Diyarbakır-21

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • orbay
    Senior Member
    • 11-02-2005
    • 5871

    Diyarbakır-21

    GENEL BİLGİLER

    Yüzölçümü: 15.355 km²

    Nüfus: 1.460.714 (2007)

    İl Trafik No: 21

    Isının 40-50 dereceye vardığı yaz günlerinin bunaltıcı sıcaklığından kurtulmak amacıyla gelişen düz damlı evleri ile tipik yöre mimarisinin günümüzde de yaşatıldığı Diyarbakır, uzun surları, Malabadi Köprüsüyle görülmesi gereken bir ildir.

    İLÇELER:

    Diyarbakır ilinin ilçeleri; Bismil, Çermik, Çınar, Çüngüş, Dicle, Eğil, Ergani, Hani, Hazro, Kocaköy, Kulp, Lice ve Silvan'dır.


    COÐRAFYA

    Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin orta kısmında, Elcezire'nin (Mezopotamya) kuzeyinde yer almaktadır. Doğuda Siirt ve Muş batıda Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya kuzeyde Elazığ ve Bingöl güneyde ise Mardin illeri bulunmaktadır.

    Diyarbakır, yeryüzü şekilleri açısından genelde dağlarla çevrili, ortası hafif çukurlaşmış görünümündedir. İl, Güneydoğu Torosların kollarıyla çevrilidir. İlin en yüksek dağı Muş sınırı yakınındaki Anduk Dağıdır (2830 m.)

    Diyarbakır ilinde sert ve kurak bir yayla iklimi hakimdir.

    TARİHÇE

    Diyarbakır tarihinin, önceleri M.Ö.3000 yılına kadar uzandığı bilinirken, son zamanlarda Çayönü kazıları ile yapılan araştırmalar sonucunda uygarlık geçmişinin M.Ö.7500 yıllarına kadar uzandığı belirlenmiştir. Diyarbakır ve çevresinde Hurriler, Mitanniler, Hititler, Asurlar, Medler, Persler, Büyük İskender, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar hüküm sürmüştür.

    NE YENİR?

    Devasa boyutlardaki karpuzu ile tanınan Diyarbakır, yemek kültürü açısından da oldukça zengindir. Akşamın geç saatlerinde, tezgahlarda satılan cartlak kebabı olarak bilinen ciğer kebabı geleneksel yemekleri arasındadır.

    Diyarbakır'ın en ağır yemeklerinden olan kibebumbar, işkembe ve bağırsakların et, pirinç, nane, biber ve tuz karışımı ile pişirilir. Bunların yanında içli köfte, çiğ köfte, bulgur pilavı, kaburga, keşkek, Kibukudur, lebeni, tatlılardan ise burma kadayıf ve Nuriye tatlısı ünlüdür. Üzümden yapılan pestil ve sucuk, otlu peynir, örgü peynir, sumak çokça yenen diğer yiyeceklerdir.

    Diyarbakır'dan Yemek Tarifleri

    Patlıcan meftunesi

    Hazırlanışı: Bir tencere içinde yağda gerekli miktarda et iyice kızartılır, doğranmış sivri biber ilave edilir. Daha sonra salça ve pul biber iyice kızartılır. Az tuzlu suda doğranmış patlıcanlar bolca yıkanıp tencereye konur. Biraz pişirilir, doğranmış domatesler ilave edilir. Bir müddet sonra yemek kaynadıktan sonra, bir miktar süzülmüş sumak suyu ilave edilir. Yemek kaynatılır. Piştikten sonra ocaktan alınır. Ezilmiş sarımsak yemeğe katılır, servise sunulur.

    Ekşili etli dolma

    Hazırlanışı:

    Dolma içi: Kuyruk tarafından seçilen yağlı etler küçük küçük doğranır, doğranmış soğan, sivri biber, domates, pirinç, baharat, tuz, pul biber, salça, sıvı yağ ile süzülmüş sumak suyu ile karıştırılıp dolma içi hazırlanır.

    Daha sonra haşlanmış lahana ve oyulmuş patlıcan, kabak ve domateslerin içine doldurulup tencereye dizilir. Süzülmüş sumak suyu yeteri kadar ilave edilir, dolmaların dağılmaması için yassı bir taş dolmaların üzerine konur. Kaynayıncaya kadar pişirilir. Ocaktan alınır, tencerenin kapağı 15 dakika kadar açılmaz. Daha sonra servis yapılır.

    İçli köfte

    Köfte içi hazırlanması: Yağsız kıyma, ufak doğranmış kuru soğan, pul biber, baharat, kara reyhan ve maydanoz iyice kızartılıp pişirilir ve soğumaya bırakılır.

    Bulgurun hazırlanışı: Köftelik bulgur ile döğme kırıntısı birbiriyle karıştırılıp biraz tuz ve sıcak su ilave edilir. Yarım saat bırakılır, köftelik hamur haline gelir. Köftelik iyice yoğrulur. Hazırlanan hamur yumurtadan küçük şekilde ayrılır, köfte içi açılır.

    Pişirilmesi: İçi açılan köftelere hazırlanan iç doldurulup kapatılır. Kaynatılan suyun içine köfteler bırakılır. Köfteler kaynayan suda haşlanmış olarak su yüzüne çıkarsa pişmiş olur. Daha sonra yumurtalar kırılıp çırpılır ve haşlanmış köfteler yumurtaya batırılıp tavada kızartılır servise hazır hale gelir.

    NE ALINIR?

    El sanatları, hasır bilezik, kiniş gerdanlık, gümüş işlemeli nalın ve çekmeceler kuyumcuların beğenilen ürünleridir. Köylerden el dokuması halı ve kilim üretimi yapılmaktadır.

    YAPMADAN DÖNME

    Diyarbakır Surlarını gezmeden,

    Malabadi Köprüsünü görmeden,

    Eski Diyarbakır Evlerini görmeden,

    Cahit Sıtkı Tarancı ve Arkeoloji Müzelerini görmeden,

    Selim Amca'da kaburga yemeden, meyankökü içmeden,

    Diyarbakır hasırı almadan

    ...Dönmeyin.

    NASIL GİDİLİR?

    Karayolu: Diyarbakır'dan hemen hemen Türkiye'nin her yerine otobüs ile yolculuk mümkündür. Otogar şehir merkezindedir. Yolcular şehir içi minibüsleri ile taşınmaktadır.

    Otogar Tel: (+90-412) 221 10 27

    Havayolu: Havalimanı: Şehir merkezine uzaklığı 3km.dir. Her gün düzenli olarak Ankara ve İstanbul'a uçak seferleri bulunmaktadır.

    Hava Limanı Tel: (+90-412) 228 84 01 - 228 84 02

    TESCİL EDİLMİŞ TAŞINMAZ KÜLTÜR VE TABİAT VARLIKLARI İLE SİT ALANLARI (AÐUSTOS 2005)

    Sit Alanları

    Arkeolojik Sit Alanı : 101

    Kentsel Sit Alanı : 1

    Doğal Sit Alanı : 1

    Tarihi Sit Alanı : -

    Diğer Sit Alanları

    Arkeolojik ve Doğal Sit : 2

    Toplam : 105

    Kültür (Tekyapı Ölçeğinde) ve Tabiat Varlıkları : 462

    GENEL TOPLAM : 567

    İLETİŞİM BİLGİLERİ

    İl Kültür Müdürlüğü

    Tel: (412) 221 00 99

    Faks: (412) 224 42 02

    İl Turizm Müdürlüğü

    Tel: (+90-412) 221 78 40

    Turizm Danışma Müdürlüğü

    Tel: (+90-412) 221 78 40 - 224 09 30

    Diyarbakır Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü

    Müdür: Sadrettin ÖZMEN

    Adres: Kültür Sarayı Kat:6

    Tel: (0412) 222 64 56

    Fax: (0412) 224 12 66

    Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Müdürlüğü

    Dağkapı Burcu

    DİYARBAKIR

    Tel: (0 412) 222 64 69

    Faks: (0 412) 244 42 02

    Diyarbakır Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğü

    Adres: Lise Cad. R.Ali Emiri Sok.

    Eski T.M.O. Binası Zemin Kat

    Diyarbakır

    Koro Tel: (0 412) 224 60 14 - 15

    Önemli Telefonlar

    OHAL Bölge Valiliği: (+90-412) 228 63 00

    Diyarbakır Valiliği: (+90-412)224 74 87

    Belediye: (+90-412)224 11 55

    Hastane: (+90-412)228 54 30-34

    Polis: (+90-412) 248 83 55

    Jandarma: (+90-412) 319 25 18

    Gezilecek Yerler
    Diyarbakır Müzesi
    Adres: Ziya Gökalp Bulvarı - Diyarbakır
    Tel: (412) 221 27 55
    Faks: (412) 223 08 02

    Hanlar, Kervansaraylar
    Diyarbakır, Tarihi İpek Yolu'nun merkezlerinden olması sebebi ile önemli hanlara sahiptir. Deliller Hanı, Hasan Paşa, Çiftehan ve Yeni Han'da geçmişte olduğu gibi günümüzde de halı, kilim ve gümüş işleme satan dükkanlar bulunmaktadır.

    Kervansaray
    Mimarisi ve iç yapısı ile görülmesi gereken yerlerden biri olan Kervansaray, bugün restore edilerek otel haline getirilmiştir.

    Malabadi Köprüsü:
    Silvan ilçesi yakınlarında Batman çayı üzerindedir. Dünyadaki taş köprüler içinde kemeri en geniş olanıdır.

    Çermik Termal Turizm Merkezi

    Yeri: Diyarbakır-Çermik ilçe merkezinin doğusunda yer alır.

    Suyun Isısı: 48oC

    PH Değeri: 6,3

    Özellikleri: Bikarbonatlı, Klorürlü, Karbondioksitli, Hidrojen Sülfürlü ve kısmen radyoaktif bir bileşime sahiptir.

    Yararlanma Şekilleri: İçme ve banyo kürleri

    Tedavi Ettiği Hastalıklar: Romatizma, deri, solunum yolu, kadın, eklem ve kireçlenme gibi hastalıklara olumlu etki yapar.

    Konaklama Tesisleri: 100 yataklı tesis mevcuttur.

    Cami ve Kiliseler

    Cami ve Kiliseler

    Tarihi ve mimari özellikleri ile muhteşem olan Ulu Cami, Nebi Cami ve Safa Cami Diyarbakır'ın en ünlü camilerdir. Selçuklu Sultanı Melik Şah tarafından yaptırılan Ulu Cami, orijinal dizaynı ve hem Bizans hem de daha eski mimari malzemeleri kullanması ile ilginç olup Türkiye'nin en eski camilerindendir.

    Diyarbakır'ın 77 km doğusunda, Silvan'da 1185 yılında yapılmış, zarif görünümlü Ulu Cami, kemer kapıları ifade eden ince taş kabartmaları ile görülmeye değerdir.

    Diyarbakır'ın önemli kiliseleri arasında Mart Thoma, Meryem Ana, Kırklar Kilisesi ve Mart Pityon Kilisesi sayılabilir. Meryem Ana Kilisesi, şehirde kalan az sayıdaki Süryani cemaati tarafından halen kullanılmaktadır.

    Behram Paşa Cami (Merkez):
    13. Osmanlı Valisi Behram Paşa tarafından yaptırılan cami, Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerindendir. Caminin çok süslü minberi bir sanat harikasıdır.

    Meryem Ana Kilisesi (Merkez):
    VI. yy.dan kalma olup, zamanla birçok onarım görmüştür. Bizans devrinden kalma mihrabı, Roma biçimi kapısı ilgi çekicidir. Kilisede bazı azizlerin türbesi bulunmaktadır. Süryani Kadim Yakubi mezhebine ait olan kilisede bazı azizlerin tasvirleri bulunmaktadır.

    Safa Cami (Merkez):
    1532 yılında yapılan cami, Akkoyunlu eseridir. Eskiden bir kılıf içinde muhafaza edildiği söylenen minaresi oldukça zariftir.

    Ulu Cami (Merkez):
    İslam dünyasında beşinci Harem-i Şerif olarak bilinmektedir. Diyarbakır İslam ordularınca fethedildikten sonra, ildeki en büyük Hıristiyan tapınağı Mar-Tama kilisesi, M.S. 639 yılında camiye çevrilmiştir. 1091'de Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında tamir ettirilmiştir. 1115 tarihinde meydana gelen deprem ve yangında büyük hasar gören cami, 1240 yılında halkın yardımıyla onarılmıştır. Avlusundaki şadırvanları, çeşitli devirlere ait kitabeleri yönünden büyük değer taşıyan bu ilk İslam yapısı, kara taşlarla inşa edilmiştir.

    Anadolu'nun en eski camisi olan Ulu Cami, çevresindeki iki medrese ve diğer yapılarla anıtsal yapılar topluluğu olarak günümüzde de dikkat çekmektedir. Plan olarak 705-715 yıllarında inşa edilen Şam'daki Ümmiye ve Emevi camilerine benzemektedir.

    Şeyh Matar Cami (Merkez):
    Dört ayaklı minare ve cami, Akkoyunlu eseri olup 1500 yılında Sultan Kasım tarafından yaptırılmıştır. Minare yekpare taş sütun üzerinde dört köşeli olarak inşa edilmiştir. Sütunların üzerinde fırınlanmış ağaç kullanılması da minarenin özelliklerinden biridir. Bir inanışa göre yedi defa sütunların arasından geçenin dileği kabul edilirmiş.

    Diyarbakır Evleri
    Diyarbakır Evi

    Diyarbakır evinde, onu biçimlendiren elemanları (birimleri, ayrıntıları) tek tek inceledik. Şimdi bunları bir araya getirerek bütünü için son sözlerimizi belirtelim.

    - Diyarbakır evinde ilk, yaşamsal, vazgeçilmez öğe avludur. Eyvan, oda, servis alanları bunu izler. Avlusuz Diyarbakır evi olmaz. Bu nedenle oda burada başlı başına bir yaşam birimi değildir. Avlu konutun gövdesi, diğerleri dallarıdır. Tek dal ile de olmaz. Diğer bir anlatımla Diyarbakır’da avlu- eyvan veya avlu-oda plânı olmaz. Parsel ne denli küçük olursa olsun avlu- oda- eyvan ve servis alanları bir bütündür. Bu nedenle Orta Asya Atlı Göçebe Kültürü “Yurt”u bundan ayrılır. O koşullar o kadarına elverdi. Güvenlik ve örtünme kavramında, o uygarlığı yaşayan atalarımızdan bir ayrıcalığımız yok. Çadırı kapamakla, sokak kapısını sürgülemede amaç ve kavram farkı yok. Gereç, boyut ve olay farklı, stepte yaşayanın sonsuz ufku burada avluyla sınırlanmış. Çünkü yerleşmiş ve mülkiyet (iyelik) duygusuna erişmiş. Her canlıda, her dönem ve uygarlıkta bu böyle. Türk’e özgü değil. Bu evlerin ilk örnekleri Hititlere, Hattilere dahası Çayönü (Diyarbakır- Ergani) ne kadar iniyor. (İ.Ö.~7000). Plân kurgusu, 3. boyut, örtü, ayrıntılar öylesine ortak ki! Subasmanını yükseltip alttan gelecek nemi bile onlar uygulanmışlar. Diyarbakır Ulu Camisini onarırken döşemesi altında aynı kanalları görmüş ve temizletmiştim. Diyarbakır evi Diyarbakır’ın anonim ürünüdür. Bu bölgenin kültür katmanıdır. O nedenle Türk Evi sözü uygun değildir.

    - Diyarbakır evi suya, yeşilliği uzak değildir. Mahalle, meydan verileri avluya girer. Çeşme, ağaç yeşillik oradadır. Ağaçsız ev, gülsüz bahçe olmaz. Dut neredeyse şarttır. Boşuna mı Diyarbakır ipekböcekçilik endüstrisi kurmuş? İpekler, şallar, örtüler üretmiş, Tarım- hayvancılık ürünü dericiliği geliştirmiş.

    - Diyarbakır evinde ailenin büyüklüğü parsele, oda sayısına yansır. Zengin biri bunlardan yoksununu yeğlemez. Etkin, edilgen ve saygın biri, yalnız evi değil semtini sokağını, dahası komşusunu bile seçer. Havuzu büyük, sayısı artar, haremliği selâmlığı oluşur. Servis alanı artar. Ancak süslemesi hemen hemen yine aynıdır. Öyleyse elbise büyüyüp küçülüyor. Özen ve takı neredeyse aynı.

    - Diyarbakır evi temelinden damına kadar düşey taşıyıcılarda kâgirdir. O nedenle, ahşap karkasın elemanları (köşe pervazları, ahşap döşeme, pencere üstü, pervaz, terek, ahşap kaplama, yalıbaskısı vb.) yoktur.

    - Sıcak iklim tavanları ara kat sığacak kadar yüksek tutulur. Bu nedenle üst tepe pencere değişik biçimde delikli havalandırma pencereleri (Dairesel, dilimli, dairesel dilimli damla vb.) yazlık kanatlar için sıklıkla kullanılır.

    Tavan daima ahşap kirişlemelidir. Özendikçe sandıklananları, bezenenleri, koltuk pervazlarıyla, zenginleştirilenleri olur. Çok az yapıda kâgir düz tavan gördük. Saçaklar ya taş bingilere oturan Sal taşlı (daha zengin bir ürün) ya da, aynı taş bingilere oturan ahşap yastık ve kirişlidir. Örtü hep kildir.

    Diyarbakır evinde genelde kışlıklar tek katlı olup kuzeyde sırtını bitişik parselin 2 katlı yazlığına dayar. İki katlı kendi yazlığı da güney komşusunun tek katlı kışlığına siper olur. Kuzey ve güney kanat çoğunluktadır. İklim buna zorlar. Parsel elverirse, oturanın zenginliğine göre kanatlar 3’e 4’de çıkar. Kat çıkmaları da buna ve ailenin kalabalığına bağlıdır. Kalabalık aile yeterli parseli arama durumundadır. O nedenle kişi sayısı, kültür düzeyi kendine uygun çeyreği, semti mahalleyi bulma gayreti içindedir. Böylece toplumsal bir seçim eleme (elektion) oluşur. Herkes dengine uyan çevresini arar. Varoşta oturanla, özel semt isteklisi aynı değildir.

    - Diyarbakır evinde odalarda ısınma donanımı (zengin konağından en yoksununa kadar) yoktur. Baca (sadece mutfakta olmaz. yaygı, sergi, giyim, kuşam hep yündendir. Dışarıda karbondioksit atılmış meşe kömürü “köz” haline gelince mangalla içeriye alınır. Kışın bir masa, hamur tahtası veya o görevi yapan bir yükseltinin üstüne örtülen büyük yün battaniyeye bağdaş kuranlar yaklaşır, çevresini sarar, midesini örter, mangal alttadır. Sırtında hırka vardır. Ayak ısındımı vücut ısınır. Tek ocak mutfaktadır. Bu nedenle kış odası, mutfağa yakın, korunaklı, güneşe yönelik bol pencereli ve diğer yönüyle korumaklıdır. Bir yönü de sofaya açılır. Bu koşullarda besbelli kışlık kanatta sofa eyvana yeğlenmiştir. İç içe 2 oda da bu açıdan yararlıdır. Yaz etkenleri bunun tersidir, açılmak, gerekir. Eyvan sofaya, avlu eyvana yeğlenir. Sıcak arttıkça damda veya avluda yatılır. Pencereler buna göre azalır, çoğalır. Cumba buna göre yerini alır. Sokağa, onun doğrultusunda açılır. Komşuya rastlayan büyük duvar kapalıdır. Karşıda görüş,yoksa ancak pencere açılabilir. Odalar hemen daima sadece avluya açılır. Bu nedenle ister yaz ister kışlık olsun diğer 2 duvar sağır, üçüncüsü iç bağlantıya (sofa, eyvan veya diğer oda) açılır. Bu ara duvarlar eksendeki kapı ve 2 yanındaki birer pencereli, bu nedenle çoğu kez ahşap karkas, bazen inceltilmiş taş duvar olarak yerlerini alırlar. Ahşap kirişleme bunlara oturtulmaz.

    - Tepe pencerelerinin görevi, yüksek tutulan üst yarıyı aydınlatmaktır. Açılır kapanır türde de değildirler. Renkli camlar yeğlenir. Dışta tel kafes vardır. Yazlık kanadın yuvarlak, doğramasız ufak üst pencereleri de böyledir. Oda kapıları ara duvarlarda camlı olup içeride perdeleri vardır. Kilitlenirler. Üst hızaları yanındakilerle uyumludur. İçe açılırlar ve oda birden algılanır. İki kanatlılar özenli yapılarda çoğunluktadır.

    - Diyarbakır evinde ahşap ve tuğla döşeme yoktur. Sal taşı kaplılar. Eyvanlarda çoğunluktadır. Odaların taşlığına (seki altı) da uyarlanabilir. Kışlık odada döşeme Sal taşlı olmaz. Horasan harçlıdırlar. Yazlık konutta bazı Sal taşlı odalar bilinçli olarak yapılmışlardır.

    - Hemen daima odalar, sofalar, eyvanlar, ister yazlık, ister kışlık avludan 50 cm’den başlayarak 1,00- 1,70 m’ye kadar yükseltilirler.

    - Duvarlarda doğramasız ve doğramalı ufak dolaplar (taka), örtü, örtülen yüklükler vardır. Yarım daire kesitli, bazen önü dairesel dilimli taşkın tablalı, üstü mukarnas dizisiyle örtülü alçı süslemeli girintiler vardır. Örtülmezler çünkü süs öğesidir. Ne işe yaradığı tam olarak bilinmez. Ailenin bir iki fotoğrafı, ufak bir aynadan başka görevi olmasa gerekir. Gaz lambası da gömmemek koşuluyla konabilir. Önü ceviz doğramalı az sayıda dolap gördük. Yalnız 2 evde köşede üst katta alçı saf vardı.

    - Odaların özellikle taşlık bölümünde yan veya çoğunlukla kapıya karşı gelen duvarında teğet kemerli, süslü girintiler (dolap) vardır. Yan duvarda iseler, oda- sofa- oda birimi gibi bunlar da yandakileri ufak ve alçak, ortadaki enli ve üstü yüksek üçlü birimdedirler. Yerden ~80 cm yukarıda başladıkları için her birinin altında daha ufak dolapları da bulunur. Bunların görevi oda eşyalarının toplanması içindir. Ortada döküntü bırakılmaz.

    - Diyarbakır evinde helâlar, avluda ve az sayıda sokağa çıkmalı olarak sahanlığın başlangıcındadırlar. Odalarda gusulhane, kapıyı izleyen, görüşü kesen özel bölmeler, ahşap ranza türü yüklükler, parmaklıklar yoktur kapı genelde köşededir. Köşeye 450 konanları olmaz.

    - Diyarbakır odasında ahşap dolaplı bölme yoktur. Kapıdan girince bütününü algılarsınız. Yalnız bir evde, taşlıkla bir basamak yükselen oturma kesimi arasında ahşap alçak parmaklık gördük ve çizimimize yansıttık.

    - Diyarbakır odasında sadece 1 evde içeride yazıt vardır. Diğerleri eyvan, kapı üstü ve avlu yüzünde yer alır.

    Evlerde Yaşam

    Sokak kapısından başlayarak Diyarbakır konutlarında her yerde olduğu gibi ayrı bir dünya, düzen zevk ve anlam olduğuna değinmiştik. Avlu evin tek odağıydı. Görev burada başlar, buradan dağılır ve sonuçta yine burada toplanırdı. Hamal, sırtında küfesiyle evin erkeğinin arkasından erzağıyla gelince bunları yerine yerleştirmek, türlerine göre ayrı yerlere koymak hanımların göreviydi. Yaz ve sonbahardan özellikle yakacak ve bal, pekmez, yağ, şeker, bulgur, pirinç, mercimek gibi ana yiyecekler satın alınıp küplerde vb. korunurdu. İmece ile yapılan salça, şehriye, erişte, buğdayın öğütülmesi, yaprak ve dolma kurutulması, örgü peynir, kavurma, sucuk evde yapılmaktaydı. Bu yönüyle ev bir atölye ve üretme hazırlama merkeziydi.

    Mutfak doğrudan avluyla bağlantılı ve düzayak girilirdi. Ocaklarda odun yakılır, kazan tencere kaynar, odun kömürü maltızlarda kullanılırdı. Gazla çalışan prümüs ocakları daha sonraları yaşamımıza girdi. Evin hanımı, ninesi vb. pirinci odada ayıklar, hamuru halıya diz çöküp yoğurur, mayasını katıp, üstünü örterek sıcak yerde ekşimeye bırakırdı. Yere örtü serilir. Hamur tahtası konur, bakır kablarda yemek yenirdi. Ekmek torbası saygıya özenle açılır, dilimler dağıtılır, sonra bayatlamaması için yine örtülürdü. Bulaşık mutfakta yıkanmaktaydı. Topukları kızarmış çocuklar, gelinler tulumbadan su doldurur onlara taşırlardı. Elbet kış günleri buraları soğuktu. Yünlü elbiseler, hırkalar, yün çoraplar patikler giyerlerdi. Takunyalar avluda kullanılıyordu. Kilerde tel dolap, yiyeceklere ayrılır, kışlık besinler, bodrumda tereklere sıralanmış küplerde korunurdu. Bununla yetinmeyen bazı konutlarda burada 2. bir kuyu veya yere gömülmüş küp yaz ve kış gece ve gündüz ısı farkı az değişen konforu sağlarken, özel yiyecekler beklemesi zor besinler veya çabuk soğuması istenen yiyecekler, ucun ucun buradan alınırdı. Ancak buna karşın Cami Kebir Mahallesi Müze Sokak 25 bodrumsuz evlerde vardır. Bunların, bazı yiyecekleri, hiç yoksa geniş sepetlere koyup, suya değmeyecek şekilde kuyuya iple sarkıtma şansları vardı.

    Oda ayrı bir dünya idi. Kuzey kanat kışın güneş görür, güney kanat yazın serin olurdu. İkisi arasında sürekli taşınma kaçınılmazdı. Ara katlar daha korunaklıydı. Evin yaşlıları elbet burayı yeğlemekteydiler. Yaygı ve sergiler, çoğunlukla yündendir. Yemeğini hazırlayan, temizliğini bitiren hanımlar burada toplanır, karbondioksiti atılmış odun kömürü mangalla içeriye alınır, külle örtülür ve odanın ortasına konurdu. Ninenin kenarını açıp sıcak küle sürdüğü cezve, torunu için gömdüğü patates, sallanan beşik, kapıya asılmış kilim, doğramaların kenarına yapıştırılmış kağıt veya hamurlu bezler, ayaklarını altına alıp sedire kurulmuş başörtülü nineler, ellerinde mekik, şiş veya kasnaklı çeyiz düzen gençler kızlar, yün çorap onaran anneler odanın ayrılmaz, sahipleriydi. Kedi sobanın kenarına kıvrılıp yatar, sıcaktan gevşer, yarı uyanık, ayaklarını öne uzatıp gerinirken, olabildiğince esnerdi.

    Yastıklar hemen daima beyaz kırlentliydi. Uçlarına dantel örmek, gençlerin göreviydi. Dantel perdeleri, masa ve sehpa örtüleri, renkli iplikle dokunmuş işlemeleri konuklara göstermek en büyük zevkleriydi. Hele bir de sesi güzel olan, sohbeti tatlı olan, taklit yapan, hikâyeler anlatanlar varsa söyleşiye doyulmazdı. Bu kapalı ekonomide sözlü edebiyat ve müzik çok önemliydi. Sabah erken saate (imsak- namaz arası) sokak kapısını süpürüp yıkamakla başlayan, sobayı yakıp çayı hazırlamakla, evin erkeğini ve çocukları uğurlayıp yemek kaygısına koyulan, öğle üstü aç gelip anne yemek! diyen yavrulara sofra kurmak her günün kaçınılmaz zorunlu işleriydi. Kalabalık ailede ev işlerinden her birini ucundan biri tutar, yemek sonrası yorgunlukları bu kez ev gezmeleriyle tamamlanırdı. Çamaşır ayrı bir zorluktu. Mutfakta kazanda su kaynar, içine Öküzbaşı marka çivit veya odu külü atılır, bazı çamaşırlar bunda iyice yumuşatılırdı. Sonra oturak tahtasına oturan hanımlar, leğende sıcak suyu büyük kepçelerle alarak çamaşırı ova ova yıkar, buz gibi suda yıkar ve ipe asarlardı. Kışın odada kurutmaları gerekirdi. Kömürlü ağır demir ütüler vardı. Bir yandan sıcak diğer yandan soğuk su içinde kızaran eller, bükülen beller, kızaran topuklar ve yanaklarla bu her hafta yapılırdı.

    Kaç evde hamam vardı ki? Haftanın belli günü natır gelir, çamaşırları alır ve hanımlar, hamama giderlerdi. Helâlar hemen hemen girişe en yakın yerde olup sıcak odadan ulaşmak ne denli tatsız ancak zorunluydu. Alaturka helâ nedeniyle evde kedi beslemek zorunluydu. İki katlı evlerde merdivenin bitip sahanlığın başladığı yerde gömme helâlar sanki daha havadar değil miydi? İbrikle su taşıyıp yıkanmak uzun yaz günlerini geçirmek, ikindiden sonra avluyu yıkayıp geceyi daha serin geçirmek, hele cibinlikli tahtlarda gece uykusunun zevkine doyum olmazdı. Tüm bu artı ve eksileriyle burada yaşam böyleydi. Bunun için ayrı bir dünyaydı. Taşıyla, duvarı, avlusu kuyusu, odası ve eyvanıyla birbirini bütünleyen fiziksel ortam ve içinde yaşayanlarla kendine özgüydü. Artık çocuklarımız bunları ancak duyacak, ondan sonrakiler bundan da yoksun yetişecekler. Bu bir yaşam biçimidir. Kuralları kendi içinde insanla beslenen, renklenen, anlam kazanan sevecen üretken, zor, ancak anlaklı bir dünya ve işte bu da böyle bir dünya. Kendi gitti tadı kaldı bizlerde.

    Kentin Kimliği

    Siyasal tarihini yukarıda özetlediğimiz Diyarbakır’ın sosyal, kültürel, ticaret ve inanç gibi yönlerini hiç yoksa yüzyıllarla haritalara dökmedikçe, bunların yansıyacağı mimarlık çevresini çözemeyeceğiz. Evliya Çelebi, gördüğü yapıları belirtiyor ve günümüze uyuyor. Ancak sözgelimi belgelere dayanarak çıkarılan mescit, hamam gibi yapıların rakamlarına bakıldıkça ve mevcutlar buna eklendiğinde ~1,5 km2 lik sur içine yollar, meydanlarla birlikte bunların nasıl sığacağını düşündürüyor. Bunlar genel bir dizin olup, hepsinin birden varlığını kabul etmek çor. Yıkılanların yerine yenileri yapılmış olmalı. Bir devingenlik var ki Kanunî günlerinde, 25 yıl arayla 2. sayıma gerek görüldü. Bu hızlı değişimin konut mimarlığına nasıl yansıyacağı da ayrı bir sorundur. Yenileri yapılırken, yorum değişmeleri de izlenemiyor. Bu nedenle en yaşlısından daha eski Diyarbakır konutu için varsayımlar başlıyor. 16. yy’a inen Şehzadeler Konağı, onun batısındaki ve İskender Paşa’nın 3 kubbeli yapısı siyasal gücün ürünüdür. Hemen bunun yanında, İskender Paşa’nın kendi haremlik binası veya Şehzadeler Konağı doğu bitişiğindeki yine haremlik evin aynı yüzyıla indiği bilinmiyor. Hassa Mimarlık Ocağının ürettiği bir yapı kadar güçlü değildir bu konutlar. Halkın kendi olanaklarıyla, ekonomik gücüyle ve o dönemdeki istekleriyle ilişkilidir bu ürünler. Ailenin boyutlarıyla yakın bağı vardır. Doğum, ölüm, miras gibi kaçınılmaz olaylar bunların boyutlarını, özellikle bakımını yakından ilgilendirir. Çok köklü bir aile, anılarına o denli bağlı kalarak bu konutlarda yaşamını sürdürmedikçe, bunların 200- 300 yıldan daha fazla dayanacağını sanmamak gerekir. Öyleyse 400 yıl önceki konutun bunun yorum, tasarım olarak (üslûp) aynı olduğunu kestirmek zor. Diyarbakır’ın bir şansı, çok daha ömürsüz olan ahşap yerine bunların taş, dahası bazalt oluşu.

    Amida’nın 638’de İslâm Arap dünyasının eline geçmesi arkasından, ne kadar sürede bir “Müslüman Kenti” görünümüne girdiğini bilmiyoruz. Yunanlıların İzmir’e girdiklerinde Hükümet Binasına kendi bayraklarını asmaları veya Fatih Sultan Mehmet’in ilk Cuma namazını Ayasofyada kılması kadar günlük bir olay değil. Bu kimlik değişimi çok ince dengelere oturuyor. Birikim, deneyim, süre, ilgi, güç ve bilinç istiyor. Bunu çok iyi bilen Fatih Sultan, kentin hemen onarımını isterken değişim sürecini başlatmış oluyor. Diyarbakır’da da bu değişim belgelere yansımıyor. Ancak; yukarı Mezopotamya’nın bu önemli ve tarihsel kenti, Yukarı Suriye coğrafya ve kültür alanı içinde olsa bile, kendine özgü bir bütün ve kendine özgü mimarlık yorumunda olduğu anlaşılıyor. Sözgelimi Gazi Antep’e, Adana’ya yansıyan minare şerefesi burada görülmez. Artukluların uydukları “Mardin, Kızıltepe Ulu Camileri gibi enine plânlı bir örnek Silvan’da var da Diyarbakır’da yok. Sur için sıkışmış olmak mı buna elvermedi bilinmez. Amida’nın bu dönemde mimarlık çevresi olarak Araplaştığına buranın coğrafyasının ve çok belirleyici olan yapı gerecinin de olanak tanımadığı anlaşılıyor. Dantelli bir kemeri Zinciriye Medresesi dışında başka yerde göremiyoruz. Konut mimarlarının bu yeni sahiplere, alıştığının dışına çıkarak, sıcak baktığını sanmamak gerekir. Ancak bunu söylerken Diyarbakır konut mimarlığının kesin olarak o dönemde de, gördüklerimiz türünde veya çok yakın olduğunu belgelere dayanmadıkça söylemek ancak bir varsayım. Arap halkının bu tarihsel kenti, kentin sosyal kimliğini değiştirecek ölçüde bir göçü gerçekleştirmediği sezgisindeyiz.

    O kadar değilse bile belli kaygılar, kentin Oğuz boylarına açıldığı günlerden, Osmanlılara geçtiği 1515’e kadar da sürüyor. Giderek katlanılmaz boyutlara erişen batıya göç karşısında, Büyük Selçuklu Sultanının, Küçük Asyayı yeni yurt edinme politikası “Anadolu ve Turcia” kavramlarını yarattı. “Atlı Göçebe” olan bu süvari alpleri toprağa bağlama politikası dünya çapında üstün bir yerleştirme “İskân” aşamasıdır.

    Belgeler, bilgiler, bu göçebe topluluğun kırsal kesimde, gözden biraz uzak, ürkütmeden, koloniler, kurması şeklindedir. Bir dervişin, şeyhin alpin çevresinde, palasını aba altında gizleyen, barıştan, insanlıktan yana, kendi kendine üretken kümeler oluştu. Bunları yeni göçler yeni birimler izledi ve Hacı Bektaş, Seyit Gazi, Hacim Sultan gibi dinsel odaklar giderek doğdu. Bunlar yavaş yavaş gelişirken, kentleşmeye başlamış da olmalılar. Diyarbakır ve çevresinde bu denli önemli odak olmadı. Çünkü burası yol üstü idi. Günümüzde en yakın ziyaretler, Bitlis Vadisi ağzındaki Veysel Karanî, Mardin yolundaki Sultan Şeyhmus olup etkinlikleri çok sınırlıdır. Sadece birer mezardırlar. Kaldı ki Karanî’nin asıl mezarı, bugün Suriye sınırları içinde olup buradaki bir “makam”dır. Amida sur içinde, güçlü bir tarikat odağı bilmiyoruz. Bu, tarikat ehli yok anlamına gelmiyorsa da Balıklı Mescidi (Bektaşi veya İpariye Medresesinin) dinsel etkinlik boyutları sınırlı olsa gerek. Kavis Köşkü ve ona bağlı hikâye herkesçe bilinmektedir. Kapalı bir Orta Çağ kenti özelliğini Diyarbakır, 19. yy. 2. yarısında, dışa taşmaya başlayana kadar korudu. Bu inanç dünyasının sivil yapı olarak kente nasıl yansıdığı bilinmiyor. Balıklı Mescidinin verdiğimiz rölövesinden anlaşılacağı gibi, diğer mescitlerden hiçbir ayrıcalığı yok. Kavis Köşkü, Pamuk Köşkünden, Saman Köşkünden çok farklı değil ve herhalde bir süs olarak değil, gözden uzak olduğu için zaman içinde bu görevi üstlendi. Bu yoldan çıkarak, bu tarikat ehlinin, diğer hocaların, şeyhlerin oturdukları evlerin, diğerlerinden farklı olduğunu sanmıyoruz.

    Çevrede, Türklerin gelmesiyle yeni oluşan köy, veya eski köyün büyümesi gibi toponomik bilgiler olmadıkça, bu atlı göçebelerin Amida’ya gelip burada nasıl oturur olduklarını anlamak zor. Yün ve dokuma sanatını, eyer ve koşum takımı üretimini çok iyi bilen, sözlü, müzik ve edebiyatla da dolu bu savaşçı alp süvariler, birden nasıl piyadeden de öteye oturur olabilirlerdi? İç Asya, Orta Asya Türk Dünyası döneminde, etkili olan Budizmin, 3 ay minderinden kalkmayan, et yemeyen anlayışı Türklere hiç uymadığı için, etkisi çok az ve kısa oldu. Bu Oğuzların kısa sürede tarımı öğrenip kırsal kesime yerleşme şansı da pek pratik gelmiyor. Ancak, boy boy, akın akın, Anadolu’ya gelen Oğuz boylarından, bu çok önemli kentin gerekli payı almaması da olanak dışı. Öyleyse bunlar, kısa sürede, ister kırsal kesimde, ister kentte, yerleşik olmanın zorunluluğunu hemen kavradılar ve üstün zekâlarıyla uyum sağladılar. Gelen Türklerin çoğunluğunun öncelikle asker veya yöneticiliği yeğlediğini düşünmek gerekir. Ancak, artık bu ülkenin yeni sahipleri bilincinde iseler, diğer dallara, özellikle ticarete de et atmaları gerekiyordur. Yerel zanaatkâr kesime nasıl yaklaşıp onlarla nasıl kaynaştıklarını ve bunun ne kadar zaman aldığını bilmiyoruz. Hiç bilmedikleri yapı gereç ve tekniğine uyum, daha fazla süre almış olmalı. Bu nedenle konuttan yana üretken değil uzun süre müşteri kaldılar. Kendi evlerini bile yapmadılar, yaptırdılar. Geldikleri ülkelerin mimarlık yorumlarının kente yansımadığı anlaşılıyor. Bu ancak Anadolu için, Moğol dönemiyle ilgilidir ve belli yönetsel kişi ve kentlerden öteye (Konya, Sivas, Amasya gibi) geçmez. Anlaşıldığı kadarıyla o günün siyasal haritasında Amida, Moğollar için bir taşra kentinden öteye geçmedi ve iyi ki böyle oldu.

    Saldırgan Moğollar, Anadolu’yu bir gelir kaynağı olarak gördüler. Sömürdüler. Kısa sürede kaynakların tükenmesi, onların buradaki siyasal ömürlerinin sonunu hazırladı. Oysa Küçük Asya’yı yeni ülke hedefleyen Büyük Selçuklu Sultanı 2 yüzyıl öncesinde bunun çok tehlikeli bir yol olduğunu biliyor ve boyları ona göre bilgilendiriyordu. Oğuz boyları bu yeni vatanda, ne kentliye ne köylüye dokundular. Sessiz, sakin yerlerde odaklarla başladı komşulukları ve güven verdikçe bağları gelişti. Aynı yöntemin kentte, yönetim, memur kadrosu yanında zanaatkâr kesime de uygulanmış olması gerektiği bilincindeydiler. Bildikleri dokuma sanatı, bu eskilerle kaynaşma kapısını kısa sürede ve ciddi boyutlarda aralamış olmalı. Demircilik ve bakırcılığın bunu izlediğini kuşku yok. Ancak Osmanlı günlerinde bile sözgelimi 18. yy. başında kentte kaç kuyumcu olduğunu bilmiyoruz. Yapı ekibi de böyle. Kaldı ki göçeri düzenin kurulan, sökülen çadır dışında yapı bilgisi çok sınırlı. O nedenle mimarlık alanında, belirleyici, yönlendirici etkinliklerini düşünmemek gerekir.

    Akla gelen ve pratik olan ilk iş, Oğuzların, boş buldukları evlere yerleşmeleri şeklindedir. Bizce bu tarihin her döneminde böyle olmuş olmalıdır. Nitekim 4 kardeşin doğup büyüdüğü evi de babam, devletten “metruk= terkedilmiş” olarak aldığını anlatmıştı. Bu gayrimüslim eve yeni sahibi olarak bir Müslüman aile yerleşti. Kurgusundan dekorasyonuna kadar hiçbir şey değişmedi. 1935- 36’larda eve, yarım masura su almak, avlu kaplamasını onartmak günün olanaklarından yararlanmak demekti.

    Bir kentin kimlik değiştirmesi zamana bağlıdır. Anadolu Selçuklularının kente egemenlikleri çok kısadır. Bu süreçte Sultan Şücaeddin Kümbet ve Çeşmesi dışında başka yapı bilmiyoruz. Ulu Caminin onarımına B. Selçuklular da el atmıştı. Bunlar halkın değil, siyasal gücün atılımlarıdır. Amida’da Karakoyunlu yapısı da yoktur. Onlar siyasal tarihlerinin ötesine geçemediler. Türk Dönemi içinde Artuklulardan sonra en etkin güç Akkoyunlulardır. Ancak belgeler de bu döneme fazla ışık tutmuyor. İç Kalede, şimdiki Saray Kapısından girişte az ileride sağda (güney) olduğu belirtilen ve zamanla yok olan Akkoyunlu Hamza Bey Mescidi, bu dönemin en eski dinsel yapısı olmalı. Dörtyol’daki Akkoyunlu Nebi Camisi, Gazi Caddesi genişletilirken yıktırıldı. Şimdiki Cami Osmanlı ürünüdür. Günümüze erişen mescitlerden Ömer Şeddat, Balıklı (yok oldu), Kadı, Şeyh Yusuf, Hoca Ahmet, Lâle Bey, Tacettin, İbrahim Bey, Hacı Büzrük ile Kasım Padişah ve Parlı Camileri onlarındır. Dinsel yapıların bakım ve onarımına, halkın desteği de olduğu için günümüze gelebildiler. Bunların dışında hiçbir sivil veya resmi yapı gelebildiler. Bunların dışında hiçbir sivil veya resmi yapı kalmamıştır. Konut, kuşku yok ki bunların en ömürsüzü idi ve yaşı, doğrudan kullanıcının özeniyle orantılıydı.

    Diyarbakır gerçek barışı 1515 ile başlayan Osmanlı Döneminde buldu ve hızla onarıldı. Yukarıda belirttiğimiz gibi konutun en eski örneği bu dönemden olup yerel yorumda değildir. Yaptıranın siyasal, ekonomik gücü, Hassa Mimarları yorumuyla somutlaşmıştır. Osmanlı Amida’sında güçlü bir “Lonca” düzeni vardı. Çeşitli esnaf gruplarının çarşılarını (yemenici, kuyumcu, bakırcı, puşucu, elbiseci vb.) anımsıyorum. Dökümcüler Çarşısında, çekiç seslerinin birbirine karıştığı Bakırcılar, Kalaycılar Çarşısından geçmek, demircilerin örs ve çekiçlerinden sıçrayan kıvılcımları seyretmek oldukça oyalayıcıydı. Sipahi Pazarında top keçeler, asılı abalar, kilimler, eyer ve koşum takımları, enli enli atkılar, Ulu Cami doğu kapısı önündeki satılık kitap sergisi bir dekordu, kültürdü, sanattı. Ancak bunlar basık, ufak, ensiz ahşap dükkânlarda çalışmaktaydılar. Balıkçılar Başından aşağıya (güney) inerken elleri boyalı puşucular, ipek şallar satar bir yandan da kaldırımda ip bükerlerdi. Tüm bunlara karşın sözgelimi bir esnaf hamamı,dua kubbesi veya Ahi Başı yapısı bilmiyoruz. Ulu Cami güneydoğusundaki esnaf kahvesi de günün modasına uymuş, cam yüzeyini arttırmış ahşap bir yapıydı ve besbelli özgünlüğü azalmıştı. “Ehli Süfyan”ın ayrı bir konut tipi ve semti olmadığı gibi, altı katı atölye, arkası depo ve üstü yaşamına ayrılan ev- atölye yapısı yoktur. Diyarbakır’da dükkânlar çarşıdadır, evler sokakta. Ana caddeye sıralı bu alanların, bunların arkasından konutlar başlar. Aralarında sadece seyrek olarak hamam ve çokça mahalle mescidi yer alır. Mescitleri daha çok siyasal, yönetsel kesime yakın halktan saygın ve etkin kişiler yaptırdılar. Etkinlikleriyle orantılıdır bu ürünleri. Zanaatkârların ekonomik güçlerinin kendi yaşamlarını sürdürebilmekten çok öteye geçmediği anlaşılıyor. O nedenle bir yemenicinin, terzinin veya puşucunun mescidi yok. Diyarbakır’da sokağa, mescide, mahalleye, çeşmeye, kısacası somut bir çevreye, yapıya çevrilmiş Ahi adı da yok. Oysa, sözgelimi Sivas’ta kaç tane var. Bunu, kentte ahi yok şeklinde yorumlamamalı. Tarih sel ve oturmuş bir kentte buna belki şans vermek daha fazla olmalı. Nedeni araştırılmalıdır. Ahi Baba’sının esnaftan biri olması ve Diyarbakır’da ayrı konut yorumlarının olmaması bir gerekçemidir bilinmez. Bu kesimin büyük çoğunluğunun gayrimüslim oluşu, sorun olmaması için devletin bu görevi (deneticilik) üstlenmiş olabilmesi şansı da gözardı edilmeyebilir. Nitekim yukarıda Kuyumculuk mesleğinin pirînin, Ahmet Çelebi olduğunu (Bektaşî) belirttik.

    Diyarbakır ve Diyarbakırlılarda yaylak- kışlak düzeni yoktur. Bunlar göçeri terminolojisi veya bu yaşam biçiminden tam vazgeçilmese bile tümüyle uzaklaşmayanlara aittir. Oturanların geçim kaynağında ticaret, zanaat ve kuru tarım işi ağırlıklıydı. Kırsal kesim, sözcüğe çok uyarak kır idi, kurak idi, kara idi. Buğday, arpa gibileri ancak üretiliyordu. Traktör tarihinden önce köylerde, kerpiç evler, ahırlar, samanlık vb. bulunuyordu. Köylüyü çalıştıran veya paydaş eden sahipleri, kentte yine, bilinen yaygın konutlarda yaşamaktaydı ve zorunlu olarak yerel dili de kullanmaktaydılar. Ne kırsal kesim yaşam ve mimarlığı kente, ve ne de kentin yapı türü kırsal kesime yansıdı. Biri taşa, diğeri kerpiçe dayalı çok farklı ürünlerdi. Diyarbakır konutunun çekirdeği olan oda- eyvan ikilemi sadece Seyran Tepedeki bağ evlerine ve Mardin Kapı çıkışında Dicle Vadisi batısındaki köşklere yansıdı. Yukarı Mezopotamya, Suriye yapı birimi olan eyvan, bu coğrafik tanımda çok ve vazgeçilmez olarak kullanıldıysa da, Silvan’da, Mardin’de, Urfa’da (vb.) ayrı boyut, renk ve yorumlu kişilikteydiler.

    Diyarbakır’ın soylu aileleri, kültür, sanat, edebiyattan yana okumuş ve toplumda bir adım ileride seçkin kişilerdi. Bunların evleri daha geniş, bakımlı ve zengin idi o kadar. bunlar konfor ve fiziksel tanımlardır. Oda sayısı artıyor, avlu genişliyor ve olsa olsa selâmlık ekleniyordu. İlmin, okumuşluğun verdiği alçak gönüllülük vardı. Kentli Türkçe konuşuyordu ve çoğunlukla Hanefiydi. Sade, duru, güçlü bir Akkoyunlu dili doyumsuzdu. Aşirete, tarıma dayalıların evleri daha büyük olup boyutu kapılarından bellidir. Burada bir konut agrandirmanından öteye ekonomik güç bilerek vurgulanmaktadır. Ahırlar, seyisler, abartılı, selâmlıklar, mutfaklar dikkat çeker. Soylusuyla, burjuvalısı arasındaki fark, Diyarbakır geleneksel konutlarının niteliğine değil, sadece niceliğine yansımıştır. Yöneticilerin 3 yapısı bu konuda yoruma yeterli değildir.
  • orbay
    Senior Member
    • 11-02-2005
    • 5871

    #2
    Konu: Diyarbakır-21

    Diyarbakır Evleri

    Kentin Tarihi

    Toros Dağlarının güneyinde, Yukarı Dicle Havzasında, nehrin sağ kıyısında ve denizden 650 m yükseklikte bulunan (yaklaşık 400 ve 200 enlem ve 380 ve 500 boylam) Diyarbakır, Karacadağ’ın lavları üzerine kurulmuş olup tarihinin, Hitit ve Hurri günlerine kadar indiği (İ.Ö. 3500’ler) kabul edilir. Ergani- Çayönü’de yapılan yeni arkeolojik araştırmalar, buradaki yerleşik düzeni (İ.Ö. 7000’lere indiriyor. Şurası kesin ki; Yukarı Mezopotamya uygarlığına bağlı olarak, zengin ve etkin hinterlandı nedeniyle tarihin her döneminde önemini koruduğu, kentin bundan geniş ölçüde etkilediği anlaşılıyor. Bu nedenle İ.S. 349 yılında, Roma İmparatoru 2. Konstantin günlerinde kentin çevresi surlarla çevrildi. 363’teki antlaşma gereği, Nusaybin’den gelen 40.000 kadar göçmen, kentin hemen batı yakasına yerleştirilmek istenince, Gazi Caddesi boyunca kuzeyden güneye uzanan surlar (367- 375) yıktırılıp batı yönde genişletilerek şimdiki yerini aldı ve böylece kent bir o kadar daha büyütülmüş oldu. Genelde bir kalkan balığına benzetilen kentte İç Kale, kuzeydoğu yönünde ve savunması en kolay köşededir. Fis Kaya ve burası doğu yönde doğal uçurumuyla çok uygun bir savunma ortamı oluşturur. Bugünkü surlar, yaklaşık 5 km kadar olup eni doğudan batıya elimizdeki haritalara göre ~1400 m’ye, güneyden kuzeye 1040’a yaklaşır (~1,5 km2). Diyarbakır Surları başlı başına bir tarihtir. Siyasal güçlere bağlı olarak yakılmış, onarılmış ve büyütülmüştür.

    Âmid (veya Karaamid), Hazreti Ömer’in halifeliği günlerinde (634- 644), 27 Mayıs 638’de Arapların eline geçti. Yayınlar bu tarihi daha çok 639 olarak veriyorlar. Ordu, kendi kuşattığında İyaz bin Gunm Mardin Kapısını, Said bin Zayd Urfa Kapısını, Mirazbin Cabal Dağ Kapısını (Harput Kapısı) ve Halid bin Velid de Yeni Kapıyı zorluyorlardı. Güçlü surlar, kenti almada çok önemli bir engeldi. Kuşatma 5 ay sürdü. Kentin Dicle (doğu) Yakasını sürekli olarak vuran kumandana, bir gün köpeklerin girip çıktığı bir kanalizasyonun görüldüğü haberi verilince, Halit bin Velit yanına çok iyi savaşan 80 kadar bahadırını alarak buradan ilerleyip İç Kaleye vardılar. Fetih Kapısını açarak kentin ele geçirilmesini sağladılarsa da hepsi hemen oracıkta şehit edildi. Bunların 21’inin adları bilinmekte ve Hz. Ömer Camisi haziresinde yatmaktadırlar. Başkumandan İyaz bin Gunm, Sasaa’yı kente Vali olarak atadı. Sırayla Âmida’yı Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Hamdanoğulları, Büveyhoğulları, Mervanoğulları, Büyük Selçuklular (1085- 1093), Şam Selçukluları İnaloğulları, Nisanoğulları, Artuklular (1183- 1232), Mısır ve Şam Eyyubileri (1232- 1240), Anadolu Selçukluları (1240- 1302), Mardin Artukluları (1302- 1394), Timur (1394- 1401), Akkoyunlular (1401- 1507), Safeviler (Şah İsmail 1507- 1515) egemen oldular.

    Arap dünyasından, Türk dünyasına geçişte Diyarbakır yine, canlı, hareketli ve zengin bir tarih yaşar. Küçük Asyanın alınmasında, Eksik (Eksük) oğlu Artuk Beyin katkısı çoktu. Yeşilırmak Vadisini ele geçirmiş ve oldukça ün kazanmıştı. Ancak aşırı delişmenliğiyle Büyük Selçuklu “Fetih” politikasının önüne geçince, aldıkları yerler Daniş Gazi’ye verilip kendisi geri hizmete alındı. Bu süreçte onu (1086- 91), Selçukluların Kudüs Vadisi olarak görüyoruz. Bundan böyle, kılıcı değil yönetimi yeğleyecek, ancak bunu içine yediremeyip Süleyman Şah’ın kaderine olumsuz katkısı olacaktır. Oğuzların Kayı boyundan (Döğer boyu olarak da tanımlayanlar vardır) Artuk Bey 1085 Amid kuşatmasına da katıldı. Büyük Selçuklu taht kavgası, Artukluların, Kuzey Suriye’yi almalarını kolaylaştırdı ve Haçli Seferlerine karşı çok zaferler kazandılar. Yine de Selçuklu ve Abbasi Halifesinin etkinliği altındaydılar. Moğal, Akkoyunlu ve Karakoyunlu baskısı, başkentlerini değiştirerek tarihsel süreçlerine son verdi. Hasankeyf, Mardin, Diyarbakır ve Harput onların zengin anılarıyla doludur. İşte bu süreçte Amida’nın tarihsel ve kültürel yönüne katkıları oldu. Günümüze erişen gurur verici yapıları var ve çevredekilerle bir bütün oluyor. Belgeler, dinsel, ulaşım ve eğitim ağırlıklı yapıları yanında konutlar için hiçbir bilgi vermiyor. Yine de İç Kaledeki Artuklu Sarayı, Asya Oğuz boyları yurt, konut ve saray bağını, Yukarı Mezopotamya katılımında sergileniyor. Ne yazık ki kültürel tarih verileri çok az. O tarihlerde de bölge, dinsel ve etnik homojenlikten uzaktı. Buna, göçeri Oğuz Boylarının katkısı, etkisi, egemenliği nasıl oldu ve buna bağlı fiziksel çevre değişimi nasıl bir başkalaşım süreci, aşaması yaşadı bilmiyoruz. Selçuklu hoşgörüsü altında bu heterojen kesimle uyum içinde yaşamak, onları kendilerine bağlı bulmak ustaca yönetim gerektiriyordu. Kuşkusuz bunun tek yolu onları bir varlık değer, gerçek olarak kabul etmek ve haklarını korumakla başlıyordu. İnançlarına, ibadethanelerine ve özellikle tapınaklarına karışmamak önemli bir yöntem oldu. Tüm bunların yanında Akkoyunlular ve Karakoyunlular da dahil Amida giderek Türk kenti oldu. Bu oluşum, değişim Osmanlılara çok yaradı. Mayafarkin, Hasankeyf, Mardin, Harput da bu dönemin sırayla önem kazanan siyasal, kültürel ve sanatsal odaklarıdır.

    Tarihsel gelişimine bakarak Amida’nın bu süreçteki yeri yadsınamaz. Osmanlıların bu kente bu denli önem vermelerinin altında sadece jeo- politik neden yoktur elbet. Yalnız Diyarbakır değil, Bitlis’in bile bir Türkmen bilinciyle, Oğuz kültürüyyle beslenip dolması yanında, Küçük Asyayı Anadolulu yapan olgunun iyice olgunlaştığı anlaşılıyor. İşte İdrisi Bitlisî böyle bir ortamda yetişti ve Amida’ya da katkısı oldu. Siyasal eğilim ve yönetimi devirme günü yaklaşmıştı. Bir hamle bekliyordu. Osmanlı gerçeği artık bu yöre için bir can simidiydi. Çünkü Safevilerin Doğu Anadolu’daki yönetimi, Şiiliği tehlikeli boyutlarda yayma politikası, Osmanlıları endişelendirmekteydi. Halk ve çevre beyler baskı, eziyet ve vergiden yakınmaktaydılar. İdrisi Bitlisî durumu Sultana iletiyor ve katılma arzusunun büyüklüğünü dile getiriyordu. Bıyıklı Mehmet Paşa görevlendirildi. Bayburt (1514) dahil, doğuda pek çok yer alındı. Silvan (Meyyafarikin), Eğil, Palo (Palu), Erbil ve Kerkük ele geçirildi. Paşa, Amasya ve Sivas Beyleri kuvvetlerini de yanına alarak Diyarbakır’ı kuşattılar. 15 Mayıs 1515’te (bazı araştırmacılar bunu, 9, 10 Eylül olarak da verirler) Âmid ele geçirildi. Bıyıklı Mehmet Paşa, kentin ilk Osmanlı Valisi oldu. Yaptığı fetihlerden ötürü halk günümüzde de Fatih Paşa Camisi olarak anar (üstünün kaplamasından ötürü Kurşunlu Cami de denilmektedir). İdrisi Bitlisî’ye büyük yardımlarından ötürü, gerekli atamaları yapması için isim bölümü boş bırakılan ferman gönderildi. Kısa sürede yöre güvene kavuştu ve Ustaclu Karahan’ın bası kesilerek Sultan’a gönderildi.

    Âmid Beylerbeyi, Osmanlı düzenine göre merkez ve 24 sancak olarak hemen kuruldu. Harput, Akçakale, Ergani, Çemişgezek, Hasankeyf, Siirt, Sancar, Siverek, Silvan ve Nusaybin (toplam 11 tane) sancak olarak bağlandı. Atak, Portuk, Tercil, Cabakcur, Çermik, Sağman, Kelap ve Mihrani (toplam 8 tane) özel statülü sancaklardı. Eğil, Palu, Cizre Hazo ve Genç idaresi babadan oğula geçen daha özerk sancak durumundaydılar. Bunlardan başka zeamet ve timar sahipleri aşiret beyleri de vardı. Böylece Âmid Beylerbeyliği, ulufeli ve yerlikulu askerleri dışında 18.000 askeri eğiten, donatan bir güce sahip oluyordu. Bugün bu sancaklardan bazıları il olmuş veya çevre illere bağlanmış durumdadır.

    Kanuni, Diyarbakır’a gelen ilk Osmanlı padişahı olup 20 Ekim 1535’te, İran Seferi dönüşü Âmida’da 22 gün kaldı. Beylerbeyi Hüsrev Paşa’ya verdiği emirle genişletilan İç Kaleyi (1526) gezdi. 29 Eylül 1549’da, yine İran Seferi nedeniyle Halep’ten dönerken yolda hastalanınca Diyarbakır’da 2 kez kaldı. Onun, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi “sözü o günlerinin deyimidir. Karacadağ yaylalarında dinlenip sağlığına kavuştu. Vali Bali Paşa’ya emredip Gözeli’den kente getirttiği (1535) Hamravat Suyu ve kemerlerini inceledi. Bunu Mimar Koca Sinan’a Kastamonulu kalfası Kasım Çelebi yapmıştı. 4 Kasım 1549’da 34 gün kaldığı Âmida’dan İstanbul’a hareket etti. 19. yy. başına kadar kentteki pöhrenkli su donatısı çalıştı. Son yıllarda çok bozulmuş, su kaybına ve yabancı maddelerin karışımına neden olmuştu. Bunun üzerine 1930 yılında bu su, demir borular içine alındı.

    1515 yılında Osmanlılara geçen Âmida, yönetim düzenine göre hemen yeni bir sayıma alındı. 1518’de ki bu ilk sayım defterlerine göre kent; Urfa Kapı, Mardin Kapı ve Dağ Kapı Mahallelerinden oluşuyordu. 1515’te kent nüfusu 2/3 oranında azalmış ve yıkık durumdaydı. Hızlı bir bayındırlık çabası başladı. Kentin 12.500 kişilik nüfusu aşağıdaki tabloya göre dağılıyordu.

    Bu dağılıma bakılırsa Müslüman çoğunluğun Yenikapı Urfakapı Mahalleleri ekseninde olduğu görülür. Buna kuzey yarı da eklenince, kentin güneyinin Hıristiyanlara ayrıldığı anlaşılır. Buna kesin bir ayrım değil, yoğunlaşma olarak bakmak gerekir. Çünkü Müslümanlara bağlı olarak Yenikapı Mahallesinde Hıristiyanlarda 554 aile reisliğiyle 1. sıradadırlar. Bunu Mardin Kapı ve Urfa Kapı’dakiler izler. Burada toplam aile sayısı 898 olup her biri beşer kişi sayılsa ortalama 4.500 kişiyle, nüfusun %38’i demektir. Urfa Kapı Mahallesi toplam 592 aile reisi ve bekârlarıyla 3000 kişiyi bulup %25 oranına erişir. Bu durumda 1518’de kentin doğu batı ekseninde halkın %60’ı yaşıyordu. Mardin Kapı ve Dağ Kapı’da sayılar birbirine çok yakındır. Buna İç Kale yönetim ve askerleri de katılırsa, kentin Müslümanlarının, güneyden kuzeye doğru giderek arttığı söylenebilir. Kentin kuzeyi güneye oranla fark az da olsa yüksektir. Dağdan esen temiz havadan Müslüman çoğunluğun daha çok yararlanmak istemesi önemli bir etken olabilir. Doğu yöndeki yoğunluk, Dicle Vadisindeki bahçelere, sebze ve meyvecilik gibi gelir kaynağına bağlanabilir. Bu yerleşme düzeni herhalde her dönemde böyleydi. Çünkü Ulu Caminin yerinde bulunan Mar Toma Kilisesi (Katedrali) kentin kuzey yarısındadır. Diğer kiliseler de güneydoğu çeyreğinde sıklaşır. Yahudilerin nerede yoğunlaştıklarını bilmiyoruz. Kentte o dönemde Gregoryan, Katolik ve Protestan Ermenilerin, Ortodoks ve Katolik Rumların, Katolik Keldanilerin, Katolik ve Yahudi Süryanilerin, Yahudilerin dinsel liderleri ve tapınakları vardı. Latil ve Kapuşen İtalyanların sayısı azdı. Osmanlıların gerileme ve çökme döneminde birbirine yaklaşıp kümelenmeye daha gerek duymuş olabilirler. Çocukluk günlerinde top oynadığımız boşlukların, Pazar yerinin, Gavur Mahallesinin, Sami İşmenlerin tuğla ve kiremit depolarının (Kârhane) hep bu çeyrekte oluşu, Yeni Kapı Hıristiyan yoğunluğunun yerleşim alanı olduğunu gösteriyor.

    Urfa Kapı Mahallesi

    Müslüman Aile Reisi : 390

    Hıristiyan Aile Reisi : 23

    Yahudi Aile Reisi : 202

    Yahudi Bekâr : 16

    Yahudi Aile Reisi : -

    Yahudi Bekâr : -

    Aile Sayıları Toplamı : 592

    Bekârlar Toplamı : 39

    Mardin Kapı Mahallesi

    Müslüman Aile Reisi : 146

    Hıristiyan Aile Reisi : 32

    Yahudi Aile Reisi : 254

    Yahudi Bekâr : 57

    Yahudi Aile Reisi : -

    Yahudi Bekâr : -

    Aile Sayıları Toplamı : 400

    Bekârlar Toplamı : 89

    Yeni Kapı Mahallesi

    Müslüman Aile Reisi : 344

    Hıristiyan Aile Reisi : 22

    Yahudi Aile Reisi : 554

    Yahudi Bekâr : 48

    Yahudi Aile Reisi : -

    Yahudi Bekâr : -

    Aile Sayıları Toplamı : 898

    Bekârlar Toplamı : 70

    Dağkapı Mahallesi

    Müslüman Aile Reisi : 340

    Hıristiyan Aile Reisi : 30

    Yahudi Aile Reisi : 55

    Yahudi Bekâr : 6

    Yahudi Aile Reisi : -

    Yahudi Bekâr : -

    Aile Sayıları Toplamı : 395

    Bekârlar Toplamı : 36

    Bu sayının bir diğer yönü, mahallelerin, dinlere özgü bir ayrımda olmadığını gösteriyor. Müslüman ve gayrimüslim kesim iç içe yaşamaktadırlar. Belgeler 19. yy. 1. yarısında da durumun böyle olduğunu gösteriyorsa da her dönem için geçerli olmayabilir. Güneydoğu çeyreğinde Getto’ları andırır bir düzen yukarıda açıkladığımız nedene bağlanabilirse de oldukça sınırlıydı. Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Yiğit Ahmet Mahallesi Ziraat Bankası Sokağında (Çarşı karakolunu Yüksek Fırına bağlayan şimdiki sokak), Hıristiyan komşularımız vardı. Bu, her kentte böyleydi ve onların bir uygarlık ölçüsüydü. Sözgelimi Sivas 1. İzzettin Keykâvus Şifahanesi vakfiyesinde, yapıyı çevresiyle tanıtırken, Keykâvus’un Sivas’ta inşasını emrettiği darüşşifa, “Tokat Caddesi ağzındadır. Dört taraftan: 1. Nizam Yağıbasan tekkesi ile, 2. Medrese-i Selçukiye ile, 3. Sultan bahçesi ile, Mimar Bedrettin menazili ile Papaz Arakil menzili ile, ikinci dölik ve Fırat menzilleri ile, Bakkal Hüseyin Menzili ile, 4. Mezkur Tokat Caddesi ile mahduttur. Kapısı bu caddeye açılır” denmektedir.

    İlk sayımından 22 yıl sonra yine Kanunî günlerinde Âmida Beylerbeyliğinde 1540 yılında yapılan 2. sayım, kent nüfusunun %50 arttığını gösteriyor. Mahalle mescitlerinin dışında bugüne erişen büyük camilerin bazıları bu dönemdedir. 1518’deki 2300’ü aşan hane sayısı 3400’e yaklaşır. Mahalleler küçülür ve sayıları 69’a erişir. Kaynaklara göre bu rakamlar değişebilmektedir. Bunlar arasında gördüğümüz Taceddin, Şeyhmatar gibi isimler, bunların yaptırdıkları yapıları tarihlemede de sağlam kapnak olmaktadırlar. Bu arada gayrimüslim kesimin, Yahudi, Şemsi, Nasturi, Süryani ve Ermenilerden oluştuğu da anlaşılıyor. Bu gelişim ve güven kenti canlandırdı. Kırsal kesimden gayrimüslim kesimin, zanaat sahipleri göç ettikçe ticaret arttı. 1540 sayımına göre Âmid Sancağı yani kent merkezinin nüfusu 142.576’dır. Eyalet 423.270 kişiydi. 1520- 30 yılları arasında Amid’in Ankara’dan daha ileride Konya ve Sivas’ın 3 ve Tokat’ın 2 katına eriştiğini görüyoruz.

    Yaygın dilin Türkçe olduğu Âmida, Uzakdoğuyu batıya, güneyi kuzeye bağlayan önemli bir kavşakta olduğundan, tarihin her döneminde, siyasal, askerî yönü yanında canlı bir ekonomi de yaşadı. Bu değişik etnik topluluğu bir arada tutmaya yol açtığı gibi bunlara bağlı olara ticaret, dokuma debbağlık, el sanatlarında da önemini korudu. İpek, pamuk, tiftik, sahtiyan, deri, şişe, çömlek, testicilik, bakırcılık ve kuyumculuk önemli dallardandı. 16. yy.’da ünü çok yayılan kuyumculuk mesleğinin pirî Ahmet Çelebi’ydi. (1523-1601) 1567 yılında Diyarbakır Valiliğine getirilen Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Vezir Hasan Paşa, kuyumcular için ünlü Kapalıçarşı ve Hanını yaptırdı. Sonra buna Ketenciler Çarşısı da eklenecektir. Padişah 4. Murat Bağdat’ı aldığında “Emâkin-i Mübareke” süslemelerini buradaki kuyumculara yaptırdı. Diyarbakır’da ilk gazete 1869’da yayımlandı. O tarihte Osmanlı sınırlarında ancak 24 ilde gazete çıkarılıyordu. Kurt İsmail Paşa, Diyarbakır’da ilk matbaayı (1869) kurdu. Gazetenin ilk sayısı burada basıldı.

    1810 yılında Ergani- Maden ocağı işletilmeye başlandı. İç Kale’de bir dökümanhane vardı. 1908’de Ziraat Bankası kuruldu. Van, Erzurum, Sivas, Rakka ve Musul eyaletleriyle çevrildi. Âmida’ya bu nedenle Paşa Sancağı denir. Cihannuma burayı 8 Kürt Beyleri Ocağı, 11 Osmanlı Sancağı ve devlete tabi 5 hükümet olarak belirler. Evliya Çelebi, ahalinin Türkmen, Arap, Acem, Kürt ve Ermenilerden oluştuğunu yazar. Batılılaşma döneminde yönetimsel dağılım (idarî düzen) değişince Diyarbakır, vilayet oldu (1867 yılı). Osmanlı siyasal ve askeri düzeninde, özellikle İran seferlerinde Âmida çok önemli bir üs olduğundan, yönetim buraya hep çok seçkin sadrazamlarını büyük vezirlerini gönderiyor, güçlü aktif bir orduyu hazır bulunduruyordu. Bu özen, Diyarbakır’ın kültür, edebiyat, şiir ve müzikte de çok geliştiğini gösteriyor. Kuşkusuz mimarlığı da bunun dışında kalamazdı.

    Günümüze erişen yapılarda çok daha fazlasının yıkıldığını belgeler kanıtlıyor. Evliya Çelebi gördüklerinin adlarını vermektedir. 1900’daki bir salnamede, kentte 24 cami, 21 mescit, 8 hamam, 1 belediye, 1 hastahane, 6 tekke, 11 kilise, 20 han, 1 basımevi, 1 üstü örtülü çarşı, 3 kitaplık, 11 medrese, 13 çeşme, 1 askerî rüştiye, 1 mülki rüştiye, 1 öğretmen okulu, 5 ilkokul, 10 sübyan okulu, 9 Hıristiyan okulu, 2 yabancı okul, 1 Yahudi okulu, 1 sanat mektebi ve 1 idadî adı geçiyor. Bugün bunların ancak %10’u ayaktadır.

    Günümüze erişenlere dikkat edilirse İslamî yapılar Ulu Cami dışında Akkoyunlulardan daha eskiye inmez. Hazreti Süleyman Camisinin geçirdiği değişiklik ve tarihlerini Diyarbakır Camileri yayınımızda açıklıyoruz. Büyük Selçukluluk ancak Ulu Camide onarım yapacak süre kaldılar. Anadolu Selçukluların Sultan Şüçaeddin Kümbeti oldukça onarılmış ve kare plânı ve 2 katlılığı dışında değişmiştir. Bunların da Ulu Camiyi onardıkları yazıtlarından anlaşılıyor. Artukluların kent içinde kendi adlarıyla anılan yapıları sınırlıdır.

    Akkoyunluları izleyen Osmanlılar da bu yerel ve yöresel (Yukarı Suriye) özelliklerinin dışında kalamazdılar. Öyle ki, Bir Nebi (Peygamber) Camisinin bunlardan birine maletmek tam olarak mümkün olmaz. klâsik Dönem Osmanlı günlerinin İskender Paşa, Behram Paşa gibi camilerinde bile bunlar varlığını sürdürür. Mimar Koca Sinan’ın doğrudan buradaki bir yapıya ayıracak vakti yoktur. Mahalle mescitleri durumundaki kâgir kemer ve kolona oturan ahşap kirişlemeli toprak damlı enine plânlı yapıları daha sonra da devam edecek olup zaten tarih boyunca evlerde de kullanılan bir yöntemdir.

    Diyarbakır’daki yapı kaybını sadece bakımsızlığa bağlamak doğru değildir. Bu nedenlerden sadece biridir. 1114- 15 yılı yangınında Ulu Caminin, temeline kadar yıkıldığını kaynaklar belirtiyor. 1711 ve 13’te 2 yangın daha bu yapılara zarar verir. 1912’de de bir yenisi görülecektir. 1803, 1819 ve 1831 ayaklanması da doğrudan ve dolaylı kente zarar verdi. 1819 kıyımında İç Kaleden atılan top mermileri, Nasuh Paşa Camisi üst yarısı ile Bıyıklı Mehmet Paşa Camisi avlu kuzey duvarı ve buradaki işlemeli kıpısını yıktı. Şeyhzadeler Konağı önemli ölçüde zarar gördü. 1830’larda Ulu Cami ve 5 Mayıs 1828’de Behram Paşa Camisi minaresine yıldırım düştü ve ancak 1930’da onarılabildi. Aynı kış, Melek Ahmet Paşa Camisi minaresi de zarar gördü.

    Diyarbakır’ı Mart 1754 ve Aralık 1894’deki kolera salgını adeta boşaltır. Son ki Hüsrev Paşa Mahallesinde başlamış ve 1895’e kadar sürmüştü. Aralık 1790 Taun ve 1916 Tifüs salgınları da ünlüdür. Bu arada yapılara düzenli ve kesintisiz bakım yapıldığı düşünülemez. Karacağdan püsküren kalın lav tabakası üstüne oturan kentin depremden zarar görmediği anlaşılıyor.

    1874 Diyarbakır salnamesinde 130 kadar çeşme ve 1869 tarihlisinde hamamlar için ayrıntılı bilgi vardır. Bunlardan ancak 6- 7’si günümüze gelebilmektedir. Dede Korkut Oğuznamelerinde de adı Hamid olarak geçen Diyarbakır ne yazık ki bugün tarihi görüntüsünü büyük ölçüde yitirmiştir. Kırsal kesimden kente hücum, sosyal, kültürel, geleneksel, sanatsal (dil, edebiyat, düşün, müzik) bir yok olmayı beraberinde taşımıştır. Bu nedenle yeni yeni çalışmalarla, korunması gerekli yapıların her yönüyle incelenip yayınlanması ulusal bir zorunluluk olmuştur. Kısa süre sonra bunların pek çoğunu yitirsek şaşmayalım. Ünlü Diyarbakır evleri de öyle oluyor. İşte bu gerçekler, yayınımızın itici gücü oldu.

    Kentin suları hakkında yerli ve yabancı yazarların, değişik tarihli gezginlerin kısa notlarını da ekleyerek verdikleri bilgiler birbirini tamamlar durumdadır. Mimarî ağırlıklı yanımızda bu konuya eğilmiyor ancak çok kısa olarak değinmekle yetiniyoruz.

    - Urfa Kapısının hemen dışında, sur duvarının eteğinde, tepe üzerinden bir suyun fışkırdığından,

    - Kente girdiği yerde Ulu Cami ve çeşmelere doğru kollara ayrılan, dereyi andırır,

    - Bir Ermeni misyonerinden iletilmek üzere, kale içinde yer alan 3 çeşmeyi ve buna bağlı birçok değirmeni çalıştıran bir sudan,

    - Nasır-ı Hüsrev’e göre beş değirmen taşını çevirecek kadar güçlü bir sudan sözediyor. Evliya Çelebi buna “kent sularından kaynaklanan bir su, değirmenleri döndürüyor, saraya kadar ulaşıyor, şelâle ve sel haline dönüşerek Dicle’ye karışıyor.” bilgisini ekler.

    Bilindiği gibi, Diyarbakır surlarını batı ve kuzey yönünde bir yapay kanal savunmada yardımcı olmak üzere dolanıp, Fis Kayasından aşağıya akıyordu. Bu kaynaklar, böylesine bir kanalı besliyor olabilir. Bilindiği gibi Urfa Kapısının biraz güneyinde içeride, sur duvarına bitişik, günümüze kadar gelen, ancak son 10- 20 yıldır çalıştırılmayan bir değirmen vardır. Herhalde bu sudan yararlanıyordu.

    Diyarbakır batıdan doğuya (bağlar semtinden kente doğru) az inişli (eğimli) bir düzlük üstünde olduğundan kentin (sur içi) batı yakasından surlarla beslenmesi topografyasından kaynaklanıyor. Ali Pınar Köyü ve kaynağı, Hamravat Suyu, Çifte Kapının hemen içindeki Ayn Zeliha Gözesi hep bu yöndedir. Kentin kuzeydoğusunda yer alan İç Kale suyunun nereden geldiği gizli tutulduğu için bilinmemektedir ve buradan doğuya akan sular günümüzde de birkaç değirmen çalıştırıp, bahçeleri sulayarak Dicle’ye karışır.

    Bâkılâ diye adlandırılan su için bir bilgiye sahip değiliz. Ancak sur içindeki pek çok çeşme kuşkusuz göze ve sularla besleniyordu ve bir savunmada halkı aylarca, yıllarca besleyecek çaptaydı. Diğer yandan, İç Kaleden doğuya, Dicle’ye inen bir gizli yol gibi, Mardin Kapısını, Dağ Kapısına bağlayan ve kenti ortasından, güneyden kuzeye ikiye bölercesine uzanan bir yer altı geçidinden kaynaklar sözetmiyor. Bunun, İç Kaleye bağlanmadıkça kime ne yararı olabilir? Oysa Gabriel burada kentin en eski dış surundan sözeder. Bu, Özsezgin’nin üstünde durduğu bir geniş kanalizasyon olabilir. Diyarbakır’ın çok düzenli bir kanalizasyonu vardı ve herhalde Roma günlerindendi.

    Diyarbakır, Karacadağ’dan doğuya doğru uzanan az eğimli alanın son sınırında yer alır. Dicle Vadisi kenti doğu yönde sınırlayarak güneyde batıya dönerek Mardin Kapıya kadar uzanır. Bu yaka kentten gelen, değirmenleri çeviren kullanılmış su ve kanalizasyonla beslenen Esfel Bahçeleriyle (halk efsel de der) sarılıdır. 12. yy. da burasının yine bu biçim ve amaçta kullanıldığını bir belge gösteriyor.

    Konut Dokusu ve Sosyal Gruplaşmalar

    Somutlaşmış her ürünün arkasında onu oluşturan ve yansıtan bir kültür vardır. Siyah bazalt taşının Diyarbakır konutunda, avluyu incelerken ne denli sıcak, sevecen, insanı saran sanata dönüştüğünü, ileride kendi başlığında anlatacağız. Bu nesne bu denli ruhsal doyuma dönüşebilirdi. Bu konuyu daha iyi irdeleyebilmek için incelediğimiz yapıları gösteren haritaya bakmamız gerekiyor. Dikkati ilk çeken yön, incelemeye değer konutlar, kentin merkez çevresinde, ticaret alanlarından sonraki ilk halkadadır. Surlara yaklaştıkça bunların basitleştiği, yavanlaştığı ve ufaldığı görülüyordu. Bu bir kentli- taşralı, güçlü- zayıf, kültürlü- kültürsüz, etkin- edilgin, yöneten- yönetilen ve güvenli- güvensiz tablo yanında müslim- zımmî gruplaşmasıdır.

    Yayınımızın başında, Diyarbakır’ın tarihini özetlerken, Kanunî günlerinin 25 yıl arayla yaptırdığı 2 sayımın sonuçlarından, Müslüman çoğunluğun Yeni Kapı - Urfa Kapı aksında yoğunlaştığının, kentin güneyinin Hıristiyanlara, kuzeyinin Müslümanlara ayrıldığının anlaşıldığını belirtmiş, ancak bunun kesin bir kural olmadığını da tarihimizden ve günümüzden örnekler vererek dile getirmiştik. Kiliselerin güney yarıda ve özellikle güneydoğu çeyrekte sıklaşması, “Gavur Mahallesi’nin burada oluşu, fiziksel ve pratik verilirdir. Ancak evleri incelerken Müslüman veya Zımmî açısından fiziksel farklılıklar olmadığını belirttik ve bu akılcı tasarımın dil, din, ırk ve rengi aştığını vurguladık. Gayrimüslimlerin çoğunlukla zenaatle geçinip, kendilerini geçindirmek kadar ekonomik güçte olduklarını sanmak, kuyumculuk, bankacılık, ipekçilik gibi güçlü ekonomilere ters düşüyor. Osmanlı İmparatorluğunun gerileme ve çöküş döneminde kendilerine daha güvenli yer arama göçü, güneydoğu diliminin daha çok el değiştirmesine veya sahipsizliğine yol açtığı için boşaldığı düşünülecek bir konudur. Yeni vatanlarına, göç eden Yahudilerin bu ivmeyi hızlandırdığı da bir gerçek olmalı. Çünkü yerel tanım olarak Gavur sözcüğü (büyük haksızlığa karşın) daha çok bu kısma uygun görülmektedir. Yıkılanların arsaya dönüşmesi bunların zaten var olan mahallelerine daha da boşaltmış olabilir.

    Yakın tarihe kadar Ali Paşa Mahallesi, tam kentleşmemiş, sosyal ilişkilerden yeterince payını alamamış kimseler için kullanılan biraz horlayıcı bir güvensiz alan tanımıydı. Tarihten gelen bir özellik miydi? Beylerbeyi Ali Paşa; cami, tekke ve medresesini sırf bu imajı gidermek için mi buraya kurmuştu? Onlardan daha ucuza arsa alma şansı mı yönlendirici oldu bilmiyoruz. Ancak yapıları incelerken, merkezden bu mahalleye kayarken, konutların nitelik ve nicelik olarak fakirleştiğini belirtiyoruz. Oysa Balıkçılarbaşı Semtine yakın halkada, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp ve Lâle Bey gibi Müslüman mahallelerinde seçkin yapılar vardı.

    Kentin yalnız güneyi değil batı yakasında da ayni niteliklilik görülür. Lâle Bey Mahallesi, tüm Akkoyunlu tarihine karşın seçkin konutların günümüzde son sınırı gibidir. Şimdiki P.T.T. ona yakın Balıklı Mescidi (Bektaşî tekkesi) ve çevresindeki boş arsalar, Gülşeni Türbesi (Urfa Kapı girişinde) tarikat ehlinin, eylemlerini daha rahat sürdürebilecekleri biraz gözden uzak varoluşlar mıydı? Bir diğer ayrıntı, bugünkü İnönü Caddesi kuzeyinde de tarihsel nitelikli konut olmamasıdır. Buranın seyrek konumunu, 1950’lerden sonra canlandığını anımsıyoruz. Günümüzde İzzet Paşa Caddesi kuzeyi de 4 kapı dışında özenli bir konut alanı değildir. Kurşunlu Cami gibi bir yapıya karşın onu İç Kaleye bağlayan yolun Nasuh Paşa camisiyle sonuçlanan aksındaki seyrekliği de gözardı edemeyiz. Kentin Osmanlılara geçmesinden sonra ilk camiyi yaptıran Fatih Bıyıklı Mehmet Paşa, Özdemir oğlu Osman Paşa, bunların haremlik- selâmlığı ve İç Kale yönetim merkezine en yakın güvenlik halkası olmasına karşın o dönemdeki özenti neydi bilmiyoruz.

    Bizce, 18 ve 19. yy. siyasal çizgisi, kent toponomisini çokça etkilemiş olmalı. 19. yy. 1. yarısına bakarak, gerisi için yorum yapmak, yanlış ve yanıltıcı olacaktır. Ancak nüfus sayımları da gözardı edilmemeli ve toponomik verilerin günümüze uyduğunu da belirtmeliyiz.

    Bir kentin Türk- İslâm kimliğine büründüğü süreçte ve bu arada Amida’da kuzey yarının temiz dağ havası almak açısından Müslüman mahallelerine ayrıldığını bu yapıda hiçbir gayrimüslim tapınağın olmaması açıklıyor. Ancak, Arap ve Türkler gelmeden önce de böyle olduğunun akılcı bir açıklaması olmasa gerekir. O günlerde, bu zımmîleri kentin güneyinde oturmaya zorlayan siyasal, etkin, feodal düzeni tam bilmiyoruz. Hepsi Hıristiyan olan kesim içinde de bir mezhep hiyerarşisi mi vardı? Zaten sınırlı olan kaynaklar, kentin bu sosyal,dinsel ve etnik yönüne ışık tutmuyor.

    Su konusunu incelerken, sokak çeşmelerinin, Müslüman Mahallelerde yoğunlaştığı yorumunu, kaynak belirterek vereceğiz. Kente giren Hamravat Suyu, diğer iç kaynaklar ve yer altı suyu için ıslak alanlar başlığında ileride yine bazı yorumlar yapacağız. Dahası, kuyuların yoğunlaştığı çeyrek dilimleri vereceğiz. Topografyasına bağlı - yerçekimi - bu pratik ve yaşamsal verinin, yerleşmeyi ve bu süreçte, müslim- zımmî mahalle ayrımını etkilemiş olabileceğini yadsımamalıyız. Bu durumda kentin, Ulu Cami merkez olmak üzere belli bir dairenin konut nitelik ve niteliğinde etkili olduğunu, odaktan uzaklaşıp surlara yaklaştıkça “mesken” den çok sebze ve bahçecilik alanlarına dönüştüğü, böylece kentin, kullanım değiştirdiği anlaşılıyor. Bu anlamda, Urfa Kapı girişinde güneyde kalan ve yakın tarihe kadar kalıntısı duran değirmeni bile irdelemek gerekir. 1956- 57’lerde Aynı Zeliha kaynağının, yoğun olmayan mahalleden kentin mezbahasını beslediğini, bir kolunun Dabakhane Camisine ayrılarak, Ali Paşa Mahallesinde açıktan aktığını anımsıyorum. Bu kırsal görüntü merkeze doğru giderek nitelik kazanıp “meskûn” alana dönüşüyordu. Belgelerde adı geçen korunması gereken yapı sayısı ile bu seyrekliği uzaklaştırmak zor.

    Yanıtını veremediğimiz bir diğer yön, Kuzeydoğu (54 konut) ile Güneybatı (49 konut) çeyrek dilimlerinde incelemeye değer konut sayısının çapraz düşen Güneydoğu (33 konut) ve Kuzeybatıdakilerden (33 konut) 1,5 veya 2 katına yakın çoğunlukta olmasıdır. Kilise ve Cami, mescit değerlerine bakarak konuyu dinsel açıdan açıklama şansı yok. Kentin en büyük tapınakları burada. Bunu topografyayla ve yer altı suyuyla, kuzeyden esen temiz dağ havasıyla açıklamak da yeterli değil. Bugünkü görüntüsünün tarihsel derinliğini belgeler açıklamıyor. Ancak kiliseler, camilerden de eski. Arap ve Türk İslâm döneminde, kentin diğer çeyreklerinde var olan tapınaklar giderek yıkılıp ancak bu güçlü odaklar mı günümüze yansıdı? Belgeler bunların isimlerini vermiyor.

    Konutların, din farkına göre düzenlenmediği, boyutları etkilemediği semt ayrımı yapmadığı sonucumuzdan hareket ederek, bunların dağılımını etkin- edilgen süzgeciyle bağlantısı kurabiliriz.

    Yaşamın sosyal etkeni, yönetimi yakın veya doğrudan yönetici olan kadro ile, hatırı sayılır soylu ailelerinin kendi konumlarına uygun (yaraşır) düşen, kent merkezine yakın mahalle ve sokakları seçmelerini (prestij açısından da) gerektiriyor. Bu sosyal, kültürel, ekonomik eleme, kent toponomisinin güdüsel ana etkeni olmalı. Nitelik ve nicelikli yapıları anımsarsak, İskender Paşa, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı, Hacı Niyazi, Sait Paşa, Behram Paşa, Cemil Paşa ve Nakipzadeler (vb) konaklarının hem merkeze yakın seçkin daire dilimi içinde ve hem de kentin batı yakasında olduğunu görürüz. Buna karşılık Kadı, Dabanoğlu, Kozlu, Hacı Büzrük, Salos Kaşık Budak ve İbrahim Bey gibi Mescitlerin, Arap Şeyh Muallâk, Kurşunlu Camilerinin, Paşa, Çardaklı, Su Akar Hamamlarının yarıdaki çokluğunun, kentin doğu yarısında daha orta halli kesime ayrıldığını söyleyebiliriz. Tüm bu veri ve incelemeler, Amida’nın, Gazi Caddesi batısında kalan yarının Aristokrat ağırlıklı olduğunu ve bunların konutlara da yansıdığını gösteriyor. Ancak tüm bu sosyal katmanların konutların sadece boyutlarını etkileyebildiğini bir kez daha belirtmeliyiz.

    Kent, Doku ve Sokak

    Tarihsel Diyarbakır kentinin eni, yaklaşık 1040, boyu 1400 m kadardır (~1,5 km2). 4 ana cadde bunu 4 dileme ayırır. Günümüzde İzzet Paşa, İnönü, Melek Ahmet ve Gazi Caddeleri enli ve düzgün görünüyorlarsa da, eskiden Balıkçılar Başı’nı Yeni Kapıya Bağlayan Cadde gibi oldukça kıvrımlı idiler. Sokaklar da elbet bundan daha abartılı idi. Plânları çizerken sokak duvarlarının en çok 2 parsel kadar doğru çizgi izlediğini gördük. Genelde bunlar ana yönlerde uzanıyor, kaymalar ve kıvrımlar yapıyordu. Geri çekilen, ileri taşan, çokça yamuklaşan parseller nedeniyle sokaklar, daralıp genişliyor, dirsekler çiziyor ve bu nedenle dosdoğru uzanamıyorlardı. Çizimlerimize bakıldıkça, hiçbir parselin düzgün bir geometride olmadığı görülür. Daha Roma günlerinde Anadolu yol ağının kurulduğu, 40.000 yerleşik alanın olduğu ve kentlerin biçimlendiği, biliniyor. Diyarbakır kenti Bizans günlerinde surla aşamalı olarak çevrilince kent daha korunur oldu. Ancak, o günden bu yana yenilenmiş eski sokak dokusunun esasta değişmediğini, ufak

    oynamalarla karşılaşıldığını düşünmeliyiz. Büyük oynamalar olsa, Roma günlerine indiği bilinen kanalizasyon ağı aksayacaktı. Bizce değişmeler parsel bazındaydı. Ölümler, veraset, paylaşmalar, aile bölünme ve birleşmeler, insan için ne denli doğal ise bu gerçeklerin kente yansıması da o denli kaçınılmazdı. Bu yalnız Diyarbakır için değil her kent için böyle oldu. Arkeolojik kazılar, Hitit Kentlerinde de aynı gerçeği doğruluyor. Diyarbakır - Ergani - Çayönü de böyle. Düzlükte Asya’da kurulan bazı Türk kentleri veya Roma günlerinde plânı çizilen Milet gibi ızgaralı kaç kent var? Çizimlerimizi yaparken bu düzensiz geometriyi her parselde gördük. Ancak, hemen 2 başka gerçek gözden kaçmadı.

    1- Parsel geometrisi nasıl olursa olsun, avluyu çevreleyen kanatlar birbirine dik veya ondan az sapmalar yapar. Bu nedenle en bozuk dörtgen avlu bile dikdörtgen olabildiğince dönüşür. Sözgelimi, hiçbirinde üçgen veya buna yakın avlu yoktur. Sokak kıvrımı bunu zorunlu kılıyorsa dörtgenin bir kenarı zorunlu olarak ona uyar.

    2- Bir diğer özellik, kanatların büyük bir çoğunlukla doğu- batı, kuzey- güney doğrultusunda olmalarıdır. Böylece en bozuk parselin içinde bile, birbirine dik (veya yakın) kanatlar ana yönlere bakar durumdadır. Parsel derinliğindeki oynamalar kanada yedirilir. Düzgünlük, düzenlilik insan ruhunda dinlendirici, rahatlatıcı görsel ve ruhsal bir özelliktir. Doğa, bakışımlı (simetrik) örneklerle doludur. Bu tanrısal bir düzendir. O nedenle insanoğlu, disiplini, ritmi, düzeni arar ve yaşar. Kentler de böyledir. Bu duygular orada somutlaşır.

    Orantılar ve Modülasyon

    Güzellik bir düzen ve orantı işidir. Bu uyumlu, bu uyumsuz derken mimarlıkta gereci, boyutları, kitleyi, rengi ve öğelerin birbiriyle okşayıcı yaklaşımını amaçlarız. Bir insanın gözü, burnu, ağzı çok güzel olabilir. Ancak biraraya gelişleri o denli oyumlu olmayabilir. Mimarlık alanında da bu böyledir. Düzgün bir geometrik şeklin (kare ve dikdörtgen) eni ile boyu arasındaki ilgiye orantı denmektedir. Sözgelimi yapı sanatında bir kolonun çapı ile yüksekliği arasında daima bir ilişki vardır. Klâsik Yunan Sanatı yapının plân ve yükseklikle ilgili tüm ölçülerini kolon çapına göre irdeleyip matematiksel bağlantılara oturmuştur. Dünya mimarlık tarihi, bunda geometriyi pergele bağlar. Selçuklu ve Osmanlıların yaptığımız çok özel ve titiz çalışmalarda bu kültürün hiç de dışında olmadıklarını, tersine Sinan’ın bunu daha da ileri götürerek kendine özgü şablonlar (kalıp, orantı vb) kurduğu ve bunu ekibine öğrettiğini biliyoruz. Bir kitlenin odanın veya onun ayrıntılarından pencerenin eni ile boyu arasında matematiksel ilişki varsa bu ne kadardır ve Diyarbakır konutlarına ne denli yansımıştır sorununu yanıtlamak gerekir.

    Onarım ve Sağlıklaştırmalar (Restorasyon)

    Tarihsel Diyarbakır Sur İçi yapılarından Vakıf kaynaklı olanların gelirleri ölçüsünde sürekli, kesintisiz bakım ve onarım gördükleri, bu nedenle günümüze olabildiğince sağlam geldiklerini biliyoruz. Özellikle dinsel yapılar, yardımseverlerin katkılarıyla da en şanslı durumdaydılar. Ticaret yapıları en hareketlileri ve ilgi görenleriydi. Konutlar, bunların içinde, herhalde son sırada olup sadece sahibinin veya mütevellisinin girişimiyle ayakta durmaktaydı. Pek çok örneği, tüm özellikleriyle günümüze geldiğine bakılırsa, gerekli özen gösterildi. Yerli, köklü, etkin ve edilgin feodal ailelerin evleri zaten konak boyutunda veya ona yaklaşıyor, haremlik ile selâmlıkları içeriyor, geniş ev kadrosu, halayıkları, uşak ve seyisleriyle toplumun şanslı kesimini oluşturuyorlardı. Batılılaşma Dönemiyle başlayan anlayış, giderek ağalık, beylik, şeyhlik kavramlarını silecek. Motorlu tarım, okuma olanakları, yeni iş alanları yanında kırsal kesimden kente akını hızlandırınca diğer taşınmazlar gibi konutlar da tarihsel bağı onunla özdeşleşmeyen kültürü ondan geri kimselerin elinde hem hırpalandı hem de eklemeler, değiştirmelerle, daha kalabalık kesime hizmet etme zorunluluğunda, özgünlüklerinden ödün vermeye başladılar. Tüm bunlara karşın, bu 2 kesim arasında, tarihsel bağını yeğleyen, anıları ön plâna çıkan, bu tarihsel atmosferlerinde yaşamayı yeğlemekte ve direnmekte olanlar, belli bakım ve onarımı sürdürdüler. Yeni sahipleri, eskilerinden daha güçsüz ise basit onarımlarla durumu bir süre daha devam ettirmek durumundaydılar. Gücü yetmediği kesimleri gözden çıkarıyor, sözgelimi yıkılan bazı yerleri onarmıyor.

    Sürekli ve kesintisiz bakım, her yağmurdan sonra dam loğlanmasıyla ve sürekli tokmaklanmasıyla başlıyor. İlkbaharda otları ayıklanıyor ve 3- 4 senede bir yeniden çamurla sıvanıyordu. Bu arada kırılan bir gezemek taşı, telle, demir çubuklarla desteklenerek durum geçiştiriliyordu. Ishak Sükutî Sokak 13 numaradaki merdiven sahanlığı buna iyi bir örnektir. Bir ahşap kirişlemeye göre şekillendirip yine bir dikmeyle sarkmasını önlemek, çökmüş bir cumba ağzı tuğlayla örerek saçağı için ahşap dikme dikmek, dahası sarkan bir kemer için altına kâgir ayak yapmak, işi geçiştirmekten, olduğu noktadan daha tehlikeli boyuta uzanmasını önlemekten başka bir iş değildir.

    Bir sahanlığı çelik putrel ile güçlendirmek, tehlikeli cumbayı aynı gereç ile durdurmak yine sıradan işlerdi. Buna karşılık eliböğründelerle bingileri güçlendirmek belki onarımların başlangıcı sayılabilecekti.

    Yığma bir merdiven basamağının çatlaması onarım olarak gerçekte de zor, zahmetli bir iştir. Tümünü söküp orayı yenileyerek yeniden kurmak kolay göğüslenecek bir iş değildir. O durumda demir çubukla arkadan desteklemek ve yüzünden lamayla bağlamak en kısa, pratik yoldur. Alnında bağlamak da böyledir. Tüm bunları, ekonomisi güçsüz kişiler için uygun ve kaçınılmaz görmeliyiz.

    Ancak bu arada parasal gücü, o nedenle aşırı cesareti olan, gücü, kültürünün (kültürsüz) önünde olan kişiler için yıkarak ne derece eskisinin eşi olduğu kanıtlanamayan onarımlara girmeyi çok tehlikeli görüyoruz. Üstelik buna betonarme tabliye, yeni cumba, üst kata helâ, banyo gibi sözde konfor eklemeyi onlara sorarsanız, çok başarılı bulmaktadırlar. Aynı taşı kullanarak, böylesine bir yenileme, hiçbir dönemin restorasyon anlayışına uymaz. Buna karşılık bir cumbanın aslına uygun olarak yenilenmesi bizce kurallarına uygun başarılı bir restorasyonun başlangıcıdır. Ziya Gökalp Mahallesi Sülüklü Sokak 21 numaralı evdeki onarım, bundan önceki örnekten çok boyutlu. Tavan ahşap kirişlemeleri betonarme tabliyeye dönüştürülmüş, sağlam kanada dokunmadan hiç yoksa kitle, gabari, dolu boş oranı ve genel kurguya uyulmak istenmiştir.

    Savaş Mahallesi Zingilli Sokak 10 kapı numaralı konutun zararsız bir uygulama olduğu görülüyor. Ancak yine burada da ahşap kirişlemeli toprak damlı üst örtünün yerini betonarme tabliye almış saçak bingilerinin ilkleri korunmuştur. Merdiven yanına avluya eklenen kemerli eyvan aynı gereç seçildiği için gözü fazla tırmalamıyor. Avlu duvarının belirtiyormuşçasına bitirilmesi yine de eleştirilecek noktalardır.

    Konutları tararken görüp ilgilendiğimiz İnönü Mahallesi Manav Sokak 1 kapı numaralı konut, kişisel gayretle, izlerine saygı duyularak yürütülmekte olar restorasyonlardan biridir. Ahşap doğramalara özen gösterilmiş, inceyonu örgü, pencere lentoları ile kapı kemerlerine ve sıralı süs dizilerine dokunulmamış, ahşap tavan kirişlemeleri eski renginde boyanmış görünüyor. Tanıştığınız bu göz doktoru uzman aydının, onarıp, doğusuna geniş bir mutfak kurarak Kızılay’a bırakacağına sevindik. Tarihe saygısından ve kültürel miras bilincinden yoksun değil. Duyarlı olduğu görülüyor. Bilinçli bir yaklaşım umut veriyor. Yine de bodrum pencere parmaklıklarının üst kat merdiven kurgusunun gelenekseli yansıtmadığı görünüyor. Mutfak üstüne eklenen yemişlik (oda) doğru değil. Ancak fazla rahatsız edici de değil. Avluya yansıtılmaması iyi olmuştur.

    Devletin el attığı 3 konutun bundan böyle geleceği güven altındadır. Bunlar; Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Gökalp evidir. İkisi de müze olarak halka açılmıştır. Diğer yandan Kültür Bakanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Müdürlüğü için restore edilip kullanılmaya başlanan, İnönü Mahallesi Ziya Gökalp Sokaktaki 27 kapı numaraları konut, sahibinden satın alınıp projeleri çizdirilip sağlıklaştırıldı. Kirada sıkışık biçimde oturan kurumun, görevine en uygun, böylesine tarih ve kültür dolu geleneksel konuta yerleşmesi, bağlı olduğu bakanlığa yakışmış.

    Reşit İskenderoğlu’nun, geleneksel ve tarihsel konutunu böyle bir amaçla koruma girişimini, kendi başlığın da anlatmıştık. Bu konutlar gibi sırada başkaları da vardır. Sırası geldikçe ilgililerin dikkatini çekmekteyiz. Dileriz onlar bu mutlu sona erişir.

    Eklenti cumbalar, taş bingilerin eliböğründelerle, bazen ek taş bingiyle güçlendirilmesi, yalıtım amacıyla altının sonra kaplanması, basamak güçlendirilmesi, gezemek dikmelerinin demir kenetlerle geriye bağlanması gibi önlemlerin yaygınlaşması umudu herkesi sevindirecektir.

    Yapı Endüstrisi ve Kadrosu

    Püskürük bazalt en sert (talk, jips, kalsit, florit, apatit, kuvartz, topaz, korendon, elmas) taşlardan biridir. 1 ustanın günde ancak 8- 10 taş hazırlayabildiğini biliyoruz. Bunların boyutları, diş açılması, kemer taşı gibi işçiliği arttıranı düşünülürse sayı daha da azalır. Oysa bir sıradan konutta en az 6 kapı, 10 pencere düşünürsek bir ustaya yarım ay gereklidir. Buna eşik, söve, inceyonu duvar, silme, saçak altı ve özellikle basamak ve gezemek taşları eklenirse güçlü bir ekibin bir yazına sığmaz. Oysa daha geride temel, ara duvarlar ve avlu, alt yapı (vb) vardır. Öyleyse bunlar önceden hazırlanmalı ve sırası geldikçe yerine konmalıdır. İşte bunu düşünen ekip, kışın boş aylarında bu standart malzemeleri hazırlar. Yapı sahibi ustasıyla birlikte bunlara gidip 15 pencere, 8 kapı, 30 basamak (vb) gezemek ve bingilerini alıp yapı alanına taşıtır. Sırası geldikçe yerine oturtulur ve bunu, bundan sonrakiler (üst kat, daha sonra saçakla ilgili olanlar) izler. Günümüzden hiç de farklı değil, ilk baharda temelleri çıkınca kuvvetli ekip örgüyü sürdürüyor ve herhalde bir mevsim de işin büyük bölümü bitirilmiş oluyor. Evlerde kireç kuyusuna yer olmayabileceğine göre herhalde bu da yapı alanına taşınıyor olmalıydı. Kereste, kavak, Sal taşları ile yapı alanı iyi bir diziyle (istif) karşı karşıya kalıyordu. O günlerin aracı sadece merkep ve katır idi. Buna kum, çakılı da eklememiz gereklidir.

    Anadolu’da yakın tarihe kadar, çocuk bekleyen anne, son ayları beklemeden armağanıyla ebesine gider, ilk sözlü bağlantıyı kurar. Sünnet için kirve, evlenirken sağdıç, kış gelmeden kiler hazırlığına kapalı ekonomi insanı hazırdı. Bina yaptıranın durumu da aynıdır. Yapı yaptıran, daha önceden ününü duyduğu konu komşu ve tanıdıklarının övgüyle sözünü ettiği ustayı seçer, ona başvurur ve konuyu açardı. Usta yapı alanına gelir, deneyim ve birikimiyle nereye neyin sığacağını pencere sayısı, kapı yeri, helâ, havuz ve merdivenine kadar kafasında tasarlar, yaptıranla görüş birliğine varılırdı. Bunu bilen ustalar, kış aylarında değişik boyutta pencere, kapı, söve, lento, kemer, gezemek, merdiven basamakları, bingi, bolca, kaplama ve Sal taşı, havuz taşı ve kanalı hazırlar ardiyesine doldururdu. Usta, yapı yaptıranla buraya gelir, kendine uygun olanları satın alır ve yapı alanına taşıtırdı. Bunlar, yukarıda belirttiğimiz gibi standartlaşmıştı. Temelden yukarı çıkınca hemen yerlerine oturtulur ve ondan sonrakilerin şantiyeye taşınmasına geçilirdi. Görüldüğü gibi günümüzden hiçbir farkı yok. Bu kâgir yapı gereçleri yanında, pencereler ve onlara uygun parmaklıklar, korkuluklar, kolon ve başlıkları, bingiler ufak dolaplar (taka), bodrum pencere kafesleri ve silme gibi ince yapıya girenler de hazır bulunduruluyor olmalıydı ve yapı sürerken hazırlanırdı. Böylece yılın her ayını ustalar değerlendirir, yapı hızı artar, zaman kaybı en aza iner, ekonomik olurdu. Kuşkusuz ufak tefek bazı ayrıntıları yerinde hazırlamak gerekecekti. Bunu da doğal karşılamalıyız.

    Dinlendirilmiş, kurutulmuş ağaç endüstrisi elbet önemliydi. Kapı, pencere ve kapaklarının da önceden hazırlandığı ve baskıda bekletildiği kanısındayız. Çünkü verdiğimiz kapı kanadı örneklerimizde dikkat edilirse tabladaki süsler, çiçekler, hemen hemen birbirinin eşidir. Bilgilerin burmaları kemer süslemeleri, baklavalı oyuntular biteviyedir. Böylesine gelenekselleşmiş, kalıplara dökülmüş düzende, usta kendi duyumuna ermek için, havuz boşaltma kanalına, sütun başlığına, bingi alnına sıra dışı ve çarpıcı örnekler yapmayı arzulardı elbet. Bu, yaptıranın da ruhunu okşardı. Havuzu büyük tutmak, sayısını arttırmak ortasına fıskiye koydurmak, balkon eklemek, hamam yaptırmak, cumbayı geniş ve 2 pencereli tutmak (sokak eni elveriyorsa) merdiveni bakışımlı (simetrik) yapmak, düz yerine almaşık örgüye yönelmek, eyvan sayısını veya gözlerini arttırmak gibi ayrıcalıklar ustanın ve yaptıranın öğünmesine de yol açardı. Dikkat edilirse ayrıcalıklar hep ayrıntılarda kalıyor. Her konutta yeni bir şey denense zaten geleneksellik oluşmazdı. Tavana değişik süs yapmak, ustasını İstanbul’dan getirtmek ayrıcalıktır.

    Yapıda standardizasyon, normlaşma ve bunun eriştiği fabrikasyon anlayışının, dalga dalga yan dallara sıçradığını da bilmemiz gerekir. İnce yapıyla ilgili demir işçiliği, kapı kolu, çengeli, halkası kilidi, mile bağlı işlemeli aynalar, çengeller, kilit taşlarına açılan halkaların, at nalından eyer veya semerden, mobilyadan, dolaptan ne farkı var?

    Süsleme bölümünde, bitkisel, dairesel, geometrik, çiçekli, süs birimlerinin ne denli birbirinin eşi olduğuna da değinmiştik.

    Burada önemli bir noktayı daha özellikle belirtmek gerekiyor. Gelenekselleşen her şey denene denene doğruya erişen bir olgudur. Kendini artık yenileyemez. Sadece yineler (tekrar eder). Bu doruk ustanın yaratıcılığına elvermez. Sanatta mimarlıkta ürün artık birbirinin yenisi olduğu için kişilik anonimleşir. Hudutta nöbet beklemede önemli olan savunma hizmetidir. Ali veya Veli önemli değildir. Kişi toplum içinde onun amacına katkıda bulunan bir candır. Bütünde erir. Osmanlı ruhu bunu çok iyi yansıtmaktadır. Çok değişik köken ve ırk, Osmanlı eğitiminden geçerken artık Osmanlılaşır. Sırp, Boşnak veya Çerkezim demez. Geleneksel veya klâsik mimarlıkta mimar ve usta da bütün içinde onun bir eridir. Yaptığı anonim olunca adı önemini yitirir. Bu nedenle yapısına artık ustası ismini bile yazmaz. Osmanlı yazıtlarında (kitabe) usta adı hemen hemen yoktur. Bunun Diyarbakır geleneksel konutlarına yansıdığını da gördük ve onca yazıt içinde ancak bir isimle tanıştık. Ustanın hüneri, deneyim ve birikimi, bundan böyle kişisel çıkışlar değil, anonim düşünceye katkıdaki kavrayışı ve hızıdır. Bu bir tüme varımdır.

    Bu klâsik düzen içinde, yerel ayrıcalıklar, usta- çırak, baba- oğul düzeninde öğreniliyor, böylece süreklilik sağlanıyordu. Her ilin kendine özgü ayrıcalığı vardı. Gaziantep, Şanlıurfa’daki kalker kökenli taşın ustası bazaltta sıkıntı çekerdi. Yerel ustalar, siparişleri bulundukları kentten alır, başka yere gitmez, kendi gruplarına ait kahvehanelere akşamları uğrar orada görüşebilirlerdi. İş ayağına gelirdi. Artık aranan kişi olmuşlardı. Durgun, değişmez, kurallı oturmuş düzenin sonuçlarıydı bunlar. Kendini kabul ettirememiş, sıradan kişiler ancak iş arar ve gezgin olurlardı. Kuşkusuz, Diyarbakır’ın oturmuş yerel bir mimarlık geleneği, buna bağlı yapı endüstrisi, kadrosu, amelesi, taşıyıcısı gibi giderek yayılan yan kolları vardı. Loncaları, onların yardımcısıydı. Meslek grupları arasında dayanışma ve yardımlaşma vardı. Nakkaşı, kalemkâri, hattatı, ressami, zanaatkârı hep bir bütünün parçalarıydı. Yaygı, sergi, perde, ibrik, demlik, mangal, oklava, küp, kazan vb. gibi avadanlıklarla yapıyı donatan kadroyu, bundan ekmek yiyen, “ehl-i hiref”i düşünürsek işin boyutu iyice anlaşılır.

    Hassa Mimarlık Ocağı ve taşra örgütünün bu yerel ekibi katkısı doğrudan ve dolaylıdır. Bilindiği gibi Ocak’ın görevleri arasında,

    - serbest çalışan ustaların meslek denetimi, ustalıklarıyla ilgili aşama belgeleri (usta, çırak, üstatlık belgeleri),

    - ülkede yapı ve fiyat politikasını belirleme, ücret, yapı gereci, satış yerleri, standardizasyonu, ocak harman yerleri denetimi yükümlülükleri vardı. Bu nedenle işini iyi yapmayan, sözünde durmayan kişiyi cezalandıracak kurumdu bunlar. Devlet denetimi altındaydılar. Onlardan yaşlananların, bulunduğu yerde kalıp, yerel kadroya katılma şansı da vardı. Ancak yaptıkları yapı türleri ile bu sivil yapı örnekleri çok farklıydı. Uğurlu Meydan Sokak Şeyhoğulları ve bunun batısındaki konak ile İskender Paşa haremindeki 3 kubbeli yapı buna iyi örnektir. Ocaktan emekli olanın bunları yapabileceği akla geliyor. Ancak onların devletteki görevleri, Ocak mimarlarıyla doğrudan bağını da sağlıyordu. Diğer yandan devletten emekli olan denizcilerin veya balıkçıların emeklilikte çok iyi bildikleri neccarlığa yönelerek yerel yapı kadrosunda iş bulma şansları da her zaman vardı. Diyarbakır gibi kurak ve sahil kenti olmayan kentlerde, taşa yelkenli resmi işleyen, ancak ona özlem duyan, ve artık yaşı o işi yapmaya elvermeyen bu ustalardan başkası olmamalıydı. Nitekim Anadolu’nun bazı kentlerinde, İstanbul’dan getirtilen ustaların, şadırvana, odaya, deniz, sahil, kayık, yalı vb. işlemeleri dünyalarını dolduran konularını iyi yansıtıyor. Topkapı Sarayı 3. Selim Meşk Odası veya Harem Dairesi Cariyeler Taşlığı duvar resimlerinde bunları görmek doğal. Ancak, sahil kenti olmayan Yozgat Çapanoğlu Camisi kubbe eteğinde, Soma Hızır Paşa Camisi müezzin mahfili alnında, Urla Kapan Cami Şadırvan kubbe eteğinde, Muğla Kurşunlu Cami kubbe eteğinde, Ödemiş Birgi Çakır Ağa Konağı kışlık odasında Safranbolu, Mustafa Kavsa Evi sofa duvarlarındakilerle bizce Fatih Paşa Mahallesi Kurşunlu Sokak 17, yelkenli arasında (kemer aynasında) özlem ve kadro acısından hiçbir farkı yoktur.
    Surlar
    Diyarbakır Surları:
    Çin Seddi'nden sonra en uzun sur olması ile ünlenen Diyarbakır Surları 5.5 km uzunluğunda ve 7-8m yüksekliğindedir.16 kalesi ve 5 çıkış kapısı olan siyah bazalt surlar, kentin en ilgi çekici yeridir. Ortaçağ askeri mimarisinin muhteşem örneğini oluşturan bu surlar yazıtlar ve kabartmalarla dekore edilmiştir.

    M.Ö. 349 yılında Bizans İmparatoru Costantinus tarafından yenilenen surların yapılış tarihi tam olarak bilinmemektedir.

    Çayönü buluntuları:
    Diyarbakır'ın 65km kuzeybatısında Elazığ karayolu üzerinde Ergani ilçesinde bulunan Çayönü antik kenti cilalı taş devrine yani günümüzden yaklaşık 9000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu yerleşim yerinin ilk yerleşik hayata geçilen yerlerden biri olduğu saptanmıştır. Çayönü İlkel yerleşmesinde çıkartılan öğütme taşları, çakmak taşı, kemikten ve bakırdan yapılan çeşitli aletler Diyarbakır Arkeolojik Müzesi'nde sergilenmektedir.

    Ören Yerleri
    Diyarbakır Kalesi
    İl merkezinde 5700 m. uzunluğunda, 12 m. yüksekliğinde ve 3-5 m. genişliğinde olan görkemli Diyarbakır Kalesi'nin planı bir kalkan balığını andırmaktadır. Kalenin dört kapısı ve ****eniki burcu vardır. Burçlardan en önemlisi 1208 yılında Artuklu hükümdarı Melik Salih Memduh tarafından inşa ettirilen yedi kardeş burcudur. Burcun üzerinde çift başlı kartal, kanatlı aslan kabartmaları bulunmaktadır. Kitabesi bir kuşak halinde burcu çevrelemektedir. M.S. 349 tarihinde Romalılar zamanında inşa edilen kale İslâmî dönemlerde de birçok kez onarılmış ve yapılan ilavelerle günümüzdeki görünümünü kazanmıştır.

    Malabadi Köprüsü
    Diyarbakır-Batman karayolu üzerinde yeni yapılan karayolunun sağ tarafındadır. 1147 yılında Artukoğulları döneminde inşa edilmiştir. Ortadaki büyük sivri kemerin ayakları kayalıklara oturtulmuştur. Kemerin her iki ucunda 4.50 x 5.30 m. boyutlarında köprünün güvenliğini sağlayacak nöbetçilerin oturması ve kervan yolcularının dinlenmesi için yapılmış birer oda mevcuttur.
    Köprünün selyaranları üzerindeki burma sütunlu nişlerin içerisinde, insan, hayvan, güneş motifleri bulunmaktadır.
    Günümüzde yeni bir köprüden ulaşım yapıldığı için, eski Malabadi Köprüsü kullanılmamakta, Artuklu sanatının güzel bir örneği olarak tüm heybetiyle halen yaşamaktadır.

    Çayönü Örenyeri

    Diyarbakır ili, Ergani ilçesi, Sesveren Pınarı Köyü hudutları içinde Hilar Mağaraları mevkiindedir. 1964 yılından bu yana yapılan araştırma ve kazılarda burasının Anadolu'nun en eski yerleşme yerlerinden biri olduğu ve geçmişinin M.Ö. 8. bine dek uzandığı belirlenmiştir. İlk Tarımcı köy toplulukları dönemine ait olan bu örenyerinde Neolitik Çağ'ın değişik evrelerine ait izlere de rastlanmıştır.

    Üçtepe Örenyeri

    Diyarbakır'ın Bismil ilçesi, Üçtepe Köyündedir. Yörenin büyük höyüklerinden biri olan Üçtepe'de 1988 yılında Prof. Dr. Veli Sevin'in bilimsel başkanlığında, Diyarbakır Müzesi Müdürlüğü'nce kazı çalışmaları başlatılmıştır. Kazıda yeni Asur Dönemi'ne ait önemli eserlerin yanı sıra Hurri-Mitanni, Hellenistik ve Roma dönemlerine ait buluntular da ortaya çıkarılmıştır.

    İlçeleri
    Eğil:
    Zengin bir geçmişe sahip olan Eğil ilçesi tarih içinde de önemli bir yer işgal etmiştir. Asur Kalesi'nin adından da anlaşılabileceği gibi Asurluların da ötesine ulaşan bir geçmişi vardır.

    Hani:
    Diyarbakır'ın 90 km. kuzeydoğusunda Bingöl-Diyarbakır karayolu üzerinde dağlık bir yerleşim yeridir. Hani İlçesinde 13. yy.da yapıldığı sanılan Hatuniye Medresesi ve 15. yy.da yapılan Ulu Cami bir Selçuklu eseridir.

    Kocaköy:
    Kocaköy'ün ne zaman kurulduğu bilinmemektedir. İlçede birçok höyük ve mağara bulunmaktadır.

    Kulp:
    Kulp, Diyarbakır'ın en uzak ilçesidir. Ürettiği nefis ballarıyla tanınan Kulp, Kâfurum Kalesi, Kanikan Mağaraları, Kale-i Ulya, Ciksi Kalesi, Büyük Kaya, İmamı Gazali Türbesi ve çok eski olduğu sanılan Bahemdan köyü gibi eski eserleriyle de geniş bir tarihi zenginliğe sahiptir.

    Lice:
    Diyarbakır'ın 95 km. kuzeyinde tarihi bir yerleşim merkezidir. Efsanesi dünyaca bilinen, çeşitli ülke ve şehirlerin sahip çıktığı Eshab-ül Kehf mağarasının asıl efsanede geçen Dakyonus şehri tüm özellikleriyle Diyarbakır'ın Lice ilçesi yakınındadır.

    Silvan:
    Kuruluş tarihinin Diyarbakır kadar eski olan Meyyafarikin uygarlığının beşiği olan bir ilçedir. Dünyanın önemli eserlerinden Malabadi Köprüsü, Silvan Kalesi, Kulfa Kapısı ve çeşitli tarihi camilerin yer aldığı tepeden tırnağa tarihle doludur
    Çermik:
    Diyarbakır'ın kuzeybatısında olan Çermik, kaplıcalarıyla tanınmış ünü tüm yurda yayılmış güzel ve yemyeşil bir ilçemizdir. Dünyanın her yanından insanlar şifa bulmak amacıyla bu kaplıcalara gelirler. İlçenin eski kalesi, Alaaddin Camii, Abdullah Paşa Medresesi Haburman Köprüsü efsanevi Gelin Dağı, Seyfullah Bey Hamamı ve Ali Dede Çeşmesi ilk anda görülmesi gereken ünlü yerlerindendir.

    Yorum

    • orbay
      Senior Member
      • 11-02-2005
      • 5871

      #3
      Konu: Diyarbakır-21

      Diyarbakır

      Yorum

      • orbay
        Senior Member
        • 11-02-2005
        • 5871

        #4
        Konu: Diyarbakır-21

        İlçelere göre şehir ve köy nüfusları

        Yorum

        İşlem Yapılıyor
        X