemesinin kıstası olmaktan çıkar, fiktif bir kavram haline gelir. Almanya’da da öyle oldu. Zarar eden fabrikaların kapanmasına izin verilmedi. İşçiler her halukârda günlük tayınlarını almayı sürdürdüler. Hitler daha da ileri gitti, işçi sendikalarını kapattı. İşçileri ayrı bir askeri kuruluş olan Çalışma Cephesinde birleştirdi. Gençliğe yılda altı ay çalışma mecburiyeti getirdi, kamplarda sıkı bir disiplin altında topladı.

          Silâhlanma, özellikle hava silânması, 1933’den beri sürüyordu. Hitler, süregelen ekonomik kaosa bir açıklama daha getirdi: ülke toprakları Almanya’ya dar geliyordu. Alman ulusunun daha fazla yaşam alanına (lebensraum) ihtiyacı vardı. Lebensraum için en müsait topraklar da Polonya ve Rusya’daydı.

          1936’da bir manevra ile Versailles antlaşmasının silâhsızlandırdığı Rhineland’a asker yığdılar. 1938’de döndüler, kadim müttefekleri Avusturya’yı Almanya’ya kattılar. Aynı yıl, Çekostovakya’yı parçaladılar.

          Avrupa devletlerinin müdahalesi 1939’da Polonya’nın işgalinden sonra geldi. Hitler kendisini bir çok cephede savaşır buldu. 1941’de Amerika savaşa girince işler iyice çığrından çıktı. Üç sene sonra 1944 Almanya çözülmeye başladı. Nisan 1945’de Hitler intihar ettiğinde Almanya bir baştan öteki başa viraneye dönmüştü.

          Müttefikler doğu Almanya’nın çoğunu Polonya ve Sovyet Rusya’ya verdiler. Geri kalan Alman toprakları İngiliz, Fransız, Sovyet ve Amerikan olmak üzere dört bölgeye bölündü. Sovyet bölgesinde Alman Komünistlerinin oluşturduğu rejime Doğu Almanya dendi. Amerikan, İngiliz ve Fransızların bölgeleri birleşti, Demokratik Alman Cumhuriyeti böyle kuruldu.

          “Kondrad Adenauer’den olmasaydı, Sovyetler Birliği iki Almanya’nın birleşmesine daha 1950’lerde izin verirdi” diyenler, bu savlarını Rusların Avusturya’nın bütünleşmesine o yıllarda müsaade etmiş olması ***fiyetine bağlarlar. Ancak, 1949 Batı Almanya’nın şansölyeliğine getirilen – ve bu makamı 1963’e kadar elinde tutan, Adenaur, Hıristiyan Demokratların başı olarak koyu bir şüphecidir: şüphelendiği Sovyetlerin Almanya üzerindeki emelleri. Bu nedenle, Batı Avrupa ile sıkı bağlar geliştirir, hatta Almanya’yı NATO üyesi yapar, 1955’de. 1958’de sonunda Avrupa Birliği olacak oluşumun içinde yer almasını sağlar.

          Adenauer, Almanların gerçek isteklerini Batı Almanya’nın temsil ettiği iddiasında ısrarcıdır. Hür teşebbüs kapitalizmi Almanların istedikleri düzendir.

          Şansölye, Alman ekonomisini diriltir, gözalıcı bir ilerlemenin mimarı olurken, kurallarıyla biraz oynanmış, duruma uyarlanmış kapitalist yöntemleri kullandı. Ticaret ve sanayi büyük ölçüde özel teşebbüsün elinde olmasına karşın, vergiler adamakıllı yüksekti ve elde edilen gelir geniş bir sosyal hizmetler ağı geliştirmekte kullanıldı. İşçilere çalıştıkları şirketlerin yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlayan 1951 kanunu da kapitalist bir uygulama sayılmazdı ama olsun. Alman ekonomisi ayrıca Batı Almanya’ya Polonya, Çekostavakya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde yaşamakta olup da geri dönen 10 milyonu aşkın Alman mültecisini de barındırdı.

          Konrad Adenauer’a 1963’te yol verilmiş olmasını, özellikle de birlikte çalıştıklarına karşı, sert mizacına bağlarlar. Muhafazakar ekonomi politikaları kendisinden sonra gelen iki Hıristiyan Demokrat şansöyle, Ludwig Erhard ve Kurt Georg Kiesinger, tarafından başarıyla sürdürüldü.

          9. BÖLÜM: 1929 KRİZİ AVRUPA'DA

          İngiltere

          Avrupa, çok farklı bir iklimdi. Şöyle ki, ABD’nin kurulduğu günden beri liberal bir anayasa ile korunan demokrasi. “Eski Dünya” ise - Avrupa’ya böyle denirdi - eski dünya, İngiltere’si, Fransa’sı, İtalya’sı, İspanya’sı, Portekiz’i, Hollanda’sı, Belçika’sı, Avusturya-Macaristan’ı ile ayakta kalmaya çalışan bir imparatorluklar manzumesi.

          Avrupa imparatorlukları denince ilk akla gelen emperyalizmdir. Nitekim, Yirminci Yüzyılın başlarında, Asya ve Afrika kıtalarının %85’i Avrupa imparatorluklarının hakimiyeti altında.

          Çin’den, Mısır’a, Sudan’a, Avusturalya’da, Güney Afrika’ya kadar; Uganda, Kenya, Gambia, Sierra Leone, Gana, İngilizler hemen her yeri tutmuşlardır.

          Onları Fransızlar izler: 1840’dan itibaren Cezayir’dedirler. Tunus, Madagaskar, Fildişi Sahili, Gine, Senegal, Dahomey, Gabon, Vietnam, Fransız sömürgeleridir.

          Almanya, sömürgeleştirme işinde nispeten geç kalmış, en gözde yerleri rakiplerine kaptırmıştır ama Pasifik Okyanusu’ndaki Caroline ve Marshall adaları onundur. Batı Samoa onundur. Çin’in Shandong yarımadası onun sayılır. Afrika’da, Tanzanya, Togolan, Kamerun ve Güneybatı Afrika onundur.

          Portekiz, Angola ve Mozambik’i, Macao’yı yutmuştur. Hollandalılar Java’yı, Sumarta’yı ve Borneo’nun çoğunu. Belçikalılar ise Afrika’nın Belçika Kongo’su denen bölümünü.

          Sömürge sahibi olmak güçlü olmayı gerektirir. Bu güç çelik endüstrisinin, modern gemilerin, demiryollarının, silâhların sağladığı türden güçtür. Avrupa’da bu güç 1870’den itibaren hızla artmaktaydı. Dahası, Avrupalılar, emperyalizmi haklı ve doğru kılan söylemler geliştirmişlerdi.

          Ne gibi? Meselâ, Darwin’den yola çıkarak, güçlü ülkelerin zayıf ülkeleri boyunduruk altına alıyor olmalarının doğal olduğunu düşünmek gibi. Kimi bu yolla Tanrı’nın dinini – Hıristiyanlığı yani – yayarak sevap kazanmaktadır. Kimileri barbar uluslara beyaz adamın üstün medeniyetini taşıdıkları için gurur duyarlar. Kimileri de ticaret yapabildikleri, fabrikalarına ucuz ham madde, ucuz işgücü sağlayabildikleri için mutludurlar. Orta sınıf, yani öğretmenler, profesörler, memurlar bir ülkenin diğerini sömürmesini gayri ahlâki bir tutum olarak görmezler. Ne orta sınıf, ne de Avrupanın belli başlı kiliseleri. Katolik olsun, Protestan ya da Ortodoks olsun, din adamları ülkelerinin emperyalist politikalarını ya desteklemektedirler ya da ve en kötü ihtimalle, hoş görürler. Hal böyle olunca, silâhlanmaya kimsenin itirazı yoktur. Tersine, herkesin maddi ya da manevi çıkarı orduların güçlenmesinden geçer.

          Öte yandan kapitalizm karşıtları, sosyalistler, imparatorluk kavramını kârlarını arttırmaya çabalayan kapitalistlerin bir düzenlemesinden ibaret görüyorlardı. Örneğin, Vladimir Lenin’e göre, emperyalizm, kapitalizmin vardığı en üst noktadır.

          Bütün bunların konumuzla ilgisi de şöyle: Ondokuzuncu Yüzyıl emperyalizmi ve dünya lideri olmak hırsı – müdahalecilik - Yirminci Yüzyılın başlarında Avrupa’yı sağ ve sol kamplara böldü. Sağda, yurtseverlikten- ırkçı faşizme uzanan fraksiyonlar. Solda, demokrasiden-komünizme uzanan düzen muhalifi pasifistler. Çok çeşitli dünya görüşleri. Bu bölünmelerden çoğu kez birbirine düşman, sayısız siyasi parti oluştu. Sayısız siyasi parti, sayısız çözüm önerisi demek. 1929 Krizi ve izleyen Büyük Çöküntü Avrupa’yı vurduğunda, her grup kendi çözüm reçetesi ile ortaya çıktı. Ortaya çıkmanın ötesinde kendi çözüm önerisini dayattı. Amerika’da, çöküntünün tüm ağırlığına karşın, karşıt görüşlü grupların ölesiye çatışmaları diye bir durum söz konusu olmamıştı. Oysa özellikle de kıta Avrupa’sında solcuların muhtelif fraksiyonları ile sağcıların muhtelif fraksiyonları birbirleriyle ve kendi aralarında kıyasıya çatıştılar.

          Almanya’daki çatışmalardan Naziler kârlı çıktılar, İngiltere’de 1929 Krizin çözümü Sosyalist İşçi Partisinin başına kaldı.

          Bizde “İngiltere” deyip geçmek adet olmuş. Oysa ülkenin resmi adı Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Kırallığı. İngiltere, Büyük Britanya adasındaki ülkelerden birisi, diğer ikisi İskoçya ve Gal.

          Onbeşinci Yüzyıl’da başlayan Sanayi Devriminin beşiği, Büyük Britanya. Fabrika sisteminin yaratıcısı. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Amerika devreye girinceye kadar, gerek miktar gerekse değer olarak dünyanın en büyük sanayi mamulleri üreticisi. Aynı zamanda dünya ticaretinin lideri. İyi bir iklim, zengin madenler, gelişmiş deniz ticareti- buna bağlı olarak dünya denizlerinin kontrolu. Deniz aşırı fetihler, sömürge pazarları Büyük Britanya’nın ekonomisini güçlendiren unsurlar arasında sayılır. Bunlar kadar önemli bir başka husus da, Büyük Britanya’lıların kıta Avrupasını sarsan dini savaşlara bulaşmamış olmaları. Daha hoşgörülü, daha özgür bir ortamda yaşamış, işlerine bakabilmiş olmalarıdır. Sınıf çatışması var, ancak çözümler kıta Avrupası ülkelerine kıyasla daha hızlı.

          İngiltere, 1929 Krizinin bir benzerini 1720’de yaşamış olan bir ülke. Meşhur South Sea Bubble/ Güney Pasifik Balonu hikayesi. Bu kriz de İngiliz devlet adamı Robert Harley’in başının altından çıkıyor. Dönem devletin iç borçlarının neredeyse ödenemeyecek kadar arttığı bir dönem, 1720’nin parasıyla 150 milyon dolar. Harley, bir plân yapıyor. Plâna göre, tüccarlar bu borcu üstlenecek, bunun karşılığında da Devlet onlara Güney Pasifik ve Güney Amerika ticaretini tahsis edecek. Tekel olarak. Tüccarlar, öneriyi kabul ediyorlar ve Güney Pasifik Şirketi adı altında bir şirket kuruyorlar. Şirket kurulduktan sonra Güney Pasifik’in ve Güney Amerika’nın zenginliklerini abarttıkça abartan bir hikayeler zinciridir oluşuyor. Hikayeler dilden dile dolaşıyor. Her anlatan birşeyler ilâve ediyor. Sonunda Güney Pasifik Şirketinin hisseleri kapış kapış gitmeye başlıyor. Fiyatlar bir iken on oluyor. Sonra, bir gün, Şirketin direktörü kendi hissesini en yüksek fiyattan satıveriyor. Birkaç şirket yöneticisi de aynı şeyi yapınca, panik! Herkes satmaya başlıyor. Hisse senetlerinin fiyatları çakılıyor. Güney Pasifik Balonu patlıyor. Binlerce insan perişan oluyor. Parlamento bir araştırma başlatıyor. Ortaya çıkıyor ki, şirket yöneticileri sahtekâr. Meğer, hisse senedinin fiyatlarını yükseltmek için balonu uçuran onlarmış.

          “Merkantalizm,” Onyedinci ve Onsekizinci yüzyılların baskın ekonomik teorisi. Bu teoriye göre, bir ulusun bütün olarak çıkarları o ulusu oluşturan bireylerin ya da zümrelerin çıkarlarından önde gelir. Endüstri, tarım ve ticaret, ulusun çıkarları doğrultusunda yönlendirilir ve desteklenir. İthalat kısıtlanırken, ihracat teşvik edilir. Dış ticaret fazlası devletin altın stoğunun artması demektir. Büyük Britanya Devleti, denizciliğin ve ticaretin gelişmesi için ne mümkünse yapar. East India Co., Hudson Bay Company gibi dev ticaret şirketleri geliştirirler. Sömürgelerde büyük çapta hayvancılık yapılır. Yün, anavatana ihraç edilir, tekstil, Büyük Britanya’nın önde gelen endüstrisi olur. İki büyük keşif, 1765’de İngiliz James Watt’ın buharla çalışan maden çıkartma makinası, 1815’de George Stephenson’un buharlı lokomotifi, Büyük Britanya’yı tekstile ilâveten demir-çelik üretiminde de dünya lideri yapar. Ülke demir ağlarla örülür.

          Kapitalizmde adet kalkınmanın yükünü işçi sınıfının çekmesidir. İngiltere bu olguyu gelişimine paralel olarak en ağır yaşayan ülkelerin başında gelir. Çocuk işçiler, çok uzun saatler, çok düşük ücretler, sefil yaşam koşulları. Richard Llewellyn’in romanı “Vadim O kadar Yeşildi ki!” Galler'deki madencilerin yaşamını anlatır – 1941’deki çekilen bir de film vardır.

          19. yüzyılda görkem ve sefalet bir arada yürür. Büyük Britanya’da gelir dağılımının en kötü olduğu bir yüzyıldır. İngiliz sermayesi iyi gelir getiren Amerika’ya aktığından, işsizlik zaten yüksektir. Buna bir de kuraklık eklenip, yiyecek fiyatları yükselince işçi sınıfı perişan olur. 1836-38 yılları arasında İngiltere’de tam 63 banka batar. Binlerce kişiyi işsiz bırakır, “fakir evleri” denilen nefret edilesi barınaklarda yaşamaya zorlar.

          Bu yıllar aynı zamanda “patates kıtlığı”nın yaşandığı yıllardır. Patates, Amerikan kıtasının bir hediyesidir. İrlanda toprağında kolayca yetişen bu mükemmel gıda kaynağı kısa zamanda İrlandalıların kurtarıcısı olur. Hatta, nüfusları artar, sekiz milyonu bulur. Sonra bir hastalık gelir, 1845’de mahsul tek bir patates kalmamacasına telef olur. Görülmedik bir kıtlık başlar, bir milyon İrlandalı açlıktan ölür. Diğer bir milyon balıkçı gemisi, kuru yük şilebi, ne bulabiliyorlarsa artık, Amerika’ya göç ederler. O zamanlardan kalma bir söz vardır: Derler ki, İrlandalıların en büyük talihsizliği, İngiltere gibi zalim bir yayılmacı ül***e komşu olmalarıdır. İngiliz Hükümeti gerçekten de yardım etmek için parmağını kıpırdatmamıştır. Ne İngiliz hükümeti ne de toprak ağaları. Patates kıtlığı İrlanda’nın İngiltere’den kopmasına neden olur, iki ulus arasında bugün halen süren husumeti doğurur.

          Charles Dickens, “Oliver Twist” isimli romanını 1837’de yazar. Sonradan İngiltere başbakanı olacak olan Benjamin Disraili’nin “İki Ulus” adlı romanı varsıllar ile yoksullar arasındaki uçurumu anlatır. Friedrich Engels’in “İngiliz İşçi Sınıfının Koşulları” Manchester’de izlediği sefaletin üstüne kuruludur. Karl Marks’ın “Das Capital”i, Engels’in bu kitabını temel almıştır.

          İlk örgütlü işçi hareketlerinin başladığı yıllar da bu yıllar. Chartristler. Chartrisler, işçi sınıfına seçme ve seçilme hakkı tanınmasını isterler. Milyonlarca imza toplarla, Parlemento’ya dilekçe üzerine dilekçe verirler. Ama işe yaramaz. Kraliçe Victoria’nın askerleri ateş açarlar. 24 ölü, yüzlerce yaralı.

          İşçi Partisi, 1900’de, işçi sendikalarının siyasi kolu olarak kurulur. Ancak, görülmedik bir entelektüel desteği vardır: Fabian Cemiyeti. Fabian Cemiyeti, Marx’ın sınıf çatışması teorisini reddeden bir grup entelektüelin 1884 kurduğu bir cemiyettir. Ulusun üretim kaynaklarının ve araçların ortak sahipliğine ve kullanımının demokratikleşmesine inanırlar. Barışçıl ve evrimsel değişimden yanadırlar. İsimlerini de ünlü Roma Generali Fabius’tan alırlar. Fabius, düşmanla doğrudan karşılaşmaktansa, yorarak yenmekten yana olan bir askerdi. Ekonomist Sidney Webb ve eşi sosyolog Beatrice Webb, ünlü tiyatro yazarı George Bernard Show, romancı H.G. Wells, İngiliz sosyalizmin kuruları. Bir de James Ramsay MacDonald.

          James Ramsay MacDonald, 1929 Krizi patladığında başbakan olan adam! MacDonald, İskoç kökenli, İşçi Partisinin kurucularından. Ayrıca İşçi Partisinin ilk iktidarının ilk başbakanı. 1924’de on-onbir ay süreyle başbakanlık yapmışlığı var. Başta işsizlik olmak üzere, ekonomik sorunları çözemediği gerekçesiyle ilk başbakanlığında istifaya zorlanıyor. Bir de, dönemin Sovyet Rusya liderleriyle fazla sıkıfıkı olmakla suçlanması var. Oysa, MacDonald, 1925 kongresinde İngiliz İşçi Partisinin komünizmi reddetmesini sağlayan adam. İngiliz İşçi Partisinin ikinci iktidarı, adamakıllı şansız. MacDonald kendisini her kafadan bir sesin çıktığı ekonomik hercümercin ortasında buluyor.

          İngiltere’de zaten yüksek olan işsizlik, 1929-33 yılları arasında ikiye katlamıştı. Sanayi üretimi %25 düşmüştü, ürün fiyatları da öyle. İngiltere ekonomisinin bel kemiği gemi inşa endüstrisi tamamen çökmüştü. Herkes gibi, İşçi Partisinin de çözüm önerileri vardı. Ancak, MacDonald, ilginç bir adam. Belki de Fabian üyesi olduğu için böyle. Başkanı olduğu Partinin çözüm önerilerine itibar etmektense, istifa etmeyi, Muhafazakar Stanley Baldwin’in başkanlığında Liberal, Muhafazakâr ve İşçi Partisi’nden oluşacak bir koalisyonda görev almayı tercih etti. Sınıfına ihanetle suçlandı, parti başkanlığından atıldı ama hükümette kalmaya devam etti.

          Yeni başbakan Stanley Baldwin, Muhafazakâr Partidendi. Hemen hiç resmi eğitim görmemiş olan MacDonald’dan farklı olarak Trinity College, Cambridge Üniversitesi gibi İngiliz aristokrasinin gözde okullarının gözde öğrencilerinden. Onun da 1924-1929 arasında bir başkanlığı var. MacDonald’la halef selef olmuşlar. Baldwin, ilk başbakanlığı sırasında, 1926’da, genel greve giden işçilerin taleplerine kulak tıkamasıyla tanınıyor. Dahası, 1927’de sendikaların gücünü budamak üzere önlemler almaya da kalkışmış.

          Koalisyon hükümetinin ilk icraatlarından birisi, sterlinde altın esasını lağvetmek oluyor. Ve bu bir muhafazakar için gerçekten de ilerici bir atılım sayılıyor! Neden, çünkü klasik iktisatçılara göre bir ülkenin altın standardından vazgeçmesi “iflas” etmesi anlamına gelir. Tartışmalı bir konudur, ilerki sohbetlerde üzerinde durmamız gerekecek.

          Peki, nedir altın standardı? Altın Standardı, dolar, mark, sterlin, frank, lira gibi ulusal para birimlerinin belirli bir miktar altının isminden ibaret olduğu durumdur. Yani meselâ “dolar” kelimesi, aslında bir ons altının – bir ons yaklaşık 28 gram - yirmide birinin adıdır. Sterlin kelimesi bir ons altının dörtte birinin adı. Böylece bir Sterlin, bir dolardan daha çok altın miktarını temsil eder. Onun için daha pahalıdır.

          Para arzını böylece arttıran hükümet, gümrük duvarlarını yükseltiyor, inşaat sektörünü destekliyor. Bu tedbirler, başta inşaat, otomobil ve elektrik sektörlerinde iyileşme getiriyor. Bu sektörler lokomotif oluyor, ekonomi 1933-1937 yılları arasında düzelmeye yoluna giriyor. İşsizlik, İskoçya ve Kuzey İngiltere’de ciddiyetini muhafaza etmekle birlikte, Birleşik Krallık halkı çöküntüden kıta Avrupa'sı kadar etkilenmedi. Almanya’da görünen kanlı ideolojik çatışmalar İngiltere’de görülmedi. Kanada ve Avustralya’ya eşit hakların verilmesi hariç, İmparatorluk’a dokunulmadı. Kıral Beşinci George’un itibarı yerindeydi. Her ne kadar oğlu Yedinci Edward iki kez boşanmış bir Amerikalı kadınla, Mrs. Simpson’la, evlenmeye kalkıştığında tahtından olduysa da, İngiltere, eski İngiltere olarak kaldı.

          Yorum

          • Sniper®
            Senior Member
            • 22-06-2005
            • 12987

            #6
            Konu: Dünya ekonomik krizleri

            10. BÖLÜM:1929 KRİZİ AVRUPA'DA..

            Fransa, İtalya ve IBRD

            1929 Krizi patladığında, Fransa çok sayıdaki “cumhuriyet”lerinden Üçüncüsünü yaşıyordu. Üçüncü Cumhuriyet dedikleri 1870’de Almanya yenilgisinden sonra Adolf Thiers’in (ADOLF TİE) cumhurbaşkanlığında kurulan cumhuriyet.

            Thiers, 1871’de Paris komününü acımasızca dağıtmasıyla ünlüdür. Paris Komünü, malum, dünyanın ilk işçi hükümeti. Fransa’daki sınıf çatışmasının sonucunda, alternatif bir yönetim biçimi olarak ortaya çıkmıştı. Komünist Manifesto’da “proletaryanın siyasi gücü iki ay süreyle elinde tuttuğu” dönem olarak geçer.

            Kanlı başlayan Üçüncü Cumhuriyet yine de Fransa’nın en dayanıklı cumhuriyetlerinden birisidir, 1940’a kadar sürer. Birinci Dünya Savaşı, ülkenin doğu ve kuzey bölgelerini yerle bir etmiş, hazinesini boşaltmış, daha da kötüsü 1,5 milyon gencini yok etmiştir. Nüfus artışı korkutucu bir şekilde azalmaktadır. Buna karşın savaş, siyasi partileri “Union Sacree,” (ÜNYO/N SAKRE) Kutsal Birlik altında bir araya getirmiştir. Kutsal Birlik’in kutsal ismi ünlü George Clemenceau. (JORJ KLEMENSO) Fransa’nın “Zaferin Babası” dedikleri başbakanları. Bir diğer adı da “Kaplan.” Clemenceau, (KLEMENSO) ayrıca Versailes antlaşmasının baş mimarı. Almanya’nın bir daha asla ve asla Avrupa’yı tehdit eden bir güç olmaması için uğraşan “kindar” adam. O kadar ki, Clemenceau’nın Almanya’yı tam anlamıyla cendereye sokan intikamcı tutumundan olmasaydı, enflasyon o hale gelmez, Hitler doğmazdı denir. 1929 Krizi patladığında Fransız başbakanı olan 1876 doğumlu Andre Tardieu, (ANDRE TARDİYÖ) Versailles’da bu (KLEMENSO’nun) Clemenceau’nun danışmanı.Tardieu başkanlığındaki Fransa’nın kriz deneyimi Avrupa’nın diğer ülkelerinden daha farklı. Büyük Çöküntü Fransa’ya diğer ülkelere nazaran daha geç bulaştı. Nispeten daha az ama daha uzun süreli etkili oldu.

            Sanayi Fransa’da da Yirmili yıllarda büyümüştü. Ancak, Amerika’dan farklı olarak, Fransız sanayisinin motoru ihracattı. Sanayi ürünlerinin %30’u yurtdışına satılıyordu. Fransız sanayi üretimi ve yatırımları doruktaydı. İşsizlik söz konusu değildi. Sadece 190 bin kişinin işsizlik parası aldığı söyleniyordu. Fransızlar, mutlu ve gururluydular. İyimserliklerini, New York Borsasının çöküşü bile önleyemedi. Tardieu , 1930’da “artık refah politikaları uygulamanın zamanı geldi” mealinde nutuklar atıyordu. Ancak göz ardı ettiği önemli bir husus vardı: ihracatın artışında frankın rolü. İhracatı arttıran temel faktör Fransız frankının sürekli devalue ediliyor olmasıydı.

            Hatta, Bir yoruma göre Fransa’nın ’29 Kriz’inden Almanya kadar etkilenmemiş olmasının nedeni, Fransız ekonomisinin dünya ekonomisinden tecrit edilmiş olmasıdır. Bu önemli bir nokta. Krizler çünkü dünya ekonomisine entegre olunduğu ölçüde bulaşıyor. Kendi yağı ile kavrulan bir üçüncü dünya ülkesiyseniz, meselâ, Rusya ya da Güney Asya krizinden etkilenmiyorsunuz. Ama sistemin bir parçasıysanız, bir yerde patlak veren bir buhran eninde sonunda sizi de etkiliyor. Fransa’nın durumunda dünya ekonomisinden “tecit” edilmişlik durumu, Fransız parasının değerinin altında işlem görüyor olmasının getirdiği tecritti. İhracat artıyordu ama frankın değerini düşürdükleri için, mallarını gerçek değerinden daha ucuza sattıkları için artıyordu. Sağlıklı bir ekonomik politika değildi. Buna karşın, ihracatın sürüyor olması çöküntüyü geciktirdi. Ne zamana kadar? Büyük Çöküntü Fransa’nın müşterilerini mal alamayacak duruma getirinceye kadar.

            Nitekim, 1929-1932 arasındaki üç yıl içinde ihracat, yarı yarıyadan da fazla düştü. 52 milyar franktan, 20 milyar franka. Metallürji ve tekstil, ihracata doğrudan bağımlı sanayilerdi, dış pazarlardaki daralmadan ve fiyat düşüşlerinden en büyük zararı onlar gördüler. Makinalarını yenileyemeyecek hale geldiler. Çöküş, tüm ekonomiye bu sektörlerden yayıldı.

            Kağıt, kauçuk, petrol arıtımı, elektrik gibi uluslararası rekabetten korunan endüstriler durumlarını muhafaza ediyorlardı. Hükümetin üretimini doğrudan desteklediği şeker, gemi inşaatı, kömür sanayiine de pek bir şey olmadı. İşsizlik vahim boyutlara ulaşmadı. 1936’da, işsiz sayısı 1 milyon civarındaydı - toplam işgücünün sadece yüzde beşi. ABD ve Almanya’yla kıyaslandığında gerçekten de devede kulak. Öte yandan işsizliğin düşük olmasının bir nedeninin de baştaki hükümetin yarım-gün çalışmaya ağırlık vermesi olduğu söylenir. Bir hesaba göre yarım-gün çalışma, 1 milyon 300 bin kişinin “işşiz” sayılmasını önlemiştir. Öyle de olsa, Fransa, Büyük Krizi, GSMH’ nda %10’dan fazla olmayan bir düşüşle atlatır. Sanayi ve ticaretteki düşüş %20 ile kısıtlı kalır. Keza, hane tüketim seviyesi de yüzde 14’den fazla inmiş değildir.

            İngiltere, Almanya ve İtalya’dan farklı olarak Fransa’da kriz yönetiminin başarıyla sürdüren hükümet, Popüler Cephe hükümetidir. Sosyalistler, Radikaller ve Komünistlerin oluşturduğu Popüler Cephe hükümeti.

            Oysa, gerek ekonomik problemler, gerekse Almanya ve İtalya’da güçlenen nazi ve faşistler, Fransa’da da bölünmelere neden olmuş, kanlı nümayişler birbirini kovalamıştı. Bu hengamede Sosyalist, Radikal ve Komünistlerin bir araya gelmeye başarmaları Fransa için büyük bir şanstı.

            1936 seçimlerini kazanan Popüler Cephe, milliyetçi-muhafazakar ve şahin Tardieu’yü ekarte etti. Tardieu, siyasetten çekilmesiyle sosyalist kanat reformlara girişti. Bu reformların arasında arasında iş gününü haftada 40 saat ile sınırlamak, toplu sözleşme, ücretli tatil, kamulaştırma, ve Fransız Bankasının statüsünde değişiklik gibi önemli atılımlar var. İşçi ücretlerinin aynı seviyede tutulmuş olmasının talep daralmasını önlemek suretiyle Krizden çıkmaya yardımcı olduğu da söylenir. Söylenir diyorum, çünkü ekonomik analiz, yani neyin neye neden olduğunun çözümlemesi, geriden gelen bir iştir. Hadiseler olup bittikten sonra masaya yatırılır, adeta otopsi yapar gibi, neyin neye neden olduğu araştırılır, bir daha olmaması için tedbir alınmaya çalışılır.

            Ancak, ekonomistler geçmiş hadiselerin sebepleri ve sonuçları hakkında fikir birliği içinde olacaklar diye de bir şey yoktur. Çoğu kez herkes ekonomik meselenin bir başka noktasında odaklaşır. Bir başka noktasını öne çeker. Bunun nedeni, ekonominin fen bilimleri gibi laboratuarlarda test edilen, kesin verilere dayanan bir bilim olmamasıdır. İki oksijen bir hidrojen atomu her defasında su yapar. Ama ekonomide, şu icraatı, şu icraatla birleştirirsek bu sonucu alırız şeklinde kesin bir şey söyleyemezsiniz. Çünkü insan toplumları dinamik sistemlerdir. Dinamik sistemler de hiç beklemediğiniz unsurlar araya girer ve planlarınız işlemeyebilir.

            1939’da Fransa’nın İngiltere ile birlikte Hitler'e karşı savaşa girmesini onaylayan da bu Birleşik Cephe hükümetidir. Maginot hattının gerçektenden geçilmez olduğuna inanıyorlardı. Değilmiş. Almanya’nın yıldırım harekatı sonucunda kesin bir yenilgiye uğradılar.

            Fransa aylar içinde boynunu büktü, 1940’da mütareke imzalamak zorunda kaldı. Ülke biri işgal altında olan, diğeri hür olmak üzere iki bölgeye ayrıldı. “Hür” denilen bölgede toplanan Fransız parlamentosu Birinci Dünya Savaşı kahramanlarından (MAREŞAL ANRİ PETE/N’e) Mareşal Henry Petain’e yeni bir rejimin kurulması için tam yetki verdi. Üçüncü Cumhuriyet’in sonu, yeni rejimin başlangıcı.

            Fransa’nın resmi yeni rejimi: faşizmdi. Mareşal (PETE/N’İN) Petain’in faşizm yanlısı hükümetinin bir adı da Vichy Hükümeti. Vicht Hükümeti adını kurulduğu Vichy şehrinden alıyor, orta Fransa’da.

            Fransa’nın faşist Vichy hükümetinden kurtulması Amerikalıların ve İngilizlerin sayesinde. Müttefikler, bu hükümeti tanımadıkları gibi, “hür” sayılan bölgeyi işgal ettiler. Petain hükümeti Almanya’ya sığındı. Almanya da işgal edince son buluyor.

            Gelelim İtalya’ya. 1870 –1915 İtalya’nın da serpildiği yıllar. Mali işlerini yoluna koyduğu, idari yapılanmasını iyileştirdiği yıllar. Demiryolları gibi temel endüstriler bu yıllarda gelişiyor ve çoğu kez yabancı sermaye ile. İtalya, Bismarck Almanyası ve Franz Joseph Avusturyası ile ittifak halinde, ticari ilişkilerini geliştiriyor - her ne kadar sonunda piyasalarını işgal eden Alman malları karşında narin ulusal ekonomisini kurtarmak için korumacılık uygulamak zorunda kalsa da.

            İtalya’nın geleneksel sorunu varsıl Kuzey, yoksul Güney sorunu. Tarım, genel olarak ülkenin güneyinde, endüstri Kuzey’de. Tarım, o yıllarda da başarılı değil. Dış piyasalarda tarım ürünlerinin fiyatlarının düşüyor olması, bir yandan da ağır sıtma ile mücadele eden İtalyan köylüsünü kötü etkiliyor. Çiftçiler, ağır vergiler altında bunalırken, endüstri işçileri siyasal olarak örgütleniyorlar, sendikalar güçleniyor.

            Sendika hareketleri İtalya’da daha 1892’de Sosyalist Partinin kurulmasıyla sonuçlanıyor. Sosyalist Parti zamanla “Demokrat Parti”ye dönüşüyor. Böylece eski monarşistlerin, ve liberallerin, ve solcu cumhuriyetçilerin, ve reformistlerin yanı sıra sosyalistler de siyasi sahneye duhul ediyorlar. 1913’de İtalyan kadınları henüz oy veremiyorlar ama oy hakkı tüm reşit erkeklere tanınıyor.

            Birinci Dünya Savaşının başında İtalya toplumsal istikrarı olan bir ülke görünümünde. Daha da önemlisi Avusturya ile olan ilişkileri soğuma yolunda. İtalya geleneksel müttefiklerini terk ediyor, Fransa ve İngiltere’nin yanında yer alıyor. Bu seçiminden karlı çıkıyor. Versailles antlaşmasının sonucunda ülkesine toprak katıyor.

            Bu yıllar, aynı zamanda İtalya’da çok sayıda siyasi partinin kurulduğu yıllar. Demokratik Partinin yerine kurulan Popüler Parti, Sosyalist Partiden ayrılan ve ünlü Antonio Gramsci’nin başkanlığında kurulan İtalya Komünist Partisi ve tabii Benito Mussolini’nin Faci di Combattimento’su. “Combattimento” mücadele demek.

            Mussolini, ateşli bir sosyalist demircinin oğlu. 1910’lu yıllarda devrimci Sosyalist Parti’nin başkanı. Hatta “Avanti” isimli bir de sosyalist gazete çıkarıyor. Fakat ne oluyorsa oluyor, Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte, Mussolini aniden dönüyor, milliyetçi kesiliyor. Yetmiyor, müdahaleciler, yani emperyalizm taraftarları ile bir oluyor. Sosyalist Parti’den atılıyor. Fransa’dan aldığı paralarla yeni bir gazete çıkarıyor, İtalya’nın savaşa Fransız ve İngilizlerle birlikte girmesini teşvik ediyor.

            Mussolini’nin Faci di Combattimento’nun başına geşmesi Birinci Dünya Savaşından sonra. Hareket saldırgan bir milliyetçiliğe revaç veriyor, komünistlere ve sosyalistlere karşı çıkıyor. Siyah gömlekler giyiyorlar, üyeleri silâhlı gruplar halinde terör estiriyorlar. Söylemleri de, reformları gerekirse sopayla gerçekleştirecekleri şeklinde. Yine de, 1921’de 35 milletvekili çıkarıyorlar, Nasyonel Faşist Parti resmen tanınıyor. Ekim, 1922’de Kıral Üçüncü Victor Emmanuel, Mussolini’yi başbakan ilân ediyor.

            Mussolini dikta niyetlerini daha ilk günden açık etti. Altı yıla kalmadı, parlamentoyu lağvetti. Muhalefeti sivil polis ve parti militanları vasıtasıyla ortadan kaldırdı. Basını susturdu ve ekonomiyi “birlikçilik” diye çevirmeyi yeğlediğim, “corporativismo” esasına göre düzenledi.

            Birlikçilik, toplumun bütününün devlete bağlı birlikler şeklinde örgütlenmesidir. Birlikçilik teorisi, işçi ve işverenlerin sanayi ve meslek birlikleri şeklinde örgütlenmelerini öngörür. Birlikler üyelerinin ekonomik faaliyetlerini denetler ve onları temsil ederler.

            Fransız İhtilalinden sonra ortaya çıkan bir teori olmakla birlikte, Birlikçiliğin önde gelen teorisyeni Adam Müller diye bir adam. Ünlü Avusturya şansölyesi Prens Metternich’in saray filozofu. Müller, devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savunan laissez faire’ci Adam Smith’ten hiç hazzetmez. Fransız eşitlikçiliğinden de öyle. Amacı, imparatorluğun geleneksel toplumsal katmanlarına çağdaş bir yorum getirerek, İmparatorun kutsal yönetme hakkını muhafaza etmesini sağlamaktır.

            Mussolini birlikçilik yolundaki ilk adımlarını başbakan olduğu 1922 yılında atmakla birlikte, uygulamaya geçmesi 1936 yılındadır. Ekonomik faaliyetler 22 birlik altında toplanır: bir numaralı birlik, tahıl birliğidir de mesela, iki numaralı birlik sebze ve meyve birliğidir. Sekiz tekstildir, dokuz madenlerdir, on yedi banka ve sigortacılıktır, yirmi bir tiyatrodur. Böyle gider.

            Birlikler bir merkez komitesi tarafından koordine edilirler. Bir de Konseyleri vardır.

            Birlikler Konseyi, 1936’da İtalyan Millet Meclisinin yerini alır, devletin en yüksek yasama organı görevini üstlenir. 823 üyesi vardır, bunlardan 63’ü faşist partiyi temsil ederler, geri kalanlar ise işveren ve işçi konfederasyonlarını. Birlikler Konseyinin kurulması faşist devlet örgütlenmesinin yasal yapılanmasının tamamlanmasını müjdeler. Ancak, bir iki oturum ya yapar ya yapmazlar. İkinci Dünya Savaşı patlar ve sistem dağılır.

            İkinci Dünya Savaşı, toplumsal, ekonomik ve siyasi etkileri itibariyle kelimenin tam anlamıyla yıkıcıydı. Altmış bir ülkede yaşayan 1milyar yedi yüz milyon insan bu savaştan doğrudan ya da dolaylı bir biçimde etkilendi. Yirmi milyonu asker, kırk milyonu sivil, altmış milyon insan öldü. Hemen hemen bizim ülkemizin nüfusu kadar bir kayıp...

            Savaş Amerika’ya 341 milyar dolara mal oldu. 341 milyar dolar! Bir bu kadar da Almanlar harcadılar. Yıkmak, yok etmek, için harcanan toplam para 1 trilyon dolardı. Barışçı amaçlar için kullanılsaydı bir trilyon dolarla gezegenimizin bütünü değilse de herhalde büyük bir bölümü abad olurdu.

            New Hampshire ABD’nin kuzey-batısında bir eyalet.

            1944 yılında, Savaş henüz bitmemişken, New Hamshire’ın “Bretton Woods” isimli kasabasında 44 ülkeden delegeler toplandı ve savaş sonrası dünya ekonomisinin nasıl yapılanması gerektiğini tartıştılar. “Uluslararası Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası” ve “Uluslararası Para Fonu”nun temellerini attılar.

            Bankanın kuruluş amacı, “üye ülkelerin topraklarının yeniden yapılanmasına ve gelişmesine yardım etmek “ ve “daha az gelişmiş ülkelerde üretici birimleri ve kaynakları teşvik ederek verimliliği, yaşam standardını, işçilerin koşullarını iyileştirmek” şeklinde açıklandı.

            Banka’nın kararlarında siyasi mülahazalarla hareket etmesi kuruluş senedinde yasaklanmıştı. Üye ülkelerin siyasi işlerine karışması da öyle. Şu şerhle ki, - kuruluş senedinden okuyorum:

            “Banka, ekonominin sağlıklı yürümesinin temelinin, siyasi istikrar ve iyi yönetim olduğunu teslim eder. Banka’dan borç para alan üyelerin kamu sektörü idaresi, ekonomik ve mali sorumluluk, hukuki altyapı ve saydamlıklarını iyileştirme gayretlerini tüzüğü çerçevesinde destekler. İlâveten, Banka, yaygın yoksulluğun, cehaletin, kötü beslenmenin ve açığın insan haklarının hakkının verilmesini kısıtladığının bilinci içinde, insan refahının arttırılmasına borç alan ülkelerin yoksulluğu azaltmak ve yaşam standartını yükseltmek gayretleri desteklemek suretiyle katkıda bulunur.”

            Üye ülkeler, bankanın sahipleri, ortaklarıdırlar. Sahipliklerini “İdare Heyeti” aracılığı ile yürütürler. İdare Heyetinde her ülke bir üye ile temsil edilir. İdare Heyeti’nin yetkilerinin hemen tümü İcracı Yönetim Kuruluna devredilmiştir. İcracı Yönetim Kurulunun üyeleri sahip ülkelerce atanır. Dünya Bankası başkanını da İcracı Yönetim Kurulu seçer.

            1944’den bu yana köprünün altından elbette çok sular aktı. Bugün “Uluslararası Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası,” kısaca “Dünya Bankası Grubu” olarak adlandırılan bir dizi çok-muhataplı kalkınma örgütünden sadece birisi durumunda. IDA var, ICA var. IDA’nın açılımı “Uluslararası Kalkınma Cemiyeti,” ICA, “Uluslar arası Finansman Şirketi.” Sonra, MİGA var. “ Çok-muhataplı Yatırım Garanti Ajansı” ve ICSID, “Uluslarası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi.” Bu kuruluşların sahipleri de üye ülkeler. Kuruluşlar sahipleri ülkelere hesap vermek durumundadırlar. En azından kağıt üstünde böyle.

            ‘80li yıllardan itibaren Dünya Bankası Grubunun görev tarifi değişmeye başlıyor. Nedeni, başta sivil toplum örgütleri olmak üzere insanların, Grubu, çevre felâketleri, doğal afetler gibi konulara bigane kalmakla suçlayıp, daha aktif rol üstlenmesini talep etmeleri. Bunun üzerine, suçlamaları inceleyecek bir panel kuruluyor: Adlı Tetkik Panel’i. Panel tahkikatını sürdürüyor oladursun, homurdanmalar artıyor. Banka’nın 1994’de Madrid’te yapılan Yıllık Olağan Toplantısında doruğa ulaşıyor.

            Banka yetkililerinin kendi ifadelerine göre, o günden sonra çok şey değişiyor. Öncelikle hatalarını kabul ediyorlar: “Kalkınma zor ve riskli bir gayrettir, bu gayret içinde olan herkes gibi Dünya Bankası da yapılan hatalardan nasibini almıştır” diyorlar. Yine kendi ifadelerine göre bu saptamadan sonra çok yol alınıyor. Gruba dahil kuruluşlar, iç ve dış verimliklerini ve hizmet kalitelerini arttırma yoluna gidiyorlar.

            Bugünlerde en övündükleri başarılarının arasında savaş sonrası Bosna’da, kriz sonrası Doğu Asya’da, hortum sonrası orta Amerika’da ve deprem sonrası Türkiye’de yürüttükleri iyileştirici projeler var.

            11. BÖLÜM: GÜNEYDOÐU ASYA KAPLANLARI :1997 KRİZİ –1

            Güneydoğu Asya kaplanları diyorlardı, Tayland, Malezya, İndonezya ve Güney Kore’ye. Ortak noktaları, 1980lerin ortalarından itibaren sergiledikleri “mucizevi” gelişme! 1997 Krizinin önemi de burada zaten. “Mucizevi gelişme” aylar içinde kâbusa dönüştü.

            Tayland Krallığı, Güney Doğu Asya’da, Tayland Körfezinde, Andaman Denizi dedikleri yerde, Burma, Laos, ve Komboçya arasında. Eski adı Siam. Tayland, “özgür insanların ülkesi” demek. Batı Avrupa İmparatorluklarının asla sömürgesi olmadıklarını ifade ediyorlar. O bölge için ciddi bir ayrıcalık bu. Nüfusları 60 Milyon civarında. Karışık bir etnik mozaik; yüzde ****eni Tayi kökenli, yüzde 12’si Çinli, sonra Malaylar var, %4. Resmi ve ticari dilleri İngilizce. Başkent Bangkok.

            Tayland, 1961’de planlı ekonomiye geçiyor. 1961 bizim de Devlet Planlama Teşkilatını kurduğumuz yıl. Onların 8. planları halâ yürürlükte. Tarım, GSMH’larının yüzde 11’ini biraz aşıyor. Temel gıda pirinç. Kauçuk başlıca ihracat ürünü.

            Bir diğer Asya Kaplanı “Malezya.” Çinhindi ya da Maley yarımadası ile Borneo adasının kuzey kıyısı boyunca uzanan Sabah ve Saravak ‘ın oluşturduğu bir federasyon. Resmi dini İslam ancak Malezya halkı “mozaik” tanımının tam bir ders kitabı örneği: Malaylar var, Çinliler var, Hint-Pakistan asıllılar var, daha başka kabileler de var. Çinliler Müslümanlığı kabul etmemişler meselâ. Hintliler de öyle. Ülke 1957 yılına kadar İngiliz sömürgesi. Zaten bölge tarihi boyunca sömürgecilerden kurtulamamış. Portekizliler, Hollandalılar, Fransızlar. Hatta İkinci Dünya Savaşında Japonlar. Siyaset, Malayların kontrolunda ancak ekonomi ve ticaret Çinli azınlığın. Ülke, uzun zaman bu iki etnik grup arasındaki kanlı çatışmalara sahne olmuş. Başkent Kuala Lumpur.

            Üçüncü “Kaplan” Indonezya, belki de en ilginçleri. Hint ve Pasifik Okyanuslara yayılmış 13,000 bazı kaynaklara göre de 17,000 adanın üzerine kurulmuş bir ülke. Adaların en büyükleri, Sumatra, Kalimantan, Sulavesi, İriyan Caya ve Cava.

            İndonezyalılar tarihlerinin izini İ.S.100. yıla kadar sürüyorlar. Adalar o yıllarda Hint kırallarının istilasına uğramış. Hindu halen ülkedeki beş dinden biri. Budizm I.S. 500 cıvarında giriyor. İslamiyeti 1297’de kabul ediyorlar. Sultan Melik Salih bugünkü İndonezya’nın ilk Müslüman önderi. Halen İndonezyalıların %85’i Müslüman.

            Malezya gibi, İndonezya da başını Avrupalı sömürgecilerden alamamış bir ülke. İlk gelenler Portekizliler. Katolikliği onlar getiriyorlar. Arkadan Hollandalılar Protestanlığı tanıtıyorlar. İngilizler, 1600lü yılların başlarında oradalar. Fransızlar, 1769’da. Sömürgeciler sürgit yerli halklarla ve birbirleriyle savaşıyorlar. Sonunda Hollandalılar kazanıyorlar. 1800’lerin başından, İkinci dünya Savaşının sonuna kadar oradalar. 1850’lerde Hollanda’nın bütçesinin %30’unu İndonezya’dan sağladıkları gelir oluşturuyor. Başta kahve, tütün, petrolden elde ettikleri gelirler. Hollanda’nın sanayileşmesinin ve kalkınmasının bedelini İndonezya ödüyor.

            İndonezya’nın bağımsızlık çabaları 1910lu yıllarda reformcu Sareket İslam hareketiyle başlıyor. 1919’da Saraket İslam’ın 2 milyon üyesi olduğu söyleniyor. İslami hareketi solcular da destekliyor.

            Sukarno, Saraket İslamın önderlerinden, “İslam Komünizmi” fikrini ortaya atan adam. Tarihi maddeciliğin illa da ateizmle sonuçlanmayacağını söylüyor. 1928’de Milliyetçi Parti’yi (PNI) kuruyor. Parti sömürge idaresiyle işbirliğini reddediyor, bağımsızlık yolunda kitleleri örgütlüyor. 1942’de Japonların istilâsına uğruyorlar. Sukarno istilâ yıllarında ülkenin ilk gerçek milli önderi olarak parlıyor. 1950’de bağımsızlığın kazanılmasından 1966 yılında General Suharto tarafından devrilinceye kadar cumhurbaşkanı olarak kalıyor.

            Devrilmesinin nedeni Cumhurbaşkanının İndonezya Komünist Partisi ile sıcak ilişkileri. İndonezya Komünist Partisinin 2 milyon kayıtlı üyesi var, yan örgütleriyle bu sayı 9 milyona kadar çıkıyor. Komünist olmayan bir ülkedeki en büyük komünist partisi. Mao ile işbirliği yapıyorlar. 1964’de ül***i devralacak kadar güçlü görünüyorlar. 1966’da başkent Jakarta’yı ele geçirmek üzere ayaklanıyorlar, anti-komünistliği ile bilinen 7 generalden altısını öldürüyorlar. Suikasttan kurtulan yedinci general, Suharto. Olayda, cumhurbaşkanı Sukarno’nun parmağı olduğu iddia ediliyor. Katliamdan sonra Suharto ülkede komünist avı başlatıyor. Söylenen o ki, dünya dünya olalı bu kadar kanlı bir sürek avı görmedi. Yüzbinlerce insan hayatını kaybediyor. Bir başka söylenti, generalleri öldürten ve komünistlerin üstüne atan bizzat Suharto’nun sağcıları ve olayı CIA’nın desteklediği. Bir yıl kadar sonra Sukarno başkanlıktan ayrılıyor. 1997 Krizi patladığında Suharto iktidarda.

            Dördüncü “kaplan” Kore, Asya’nın kuzeydoğu köşesinde, yaklaşık Büyük Britanya kadar bir yarımada. Eski bir ülke, buna karşın bir ulus olarak ortaya çıkmaları 1945’de. 1945, ABD ve Sovyetler Birliğinin ül***i Kuzey ve Güney Kore olmak üzere ikiye böldükleri yıl. Güney Kore 1948’de demokratik cumhuriyet oldu, aynı yıl ilk cumhurbaşkanını seçti: Harvard mezunu Sygnman Rhee. Rhee, ***fi idaresi ile tanınır. Birincil amacı, Kuzey Kore tarafından desteklenen solcu grupları bastırmaktı. 1950’de Kuzey Kore savaş açtı ve neredeyse Güney Kore’yi haritadan sileceklerdi.

            Kuzey Kore püskürtüldükten sonra, Rhee, Ulusal Güvenlik Yasası adlı bir yasa çıkardı ve bu yasanın marifetiyle siyasi sistemi fiili diktatörlüğe çevirdi. 1960 seçimlerinde yapılan hileler kitleleri ayağa kaldırınca, istifa etmek zorunda kaldı. Yerine vekâlet eden Chang Myon, üç ay sonra bir askeri darbe ile uzaklaştırıldı. İzleyen seçimlerde Tüm general Park Chung-Lee, cumhurbaşkanı seçildi.
            Park, Kore iktisadi tarihindeki dönüm noktalarından birisi. Çünkü 1965’de Japonya ile savaş tazminatı karşılığı iktisadi yardım almak üzere bir antlaşma yaptı ve Kore’ye Japon sermayesi aktı. Buna karşın, Syngman Rhee diktatörlüğünü arttırarak sürdürüyor olması ve partizanlığı öğrencileri ayağa kaldırdı, Seoul sokakları savaş alanına döndü. Park’ın muhalefete cevabı 1972’de Örfi İdare ilân etmek oldu. Kişisel hakları adamakıllı kısıtlayan yeni anayasayı yürürlüğe koydu. İroniktir ama görünen odur ki, Güney Kore’deki gözalıcı iktisadi kalkınma bu anayasa ile mümkün olabilmiştir. İhracat Park döneminde patlamış, Kore ürünleri uluslararası pazara kendi markalarıyla yerleşmeyi başarmışlardır. Buna karşın halk giderek daha çok ezilmekte, daha mutsuz olmaktaydı. Sonunda 1979’da, Park, gizli servisin başkanı tarafından öldürüldü.
            Yerine seçilen vekili Choe Kyuha, Park’ın eleştiri ve muhalefeti yasaklayan kanun hükmündeki kararlarını kaldırdı. Buna karşın, özellikle de 1980 Nisanından itibaren reform çağrıları, öğrenci hareketleri durmak bilmedi. Muhalefet başkentten örfi idarenin kaldırılmasını, cumhurbaşkanını avucunun içine aldığı düşündükleri gizli servisin ve aynı zamanda ordu istihbaratın başkanı General Chun-Doo’nun istifasını istiyorlardı. İstifa etmek şöyle dursun, General’in tepkisi örfi idareyi ulus çapında yaygınlaştırmak ve muhalefeti askeri güç kullanarak bastırmak oldu.
            Muhalefet önderleri tevkif edildiler, her türlü siyasi faaliyet yasaklandı. Buna rağmen Mayıs ayında 50,000 protestocu sokaklara döküldü. Örfi idare kıtaları silâhla karşılık verdiler, onlarca gösterici öldü, yüzlercesi tutuklandı. General Chun Doo, yönetimi ele geçirdi ve cumhurbaşkanı seçildi. 1981’de çıkarılan yeni anayasa, generale 7-yıllık cumhurbaşkanlığı süresi tanıdı. Protestolar, gösteriler süredursun, 1983’de Chun Doo kabinesinin 17 bakanı Burma’nın başkenti Rangoon’a yaptıkları bir seyahat sırasında Kuzey Kore komandoları tarafından bombalanarak öldürüldüler. Bunun üzerine general kendisine bir halef tayin etti: Roh Tae-Woo, istifa etti ve bir manastıra kapandı.
            General’in başkanlığı sırasında iki olumlu iş yaptığı söylenir: birisi, Japonya’dan 4 milyar dolarlık borç bulmak, diğeri 1988 Yaz Olimpiyatlarının Kore’de yapılmasını sağlamak.
            Ekonomik yanlışlıklarına karşın Roh Tae-woo’nun idaresi daha bir demokratikti. Başta Kuzey Kore, komünist ülkelerle ilişkiler geliştirdi. Onun zamanında Kuzey Kore 172 ülkede konsolosluklar kurdu.
            Kore’nin son cumhurbaşkanı Kim Yaoungsam. 1993’de “Yeni bir Kore” kurmak vadiyle geldi. Seçildikten sonra yaptığı konuşmada, birinci görevinin ül***i yolsuzluklardan ve usulsüzlüklerden temizlemek olduğunu söyledi. Yapılması gereken diğer iki iş, ekonominin canlandırılması ve ulusal disiplinin tesis edilmesiydi.
            Asya kaplanlarının ilk üçü, Tayland, Malezya ve İndonezya, IMF ve Dünya Bankası tarafından “kapitalist kalkınma modeli”ne örnek gösterilen ülkelerdi. Neden çünkü üçü de IMF ve Dünya Bankasının doğru bulduğu şekilde uluslararası ekonomiye entegre olmuşlar, ihracata dayalı, serbest piyasa ekonomisini benimsemişlerdi. Devletin ekonomiye müdahalesi üçünde de hemen hiç söz konusu değildi. Yabancı sermaye olması gerektiği şekilde kendiliğinden ve doğrudan geliyordu.

            Gördüğümüz gibi dördüncü kaplan Güney Kore’de işler farklıydı. Güney Kore’de ekonomiyi devlet üstelik baskıcı bir biçimde yönlendirmiş ve başarılı olmuştu. Kore’nin kaplanlara katılmış olmasının IMF ve Dünya Bankası uzmanlarını ne diyeceklerini bilemez hale getirmiş olduğunu söylüyorlardı muhalifler.

            Muhalifler bundan başka 1997 Güneyasya Krizinin IMF ve Dünya Bankasının revaç verdiği “ihracata dayalı, serbest piyasa ekonomisi” modelinden kaynaklandığı iddia ediyorlar, Krizin çözümü için aynı sakat yöntemlerde ısrar ediliyor olmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Hernekadar Asya Kaplanlarında “kapitalizmin lâubalileşmesi” ya da “yolsuzluklar” büyüme ile elele gitmişlerse de, muhaliflere göre krizin nedenleri bu çarpıklarla açıklanamayacak kadar köklüydü - bu arada, “Lâubali kapitalizm”den kasıt, iş ahlâkını hiçe sayan kapitalizmdir – Modelin bizzat kendisi irdelenmeden yapılacak IMF ve Dünya bankası yardımlarının, yabancı alacaklılarının paralarını güvence altında almaktan başka işe yaramayacağını, hatta ülke ekonomilerini eskisinden daha zayıf, ülke halklarını daha yoksul bırakacağını söylüyorlardı.

            Bugün buradan baktığımızda 1997 yılı krizinin köklerinin 1980li yılların ilk yarısına kadar uzadığını görüyoruz. O yıllarda, ihracatları petrol gibi, madenler gibi doğal kaynaklara dayanan çoğu ülke gibi, Tayland, Malezya ve Indonezya da sıkıntı içindeydiler. İhraç malları değer kaybediyor, ülkeler borçlarını ödemekte adamakıllı zorlanıyorlardı. Moratoryum ilân etmek zorunda kalacaklarından korkan Tayland ve İndonezya, daha o yıllarda IMF’den yardım istemişler, IMF’nin önerdiği reçeteyi uygulamaya giriştiler. Reçete, muhaliflerin “mutad IMF reçetesi” dedikleri reçeteydi: özelleştirme, ticaret kurallarının ihracatın önünü açacak, yabancı sermayenin ül***e doğrudan girmesini sağlayacak şekilde serbestleştirilmesi, dış borçların yenilenmesi ve kemer sıkma.

            Ancak, o yıllarda IMF reçetesinin uygulanmasına gerek kalmadıydı, çünkü Amerika ve Japonya birbirlerine girmişlerdi. Sebep: ucuz Japon malları, özellikle de otomobilleri Amerikan pazarlarını bir zamandır işgal etmişlerdi. Amerika, Japonya’nın yenin değerini arttırmasını, dampinge son vermesini istiyordu.

            Sonunda Japonya, boyun eğmek zorunda kalmış, yenin değerini arttırmıştı. Yıl 1985. Baktılar kârları tehli***e giriyor, Japon ihracatçıları da devleti arkalarına aldılar, üretimlerini yabancı ülkelere aktardılar. Yani, yabancı ülkelere doğrudan yatırım yaptılar, ürünlerini o ülkelerden ihraç etmeye koyuldular. Yatırımların çoğu, Amerika’ya ve Avrupa’ya gitti, ama Güney asyalılar da nasiplerini aldılar: asgari 15 milyar dolarlık yatırım da onlara gitti. Tayland, Malezya ve İndonezya bir anda ekonomik sorunlarından ve IMF’nin yeniden yapılanma dayatmasından kurtulmuş gibi oldular.

            Bir gece içinde sanayi mamulleri ihracatçıları konumuna gelmişlerdi – üstelik, Amerika Birleşik Devletlerine ihraç ediyorlar! Bu arada, Güney Kore ve Tayvan da Japonya’nın izinden gittiler, onlar da Güney asyada doğrudan yatırıma giriştiler.

            Böylece hummalı bir ekonomik hareketlilik başladı. Dıştan bakıldığında, uluslararası piyasada rekabet edebilecek kalite mal üretiyor ve satıyorlardı. Yoksulluk tümüyle ortadan kalkmamış bile olsa azalıyor, orta sınıf büyüyordu. Ancak –ekonomide zaten hep bir “ancak” vardır! – Ancak, ihracat tümüyle üretimi gerçekleştiren yabancıların/Japon üreticilerin denetimindeydi.

            Örneğin, ‘80li yılların sonunda Malezya’da, bilgisayarlar vb. elektronik eşya ihracatının %99’unu yabancıların denetimi altındaki şirketler yapıyorlardı. Makine ve elektrikli eşyanın %90’ını da öyle. Kauçuk mamulleri ihracatının %80’i onların ellerindeydi, tekstil ve hazır giyim ihracatının %75’i de öyle.

            Şimdi, ülke sanayinin yabancıların kontrolü altında olmasının ulusal gururun ötesinde ekonomik bir anlamı var.

            Şöyle ki: 1992’de Tayland meselâ, Amerika Birleşik Devletlerine sattığı sanayi ürünlerinden 2 milyar, 9 milyon dolar bir ihracat fazlası sağlıyordu ama aynı Tayland, Japonya ile yaptığı ticarette 8 milyar 300 milyon açık veriyordu! Neden çünkü imalat için gerekli her şey Japonya’dan geliyordu! Aynı şekilde, Malezya, Amerika’ya sattığı malların değeri Amerika’dan aldığı malların değerinden 4 milyar 200 milyon fazlaydı ama Japonya’dan aldığı malların değeri Japonya’ya sattığı malların değerinden 5 milyar 800 yüz milyon dolar daha azdı. Ülke ekonomileri büyüdükçe aradaki fark daha da artıyor, dış ticaret açıkları gittikçe büyüyordu. Malezya'nın dış ticaret açığı 1993’de %4.8’den, 1995’de neredeyse ikiye katladı, %8.5’e yükseldi. Keza, Tayland. Tayland’ın dış ticaret açığı %5.9’dan, %8.1’e çıktı.

            Asya Kaplanlarının hükümetleri kendilerini bir kez daha dış ticaret açıklarını kapatmak için uğraşır buldular. Ekonomilerinin durmaması için döviz bulmaları gerekiyordu. Her türlü çareye başvurdular. Ne yazık ki buna Tayland hükümetinin döviz karşılığında **** ticaretini açıkça ve şiddetle desteklemesi dahildir. İzleyen AIDS salgını bir başka faciaydı.

            İşçilerin sendikalaşmaları önlendi, tarımsal bölgelerden göçmen işçiler getirtildi. Tayland Kalkınma Araştırmaları Endüstrisi 1994’de yayınladığı raporunda ülkesinin gelir dağılımdaki bozukluk bağlamından dünyanın en kötü beş ülkesinin arasına girdiğini ilân etmek durumunda kaldı.

            Öyle görünüyordu ki, Asya Kaplanlarının “mucizevi kalkınma”sı bir avuç seçkin siyasetçiye ve işadamına yaramıştı.

            Yorum

            • Sniper®
              Senior Member
              • 22-06-2005
              • 12987

              #7
              Konu: Dünya ekonomik krizleri

              12. BÖLÜM: GÜNEYDOÐU ASYA KAPLANLARI :1997 KRİZİ – 2

              Tayland, Malezya, İndonezya ve Güney Kore... “Mucizevi” bir ekonomik gelişmenin kahramanları olarak alkışlanan, Güneydoğu Asya Kaplanları!

              Oysa daha ‘80lerin başlarında petrol, kauçuk, madenler gibi işlenmemiş doğal kaynaklarını ihraç eden, sıkıntı içindeki ülkelerdi. İhraç malları değer kaybediyor, ülke hükümetleri borçlarını ödemekte hayli zorluk çekiyorlardı. Hatta, Tayland ve İndonezya moratoryum ilân etmek zorunda kalacaklarından korkmuş, IMF’den yardım istemek durumunda kalmışlardı.

              O yıllarda Asya Kaplarının imdadına Japon sermayesi yetiştiydi. Şöyle ki, ‘80li yılların başından itibaren ucuz Japon mallarının, özellikle de Japon otomobillerinin, pazarlarını işgal etmiş olmasından şikayetçi olan ABD, Japonya’ya yen’in değerini arttırması, dampinge son vermesi hususunda baskı yaptı. Japonya, 1985’de baskıya boyun eğdi, yenin değerini arttırdı. Ancak, azalan ihracattan doğacak kaybını önlemek için, üretimini dış ülkelere aktardı. Yani, kendi ülkelerinden yapamadıkları ihracatı, dış ülkelerde kurdukları fabrikalardan yapma yoluna gittiler.

              Japonların doğrudan yatırım yapmak için seçtikleri ülkelerin arasında işçi ücretleri özellikle düşük olan Tayland, Malezya ve İndonezya vardı. Japonya bu ülkelere en az 15 milyar dolarlık yatırım yönlendirdi. Böylece neredeyse bir gece içinde dünün yoksul ülkeleri dünyanın önde gelen sanayi mamulleri ihracatçıları konumuna geldiler.

              Dıştan bakıldığında, uluslararası piyasalarda rekabet edebilecek kalitede mal üreten ve satan, IMF ve Dünya Bankasının “kapitalist kalkınma modeli”ne örnek gösterdikleri ülkelerdi. Yoksulluk tümüyle ortadan kalkmış olmasa da azalıyor, orta sınıf büyüyordu. Uluslararası ekonomiye tam entegre olmuşlardı. Devletin ekonomiye müdahalesi söz konusu değildi. Yabancı sermaye kendiliğinden ve doğrudan gelmeye devam ediyordu.

              Ancak, bir sorun vardı: ihracatın hemen tümünün üretimi gerçekleştiren yabancıların yani Japon üreticilerin denetiminde olması. Örneğin, ‘80li yılların sonunda Malezya’da, bilgisayarlar vb. elektronik eşya ihracatının %99’undan yabancıların denetimi altındaki şirketler sorumluydu. Makine ve elektrikli eşyanın %90’ı, kauçuk mamulleri ihracatının %80’i, tekstil ve hazır giyim ihracatının %75’i.

              Bunun ekonomik anlamı, Tayland, Malezya ve İndonezya’nın Japonya ile yaptıkları ticarette sürekli açık veriyor olmalarıdır. Neden çünkü sanayinin Japon sahipleri imalat için gerekli herşeyi kendi ülkelerinden ithal etmektedirler. Örneğin, 1992’de Tayland, Japonya ile yaptığı ticarette 8 milyar 300 milyon açık veriyordu! Malezya, 5 milyar 800 yüz milyon dolar! Ülke ekonomileri büyüdükçe aradaki fark daha da artıyor, dış ticaret açıkları gittikçe büyüyordu.

              Daha da kötüsü, 1993’den itibaren, Japonya, gözlerini işçi ücretleri Kaplanlar’ınınkinden daha da ucuz olan Çin’e ve Vietnam’a çevirmeye başladı. Çin’in ve Vietnam’ın iç pazarları daha büyük olması da bir başka tercih nedeniydi. Böylece, bir iki yıl içinde Tayland, Malezya, İndonezya üçlüsüne gelen yatırım miktarı azaldı. Japonya’nın Asya’ya yaptığı doğrudan yatırımlar, Avrupa’ya yaptıkları yatırımları bile aştı.

              1994’de Japonların Avrupa’daki yatırımlarının değeri 6.2 milyar dolardı, Asya’daki yatırımlarının değeri ise 9.7 milyar. Amerika, başından beri Japonların en çok yatırım yaptıkları ülke olma niteliğini sürdürüyordu:18 milyar dolar.

              Japonya’nın önceliklerinin değişmesi sonucu döviz sıkıntısına düşen Tayi ve Malezya hükümetleri, başka kaynaklar aramaya başladılar. Zamanlamayı iyi yapmışlardı çünkü kalkınmış ülkelerde genel bir durgunluk hakimdi, faizler buna bağlı olarak düşüktü, yabancı bankerler ve uluslararası bankalar gözlerini Güneydoğu Asya’nın “gelişmekte olan pazarları”na dikmişlerdi. Asya Kaplanlarının hükümetleri, döviz rezervlerini yükseltecek bu fırsatı kaçırmamak için, döviz alım satımlarının üzerindeki kısıtlamaları kaldırdılar, hisse senedi ve bono pazarlarını yabancılara açtılar, kurlarını dolara çıpaladılar, faiz oranlarını yükselttiler ve yabancı bankaların yerli işadamlarına dolar kredisi açmalarına imkân tanıdılar.

              Bütün bunların sonucu olarak 1985-89 yılları arasında Tayland’a giren yabancı portföy yatırımlarının tamamı $646 milyon dolarken, sadece 1995 yılında bu yatırım 5,5 milyar doları buldu, izleyen yıllarda daha da yükseldi. Burada bir hatırlatma: portföy yatırımı, uzun vadeli reel yatırımlara değil, hisse senetlerine, bonolara yönelen yatırım türü. Kısa vadede para kazanmayı amaçladığı için, en hafifmeşrep yatırımdır, portföy yatırımı. Yabancı yatırımcının en ufak bir terslikte elindeki kağıtları satıp kaçması beklenir.

              Yabancı portföy yatırımlarına ek olarak, 1993’de kurulan Bangkok Uluslararası Bankacılığı Kolaylaştırma teşkilatı, üç yıl içinde 50 milyar dolar borç bulmayı başardı. Tayland ekonomisi eski büyüme hızına kavuştu, ancak 1989’da 21 milyar dolar olan dış borç 1996’da 89 milyara yükseldi.

              Hemen ifade etmeliyim: Bu nokta, IMF ve Dünya Bankasının gelişmelere göz yummakla, daha da kötüsü, önyargılı olmakla hükümetlere, devletlere karşı “önyargılı” olmakla suçlandıkları nokta. Deniyordu ki, bu iki teşkilat hükümetlerin parasal oyunları söz konusu olduğunda fevkalade duyarlıdırlar, ama aynı oyunları bireyler oynadığında seslerini çıkartmazlar. Neden çünkü piyasa dinamiklerinin işleyeceğine, borçlanmayı makul bir yerde durduracağına ve borç alınan paraların verimli sahalara yatırılacağına güvenleri tamdır. En büyük yanlışı da burada yaparlar/yapmaktadırlar.

              Nitekim, Tayland’da borç alınan paralar verimli yatırımlara değil, inşaat müteahitlerine gitti. 1995 itibariyle dağ taş bina doldu. Üstelik satılmayan boş binalar, ölü yatırımlar. 1997’de müteahitlerin borçlarını ödeyemeyecekleri belli oldu. Onlar ödeyemeyince Tayland bankaları yabancı bankalara ödeyemediler. Bu derece vahim olmamakla birlikte aynı durum, Malezya, İndonezya ve Filipinlerde de yaşandı.

              Yabancı yatırımcılar Tayland’ı terk etme zamanının geldiğini düşünmeye başladılar. Tayland Merkez Bankasının paralarını ödeyebileceğinden kuşkuluydular. Zira, kur sabit tutulmuştu. Üstelik, ihracatın büyüme hızı düşmeye başlamıştı; 1995’de %26’dan %1996’da %1.

              Onlar da kağıtlarını satmaya, borçlarını tahsil etmeye koyuldular. Merkez Bankasının reservlerinin yetmeyeceği kısa sürede ortaya çıktı. Hükümet bir süre baht üzerinden – Tayland’ın para birimi “baht” - faizleri yükselterek karşı koymaya çalıştı. Olmayınca, kuru dalgalanmaya bıraktı. Tek bir gün içinde bahtın değeri %18 düştü. Bunu hisse senetleri satışlarının hızlanması izledi. Ardından bonoların fiyatları düştü. Hisse senetleri, bonolar derken baht’ın değeri daha da azaldı.

              Tayland’da durum böyle olunca, yabancı yatırımcılar ve spekülatörler İndonezya ve Malezya’dan da kuşkulanmaya başladılar. Aynı dış borçlanma, bütçe açığı, dolara-bağlı kur, inşaat patlaması bu ülkelerde de vardı. Sonuçta, ne olur ne olmaz, paralarını bu iki ülkeden de çekmeye karar verdiler. Bu defa İndonezya ve Malezya’da da hisse senedi ve bono piyasaları düşüşe geçti. Temmuz ayı bitmeden Malezyanın ringgit’i, İndonezyanın rupyah’sı değer kaybetmeye başladılar.

              Ekonomilerinin tümden çakılmasını önleme gayreti içinde, önce Tayland sonra da Indonezya IMF’ye başvurdular. IMF, mutad reçetesini önerdi. “Mutad reçete”den daha önce söz etmiştik: özelleştirme, ticaret kurallarının ihracatın önünü açacak, yabancı sermayenin ül***e doğrudan girmesini sağlayacak şekilde serbestleştirilmesi, dış borçların yenilenmesi ve kemer sıkma. Tayland ve Indonezya, reçeteyi kabul ettiler. Malezya hayır dedi, kendi yapısal değişim programını kendisi hazırlamaya koyuldu.

              Kriz, Güney Kore’de - Güneydoğu Asya’daki olaylar tarafından tetiklenmiş olmakla birlikte - biraz farklı seyretti. Tayland, İndonezya ve Malezya gibi değildi Kore. Orada yerli sanayinin uzunca bir geçmişi vardı, ve Kore’nin sanayileşmesinde Japon teknolojisi, Amerika’nın siyasi ve mali desteği rol oynamıştı ama asla başrol değil. Kore’nin sanayileşmesi askeri diktatörlüklerin zorlamasıyla, emir komuta zinciri altında, işçiyi ezerek, halkın özellikle de öğrencilerin zaman zaman kanlı çatışmalara dönen muhalefetine rağmen gerçekleşmişti. ’80’li yılların sonlarında Kore dış ödemeler dengesi artıya geçmiş, hatta Japon üreticilerini ürkütür duruma gelmişti. Sadece Japonları değili Amerikalıları da öyle. Hatta, Amerika, Kore’den parasının değerini arttırmasını ve pazarlarını Amerikan mallarına açmasını istemek durumunda kaldı. Yine bu yıllarda, işçi ücretleri artmış, işçiler örgütlenmeye, devletin baskısı yumuşamaya başlamıştı.

              Kore’nin başarısının ters döndüğü nokta “chaebol” dedikleri şirket gruplaşmaların devletin baskısının azalmasıyla birlikte kârlarını verimli yatırımlara değil, spekülâtif yatırımlara yöneltmeye başlamaları. Hal böyle olunca, ihracat hamlesi hızla yara aldı. Hem az önce saydığım nedenlerle, hem de Güneydoğu Asyada konuşlanmış Japon firmalarının rakabetleriyle.

              1989’da artı verden dış ticaret, on yıl sonra 1996’da 23.7 milyar dolar açık veriyordu. Aynı yıl, en büyük 30 chaebol’ün kârı %90 düştü. Devlet, işçi ücretlerini dondurmaya kalktı ama Kore artık Park’ın Kore’si değildi. İşçiler 1996-97’de genel greve gidince, hükümet geri çekilmek zorunda kaldı. Sonuçta, ülkenin en büyük chaebolleri iflaslarını ilân etmek zorunda kaldılar, 1997’de.

              Söylentinin olgudan beter olması durumu ekonomide pek geçerlidir. Nitekim, en büyüklerinden de olsa, birkaç chaebolün iflas etmesi, hem diğerlerinin hem de Kore bankacılık sisteminin sorgulanmasına yol açtı.

              Dahası, o yıl Kore’nin toplam 110 milyar dolarlık dış borcundan 70 milyarının ödenmesi gerektiği yıldı. Bunlar artı Güney asya kaplanlarındaki durum, yabancı yatırımcıların tedirginliğini arttırdı, Kore kağıtlarını da ellerinden çıkarmaya koyuldular. Kasım 1997. Kore kendisini dış borçlarını ödeyemediği vahim bir krizin içinde buldu. Aralık 1997’de IMF reçetesini kerhen de olsa kabullenmek zorunda kaldı.

              Güney Asya Krizi üzerinde çok konuşuldu. Çeşitli dersler, bazen de birbirleriyle çelişen dersler, çıkarıldı. IMF, 1997 Krizini, lâubali kapitalizme, yani iş ahlâkını hiçe sayan kapitalizme ve yolsuzluklara bağladı. Eğer piyasa gerçekten serbest olsaydı, bankaların nüfuz sahibi ama iş bilmeyen adamlara muazzam krediler açmalarını ya da sermayenin beton yığınlarına gömülmesi önleyecek bağımsız denetim kuruluşları bulunsaydı, işler bu hale gelmezdi diyorlardı.

              Ama IMF muhalifleri – bu arada hemen ekleyelim, muhalefet IMF gibi bir kuruluşun varlığına değil, hali hazır programlarına olan muhalefettir.

              Kimler bu IMF muhalifleri? Meselâ, eski bir IMF çalışanı, halen Harvard Üniversitesinde Uluslararası Kalkınma Enstitüsünün başkanı Jeffrey Sachs. Sonra, Dünya Bankası baş iktisatçısı Joseph Stiglitz. Başkan Reagan’ın ekonomi baş danışmanı Martin Feldstein, hatta Milton Friedman. Economist, Financial Times gibi ciddi yayın organları.

              Bu insanlar, Güney asya krizinde lâubali kapitalizmin, yolsuzlukların payını teslim etmiyor değiller ancak esas meselenin Güney asya’nın üretim biçiminden kaynakladığı husunda ısrarlılar. Dahası, ihracata-dayalı kalkınma modellerinin istikrarlı büyüme sağlayamadığını kabul etme zamanının geldiğini söylüyorlar. Onlara göre hükümetler mali ve sınayi kurallarını gevşettiklerinde hem yolsuzluklar, usulsüzlükler başlıyor, hem de paradan para kazanmak olgusu ortaya çıkıyor. Paradan para kazanmak varken, sermayedarları uzun soluklu reel yatırımlara yöneltmek de neredeyse mümkün değil.

              Ve diyorlar ki, IMF türü neo-liberalizm kapitalist çıkarları korumanın dışında işe yaramadığını kabul etme zamanı gelmiştir. İlericiler, IMF’nin Güney asya’ya sunduğu reçetelere direnmekte yerden göğe haklıdırlar. Şu şerhle ki, bu direniş, Güney asya rejimlerini onurlandırmak şeklinde olmamalıdır.

              13.Bölüm: RUSYA KRİZİ

              Yüzde 2000’i aşkın enflasyon!!! Dile kolay.

              1992’de Rusya kendisini böylesine korkunç – korkunç kelimesi bile yetmiyor ekonomik cinnet demek belki daha doğru – ekonomik cinnetin içinde buldu. 1991 sonbahar ve kışında Moskova’yı ziyaret edenler hatırlayacaklardır: gıda marketlerinin bomboş raflarını, uzayan kuyrukları, karların üzerinde kıvrılıp kalan aç Moskovalıları. Seker, tuz, patates, sabun hatta kibrit bile karneye bağlanmış, karaborsa almış yürümüştü. İki şalgam, birkaç havuç dört kişilik bir ailenin bir haftalık yiyeceği...

              1991-92 Rusya’nın İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşadığı en feci süreç oldu.

              Oysa, tabiatın çok cömert davrandığı bir ülke Rusya. Petrol, elmas, altın, bakır, manganez, alüminyum hidroksit, uranyum, gümüş, platin, grafit üretiminde dünyanın en büyüklerinden. Ve bunlar dünyanın talep ettiği, anında nakit ödemeye hazır olduğu servetler. Buna ilaveten, kimya sanayinde, uzay sanayiinde dünyanın en önde gelen üreticilerinden. Çelik üretiminde Japonya’dan sonra, dünya ikincisi.

              O yıl, Rusya’nın Cumhurbaşkanı Boris Nikolayeviç Yeltsin, Sovyetler Birliğinin Başkanı ise Mikhail Sergeyevich Gorbaçov’du. Gorbaçov iktidarını tanımlayan iki kavram: “Glastnost” açıklık, ve “perestroika” yeniden yapılanma. Yeltsin, Gorbaçov’un reformlarıyla yetinmeyen, Parti toplantılarında onu işleri ağırdan almakla suçlayan enerjik adam. Kendilerini reformlara adamış iki lider, iki güçlü kişilik. Buna karşın, dağılmak üzereymiş gibi duran bir ülke ve acil önlemlerin alınmasını zaruri kılan kıtlık, yokluklar.

              2 Ocak 1992, hükümetin dondura geldiği fiyatları serbest bıraktığı gün. 2 Ocak 1992 tarihe Rusya’nın serbest pazar ekonomisine adım attığı, Rus kapitalizminin tohumlarının ekildiği gün olarak geçti. “Rus kapitalizmi” diye vurguluyorum, çünkü sonraki yıllarda “kapitalizm”in bir de “Rus” çeşitlemesi olduğundan bahsedilir oldu.

              Bazılarına göre, Rus kapitalizmi, “kauçuk baronları” denilen sömürge patronları benzeri zalim işverenler, hükümetin yerini almış devasa bir mafya, herkesi kapsayan hırsızlık, ekonomik tıkanma, küçük bir azınlığın görgüsüz lüks tüketimine karşı milyonlarca insanın yoksullaşmasından ibaret bir sistemdi.

              Öte yandan Leon Aron gibi diğer bazı uzmanlara göre bu çizilen kaba bir resimdir ve gerçekleri anlatmıyor. Böyle düşünenlere göre, Rus kapitalizmi çelişkilerle malûl olmakla beraber, giderek güçlenmekte, Rus toplumuna az sayıda da olsa nitelikli katkılar sağlamaktadır. Rus kapitalizmin henüz çok yeni olduğuna işaret ediliyor, ve kaldı ki, deniyor, Rus kapitalizminin ekildiği toprağın türü çok farklı.

              Bir kere, yeni Rusya’nın devraldığı Sovyet ekonomik ve siyasi mirası, çağdaş piyasa ekonomisinin işleyişine bütünüyle ters düşen bir mirastır. İkincisi, kapitalizme geçiş, ekonomik ve siyasi şartların çok ağır olduğu bir zamana denk gelmiştir. “Uygar kapitalizm”in - gelişmiş ülkelerin kapitalizmine “uygar kapitalizm” deniyor! – uygar kapitalizmin kurumsal, toplumsal ve yasal, meselâ, ticaret kanunu, kontrat, tarafsız mahkemeler gibi yasal temellerinin atılmasına vakit kalmamış, ekonomik kararlar üzerinde uzun boylu düşünülemeden, alelacele alınmak zorunda kalınmıştır. Üçüncüsü, Batı’da demokrasi, özel mülkiyet ve kapitalizm yerleştikten yüzyıllar sonra geldiydi, ama Rusya’da tam tersi oldu: ortaya önce demokrasi sonra kapitalizm gibi bir durum çıktı. Ve dördüncüsü, Rusya’nın bu yeni devrimi “kadife eldivenli” dedikleri türden bir devrimdi. Komünizmden kapitalizme geçişte tek bir kurşun atılmadı. Sovyet nomenklaturası siyasi gücünü, ekonomik güçle takas etti ve sustu.

              “Nomenklatura” Rusça bir kelime, Türkçe karşılığı ekâbir olabilir. Uluslararası literatürde komünist ülkelerin ayrıcalıklı seçkin bürokratları anlamında kullanılıyor.

              Nomenklatura, devletin idare edegeldikleri varlıklarını kendi üstüne geçirdi, fiili sahibi oldu. Böylece Rus ulusal servetinin yönetimi, ülkenin ekonomik hakim sınıfının - sanayi “nomenklatura”sının – eline geçti.

              Yeni Rusya, bir de Sovyetler ve Sovyetler öncesinden gelen dört yüz yıllık bir çarist “devlet baba” geleneği ile halleşmek durumundaydı.

              “Devlet baba” geleneğinde siyasi otorite sadece ulusun ekonomisini değil, bireylerin mülklerini de idare eder. Bu, çarlık Rusya’sında böyleydi. Daha sonra Bolşevikler devraldığında özel mülkiyet kavramı tamamen ortadan kalkınca, devlet baba sistemi daha da yerleşti.

              Rus “devlet baba” sisteminin bir diğer yönü, Rus devleti ile Rus vatandaşları arasında “toplumsal kontrat” denilen bir mutabakatın olmamasıdır. Yani, Rus vatandaşları Rus devletini bir baba, bir patron olarak görmeğe kurgulanmışlardı, hiçbir zaman “bir ortak” olarak değil. Yasalara devletten korktukları için uyuyorlardı, özgür iradeleriyle kabul ettikleri toplumsal kurallar oldukları için değil. Yine Leon Aron’a göre, Rus halkı öylesine haksız, öylesine akıldışı yasalara, öylesine uzun yıllar muhatap olmuşlardı ki, sosyalist sistemin çökmesiyle birlikte adeta zincirlerini kırdılar ve birkaç yıl içinde hiçbir kural tanımayan bir ulus olup çıktılar.

              Bireysellikleri yırtıcılığa dönüştü. Özel alanlarını kıskançlıkla korurken, çıkarlarını her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmenin peşine düştüler. Devletle ilişkileri bir yandan mutlak bir bağımlılık, öte yandan devlete içerleme, güvenmeme hatta husumet duyma şeklinde gelişti. Sadece devlete de değil, herhangi bir örgütlü siyasi güce aynı duygularla yaklaşır oldular.

              Ünlü bir Rus siyaset sosyologu, Igor Kliamkin’in demesiyle, “komünist ortakçılık, başkasına hak tanımayan bireyciliğe” dönüştü.

              Anlata geldiğim bu ruh halinin konumuz açısından önemi, Rusya’da kamuya ait olan varlıkların yağmalanmasındadır. Yeni yeni güçlenen hırslı ve yoksul Rus girişimcileri, devletin satın alınmaya hazır bürokratlar tarafından temsil edilen zenginliklerine lisanslar, kotalar, krediler aracılığı ile el attılar. Yolsuzluk ve organize suç böyle ortaya çıktı. Ve anlaşılan ne Rusya kadar zengin başka bir devlet vardı, ne de yeni yetme Rus girişimcileri kadar fütursuz kapitalistler.

              Sonuçta, bütçe açığı Gayrisafi Milli Hasılanın %7.5’ini buldu. Vergi kaçağı dev boyutlardaydı. Devletin harcamalarını kısması, tasarrufa gitmesi varolan sistem çerçevesinde fevkalade güçtü. Çünkü büyük Rus ordusunun masrafları bir yana, milyonlarca sanayi işçisinin ücretleri de devlet bütçesinden ödeniyordu. Dahası, yine Sovyetler’den kalma bir miras gereği, devlet vatandaşlarının kira ve elektrik, su, ısınma, telefon giderlerini desteklemekle yükümlüydü. Hem de ne destek! Ortalama bir Rus ailesi kira ve diğer giderlerinin sadece %3’ünü kendisi karşılıyordu. Rus devletinin kira vb. sübvansiyonlara ödediği para, savunma bütçesinden daha fazlaydı.

              Bir yanda ölümcül yara almış sosyalist sistem, öte yanda işlemeyen kapitalist sistem... Rusya bunların ikisinin arasında kaldı. Ekonomi %13 küçüldü, bütçe açıkları %30 büyüdü, hazine boşaldı, ruble %86 değer kaybetti, enflasyon %138’e tırmandı. Ticaret ancak takas şeklinde sürdürülebilir hale geldi. Rus dış ticaret bankası Vnesheconombank iflasını ilan ettiği tarih, Ekim, 1991.

              Acil önlemler paketinin birinci maddesi, fiyatların serbest bırakılması, ikincisi özelleştirmeydi. Birincisinin nedeni belli: ürünlerin gerçek fiyatlarının pazarda, arz-talep uyarınca, saptanmasına imkân tanımak, böylece üreticinin önünü görmesini sağlamak. Özelleştirme ile yapılmak istenen de Rusya’nın çökmüş oturan dev sanayi altyapısını harekete geçirmek. Özelleştirme, 1992-1995 ve 1995-1996 olmak üzere iki etapta ele alındı.

              Şimdi, tecrübesizlikten doğan hatalar, suistimaller bir yana - Rusya’da mahalleler dahil, her şey devlete aitti. 144 milyon nüfuslu bir ülkede bir mahalle nasıl özelleştirilir? Diye düşünürsek, nasıl dertli bir iş olduğunu anlarız! Dahası, Rusya’da her şey herkese ait olduğundan bir mahalledeki bir evin ülkenin nüfusu kadar sahibi vardı! Öyle zaman oldu ki, Ruslar, çoluk çocuk herkese 144 milyon ortaklık belgesi dağıtmak zorunda kaldılar! İçinden çıkılamaz bir hal aldı! Böyle olunca, özelleştirilecek kurumları eski yöneticilerine verip kurtulmak evlâ göründü. Öyle yaptılar. Bu defa da işletmecilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bürokratların yönetim kurulu başkanı oldukları şirketimsi şeyler ortaya çıktı. Bu eski müdür yeni işletmecilerin özelleştirmenin asıl amacı olan verimliliği sağlamaları mümkün değildi.

              Hükümet bu defa satmayı denedi. En iyi durumda olan kamu şirketlerinden başladılar –1995-1996 dönemi – ancak, yabancı sermaye Rusya’daki karmaşadan ve enflasyondan yılmıştı, yerli sermaye yok gibiydi. İhaleye çıkan şirketler, değerlerinin çok altına, üstelik siyasi nüfuzunu en iyi kullananlara gitti. Sabrı taşan Yeltsin, Başbakan Cherneomyrdin’in bakanlar kurulu lâv etti, yerine adı hemen hiç duyulmamış Kiriyenko’yu atadı. 23 Mart 1998.

              Bu tarih aynı zamanda Güneyasya Kaplanlarının kaynadığı tarih. Bir de üstüne petrol fiyatları düşünce, piyasalar büsbütün karıştı. Öyle ki, Rusya’nın en büyük petrol şirketlerinden birisi olan Rosneft 26 Mayıs’ta satışa çıkarıldığında alıcı bulamadı. IMF’nin 670 milyon dolarlık kredi ile devreye girmesi borsayı yükseltmeye yetmedi.

              1998 Temmuzunda uluslararası piyasadan, yani özel finansman şirketlerinden, 22.6 milyar dolar bulundu. Bunu IMF’nin 11.2 milyarlık kredisi izledi. Borsa yükseldi ancak bu defa da ünlü uluslararası yatırımcı George Soros’un demeci patladı: Soros, Rusya’nın rubleyi devalue etmesi gerektiğini söylüyordu. George Soros kim? George Soros, Soros Yatırım İşletmesi isimli bir şirketin sahibi. Güneydoğu Asya’dan, Avrupa’ya, Latin Amerika’ya kadar dünyanın dört bir yanında milyarlarca dolarlık yatırımları var. Bu konumu nedeniyle dünya para piyasalarında söz sahibi. Bir demeci piyasaları harekete geçirmeye yetiyor. 1930 Macaristan doğumlu, 1956’dan beri Amerikan vatandaşı.

              Krizin patladığı 1998’de Soros’un bir milyar doları Svyazinvest isimli bir telekomünikasyon şirketinde bağlıydı. Nitekim aynı yılın Ağustosunda Soros kuruluşları, Rusya’ yatırımlarından 2 milyar dolar kaybettiklerini açıkladılar.

              George Soros’un demeci borsanın çakılmasına yetti! 13 Ağustos. Başbakanın hazinenin iyi durumda olduğuna ilişkin sözleri fayda etmedi. Yeltsin’in asla devaluasyon yapmayacağına yemin etmesi de fayda etmedi.

              Zaten Yeltsin’in yemininden dört gün sonra 17 Ağustos’ta Hükümet rublenin değerini düşürmek zorunda kaldı. Ayrıca, bankaların yabancılara olan borç ödemelerini 90 gün süreyle ertelemeleri istedi.

              Basın, “Yeltsin ruble ile beraber kendi değerini de devalue etti” diye ayağa kalktı. Ekonomi Başdanışmanı istifa etti. Rus halkı ellerindeki rubleleri dolara çevirmek için uğraştı. Yeltsin bu defa da Kiriyenko’yu azletti, Chernomyrdin’i yeniden başa getirdi. Ama rubleyi son dört yılın en büyük değer kaybını yaşamaktan kurtaramadı. Aynı gün, Yeltsin ve Chernomyrdin 40 milyar doları bulan iç borç ödemesinin ertelendiğini ilân ettiler. Bu aslında Hükümetin borçlarını ödeyemeyeceğini söylemesi anlamına geliyordu. Ertesi gün, Merkez Bankası, rezervlerinin eridiğini, rubleyi desteklemek için bundan böyle dolar satmayacağını açıkladı. Ruble, bir daha değer kaybetti. Rus halkı tasarruflarını çekmek için bankalara koşuştu. Dükkanlar mallarını yeniden fiyatlandırmak üzere kapandılar. Yeltsin keza. Cumhurbaşkanı iki gün işe gelmezken, Merkez Bankası da tüm işlemleri durdurduğunu ilân etti.

              1999 dünyada petrol ve maden fiyatlarının arttığı yıl. Değeri düşük ruble ve artan fiyatlar ihracatın yükselmesine yardımcı oldu, durum bir yıl öncesine göre az da olsa bir gelişme gösterdi. Buna rağmen 1999 yılı Gayri safi milli hasılası 1990 yılı gayrisafi milli hasılasının sadece %59’u kadardı. Dokuz yıl içinde Ruslar, gelirlerinin %40’ı kaybetmişlerdi. Rus Devlet İstatistik Komitesi rakamlarına göre sanayi üretimindeki düşüş yarı yarıya. 1990 üretiminin %55’i. Diğer bazı kaynaklara göre bu iyimser bir rakam.

              IMF’nin şart koştuğu yasaların çıkartılması ‘99 Temmuz’unu buldu. IMF bunun üzerine 4.5 milyar dolar kredi vermeyi kabul etti. Ama tabii bu Rusya’nın IMF’den aldığı ilk kredi değildi, para öncelikle aldığı diğer kredileri ödemekte kullanılacaktı. IMF muhaliflerinin “dış borçların yenilenmesi” dedikleri durum. IMF ayrıca yeniden yapılanmayı şart koştu ki, bu Rusya’nın durumunda yüzlerce yıllık bir sistemin değiştirilmesi demek!

              Son bir not: 2000 itibariyle Rusya’nın borcu 15 milyar dolardan fazla. Ve bu IMF’nin verdiği en büyük borç!

              Yorum

              İşlem Yapılıyor
              X