Refik Halit Karay

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • izmirsat
    Member
    • 30-09-2006
    • 1543

    Refik Halit Karay

    Refik Halit Karay

    Ünlü gazeteci ve yazar Refik Halit Karay tedavi gördüğü Şişli Sağlık Yurdu’nda 18 Haziran 1965’te öldü. 15 Mart 1888’de İstanbul’da doğan Karay, Galatasaray Sultanisi’ndeki öğreniminden sonra Hukuk Mektebi’nde okudu ve bir yandan da Maliye Nezareti’nde çalıştı. Meşrutiyetin ilanı üzerine okulunu ve işini bırakarak gazeteciliğe başladı. Servet-i Fünun ile Tercüman-ı Hakikat gazetelerinde çevirmenlik yaptı ve yalnızca iki hafta çıkabilen Son Havadis gazetesini kurdu. Fecr-i Ati topluluğunda yer alan Refik Halit, Kalem ve Cem mizah dergilerinde “Kirpi” imzasıyla yazılar yayımladı. Ancak, yönetimdeki İttihat ve Terakki Fırkası’na muhalif tutumu yüzünden Sinop’a sürüldü. Sürgün dönemi Çorum, Ankara ve Bilecik’te devam eden Karay, 1918’de Ziya Gökalp’in çabalarıyla İstanbul’a dönerek Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliğine ve gazeteciliğe başladı. Mütareke yıllarında Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na giren Karay, 1922’de Aydede adlı mizah dergisini çıkarmaya başladı. Kurtuluş Savaşı’na karşı yazıları ve davranışları nedeniyle zaferden sonra “Yüzellilikler” listesine alınınca, yurdu terk etmek zorunda kaldı. 15 yıllık sürgün yaşamını Beyrut ve Halep’te geçiren yazar, burada Doğruyol ve Vahdet adlı Türkçe yayımlanan gazeteleri yönetti. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda, Atatürk’ün yazılarını çok sevdiği Karay’ın yurda dönmesini istediğini ve içişleri bakanına bu durumu çözmesini söylediğini, bunun üzerine bakan Şükrü Kaya’nın Karay’a bir sınır karakoluna teslim olmasını teklif ettiğini, ancak Refik Halit’in bu çözümü reddettiğini ve böylece “Yüzellilikler”in affı için 1938’de bir kanun çıkarıldığını yazar. Refik Halit yurda döndükten sonra yeniden gazeteciliğe başladı, ancak, politikayla hiç ilgilenmedi. Yazar, Türk öykücülüğünün Anadolu’ya yönelmesini sağlamış, yapıtlarında akıcı, gündelik konuşma dilini kullanmıştır. Romanlarında gerçekçilikten popüler romana doğru bir geçiş gösteren Karay’ın önemli yapıtları arasında İstanbul’un İki Yüzü, Nilgün, Bugünün Saraylısı, Guguklu Saat, Üç Nesil Üç Hayat sayılabilir.

    Refik Halit Karay’ın uslubu
    Bugün bir çok romanı içerik açısından aşınmış, önemini yitirmiş ve popüler edebiyatın bir parçası niteliğine bürünmüş olsa bile, anlatım özellikleri açısından dikkate alınması gereken bir yazardır Refik Halit. Hem dili kullanışı, hem de anlatım tarzı Milli Edebiyat öykücülerine benzer, ama, konu seçimi ve ideolojisi ile ayrılır onlardan. Kısa ve sade cümleler kurarken çok zengin bir sözcük dağarcığı vardır. Karay, psikolojik tahlillere yer vermemekle birlikte, canlandırdığı karakterlerini titiz bir gözlemle aktardığından, bu karakterlerin psikolojisine ilişkin ipuçlarını yakalamak zor değildir. Karay’ın insan tiplemeleri olay ve mekan içinde, gündelik dile uygun diyaloglarla konuşup hareket ederken, cinsel istekleri de dahil olmak üzere, bütün insani özellikleri yerli yerindedir.

    Genellikle üçüncü tekil kişi ağzından anlatılan romanları, klasik anlatım geleneğinin giriş, gelişme, sonuç kuralına sıkı sıkıya bağlı olduğundan, düzgün bir zaman sıralaması izleyen bu metinler hem akıcı, hem de kolay okunur özelliktedir. Bu tarz anlatımdan kaynaklanabilecek en önemli tehlike olan tekdüzeliği ise, öykülerine kattığı merak duygusu uyandıracak motiflerle, ve –bu romanında olduğu gibi- şaşırtıcı sonlarla bertaraf eder.

    Edebiyatla, yazmakla ilgilenen herkesin mutlaka okuması ve incelemesi gereken bir yazar Refik Halit Karay. Üstelik, ilk bakışta içerik bakımından eskimiş görünmekle birlikte, geleneksel insan davranışlarını aktardığından, her dönemde keyifle okunabilir romanları.

    A. Ömer Türkeş

    METİN ÖRNEKLERİ - REFİK HALİD KARAY
    BOÐAZİÇİ, OLDUÐU GİBİ

    Bu sabah uyandığım zaman içimde güzel bir rüyanın keyfini duydum; zihnimde bir alaimisema açılmış gibiydi; peri masalı dinlemiş bir çocuk kafası nasıl renk, ışık, hayal ile dolu ise benim yaşlı başım da öyleydi, batan ve çıkan al güneşlerle, kayıp giden mor sularla, kucağında ay yüzdüren havuzlarla, silkindikçe yaprak yerine yıldız serpen ağaçlarla süslü idi.

    O kadar ki başımın yerinde bir Japon feneri sallanmaktadır sandım. Hülyadan ve masaldan ibarettim.

    Bu, niçin böyle diyordum, ne rüyası gördüm? Sonra hatırladım: Dün akşam Boğaziçi'nde bir gezinti yapmıştım, hala onun tesiri altında, lezzeti içinde idim.

    İstanbulu her güzel gününden istifade ederek bir teviye gezmekteyim. Evvelki hafta Büyükada'ya gittim. Ayayorgi tepesinde yemek yedim. Geçenlerde sandalla Haliçte bir gezinti yapmış, Silahtarağaya kadar uzanmıştım. Moda ve Kadıköyünden, eskidenberi hoşlanırım. Kalamış çok sevdiğim bir yerdir. Erenköy civarı zaten çocukluğumun ve gençliğimin hatıralarla dolu bir semtidir. Tabii Florya'yı da unutmuyorum. Hulasa, hiçbirinin zevkinden kendimi mahrum ettiğim yok.

    Fakat bütün bunların içinde, daha evden çıkarken yüreğimde tatlı helecanını, kavuşma sabırsızlığını duyduğum yer Boğaziçi'dir. Boğaziçi dahi şair dediğimiz tabiatın Cihan isimli şiir kitabında rastlanan iki şaheser mısradır. Yazık ki otuz seneden beri yeni nesiller kübist ve fütürist modasına kapılarak o iki mısraın tam kıymetini veremiyorlar, tam zevkini sizimiyorlar. Açık deniz ve geniş plaj merakı Boğaziçinin arabesk ve oyuncaklı güzelliğini ihmale uğrattı. Şiir, heykel, mimarlık bugün, iki tarafına beton rıhtım çekilmiş bir kanal; dosdoğru, dümdüz ve çok yavan bir su cetvelidir; kaprisli, zikzak, yılankavi Boğaziçi değildir.

    O moda devrini ikmal etmek üzeredir, tekrar eski tarza, eski üsluba dönmek zamanı yaklaştı. İstanbul halkı da, kırak ve kurak tarlalardan bezip yakında Boğaziçinin her dönemecinde bir başka güzellik gizlenen manzarasına avdet edecektir ve herhalde kübik kulübelerini buraya taşımayacaktır.

    Eskiliğin en çok yaraştığı ve yeniliğin hiç de hoşlanmadığı yer Boğaziçidir. Orada çimento kalıbı modern inşaatı yasak edecek bir kanun maddesini bakalım hangi zevk ehli ve tabiat sahibi devlet adamımız başaracak... Nevyork sergisindeki Türk üslubu güzel paviyonumuzun resmine bakarken düşündüğüm şu oldu: Onu, mesela Emirgan kıyısına kurmak! Suadiye ve Floryaya yakıştıramadım.

    Evet, Boğaziçi harap bir haldedir, yıkık ve yanıktır, hazin ve boştur. Eski devirlerin büyük ailelerinden kalma kocaman yalılar çöküktür; bahçelerinde tarhlar silinmiş, yerlerini otlar ve sarmaşıklar kaplamıştır; mermer aslan ağızlarından akan sular kesilmiş, havuzlar kurumuştur; denizin dili törpüden daha keskin ve hain çıkmış, kalın meşe direkleri yemiş, binaları çökertmiştir. Kayıkhane kapıları ile rıhtım parmaklıklarını rutubet çürütmüş, taşları küf, demirleri pas kemirmiştir. Korularda yıldırım yeyip devrilmiş, bakımsız kalıp kurumuş agğaçlar vardır; tepelerde yetim kalmış köşelere, koylarda dizüstü düşmüş evlere rastgeliyoruz.

    Fakat Boğaziçine bu hüzün, bu melal, bu mazi ve bu geçmiş zaman ne kadar yaraşıyor! Tenhalığı ne dinlendirici, bikesliği ne hoş! O tenhalık sayesindedir ki suların taş kovuklarındaki fısıltısını ağustos böceklerinin kırlarda ötüşünü ve geceleyin bülbüllerin ormanlarında serenadını daha rahat, daha vuzuhla işitiyor ve dinliyoruz.

    -Dinle ve dinlen!

    Diyor. Ve orada insan denizi dinliyor, rüzgarı dinliyor, aydan ve yıldızlardan bile birşey dinliyor; hep tatlı mırıltılar, fısıltılar, hışırtılar ve şıkırtılar dinliyor ve kulağı bunlarla dinleniyor, gözü yeşillikler ve maviliklerle dinleniyor, vücudu gibi ruhu da dinleniyor.

    Gölge, ışık, su oyunlarının en sanatkaranesini, en çeşitlisini ancak orada seyredersiniz: Akşam üstü veya seher vakti bir köy manzarası bir <feeri>, bir Hint ve Çin masalıdır. Ya mehtapta? Zaten ay bana, İstanbulda sırf Boğaziçi körfezleri için doğar da başka semtlerde hatır için dolaşır zehabını verir. Körfezde tek bir kandil ışığı bile sihirlidir, manalı, derin ve düşündürücüdür.

    Güneş ışıkları ise oralarda dokunsan ses çıkaracak ve çarpsan kırılacak kadar billurlaşmıştır. Koru gölgeleri her yerdekinden daha koyu, basınca gömüleceğinizi sandıran bir yumuşaklıktadır; bir nevi kuş tüyü yastık gibi çekip başınızın altına koyacağınız gelir. Kıyılarda sarayların fağfur kaseler gibi nazik, narin bir duruşu, tepelerde fıstıkların avize gibi asılıp bir renkten renge girişi vardır, başlıbaşına bir seyrandır. Mermer bedenli zarif çeşmelerini yaşlı, saltanatlı koca çınarlar ne hırsla, ne zevkle kucaklarlar... Bana bir taze cariyeyi kürkünün içine saran, sarmalayan iri kavuklu ve samur cüppeli yeniçeri ağasını hatırlatır!

    Boğaziçinin en seçme güzelliği, zaten, hal içinde daima mazi kalmasındadır. İnsan sadece dünyanın en hayret verici tabiat manzaralarını görmeye gitmez, eski zamanları da yad için vesile bulur. Boğazda yalnız bugünün zevki sürülmez, biraz da dünkü hayatın, tarihin keyfi de tadılır.

    Onun içindir ki iki kıyısına kübik evler ve gazinolar kondurulmuş bir boğaziçi, üzerine badana vurulmuş bir mozaik tavan kadar çirkin görünebilir, san'ate bir zulüm teşkil eder. Mimarlıkta kübizm nedir? Damsız, şehnişinsiz, cumbasız, sundurmasız, bu başı kuyruğu, kanadı, gagası kopmuş kuş üslubu. Nasrettin Hocanın leyleğini akla getiren bir komik inşa tarzı değil midir?

    Boğaziçinde yükseklere tırmanmak isteyenler için sırtlar arkanızda ta yanınızda hazırdır; düz yolu sevenler içinse rıhtım boyu önünüzdedir. Avların en eğlencelisi olan balığa Boğaz geniş bir akvariomdur; hatta yalınızın penceresinden bile oltanızı atabilirsiniz!

    Boğaziçi her yaş, her meslek, her hilkat için bir hususi güzelliğe haizdir, onun büyük mikyasta, yepyeni, boya kokusu üstünde ve kireç kuyusu önünde bir imara da ihtiyacı yoktur.

    Boğaziçi şimdiki haliyle, olduğu gibi, yarı hara, yarı mamur, yarı mahzun, yarı şen her zamanından, her devrinden daha güzel, daha cazibelidir; onu bu şekilde sevelim. Çok keser sesi, çok çimento kokusu istemez: Perileri kaçırmayalım!
İşlem Yapılıyor
X