Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

    ADAM SMİTH

    İskoçyalı ekonomist ve filozof olan Adam Smith (1723-1790), Glasgow ve Oxford Üniversitelerinde öğrenim görmüş ve daha sonra Glasgow Üniversitesi’nde ahlak felsefesi profesörü olmuştur. Çok geniş sahaya yayılan çeşitli yazıları vardır. Ekonomi, bunlar arasında en önemlisidir.

    Smith’in 1776 yılında yayınladığı "Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations" adlı kitabı, üretim ve gelir dağılımı teorisini içermekte ve bu prensiplerin ışığında geçmişi değerlendirmektedir. Politika uygulamalarına da yer verdiği bu kitapta üzerinde önemle durduğu konu ekonomik büyümedir.
    A. Smith'in düşünceleri üç büyük ana fikir etrafında toplanmaktadır; Doğal Düzen, Serbest Mal Dolaşımı, Ekonomik İş Bölümü

    A. Smith ülke içinde ve ülkeler arasında serbest mal dolaşımını ilke olorak savunmuş, bunu uluslararası dış ticaretin temel ilkesi olarak benimsemiştir. Ekonomik iş bölümü bolluk, kitle üretiminin sağlanmasına yardımcı olmaktadır. Bir kişinin bir iğneyi yapması bir sene alacaktır. Zira maden arayıp bulması tek başına iğne haline getirmesi zaman almaktadır. Bir sanatkara ham madde sağlanırsa günde 20 iğne yapabilir. Halbuki bir fabrikada iş bölümü sayesinde günde 20.000 iğne yapılabillmektedir. İş bölmü insanların becerisini arttırmakta, bir işten diğer işe geçmede zaman kazandırmakta, makina kullanabilmektedir.

    Büyümenin itici gücünü, işbölümü oluşturmaktadır. İşbölümü, üretim artışına, teknik ilerlemeye ve sermaye birikimine yol açmaktadır. İşbölümü, mübadele gerektirmekte ve piyasanın büyüklüğü tarafından sınırlanmaktadır. Her insan başkalarının elindeki malları arzu ettiği, çıkarlarına göre hareket ettiği için mübadele meydana gelmektedir. Büyümeyi sağlayan diğer bir unsur sermaye birikimidir. Büyümenin başarılı olması için toplumsal, kurumsal ve hukuksal çerçevenin doğru yapıda olması gerekmektedir.

    Büyümenin dışında Smith, mikro ekonomik sorunlar üzerinde de durmuştur. Ona göne fiyatları tayin eden üretim maliyetidir. Rant, fiyatı tayin etmemekte, rant fiyat tarafından tayin edilmektedir.

    Smith, ücretleri açıklamak için çeşitli teoriler öne sürmüştür. Ücretlerin asgari geçim düzeyinde oluşması bunlardan biridir. Smith’e göre kâr, zamanla rekabet ve kârlı işler bulma güçlüğü sonucunda düşecektir.

    Mutlak Üstünlükler Teorisi

    1776 yılında Ulusların Zenginliği (The Wealth of Nations) isimli meşhur kitabında, dünyada serbest ticaretin gerek ülkelerin ve gerekse dünya refahının artması bakımından çok daha yararlı olacağını savunmuştur. Smith kitabında, akıllı bir aile reisinin dışarıda daha ucuza satın alabileceği bir şeyi hiçbir zaman evde yapmaması gerektiğini savunarak işbölümüne verdiği önemi ortaya koymuştur.

    Adam Smith'e göre ülkeler, kapalı ekonomi durumuna göre daha kârlı olduğu için dış ticaret yaparlar. Bir ülke bir malı diğerine göre mutlak olarak daha ucuza üretiyorsa, o malın üretiminde ihtisaslaşmalı, buna karşılık mutlak üstünlüğe sahip olmadığı malların üretim ve ihracatını üstünlüğe sahip olan ülkelere bırakmalıdır. Smith'in anladığı anlamda üstünlük, bir matın diğer ülkelere göre bir ülkede daha prodüktif üretilmesidir. Bu şekildeki uluslararası ihtisaslaşma sonucunda, üretim faktörleri ülkeler arasında daha etkin bir şekilde kullanılacak ve dünya üretiminde artış sağlanacaktır. Bundan, şüphesiz birbirleri ile ticaret yapan tüm ülkeler yararlanacaktır.
    Adam Smith'in Mutlak Üstünlükler Teorisi, mantıklı olmakla beraber birçok yönden eksiktir. Teori, uluslararası ticaretin sadece küçük bir kısmını açıklamaktadır. Smith'in bu görüşleri daha sonra R. Torrens ve David Ricardo tarafından geliştirilmiş ve daha tutarlı bir duruma getirilmiştir.


    Davıd Ricardo Ve Klasik Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi

    Dış ticaret teorisinde A. Smith'in Mutlak Üstünlükler Teorisi önemli bir yere sahip olmasına rağmen, uluslararası ihtisaslaşmayı yalnızca mutlak üstünlükler ile açıklamak mümkün değildir. Çünkü, eğer bir ülke bütün malları diğerine göre mutlak olarak daha ucuza üretirse durum ne olacaktır. Bu sorunun cevabını, David Ricardo Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi ile vermiştir.

    Dolaşımdaki para miktarı metal para ve Merkez Bankasının bastığı kağıt paradan meydana gelmektedir. Ricardo paranın dolaşım hızı konusunda açıklık getirmemiştir. Zira bir birim paranın birçok muamele yaptığını gözönünde tutmamıştır. Para miktarı konusunda Ricardo iki varsayımdan hareket etmektedir; Kağıt paranın altına çevrilebilir olduğu ülkeler, Kağıt paranın altına çevrilmediği ülkeler

    Kağıt paranın altına çevrilebilir olduğu ülkelerde kağıt para üzerinde yazılı tutar miktarında altına çevrilmektedir. Bu ya dolaşımadki kağıt paranın altın veya gümüş paraya çevrilme veya külçe altına çevrilebilmesidir. Ricardo dış ödemelerde külçe altın ödemenin yeterli olacağını kabul etmiştir.

    Kağıt paranın altına çevrilmediği ülkelerde, uluslararası alanda meydana gelen ekonomik olayların milli sınırlar içinde etki yapacağını kabul eden Ricardo, Devletin fazla para basarak bütçe açığını kapatmasının fiyatların yükselmesine neden olacağını kabul etmektedir.

    Ricardo, bir ülkenin iki farklı malda mutlak olarak dezatavantajı olmasına ve diğer bir ülkenin bu malların üretiminde mutlak üstünlüğü olmasına rağmen, ülkeler arasında yine de ticaret yapılabileceğini ve bu ticaretten her iki ülkenin de kârlı çıkabileceğini göstermiştir. Ricardo'ya göre her iki malın üretiminde de mutlak olarak dezavantajı olan bir ülke, daha az dezavantaja sahip olduğu malı üretip ihraç ederse, bu malın üretim ve ihracatında karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olur. Diğer taraftan bu ülke, daha fazla mutlak dezavantajı olduğu malın üretimini durduracağı için, bu malı diğer ülkeden ithal edecektir, işte bu kurala ekonomi öğretisinde, Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi adı verilir.

    Ricardo'nun Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi'ni daha basit olarak şu klasik örnek ile de açıklamak mümkündür. Eğer bir avukat hem sekreterden daha hızlı daktilo yazmasını bilir ve hem de avukatlık hizmetlerini yürütmeye kalkarsa, iki işi aynı anda yapmaya kalkışmasından dolayı kayba uğrayacaktır. Avukat, kendi mesleği olan hukukçuluğa devam edip yanısıra işlerini yürütecek bir sekreter alırsa, yazı yazmaya ayırdığı zaman karşılığında avukatlık yaparak çok daha fazla kazanç sağlayabilecektir. Çünkü bir saat avukatlık yaparak elde edeceği gelir, bir saat sekreterlik hizmetini kendinin görmesiyle elde edeceği gelirin çok üzerinde olacaktır.
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    #2
    Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

    KLASİKLER ÖNCESİ PARA MİKTARI VE FAİZ KURAMI

    Jean Bodin ve Merkantelizm

    Rönesansla deniz, kara ticareti canlanmış, para miktarını arttırma yolları aranmıştır. 16. yüzyılda Güney Amerika yerlilerinin Tanrının pisliği dedikleri 24 ayar som altın İspanyol ve Portekizli denizciler tarafından geride yüzbinlerce ölü bırakarak İspanya ve Portekize taşınmıştır.

    Zacetecas ve Potori de keşfedilen gümüş madenler, gümüş üretiminin artması fiyatlarının düşmesine neden olmuştur.

    Jean Bodin (1530-1596) ve para miktarı 16. yüzyılda Fransa kralı para içindeki kıymetli maden miktarını azaltarak daha fazla para basma yoluna gitmektedir.

    Bunun nedenleri arasında;

    Altın ve gümüş yeteri kadar üretilmemekte genişleyen ticarete cevap verememektedir.

    Paranın içindeki değerli maden miktarının düşürülmesi krala daha fazla para sağlamaktadır.

    Borçlu olan kral iktidarı daha az kıymetli maden vererek borcundan kurtulmaktadır. 1511’de örrneğin 100 liralık borcu 2100 gr gümüşle karşılarken 1580’de 1150 gr gümüş yeterlidir.

    J. Bodin fiyat artışlarının üç kaynağı olduğunu söylemektedir;

    1)Piyasada çok miktarda altın ve gümüş vardır. Güney Amerika da yağmalanan İspanya’ya taşınan altınlar oradan Fransa’ya geçmiştir. Ayrıca 1557’de gümüş işletme tekniğinde, bunun civa karışımı arttırılması yolunun bulunması gümüş üretimini 5 misli arttırmıştır. İspanya’da Sevilla şehri altın merkezi olmaktan çıkarak gümüş merkezi olmuştur.

    2) Piyasaya tekellerin hakim olması

    Fransa’da fiyat yükselmesi nedenleri arasında kısmen tekellerin tek yanlı fiyatlarını tespit etmesi olayı da vardır.

    3) Aristokrasinin fiyatı yükselen malları tercih etmesi

    Fransa’da J. Bodin fiyatların yükselmesi nedenlerinden birinin, Kral ve çevresi sevdikleri eşya fiyatlarının yükselmesinden etkilenmediklerini bilakis bunu zevkle karşıladıklarını ileri sürmektedir.

    Merkantelistlerin Ekonomi Hakkındaki Görüşleri
    Nüfusu arttırmak
    Para miktarını çoğaltıp ticareti geliştimek
    Fiyat yükselmeleriyle dışarıya mal satışından daha fazla kazanç sağlayan tüccarlara daha fazla para kazandırmak
    Faiz oranlarının düşmesi, bol paranın piyasada dolaşması sonucu olacaktır. İngiliz ekonomisti Willian Petty (1623-1687) para miktarının artışı faiz oranlarınnı düşmesine bağlayacaktır.
    Değerli madenleri ül***e toplamak, bunu ister kuvvetle ister ticaret ve sanayiyi kullanarak sağlamak
    Bu nedenle mamul madde satıp, hammadde ithal etmek gerekmektedir

    Yukarıdaki hedeflere ulaşmak için Merkantenistler, emperyalizm, sömürgecilik yapma, sömürgelerden ucuz hammadde sağlama oraya mamül madde satma içerde nüfusu arttırarak iş gücünü bol tutma az ücret verme, gıda maddeleri fiyatlarını düşük tutma gibi yollara başvurmuşlardır.



    LİBERAL DÜŞÜNCE ÖNCESİ PARA VE FAİZ

    Merkantelistler kıymetli metalleri ül***e doldurmanın, insanların mutluluğunu sağlayacağını düşünmüşlerdir. Ama bir tarihi gerçeği unutmuşlardır. Tarihte Frikya Kralı Midas’ın her tuttuğu şeyi, yiyecek içecek de dahil altına çevirme yeteneği olduğu söylenir. Ama bu kendisine fayda sağlamamıştır. Merkantelizme karşı ekonomide akım başlamıştır. Bu akımı başlatanlar liberalizmi hazırlayan düşünürlerdir.

    John Locke (1632-1704)

    Daha ziyade bir flozof olan John Locke para konusunda fikirler ortaya atmıştır.

    Dolaşımdaki para miktarının piyasada bulunan malların değer olarak fiyatına eşit olduğunu savunmuştur. Paranın değeri malın değeri gibi onun arz ve talep değişikliklerinden etkilenerek dalgalanmaktadır. Malın arz ve talebi değişmiyorsa, fiyatlar yükselirse bunun nedeni doğrudan doğruya para miktarındaki değişikliktir. Ancak paranın hızla el değiştirmesine göre, fiyatlar az veya çok değişebilir.

    Para miktarı kuramına yaklaşmakla beraber, John Locke bunu açık olarak ortaya koymamıştır. Faiz haddinin para miktarı ile ilişkisi olduğunu kabul etmiştir. Para miktarı arttıkça faiz düştüğünü kabul etmektedir.

    David Hume (1711-1776)

    İngiliz düşün yaşamına büyük etkisi olan A. Smith’in arkadaşı, onu bir çok alanda etki altında bırakan bir yazardır.

    D. Hume mülkiyetin temeli çalışmadır demektedir. Ona göre dış ticaret dengesinin otomatik olarak sağlanacağını dış satıma devletin karışmaması gerektiğini, dış satımın içerde sanayiyi kamçılayacağını ileri sürmektedir.

    1752’de ticaret dengesi üzerine yazdığı bir denemede David Hume, ticaretin fazlasının ül***e kıymetli metalin girişini sağladığı bunun para arzını arttırdığını fiyatların yükselmesine neden olduğunu söylemektedir. Bun ihracatın azalması ithalatın artmasıyla sonuçlanmaktadır.

    Paranın satın alma gücünün, onun miktarıyla ters orantılı olduğunu söyleyerek merkantelistleri eleştirmiştir.

    Faizin sanayinin verimine ve tutuma bağlı oluduğunu ileri sürmüştür.

    David Hume, Locke’dan farklı olarak para bolluğunun faiz haddi üzerine etkisini kabul etmemektedir. Faizin ticaret ve sanayiden elde edilen kar’a bağlı olduğunu savunmuştur.

    Richard Cantillon (1680-1734)

    İrlanda kökenli bir aileden gelen, Paris’te başarılı bir bankacı olarak ün yapan R. Cantillon “Genel Olarak Ticaret Üzerine Deneme” isimli yapıtıyla tanınır. 1730’da yazdığı bu eser ancak 1755’de Fransızca’ya çevrilmiştir.

    Cantillon para miktarının artışını şu etkenlere bağlamaktadır;

    Altın ve gümüş üretimi artışıyla ül***e daha fazla kıymetli maden girmektedir. Ülkedeki para miktarını arttıran bu etken yanında, ülkenin yaptığı sanayi ve ticari faaliyeti sonunda dış satımlarını arttırması mümkündür.

    Bir ül***e para girişi dış devletlerden sağlanan yardım, o ül***e yapılan ziyaretler, başka ülkeden miras yoluyla aktarılan zenginlikler yoluyla da temin edilmektedir.


    Paranın dolaşım hızındaki artış da para miktarını arttırabilir. Cantillon paranın dolaşım hızını şöyle tanımlamaktadır; Para ve kredinin dolaşma hızı, paranın veya kredinin, belirli bir zaman içinde sağladığı ödemeler toplamıdır. Böylece belirli bir süre içinde para miktarında artış yahut belirli miktar paranın daha kısa sürede dolaşımı, onun hızınn arttığını göstermektedir.

    Yorum

    • Sniper®
      Senior Member
      • 22-06-2005
      • 12987

      #3
      Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

      John S. Mill ve Karşılıklı Talep Kanunu

      Klasik dış ticaret teorisini incelerken, üretim maliyetleri üzerinde durmuş ve ülkelerin karşılaştırmalı olarak üstün oldukları üretim dallarında ihtisaslaşarak bu dallardaki ürünleri ihraç edip, karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olmadıkları dallardaki ihtiyaçlarını ithalat yoluyla giderdiklerini belirtmiş idik. Bu açıklamalarımız birkaç yönden eksik bulunmaktadır. Gerçekten ticaretten sonra uluslararasında hangi fiyatın oluşacağı ve yapılacak olan ticaret hacminin ne olacağı konularında tam bir açıklık yoktur. Ayrıca, bir malın fiyatını yalnız arz koşulları ve maliyetler belirlemez. Arz ve talep koşulları birlikte belirler. Bu ve buna benzer soruları cevaplayabilmeniz için talep ile ilgili faktörlerin neler olduğunu bilmemiz gerekir.

      Talep yönünden dış ticaret teorisine katkıda bulunan ilk iktisatçı John S. Mill'dir (1803-1873). Mill'e göre dış ticaret durumunda oluşacak fiyat, karşılıklı talep kanunu tarafından belirlenir. Karşılıklı Talep Kanunu'na göre oluşan uluslararası fiyat, her iki ülkenin de ticaret dengesini sağlayacak şekilde belirlenmelidir. Diğer bir deyişle oluşan uluslararası fiyattan Türkiye'nin kumaş karşılığında teklif edeceği buğday miktarı, İngiltere'nin buğday karşılığında vermek isteyeceği kumaş miktarına eşit olmalıdır. Bu eşitliği sağlayan uluslararası fiyattan Türkiye'nin buğday ihracatı, İngiltere'nin buğday ithalatına, İngiltere'nin kumaş ihracatı ise Türkiye'nin kumaş ithalatına eşitlenerek uluslararası ticarette denge sağlanır. Oluşan denge fiyatının üzerinde veya altında bir fiyattan Türkiye'nin vermek istediği buğday miktarı ile İngiltere'nin talep ettiği buğday miktarı birbirine eşit olmayacağı için, uluslararası ticarette dengeye ulaşılamaz.

      Stuart Mili tarafından ortaya atılan Karşılıklı Talep Kanunu, daha sonra İngiliz iktisatçısı F.Y. Edgeworth ve ondan otuz yıl sonra da A. Marshall tarafından geliştirilen teklif eğrileri ile geometrik olarak açıklanmıştır. Teklif eğrisi, çeşitli dünya fiyatlarında belirli miktardaki ithal malı karşılığında ne miktar ihraç malı teklif edileceğini gösteren bir eğridir. Diğer bir deyişle, bir ülkenin kendi malından vereceği belli bir miktar karşılığında diğer ülkenin malından ne miktar talep edeceğini ifade eder.

      Heckscher - Ohlin Faktör Oranları Teorisi

      İsveçli iktisatçı ve tarihçi Eli F. Heckscher 1919 yılında yayınlanan Gelir Dağılımı Üzerine Dış Ticaretin Etkisi isimli makalesinde ve daha sonra öğrencisi olan iktisatçı ve politikacı Bertil Ohlin 1933 yılında yayınlanan Bölgesel ve Uluslararası Ticaret isimli kitabında dış ticareti, malların üretim fonksiyonlarının ülkeler arasında farklı olması ile açıklamışlardır. Bu sebeple, bu iki iktisatçının adına izafeten geliştirdikleri modele; Hecksher-Ohlin Teorisi veya Faktör Oranları yada Faktör Yoğunluğu Teorisi adı verilmektedir. Heckscher-Ohlin Modeli, klasik karşılaştırmalı üstünlükler teorisinin eksikliklerini ortadan kaldırmaya çalışmakta olup, Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi'nin modern bir açıklamasıdır.

      Dış ticaret, değişik ülkeler farklı faktör yoğunluklarına sahip oldukları için yapılmaktadır. Çünkü, dünya üzerindeki ülkelerden bazıları, özellikle Türkiye gibi gelişme yolunda olanlar fazla emeğe, Almanya, ABD, İngiltere gibi sanayileşmiş ve gelişmiş olanlar daha fazla sermayeye sahiptirler. Bu durumda, bir ülkede hangi üretim faktörü diğerine göre daha bol ise, o ülke o faktörün yoğun olarak kullanıldığı malın üretiminde ihtisaslaşacak ve o malı ihraç edecektir.

      BAPTİST SAY (1767-1832)

      Fransız ekonomist “Pazar yasası” ismi verilen yasa ile tanınmıştır. Bu yasayla üretilen bir malın değeri kadar, pazarda para istemi sağladığı, üretimin potansiyel bir istem olduğu, yapılan üretimin kendi pazarını yarattığını kabul etmektedir. Zaten üreticinin en büyük arzusu ürettiği malı satmaktır. Bir malın istemi onun göreli fiyatına bağlıdır. Malla ilgili para istem ve sunusu, malın göreli fiyatına göre yapılır. Halbuki miktar teorisinde para istemi göreli mal fiyatına göre değil mutlak fiyatlara göre olur.

      Mal istemi para istem anlamına gelir. Çünkü mala olan gereksinim para ihtiyacını yaratır. Bu da para sunusunu etkiler.

      Say paranın mübadele için istendiğini, gömüleme olmadığını bunun için tam istihdamın sağlandığını kabul etmektedir. Say sermayeyi, üretime bağlı serbest kullanılabilir fonlar diye ikiye ayırmakta, faizin likit paranın istem ve sunusunu etkileyeceğini kabul etmektedir.

      Özel kesimi savunan Baptist Say, Devletin sanayi ve ticaret işi yapmak için parası bulunduğunu, ama yapılacak işlerin başarı kazanması için çalışmayacağın çünkü bunların parasının cebinden çıkmadığını ileri sürmektedir. Devlet bireylere “iş yapmanız için uygun bir çevre yaratıyorum. Şimdi zengin olmaya bakın” demelidir.

      ROBERT MALTHUS (1766-1834)

      ***nes “19. asırda ekonomi biliminin temelini Ricardo yerine Malthus atsaydı bugün dünyamız daha uslu ve zengin olacaktı” diyerek Malthus’u Ricardo’ya tercih ettiğini belirtmiştir.

      Malthus zenginliğin artışı, üretimin tüketimden fazla olmasına bağlıdır. Bu doğru olmakla birlikte fazla tasarrufun da üretim yapmayı engelleyeceğini kabul eder. İstem sunuya uymakta, bu nedenle fazla tasarruf yapılması doğru değildir demektedir. Zira üretimi istem kamcılar.

      R. Malthus, Ricardo’nun da kabul ettiği Say’in “Pazar yasasını” kabul etmemektedir. Bu nedenle üretimin tam iş gücü kullanımı düzeyinde olacağını düşünmemektedir.

      Üretim gerçek isteme bağlıdır. Bu nedenle bir bölüm makinanın üretimde kullanılmaması doğaldır. Malthus para miktarı konusunda aydınlaıcı bilgi vermemiştir. İncelemelerine banka sistemi aracılığıyla para miktarının artışı, gömüleme gibi konular almamıştır.

      Yorum

      • Sniper®
        Senior Member
        • 22-06-2005
        • 12987

        #4
        Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

        İlk Çağlarda Ekonomi Düşünceleri (İbraniler, Yunanlar, Platon, ,Aristo, Romalılar)

        EKONOMİ BİLİMİNİN DOÐUŞU VE EVRİMİ

        I- MERKANTİLİZM ÖNCESİ DÖNEMLER

        A- İLK ÇAÐLARDA EKONOMİK DÜŞÜNCELER

        Tarihin en eski uygarlıklarında yönetici ve düşünürlerin ekonomik sorunların farkında oldukları ve bu sorunları çözme yollarını araştırdıkları bilinmektedir. Bununla beraber ekonomik sorunları yaratan nedenlerin ve sorunların çözüm yollarının düzenli bir biçimde tartışılması ve ekonominin bir bilim olarak tanımlanması en çok iki yüzyıl öncesine gider. Her ne kadar ekonominin bir bilim dalı olarak tanımlanması yeni ise de, bu bilimi oluşturan ayrıntılar ilk çağlardan beri tartışıla gelmiştir. İlk çağlarda, bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi, ekonomik kurumlarda ve ilişkilerde yon verici ve düzenleyici kurallar dinidir.

        1- İbraniler

        Bazı siyasal ve ekonomi bilimcileri, ekonomi politiğin doğuşunun Musa Peygamberle başladığını ileri sürerler. Bu bilimciler İbranilerin kutsal kitabı Tevrat'taki şu buyruklara göre ekonomik yaşamın düzenlendiğini ileri sürmektedirler. Tevrat'ta İbranilerin yaşantılarında fakirlere yardım edilmeli, denmektedir. Yine, Ibranilerde zenginlik ve fakirlik olgusunun, Tanrının buyruklarına uyup uymamanın bir sonucu olduğu; tarım kesiminde etkinliklerin iyi karşılandığı, tarım arazisinin belli ve sınırlı ellerde toplanmasının ve faizle borç vermenin günah (haram) olduğu belirtiliyordu.

        Genellikle İbrani Peygamberlerinde servete karşı bir düşmanlık görmek, buna karşın toplumda sosyal adaletin gerçekleşmesini sağlayacak ilkeleri savunduklarını izlemek olurludur. Ancak Tevrat'taki buyruk ve önerilere karşın, ekonomik etkinlikler sınırlı kalmış ve ekonomik konuları daha ciddi ve düzenli bir biçimde inceleyecek uzman ekonomistler çıkmamıştır.

        2- Yunanlılar

        Eski Yunanda fikirsel etkinliklerin genişliğinin yanında ekonomik sorunlara ilginin dar bir çerçevede tutulması şaşırtıcı olmaktadır. Bu zayıf ilginin nedenleri, bir yandan ekonomik sorunların henüz ağırlıklarım hissettirmemesi, diğer yandan devlet yönetimine aşın ilgi gösterilmesi ve felsefî tartışmaların gereğinden çok yoğunluk kazanması idi. Sonuç olarak devlet bireyin önüne geçmiş, aslında verimsiz toprakların eşit dağıtımı ilkesi ve servet sahiplerinin serveti hor görmesi gibi çelişkili ilkeler belirmiştir.

        V. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan ve aslen yabancı olduklarından kamu hizmetlerine alınmayan sofistler, devlet yerine bireyciliği, otorite ve esaret yerine özgürlüğü, gelenekler yerine yeni durumlara uyan uygulamaları savunmuşlardır. Bunlar dış ticaretten vanadırlar. Çünkü toplumlar arasında yakınlaşma ve karşılıklı anlayışı sağlayan, uluslararası ticarettir.

        İktisadi olayları tiyatroya konu yapan Aristophane (İÖ. 448-388)dir. O "les Grenouilles" "Kurbağalar" adlı yapıtında, kötü paranın iyi paraya yeğlendiğini vurgulamıştır. Böylece, Aristophane, daha o zamanlar iktisadî bir yarayı ortaya koymuştur. 14. yüzyılda Oresme bu yasayı incelemiş, 16. yüzyıldaysa bir İngiliz maliye uzmanı olan Thomas Gresham kendi adını taşıyan "Gresham Yasası"nı ortaya koymuştur. Yasaya göre, "Bir ülkede iki çeşit madeni para dolanımda (tedavülde) ise, kötü para iyi parayı piyasadan kovar. İyi para, kötü parayı kovamaz." Görüyoruz ki Aristophane bunu yirmi yüzyıl önce belirtmiştir.

        Bilimimize ekonomi adını veren Batılılar, Sokrat'ın öğrencisi Xenophon'un (İÖ. 430-355) "Oeconomicus" adındaki yapıtından esinlenmişlerdir. Yazar yapıtında iyi bir ev yönetiminin ilkelerini çizer. Öte yandan, "Attique'in Gelirleri" yapıtında Site'nin mali krizine karşı alınabilecek önlemleri araştırır. Xenophon, ekonomik sorunların çözümü için, devlet mağazaları, devlet maden işletmeleri kurulmalıdır diyerek, bir tür "Devlet Sosyalizmi" önermiştir.

        a) Platon (Eflatun M.Ö. 427-347)

        Atinalı soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Platon, zengin aileler tarafından yönetimi ele geçirmek amacıyla sürdürülen politikalar döneminde yetişmiştir. Platon, yirmi yaşına doğru Sokrates'le karşılaşır ve onun etkisinde kalarak "doğru ve adaletli olan"dan başka bir şeye hizmet edemeyeceğini kavrar. Çünkü Platon'un gözünde; insanın toplumsal yaşamı, gelecekteki yaşamın isterlerine uygun biçimde örgütlenmelidir.

        Ruhunun kurtuluşunu hazırlamak isteyen insan, iyi bir yaşam sürmek zorundadır. Oysa iyi bir yaşam, adalet'e uygun düşen bir yaşam demektir. İşte Platon, devlet'te, adalet'in ne olduğunu ve ona uygun şekilde nasıl yaşanacağını araştırırken, ister istemez, toplumsal yaşamın örgütlenmesinden ve özellikle de ekonomik Örgütlenmeden söz etmeye sürüklenmektedir. Kanunlar (Lois) adlı yapıtında Platon, gerçeği ideale yaklaştırmanın araç ve yollarını araştırmaktadır. Devlet adlı yapıtında "İdeal Devlet" tablosunu çizen Platon için ideal site, kusursuz biçimde adaletli olan Site'dir.

        Platon'a göre toplum, birlikte yaşamayı özel çıkar ve yararlarına uygun gören bir bireyler topluluğudur; çünkü, birlikte yaşamak, onların, aralarında görev bölümü yapmalarını ve belirli etkinlik alanlarında gittikçe uzmanlaşmalarını sağlar.

        Platon, "Cumhuriyet" ve "Kanunlar" adlı yapıtlarında, site'yi, maddesel gönenci sağlayan tarımcılar, zanaatçılar ve tüccarlar sınıfı; siteyi dışa karşı savunmayı ve içte huzur sağlayan savaşçılar ya da koruyucular sınıfı ve toplumsal grubun tümünü yönetmekle görevli olan önderler (hâkimler) sınıfı olmak üzere üç birey sınıfına ayırır.

        Platon'a göre, servetlerin şu ya da bu bireye verilip mal edilmesi sorunu, hiç bir şekilde bir adalet sorunu değildir. Düşünür'ün gözünde, birey toplumsal servet üzerinde hiç bir hak sahibi olamaz, yalnızca kendine düşen göreve uygun bir yaşam biçimi sürmek zorundadır.

        Platon, "Devlet" adlı yapıtında, koruyucularla önderlerin, görevlerinin yürütülmesi için zorunlu boş zamanlara ve bu boş zamanları gereğince değerlendirme olanaklarına sahip olmalarına öte yandan da, ruhlarının kirlenmemesi için, para ve ticaret düzeyleriyle en küçük bir ilinti kurmamaları gereğine değinmektedir. Dolayısıyla da koruyucularla serflerin çalışmamasını, alt sınıf tarafından beslenmesini ve kendilerine özgü mal sahibi olmaksızın, hatta paranın kullanımını bilmeksizin, tıpkı sefer sırasında askerler gibi kesin bir ortaklaşa yaşam sürdürmek zorunda tutulmasını kesin bir ilke olarak koyup gözetmek gerektiğini vurgular.

        Platon, alt sınıfın ekonomik rejimi konusunda açıklama yapmaz. Buradan, üreticilerin mal sahibi olma ve ticaret yapma konusunda özgür bırakılmasını kabul ettiği sonucuna varılır.

        b- Aristo (M.Ö. 384-322

        Aristoteles ekonomik olayların incelenmesi ve çözümlenmesinde Platon'dan daha gerçekçidir, ilk çağların düşünceleri arasında ekonomik olaylarla özellikle ilgilenmesi yönünden Aristo'nun ayrı bir önemi vardır. Düşüncelerini Politika" adlı yapıtında toplamıştır.Mülkiyet konusunda Aristo, Platon'un ortaklaşa mülkiyeti ideal rejim olarak göstermesine karşı çıkar. Ona göre, ortaklaşa mülkiyet siteye barış getirmeyecek, bu bir yana, yurttaşları kişisel mal edinme zevkinden yoksun bırakacaktır. Kişisel mal sahibi olmak, hem hoş, hem de meşru bir şeydir. Kendi mallarından dostlarını yararlandırmanın da ayrı bir zevki vardır; üstelik; "Dostlara, konuklara ve iş arkadaşlarına karşı güler yüzlü ve yardımsever davranmak nazların en büyüğüdür; ve bu hazzın özel mülkiyet sahibi olmakla tadına varılabilir ancak."

        Aristo, mal edinmenin doğal yollan nelerdir, diye soruyor ve cevap veriyor: Tarım, hayvan yetiştirme, balık avlama, hayvan avlama ve hatta bir av çeşidi olarak sayabileceğimiz yağmacılık. Bütün bu etkinlikler de, öbür canlı varlıkların insan tarafından özümlenmesi, mülkleştirilmesi demektir ve "hiç şüphe yok ki doğa, bütün bu canlı varlıkları insan için yapmıştır."

        Buna karşılık ticaret, doğal olmayan, dolayısıyla da ortadan kaldırılması gereken bir mal edinme yoludur. Ticarette birey, her türlü ölçü kavramından, dolayısıyla da her türlü erdem kavramından uzakta kalmaktadır; zira erdemli bir hayat, ölçülü ve düzenli bir hayattır. Her insanın yapması gerektiği gibi, iyi düşüncesine uygun biçimde yaşamak söz konusu değildir artık ve bundan ötürüdür ki, ticaret ruhu siteye sızdığı an, bütün insan etkinlikleri bozulup çürümeye yüz tutuyor demektir.

        Aristo, bu temel fikirleri, mal ya da servet edinme konusundaki her türlü etkinliği, genel olarak "Krematistik" (Eski Yunancada zenginlik anlamına -khremadan türeme) sözcüğüyle belirleyerek geliştiriyor. Düşünüre göre, iki krematistik biçimi vardır. Birincisi, gereksinmeleri karşılamak amacıyla mal edinmeye dayanır. Doğal meşru bir biçimdir bu ve Aristo'daki anlamıyla, aile hayatının bilimi demek olan "ekonomi"nin anlamına girer. Krematistikin ikinci biçimi ise, ticaret etkinliğine dayanır. Aristo, yukarıda gördüğümüz nedenlerden dolayı yok edilmesini istediği bu biçimi, "asıl ya da saf krematistik" diye adlandırıyor. Öte yandan Aristo, yok edilmesi gerekli kremastiğin de üç alt biçimi bulunduğunu ileri sürüyor. Dış ticaret, faizcilik ve "ücretli çalışma" yani emeğini para karşılığında satma işi. Ve düşüncesini belirli kılan şu açıklamayı yapıyor: "En çok tiksinmeyi hak eden faizciliktir, çünkü bundan sağlanan kazanç, doğrudan doğruya paranın kendi varlığından ileri gelir ve paranın doğuşuna yol açmış olan ereğe aykırıdır. Zira para, mübadele için yaratılmıştır; oysa faiz paramn miktarını çoğaltır. Faiz sözcüğünün kökeninde de bu vardır zaten; onları yaratanlara benzer, zira yaratılmış varlıklar ve faiz paradan doğan paradır. Dolayısıyla da, doğaya en aykırı düşen para kazanma yöntemi bu yöntemdir."

        Aristo'nun sözünü ettiği kendine özgü zenginleştirme biçimlerinden biri de, belli bir türden bütün mallan sonradan çok daha pahalıya satmak üzere kapatmaktır. Yani tekel kurmaktır. Ama genellikle, ticareti meslek haline getiren her birey, gerçek ve doğru anlamında insan olmaktan çıkar. Ve böyle bir insanın yeri yoktur artık sitede. Nitekim, Nikomakhos Ahlakı'nda, hayatı mutlu kılma yöntemine ilişkin çeşitli görüşleri tartıştıktan sonra, şu kesin yargıya varmaktadır Aristo: "İşadamına gelince, doğa dışı bir yaratıktır o,ve bizim aradığımız yüce iyi' nin zenginlik olmadığı da apaçık ortadadır."

        3- Romalılar

        Eski Roma daha ziyade askerlik, örgütlenme ve hukuk alanlarında ilerlemiş bir toplumdu. Düşünce alanında eski Yunan filozoflarının etkisinde kalmıştır. Ekonomik alanda tarım, Roma'da ön planda yer alır. Toprak reformunun ilk uygulamasını bu ülkede görmekteyiz. Fakat dağıtılan toprakların bir kısmının yerleşme merkezlerine uzak ve verimsiz olması, öte yandan uzun süren savaşlar nedeniyle küçük mülkiyete dayanan tarım, esirler tarafından işlenen büyük çiftlik tarımına dönüştü. Bu ise toplumsal huzursuzluk, siyasal bunalım ve ekonomik dengesizlik demekti. Romalı düşünürlerden Caton, Varron ve Collumelle tarım konularını incelemişler ve tarımsal etkinliğin yeniden düzenlenmesi için çaba harcamışlardır. Daha çok, küçük işletmelerden yanadırlar. Romanın iktisadî düşünceye biricik katkısı özel, sürekli ve hemen hemen kesin olan mülkiyet hakkı ve sözleşme serbestisi yolu ile olmuştur. Bu temel iki ilkedir ki, daha sonra kapitalist rejime esas olacaktır.

        Orta Çağda Ekonomi Düşünceleri (Liberal Öğreti)



        ORTA ÇAÐDA EKONOMİK DÜŞÜNCE

        Ortaçağ genellikle eski uygarlıkların yeni çağlara yansımasını geciktiren bir engel olarak nitelendirilir. Roma'dan sonra ekonomik düşüncenin izine rastlayabilmek için on asır beklemek gerekmiştir. Gerçekten XII, XIII ve XIV. yüzyıllardan itibaren ekonomik düşüncenin ilgi çekici gelişmesine tanık olunmaktadır. Bu iki şekilde yürür. İlk çağların mirası yeniden ele alınır. Ayrıca ekonomik sorunlara Hıristiyanlık idealinin uygulanmasına başlanır. Bu duruma göre iktisadî etkinliği yerine oturtmak ve yargılamak için bir senteze başlanacaktır. Bu amaçla eski Yunan'dan ve Roma'dan alınan fikirler Hıristiyanlık görüşü ile bağdaştırılmaya çalışılacaktır. Bu dönemde, kilise papazlarından Saint Thomas d'Aquin ve Nicole Oresme önemli bir rol oynamışlardır.

        Kilise papazlarının düşüncelerine egemen olan ana fikir, karşılıklı bedeller (ivazlar) arasında eşitliğe dayanan adalet ilkesidir. Bu il***e göre, değişimde (mübadele) verilen şeylerle alınan şeyler arasında eşitlik sağlanmalıdır. Taraflardan her biri aldığının tam karşılığını, yani aldığı kadar bir şeyi vermeli ve verdiğinin karşılığını almalıdır.

        Adil fiyat fikri de bu il***e dayanır. Gerçekte ivaz, adaleti gerektirir. Ticari mallar, ya üretici tarafından katlanılan zahmeti karşılayacak bir değer ya da carî takdire dayanan gerçek bir değer üzerinden satılmalıdır.

        Aynı il***e göre adil ücret, çalışanın, yani emeğini veren işçinin kendisinin ve ailesinin uygun olarak geçindirmeye elverişli bir ücret alması demektir. Çalışma koşulları insanî olmalıdır.

        Aristo'nun etkisiyle faize iyi gözle bakılmamıştır. Aquinas faizi, zaman karşılığı ödenen para olduğu, oysa zaman Tanrı tarafından bütün insanlara verilmiş bulunduğu için, tamamen reddeder (skolastik kanıtlama yöntemi) ancak, ekonomik gelişme, sermaye gereksinmesinin artması sonucunu verdiğinden, yine aynı din adamları faiz ödenmesini haklı gösteren nedenler bulmakta güçlük çekmemişlerdir. Sermayesini veren kimsenin bu yüzden uğradığı kayıp karşılanmalıdır. Sermayesini bırakmasından dolayı bir şey kazanamamıştır. Ödünç vermekle bir riske girmiştir. Faiz bunları karşılamalıdır, vs...

        LİBERAL ÖÐRETİNİN OLUMLANIŞI

        Yukarıda düşüncelerini özetlediğimiz ortaçağ filozoflarının hiç biri, ekonomik sorunların sistemli bir incelemesini yapmış, tutarlı çözümlemeler ve geniş kapsamlı düşünce yapıtları ortaya koyabilmiş değillerdir.

        Liberal Öğretinin olumlamşım, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda biri Merkantilistler, diğeri Fizyokratlar adı verilen iki grup düşünürün düşüncelerine bağlayanlar çoğunluktadır.

        Liberal öğretinin olumlaşması ve gelişmesi üzerinde olumlu etkisi olan yukarıdaki düşünce akımlarını çok özlü bir biçimde açıklamaya çalışacağız.

        Yorum

        • Sniper®
          Senior Member
          • 22-06-2005
          • 12987

          #5
          Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

          Merkantilizm ve Ticari Kapitalizm (İngiliz, Alman, İspanyol, Fransız Merkantilizmi)

          MERKANTİLİZM VE TİCARİ KAPİTALİZM

          Merkantilizim* 1450-1750 yılları arasında Batı Avrupa'da ekonomik alanda geçerli olmuş düşünce akımına verilen addır. Ticaret sistemi anlamına gelen Merkantilizm deyimini ilk kullanan A. Smith olmuştur.

          Merkantilizm, sistematik bir ekonomi kuramı olmaktan çok bir ekonomi politikası önlemleri bütünüdür. Merkantilizm'e özellikle ulusal bir ekonominin sınırları içinde tek bir ekonomi politikası uygulama çabasıdır da denilebilir.

          Ortaçağın ekonomik düşüncelerine bir tepki olarak görünmekle beraber, gerçekte Merkantilizm, Rönesans ve Reform hareketlerinin Batı Avrupa'da başlattığı uyanışın politik - ekonomik alandaki gelişmesidir.

          Merkantilist politikanın amacı: Devleti, ulusu zenginleştirmek, güçlendirmek, ül***e değerli madenlerin getirilmesini sağlamak, değerli maden stoklarını arttırmak, bunun için gerekli önlemleri ve koşulları yaratmaktır.

          Merkantilistlerin çoğu başlıca zenginlik unsuru olarak altın ve gümüşü kabul etmişler ve yaşadıkları prensliklerin hazinelerine daha fazla altın ve gümüşün girmesini sağlayacak yolları araştırmışlardır. Merkantilistlerin biri, "kim ki paranın sahibidir, o istediği mala sahip olabilir" diyerek bu düşünce akımının temel inancını ortaya koymuştur.

          Merkantilist düşünürlere göre, prensliklerin zenginleşmesinin başında dış ticaret bilançolarının fazlalıkla bağlanması geliyordu. Ülkenin dışarıdan satın aldığı mallardan daha fazlasını satması ona, aradaki farkı altın ve gümüş olarak tahsil etmek, yani ül***i zenginleştirme olanağı sağlayacaktır, deniliyordu. Ayrıca, ülkede altın ve gümüş madeni varsa, bunların bulunup işlenmesi, yoksa bunlara sahip ülkelerin fethi öneriliyordu. Dış ticaret bilançosunun fazlalıkla bağlanabilmesi için de, dışsatımın (ihracatın) desteklenmesi, dışalımdan (ithalattan) koruyucu gümrük resimleri alınması, hammadde dışsatımından çok nihai (mamul) ürün dışsatımına önem verilmesi, ticaret filosunun geliştirilmesi, özel ticarî ilişkiler sağlayan ticaret anlaşmalarının yapılması gereklidir.

          Merkantilizm ülkeden ül***e fark göstermekle birlikte, her yerde ulusçu ve müdahalecidir. Ülkelere göre Menkantilizmi inceleyecek olursak;

          1— İspanyol Merkantilizmi

          İspanyol merkantilizmine külçecilik de (bülyonist veya metalist) denir. Merkantilizmin ilkel ve kaba bir şeklidir. İspanya, Amerika'daki sömürgelerinden altın ve gümüş gelmeye başlayınca, bu ülkenin refahını sağlamak üzere bu öğreti, kamu otoritelerinin İspanya'dan değerli madenlerin çıkışını yasaklamalarını ve ül***e yeniden altın ve gümüş getirilmesini sağlamalarını yeterli saymıştır. Yani altın ve gümüşün dışsatımı yasaklanacak, dışalımı özendirilecekti. Bu, ticaret dengesinin artı durumda olması (fazlalık göstermesi) demekti. İspanya'dan dışarı mal satanlar, satışlarının karşılığını altın ve gümüş olarak getirmek zorunda idiler. Dışarıdan mal alanlar (ithalatçılar) ise, getirdikleri malların bedelini İspanyol malı dışsatımında bulunarak ödeyeceklerdi. Öte yandan, İspanyol Merkantilistlere göre; altın ve gümüş, ülkede faiz oranını yükseltip yabancı paralan çekmek, sonra bu paraların çıkışını önlemek amacıyla paraların ayarını bozmakla biriktirilebilinir.

          2—Fransız Merkantilizmi

          XVII. yüzyıl Avrupa'sında, merkantilizmi en etkili biçimde uygulayan ülkelerden biri de Fransa'dır. Fransız merkantilizminin özelliği, sanayici ve devletçi oluşudur. Bu düşünceye göre; devlet, sınai üretimi planlı ve sürekli olarak özendirmelidir. Amaç, dış ülkelere yapılan satışları çoğaltmaktır. Bunların altınla ödetilmesi değerli maden stokunu arttıracaktır.

          Fransız merkantilizmine gerçek kişiliğini verenler farklı görüşlere sahiptirler: Jean Bodin serbest değişime (mübadeleye), Colbert sanayiye, Sully tarıma taraftar idiler.

          Fransa'da merkantilist akımın ünlü öncüsü, XIV. Louis'in ekonomi bakanı olan Jean Colbert (1619-1683)'dir. Ortaya koyduğu öğretinin adı ise "Colbertism"dir. Colbert içeride sınai üretimi, vergi bağışıklıkları ve yardımlarla özendirir. Bu özendirme dışa satılan mallar içindir. Ücretler ve fiyatlar saptanır. Malların üstün kalitede olması için üretim düzenlenir. Ulaştırmanın geliştirilmesi devlet müdahalesini gerektirir.

          Gümrük yasaları (mevzuat) koruyucudur. Dışalım vergileri ise yüksektir. Fransız sanayisinin hammadde gereksinmeleri kolayca karşılansın diye bunların dışalımı serbesttir. Tarım mallarının dışsatımı ise yasaktır. Bunlar bu nedenle ucuza satılır. Fransız sanayisi hammadde gereksinmesini böylelikle kolayca ve ucuza sağlar. Besin maddelerine konulan dışsatım yasağı ise, emekçilerin yaşam koşullarını kolaylaştırır. İşçi ücretlerinin yükselmesi böylelikle önlenmiş olur. Bu da, ülke sanayiinin yabancı sanayiye rekabet etmesine olanak sağlar.

          3—İngiliz Merkantilizmi

          İngiliz merkantilistleri daha çok deniz ticaret filosunun gelişmesi üzerinde durmuşlar, zenginliğin kaynağını orada görmüşlerdir. Dış ticaret açığının kapatılması için bundan faydalanılacaktır. Alacak kalıntısı (artığı) altın ve gümüşle ödetilir. Demek ki yalnız dış ticaret dengesi değil, ödemeler dengesi de göz önünde bulundurulmakta, dış ticaret açığı deniz ticaret filosunun kazançlarıyla kapatıldıktan sonra ül***e altın ve gümüş girmesi sağlanmaktadır.

          İngiltere'de merkantilist önlemlerden ilk yararlanan sanayi dalının pamuklu dokumacılığın olduğu görülmektedir. Keza eskiden dışsatımı yapılan yünün 16. yüzyıldan itibaren İngiltere'de dışsatımı yasaklanmıştır. Buna karşılık pamuklu dışsatım nihai (mamul) madde olduğu için özellikle özendirilmiştir. Diğer ünlü bir Önlem ise Cromvvell'in "Deniz Nakliyesi Kanunudur. (Navigation Act-1651). Bu yasa özellikle Hollandalı tüccarların aracılığını Önlemek amacı ile çıkartılmış ve deniz aşırı ülkeler arasındaki ticarette taşıma tekelini ingiliz gemilerine vermiştir. Buna göre;

          —Avrupa kökenli malların İngiltere'ye ithalinde yalnız İngiliz gemileri veya malın üretildiği ülkenin bandırasını taşıyan gemiler kullanılabilir.

          —Avrupa dışı ülkelerden ithal edilen mallar yalnız İngiliz gemilerinde taşınabilir.

          —İngiliz sahillerinde balıkçılık yapmak ve kabotaj hakkı, yalnız İngiliz gemilerine aittir.

          —İngiliz sömürge politikası da İngiliz Merkantilizminin bir parçasıdır. İngiltere, gereksinme duyduğu gıda maddeleriyle ilk maddeleri (hammadde) sömürgelerinden getirir, onlara da sanayinin

          ürünlerini satardı. Bu ticaret, ingiliz gemileriyle yürütülür, sömürgelerde anavatanla rekabete girişecek sanayi kuruluşlarına izin verilmezdi. İngiltere, merkantilist politikası nedeniyle dünya piyasasına uzun bir süre egemen olmuştur.

          4— Alman Merkantilizmi (Kameralisme)

          Alman merkantilizmine Kameralizm denir. Almanca'da prensin hazinesinin korunduğu yere Kamera deniliyordu. Prenslere ait mülklerin ve gelirlerin yönetim politikası ise Kameralizm adını taşımaktadır. Başlangıçta kameralistler, hukuku, ekonomiyi ve siyaseti ilgilendiren konuların öğretimi ile uğraşmışlar, sonra kendilerini daha çok ekonomik ve politik kuramlara vermişlerdir.

          Kameralizmin esasları şöyle özetlenebilir: Değerli madenlere kameralistler de önem verirler. Belirli bir ekonomi politikası uygulamak üzere devletin ekonomik hayata karışmasını isterler. Alman sanayiini geliştirmek üzere devlet, koruyucu bir politika izlemeli, nüfusun artmasını özendirmelidir. Uluslararası ticaretten ziyade, Alman sanayiinin ve Almanya içinde ticaretin gelişmesine önem verilmesi gerekir.

          Quesnay ve Fizyokrasi (Fizyokrat Öğretinin Esasları)
          QUESNAY VE FİZYOKRASİ

          Merkantilist ilkelerin üç asır boyunca uygulanması, ideolojik tepki yaratacak sonuçlar vermiştir. Ekonomik alanda tarımın bilinerek ve istenilerek sanayiye feda edilmesi ve ticaretle sanayinin kaba bir tüzükçü anlayışla engellenmesi bir tür kötüye kullanma sayılmıştır. İşte, fızyokrasi, merkantilizme karşı bir antitez olarak ortaya çıkmıştır. Fizyokrasi "doğanın egemenliği" anlamına gelmektedir. Fizyokrasi ekonomi biliminin ilk düzenli görüşlerini kapsar. Özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da gelişmiştir. Uygulama alanında fizyokrasi sınırlı bir rol oynamıştır. Fizyokratların görüşleri ancak yirmi yıl kadar etkili olmuş, 1776'da Adam Smith'in ünlü, "Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve İçeriği Hakkında Araştırma", kitabının yayınlanması ile önemini yitirmiştir.

          Fizyokratların temel felsefi görüşleri Rousseau'nun görüşüne dayanır. Fizyokratlar uyguladıkları metodolojiyi de gene Rousseau'nun yapıtlarından almışlardır. Bu yönteme göre sosyal olayları anlayabilmek için, onları elemanlarına ayırarak incelemek, sonra bulguları birleştirerek oluşumun niteliğini saptamak gerekmektedir.

          Fizyokrat Okulunun kurucusu Kral XV. Louis'nin saray doktoru Françous Quesnay (1694-1774, kene okunur)'dır. 1756 yılında ilk ekonomik incelemesi çıkmıştır. Düşüncelerini Ansiklopediye yazdığı "Çiftçiler ve Tahıllar" başlıklı iki yazı ile açıklamaya başlamıştır. Söz konusu inceleme, arazi kiralayıp işlemenin yarıcılıktan ve bunun yanı sıra da toprağı sürme işinde beygirin sığırdan üstün olduğunu kanıtlamaya yönelmiş pratik amaç taşıyan bir yazıdır ve konu rakamlara dayanılarak tartışılmaktadır.

          Ama çok geçmeden Quesnay, çok daha genel görüşler geliştirmeye başlamıştır. Nitekim, 1758 yılında, ünlü yapıtı "Ekonomik Tablo"nun yayınlanışmdan sonra Fizyokratlar diye anılan okulun önderi durumuna gelmiştir. Aynı okuldan Marquis de Mirabeau, bu eserin insanlık tarihinde yazı ve paranın bulunması kadar önemli olduğunu söylemiştir. Quesnay, bu yapıtıyla Marx' dan önce ekonomik temel üzerine tam bir sosyoloji kurmak isteyen ekonomik sistemin yapıcısı sayılmaktadır. Bu kitapta, "ekonomik dolaşımı", canlı organizmanın "kan dolaşımına" benzeterek incelemiştir.

          Fizyokrat Okulunun öteki ünlü temsilcileri Dupont de Nemours, A. R. Jaques Turgot, Mercier de la Riviere, Etienne de Condillac, Le Trosne ve rahip Beandean'dır.

          1 — Fizyokrat Öğretinin Esasları

          a) Tabii Düzen

          Sosyal bilimler ve ekonomik kuramlar üzerinde ilk kez net görüşleri olan fizyokratlardır. Bunların tabii düzenle ilgili çalışmaları, ekonomik düzenin tümünü içine almak, mantıklı ve tutarlı bir sistem içinde açıklamak yolunda yapılan ilk denemedir. Tabii düzen anlayışından çıkardıkları "bırakınız yapsınlar", felsefî (hatta metafizik) kaynaklı olsa da, fizyokratlar ekonomik çözümlemenin ve kuramın geliştirilmesine büyük katkı yapmışlardır.

          Fizyokratların ortaya attığı düzen, insanların mutluluğu için Allah tarafından istenilen bir düzendir. İnsanlar, uymak üzere bu düzeni tanıyıp öğrenmelidirler.

          İnsanların kişisel çıkarları bu düzene aykırı bulunamaz. O halde genel çıkarlara uygun olarak hareket edeceklerdir.

          Dupont ve Nemours şöyle diyor: "Bir araya gelip toplanmak için insanlar doğaları tarafından özlerinde belirlenmiş bir ereğe sahiptirler ve bu ereğin gerçekleşmesine özgü araçlar ***fe bağlı şeyler olamaz; çünkü belirli bir ereğe yönelen fizik edimlerde ***fe bağlı hiçbir şey olamaz. Demek ki bütün toplumların temel ve kurucu yasalarını içeren genel ve Özlü bir doğal düzen vardır."

          Mülkiyet kurumu bu düzenin gereğidir. Dolayısıyla hiçbir şey bu hürriyeti kısıtlamaya yöneltilmemelidir.

          Fizyokratlarda hürriyet isteği, tıpkı mülkiyet hakkına saygı isteği gibi, gittikçe bir dogma halini almakta ve bu hakkın gerekli bir sonucu olarak sunulmaktadır. Mübadele hürriyeti mülkiyet hakkından ayrılamaz, diyor, Le Mercier de La Riviere. Dupont de Nemours da, "kişisel mülkiyetten ayrılamayan ve onun kurucu bir parçasını meydana getiren emek hürriyeti "nden söz ediyor.

          Sonuç olarak, devlet ekonomik olayların akışına karışmazsa, her şey kendiliğinden uyum ve düzen içinde yürür. Ekonominin başlıca amacı, bu tabii düzenin yasalarını incelemektir.

          b) Net Hasıla

          Fizyokratların ileri sürdükleri net hasıla, kaba bir şekilde bugünkü ulusal gelir anlamının karşılığıdır. Üretim süreci sonucu elde edilen ürünle, bu üretim için harcanan servet arasındaki artı yani olumlu farka denir.

          Fizyokratlara göre, net hasıla yalnız tarımdan alınabilir. Çünkü, doğal güçlerin insanla işbirliği yaptıkları biricik kesim tarımdır. Bu nedenle, tarımla uğraşan kesim verimli sınıftır. Yine fizyokratlara göre, servetin kaynağı üretimdir. Bunun sonucu olarak çözümlemeleri, servet yaratılması ve birikim için gerekli 'artık' in hangi üretim etkinliğinden doğduğunun araştırılmasına yönelmişti. Bu artığın doğuşunu, toplumun çeşitli sınıfları arasında dolaşımını incelerken de, soyutlamayı ve model kurmayı tutarlı bir biçimde başardılar.

          Hem doktor, hem de Dekartçı olan Quesnay, ekonomik hayatın tıpkı bir makine gibi ya da tıpkı bir canlı organizma gibi; ki bu tamamıyla aynı şeydir onun gözünde, işlediğini kanıtlamak istemektedir.

          Quesnay, 1758 yılında yayınladığı "Ekonomik Tablo" adlı yapıtında, yukarıda belirtilen artığın doğuşunu ve çeşitli toplumsal sınıflar arasında dolaşımını, bir sistem içinde açıklamıştır. Onun varsayımları: Toprakta özel mülkiyetin varlığı; toprak sahiplerinin, tarımsal üreticilerden rant elde ettiği; üreticilerin kapital sahibi olduğu, tarımsal üretimde ücretli işçi ve kendi kapitallerini kullandığı; dış ticaretin bulunmadığı, ekonominin kapalı olduğu; toplumda tasarrufların ancak kapitalin yenilenmesine yeter olduğu, net kapital birikimi bulunmadığıydı.

          Öte yandan toplum üç sınıftan oluşuyordu:

          —Toprak sahipleri; toprak mülkiyetini ellerinde tutar,

          —Tarımda kiracılar; toprağı işler, üretim yapar. Gerçek üretken sınıf budur, çünkü tarımsal üretimde yarattıkları net hasıla, hem kendi geçimlerini, hem (kral, kilise, kamu hizmetleri gibi toprak sahiplerinin gelirine dayananlar dahil) toprak mülkiyetini elde tutanların ve kısır sınıfların gereksinimini karşılar,

          —Kısır sınıflar; iki ayrı kategori içinde düşünülebilir: Zanaatkarlar, üretim yapmaları için gerekli tüketimlerinden arta kalan bir fazlalık, yani net hasıla yaratmaktadırlar. Bununla beraber, bunlar, üretimde kullandıkları hammaddelerin kıymetine emekleriyle bir kıymet ilave etmekte, gelirleri bu kıymete eşit olmaktadır. Bunların varlığı, tarım ürünlerine "iyi bir fiyat" sağlayabilmek için gerekli görülmektedir. Elde ettikleri gelir yarattıkları kıymete eşit olduğu için, kazanılmış sayılmaktadır. Oysa, hiç bir ilave kıymet yaratmayan, kısır sınıfın diğer grubunu oluşturan tüccarlar ve mali sermaye grupları için durum farklıdır. Gerçi ne çiftçiler, ne zanaatkarlar bu son gruba hiç benzememekte, kendi geçimlik tüketimlerinden fazlasını elde etmektedirler. Tüccarlar ve mali sermaye sahipleri ise, ayrıca hiç bir kıymet ilave etmediklerine göre bu sınıfın geliri net hasıladan bir indirim, parazitlerin geliri demektir.

          Yaratılan net hasıla insan vücudundaki kan gibi toplumsal sınıflar arasında dolaşır. Verimli sınıf, tarım sınıfı olduğu için dolaşım da oradan başlamaktadır.

          Çevresel akım şöyle işler:

          Tarımın gayri safi katma değeri 5 milyardır. Bunun 3 milyarı üretim giderleridir; çiftçiler bunu diğer sınıflara aktaracaklardır. Gelirin 2 milyarını ise, gıda ve tohumluk gibi gereksinmeler için kendine ayıracaktır. Buradaki 3 milyar net hasıladır. Bu miktarın 1 milyarını, gereksinmeleri olan sınai üretim malları satın almak üzere kısır sınıfa verir, iki milyarı da krala ve toprak sahiplerine rant (vergi ve kira) olarak öder. Bunlar bu iki milyarın bir milyarını gıda maddeleri gereksinmelerini karşılamak için üretici sınıfa; bir milyarını da, sınai ürünlere olan gereksinmeler için verimsiz sınıfa ödeyeceklerdir. Bu duruma göre, verimsiz sınıfın elinde iki milyar toplanmış olur (Bir milyarı çiftçilerden, bir milyarı toprak sahiplerinden olmak üzere). Bu tutar hammadde ve gıda maddesi satın almak için tümüyle çiftçilere ödenir. Böylece ekonomik daire kapanmış olur.

          c) Tek Vergi ve Serbest Dış Ticaret

          Tek vergi düşüncesi net hasıla kuramının bir sonucudur. Yalnız tarım üretken olduğuna, artık, tarımda yaratıldığına göre, vergiler yalnız tarımdan alınmalıdır. Bu artık, tümüyle toprak sahibine gittiği için de vergi tek vergi olmalı, toprak mülkiyetini elde tutanlardan ve bir defada alınmalıdır. Böylelikle tahsili kolaylaşmış, toplama giderleri azalmış ve yansımadan doğacak ekonomik bozukluklar Önlenmiş olur.

          Fizyokratlar, tek vergi sisteminin başarıyla yürütülebilmesi için, net hasılanın arttırılması gereğini de görmüşlerdir. Bunun için, küçük köylü tarımını, büyük ölçekte üretim yapan kapitalist tarım işletmeleri durumuna getirmeyi önermişlerdir. Böylece, bir taraftan yalnız toprağın net hasıla yarattığını kabul ederek, toprak sahipleri smıfının varlığıyla, bunların vergi ödemesini bağdaştırmışlardır; bir taraftan da, kapitalist girişimci tarımsal üreticinin net hasılayı arttıracağını göstererek bu sınıfa uygun bir öğreti (doktrin) kurmuşlardır.

          Fizyokratların dış ticaretle ilgili görüşleri şöyle özetlenebilir:

          —En avantajlı dışsatım, tarımsal ürünlerle yapılanıdır. Çünkü endüstri ürünlerinin ticareti az kârlıdır.

          —Fazla dışsatımda bulunmak amacıyla gıda maddelerinin fiyatlarını düşürmemelidir. Ticaret, onunla uğraşanlar için kârlı olsa bile, tümüyle ele alındığında toplumun çıkarlarına ters düşer.

          —Endüstri mallarının dışalımı büyük sakıncalar doğurmaz.

          —Ticaret bilançosu yanıltıcı bir ölçüdür. Çünkü para olarak bir fazlalık sağlayan ülke zenginleşmiş sayılmaz.

          d)Fizyokrasinin Eleştirisi

          —Fizyokratlar merkantilistlerin ticaret ve sanayiye verdikleri öneme tepki olarak tarımm önemini fazla büyütmüşlerdir. Yalnız tarım değil, ticaret ve sanayi de üretken kesimlerdir. Çünkü ekonomide önemli olan belli gereksinmeleri giderecek nitelikteki malları üretmektir. Tarım kesiminde üretilen mallar, tüketiciye iletilmezse (ticaret kesiminin etkinliği) veya bu mallar işlenerek (sanayi kesiminin etkinliği) tüketilecek niteliğe getirilmezse, hiç bir ekonomik değer taşımazlar.



          Yorum

          • Sniper®
            Senior Member
            • 22-06-2005
            • 12987

            #6
            Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

            Klasik Ekonomi Düşüncesi (Adam Smith Öğretisi)


            KLASİK EKONOMİK DÜŞÜNCENİN DOÐUŞU VE KLASİK OKULUN TEMSİLCİLERİ

            XVIII. yüzyılın sonları, gerek İngiltere'nin, gerekse bir kısım Batı ülkelerinin önemli ekonomik ve politik değişmelere sahne olduğu bir çağdır. Bir kere, daha önce yavaş seyreden teknik buluşlarla bunların sanayiye uygulanması, bu yüzyıl sonunda yoğunluk kazanmıştır. Öyle ki, İngiltere'de bu dönemi "Sanayi Devrimi" çağı diye nitelemek olurlu olmuştur. Sanayi devrimiyle beraber, "ekonomik adam" niteliklerini taşıyan, kapitalist-girişimciler ve üretim araçları mülkiyetinden yoksunlaşan bir işçi sınıfı doğmuştur.

            Bundan başka, Fransız İhtilali (1789) Ortaçağ toplumundan kalan kurumları silmiş, "bireycilik ve özgürlük" iktidara gelen burjuvanın sloganı olmuştur. Bu, yeni bir sınıfın politik egemenliği ele geçirmesinin zaferi sayılabilir. İngiliz Kolonisi olan Kuzey Amerika'da bağımsız yeni bir devletin (A.B.D.) doğması, merkantilist kolonizasyonun önemli bir dayanağını kaybettirmiştir.

            Nasıl ticarî kapitalizm, merkantilizmi; Fransa'da tarımın kapitalistleşmesi yolunda bir değişme, Fizyokrasiyi doğurmuşsa; İngiltere'de Sanayi Devrimi de Klasik İktisat Okulu'nu doğurmuştur.

            Klasik Okul'un başlangıcı, Adam Smith'in "Milletlerin Refahı"nın basıldığı 1776 yılı, sonu da John Stuart Mili'in öldüğü 1873 yılı kabul edilirse, öğreti olarak bir asır gibi uzunca bir süre egemenliğini sürdürdüğü görülür. Hepsi de yeni çağın felsefesini yapmaya, "Sanayi Devriminin ekonomik koşulları"nı inceleyip onları bilimsel kurallara bağlamaya çalışmışlardı. Bu yeni düşüncenin en ünlü temsilcisi İskoç asıllı, Glasgow Üniversitesi'nde bir profesör olan Adam Smith'tir.

            ADAM SMİTH

            Liberal Klasik Okulun kurucusudur. Kendisine bilimsel ekonominin kurucusu da denir. 1759 yılında ahlak felsefesini açıkladığı "Ahlâki Duygular Kuramı" adlı yapıtıyla tanınmıştır. 1776 yılında yayınladığı "Milletlerin Refahı" adını taşıyan kitabı, ekonomik düşüncelerin gelişme süreci içinde önemli yeri olan ve ekonominin bilim haline gelmesini sağlayan temel yapıtlardan biri sayılmaktadır. Adam Smith' in, kendisinden sonra gelen ekonomistler üzerinde büyük etkisi vardır.

            Yapıtın içindeki konular beşe ayrılır: Üretim ve Değer, İktisadî Gelişmenin Koşulları ve Sonuçları, Merkantilizm, Fizyokrasi'nin Eleştirilmesi ve Malî Sorunlara Dair Başlangıç.

            I— Adam Smith'in Öğretisinin Temelleri

            a) Servet

            Daha önce açıklandığı gibi Merkantilistler, ulusun servetini edinilen değerli madenlerin miktarında görürler. Bunun için altın ve gümüşün getirilmesi kolaylaştırılacak, ülkeden çıkması ise yasaklanacaktır. Değerli maden ve para aynı şeydi. Paranın kendisi bir servettir. Fizyokratlar ise servetin net hasıladan ürediği, net hasılanın ise tarıma dayandığı kanısındaydılar. Tarımla uğraşanlar verimli sınıfı oluşturmakta, öteki sınıflar ise kısır sayılmaktaydı.

            Adam Smith, bu görüşleri eleştirdi. Kendisine göre para, servet değil, yalnız değişim aracıdır. Ulusun zenginliği, yaşamak için gereksinme duyulan malların miktarına bağlıdır. Bunların yalnız tarımsal çalışmalarla sağlanabileceğini söyleyen Fizyokratların düşüncelerine katılmaz.

            Smith'e göre servetin dayanağı emektir. Nitekim, "Milletlerin Refahı" adlı yapıtına şöyle başlamaktadır: Bir ulusun yıllık emeği, o ulusun yıl içinde, yaşaması için gereken zorunlu maddeleri sağlar. Bu maddeler, ya ilgili ulusun yıllık emeğinin ürünüdür, ya da yıllık emeğinin ürünü karşılığında başka uluslardan satın alınır. İster doğrudan doğruya emeğinden elde edilsin, ister değişim yoluyla öteki uluslardan sağlansın, bütün bu malların tüketicilere göre azlığı ve çokluğudur ki bir ulusun servetini belirler. Başka bir deyişle mallar gereksinmeleri karşılayacak yeterlikte değilse ulus fakirdir, bol ve yeterli ise ulus zengindir.

            Servetin asıl nedeni emek olunca, bu emeğin tarım, ticaret ya da endüstri alanında uygulanması bir değişiklik yapmaz. Bunun için fizyokratların verimli, verimsiz diye sınıf ayrımı yapmaları yersizdir. Kaldı ki uluslar arasında görülen servet farkları emek farkından ileri gelmektedir. Uluslar vardır ki zengin topraklar üzerinde yaşarlar, fakat fakirdirler. Buna karşılık verimsiz topraklarda yaşayan birçok ulus zengindir. Aradaki fark, emek farkıdır (çalışmak ya da çalışmamak, emeğini değerlendirmek ya da değerlendirmemek).

            b)İş Bölümü

            A. Smith işbölümü sonucunda emeğin veriminin arttırıldığını belirtmektedir. Bu konuda, ünlü toplu iğne üretimi örneğini veren Smith, bir işçinin toplu iğnenin bütününü yapması halinde günde ancak yirmi (20) iğne yapabileceğini, yapım işi parçalara bölünürse 10 kişilik bir işçi grubunun günde 48 bin iğneye kadar çıkabileceğini, bunun da adam başına 4.800 iğne demek olduğunu açıklamaktadır.

            İş bölümü örneği ve sonuçları, toplumda verimli, verimsiz diye sınıf ayrımı yapılmasının anlamsızlığını ortaya koymaktadır. Çünkü iş bölümü üretilen malların değişimine dayanır. Böyle olunca, üretim olayını bir bütün olarak kabul etmek gerekir. Bu bütün içinde yan yana çalışan girişimlerin etkinlikleri değişim yolu ile birbirlerine bağlanmaktadır. Hiç bir sınıf öteki sınıfları kendi başına besleyemeyeceğine ve bütün üretimci girişimler arasında değişim yolu ile bağlantı bulunduğuna göre, toplumda servet ve refahın artması, bilimsel olarak savunulamayan net hasılaya değil, tüketicilerin faydalanabileceği malların miktarına dayanmaktadır.

            Böyle olmakla beraber A. Smith koyduğu ilkelerin sonuçlarını tamamen kavrayamamış ve Fizyokratların etkisinden kurtulamayarak hizmet erbabı ile idarecilerin, askerlerin ve serbest meslek sahiplerinin etkinliklerini verimsiz saymıştır.

            c) Değer

            Servetin kaynağının emek olduğu böylece ortaya konulunca, değer de emeğe dayanacaktır. Smith'e göre emek değerin hem nedeni, hem ölçüsüdür. Değerin iki anlamı vardır. Kullanma değeri, bir malın, kullanana sağladığı faydayı, kullanan için olan önemini ifade eder. Değişim değeri ise, başka malların alış gücünü gösterir

            A. Smith daha çok değişim değeri üzerinde durmaktadır. Görünüşe göre değişim değeri, ilke olarak emekten ileri gelir. Bunun para olarak ifadesi fiyattır. Fiyat ikiye ayrılır: Cari fiyat (piyasadaki fiyattır), doğal fiyat. Doğal fiyatı malın üretiminde harcanan emek belirler. Bu emek, değişim değerinin bir ölçüsüdür.

            A. Smith, değişim değerinin belirlenmesinde güçlüklerle karşılaşır. Üretilen mal için harcanan emekle, o malın emeğe dayanan değerini ölçmek gerekir. Bu konuda, ilkel ülkelerle gelişmiş ülkelerde üretilen mallara harcanan emekle, elde edilen malların değerleri arasında büyük farklar vardır. Gelişmiş ülkelerde ise, üretimde emeğin yanında toprak ve sermaye gibi unsurlar da işe karışır. Böyle olunca, doğal fiyatı üretim giderleri belirler. Bunlar da ücret, kira ve kârdan ibarettir. Cari fiyat (buna pazar fiyatı da denir) arz ve talebe göre oluşur. Bu fiyat, doğal fiyatın üstünde ya da altında olabilir. Bazen ona eşittir. Rekabet, pazar fiyatını doğal fiyata yaklaştırmak eğilimindedir. Tekelde durum bu değildir. Cari fiyat orada en çok kazanç sağlayacak bir düzeyde saptanmaktadır.

            d)Sermaye

            A. Smith'e göre ekonomik gelişmenin koşulu sermaye birikimidir. Sermaye, birikim sonucu elde edilen likit ve kullanılabilir (hazır) alış gücüdür. Birikim, bir gereksinmenin giderilmesinden vazgeçilmesidir. Birikim, işçiler için zordur. Rant ve temettü sahipleri için daha kolaydır. A. Smith' e göre, birikim olunan para derhal yatırılır. Böylece verimli işlerde kullanılır ve bu yoldan gereksinmelerini karşılamak üzere işçilerin eline geçmiş olur. Yani tüketim azalmaz, türü değişir. Birikim yolu ile toplanan bu sermaye böylece teknik sermayenin doğmasına ve gelişmesine ve arazinin iyileştirilmesine ayrılmış olur. Birikim olmayınca sermaye birikimi olmayacağından üretim artmaz. Ulus da zenginleşemez.

            e) Ekonomik Düzen

            A. Smith'e göre, ekonomik kurumlar kendiliklerinden doğarlar. Bunlar hayırlıdır da. Fizyokratlar, daha önce açıklandığı gibi, doğal bir düzenden söz ederler. Adam Smith ise bu düzeni psikolojik bir temele bağlamaktadır: Bu, kişisel çıkardır. İnsanı ekonomik çalışmaya iten bu ilke Hedonistique ilkedir ki, insanı en az çaba ile en çok tatmin aramaya yöneltir. En az çalışmayı bir il***miş gibi sunduğu kanısını uyandırdığı için, bu deyim insanları yanıltabilir. Amaç en az çalışma değil, emeğin en küçük bir parçasından en çok verim alınması yollarını araştırmak, yani çok çalışıp emeğini de en iyi şekilde değerlendirerek en çok tatmine varmak, servete ve servet yolu ile refaha kavuşmaktır.

            Böylece, tüm ekonomik etkinliğin motoru kişisel çıkar olmaktadır. A. Smith, her yerde ve her zaman ve aynı biçimde yalnız kişisel çıkarları peşinde koşarak çaba gösteren bir insan tipi yaratmakla suçlanmıştır. Oysa Smith, kişisel çıkarları yanında insanın hareketlerini etkileyen başka unsurlar da (şeref, namus, başkasına yardım, dinî ve ahlakî düşünceler...) bulunduğunu kabul etmekte, ancak büyük çoğunluğun davranışlarına, kişisel çıkarların yön verdiğine inanmaktadır.

            Bu suretle insanlar kişisel çıkarları peşinde koşarken görünmez bir el kendilerini genel çıkarları da sağlama yoluna götürmektedir. Ekonomik kurumlar böylece kendiliklerinden doğarlar. Para bunun bir örneğidir. Değişim güçlüklerinden kurtulmak isterken insanlar bu kurumu yaratmışlardır. Kamu otoritelerinin burada işe karışması sonradır. Fiyat mekanizması bunun kendiliğinden oluşan başka bir örneğidir.

            Hedonistik temel üzerinde bireysel üretim, iş bölümü kurumu yardımı ile önemli olarak artmaktadır. Burada üretim, tüketimin gereksinmelerini, arz ve talebi otomatik olarak birbirine uyduran fiyat mekanizması sayesinde karşılamakta ve denge kurulabilmektedir. Bu mekanizma ile eğer bazı malların fiyatlarında düşüklük görülüyorsa, bu, o malların miktarının gereksinmeleri aştığının belirtisi olmaktadır. Sonuç, bu malları üreten girişim sahiplerinin kârlarının azalmasıdır. Bunlar kişisel çıkarlarını düşündüklerinden fiyatları düşmekte bulunan bu malların üretimini ya durduracaklar ya da azaltacaklardır. Bu alanda artık kullanılamayarak serbest kalan emek ve sermayeyi de, fiyatları yüksek olan (yani üretimi ve sonuç olarak arzı, gereksinmeleri karşılayacak miktarda olmayan) malların üretiminde kullanacaklardır. Böylelikle arz ve talep arasında denge kurulmakta ve kişisel çıkarların yanında, toplumun gereksinmeleri de karşılandığından, genel çıkarlar da sağlanmaktadır.

            f) Ekonomik Politika

            Bu kuramsal görüş ve ilkelerden liberal bir öğreti (doktrin) ortaya çıkar. Mekanizmanın çalışabilmesi için "Bırakınız Yapsınlar - Bırakınız Geçsinler" gerekli olur. Üretim öğeleri bir kesimden ötekisine, fiyat yelpazesine uygun olarak serbestçe geçebilmelidir. Bireysel etkinliklerin serbestçe yapılması genel çıkarları hemen sağlayacaktır. Devlet, ekonomik konularda müdahaleden sakınmalıdır. İşbölümü içeride olduğu gibi uluslararası alanda da faydalıdır. Her ülke, avantajlarından yararlanarak bazı üretim kollarında uzmanlaşmalıdır. Ülkeler arasında ticaret mutlak maliyet temeline dayanır. Bir mal bir ülkede daha düşük maliyetle üretiliyorsa, aradaki fark onun kârı olacaktır. "Bırakınız geçsinler" ilkesi uluslararası alanda uygulanmalı, dış ticarette liberal bir politika güdülmelidir.

            Adam Smith ekonomik gelişmenin koşulunu sermaye birikiminde görmektedir. Düşüncesine göre koruma, sermaye yaratmaz. Mevcut sermayenin de istenilen kesimde kullanılmasını engellediği için zararlıdır.

            Böylelikle devletin etkinliği, içeride ve dışarıya karşı güvenliğin, kamu düzeninin korunması ve adaletin sağlanmasından ibaret kalmaktadır. Bireylerin kâr beklemedikleri ve ilgi göstermedikleri alanlarda devlete görev düşer. Bayındırlık işleri bunlar arasındadır. A. Smith, özel girişimin yararlı olmasını uygun sınırlar içinde rekabetin varlığında görür. Aksi halde toplumun özel girişimden zarar göreceği kanısındadır. Devletin kamu düzenini korumak düşüncesiyle, faiz oranını (%) belirleyebileceğini, posta işlerini yapabileceğini, ilköğrenimi zorunlu kılması gerektiğini söyler.

            g) Gelirlerin Üretim Öğeleri Arasında Bölüşülmesi (inkısam)

            Adam Smith'e göre üç türlü gelir vardır: Ücret, kâr ve rant.

            Ücret

            Bir sözleşme ile işverenin emrine verilen ve işin sonucuna bağlı olmadan önceden saptanan emeğin bedeline ücret denir.

            En düşük ücret (asgari ücret), işçinin ve ailesinin yaşaması için zorunlu olan miktarı karşılar. Bundan az ya da çok olamaz. Bu tanım, ücret sermayesine dayanır. Ücret oranı girişim sahiplerinin ücret için ayırdıkları miktar ile işçi sayısına bağlıdır. Sonuç olarak en düşük yaşama düzeyini karşılar.

            Kâr (Temettü)

            Sermayelerini üretime ayıranlarla, borç-ödünç (ikraz edenler) verenlerin gelirleri kâr (temettü) dır. Faiz, kârın bir şeklidir. Paranın değil, sermayenin geliridir. İktisadî refah artarsa, faiz oranı düşer, kâr haddi fiyat hareketlerini izlemektedir.

            Rant

            Arazinin kullanılması karşılığı arazi sahiplerine ödenen bedeldir. Arazinin iyileştirilmesi giderleriyle bir ilgisi yoktur. Arazi sahibinin bir tür tekeli vardır. Onun için fazla para isterler. Rant, fiyata bağımlı olarak değişir.

            Smith, arazi sahiplerinin gelirini (rant) eleştirir. Bunlar arazilerini kendileri işlemedikleri için, gelirlerini emek dayanağından yoksun görür. Girişim sahipleri de tekel kurarak fiyatları yükseltme eğiliminde bulundukları için, kâr da eleştirme konusudur.

            Smith'e göre ücret saptamasında taraflar eşit değildir. İşveren sayısı azdır. Aralarında anlaşabilirler. İşçiler uzun süre bekleyemedikleri halde, bunlar bekleyebilirler.


            Yorum

            • Sniper®
              Senior Member
              • 22-06-2005
              • 12987

              #7
              Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

              Karamsar Klasik Ekonomistler (Robert Malthus, Davit Ricardo)

              KARAMSAR KLASİK EKONOMİSTLER

              Kapitalist ekonominin, kendi dinamiği gereği eninde sonunda sürekli bir durgunluk dönemine gireceğini ileri süren klasik ekonomistlere Karamsarlar (kötümserler) denir. En tanınmış iki karamsar, Robert Malthus (1766-1834) ve David Ricardo (1772-1823) dur.

              1 - Robert Malthus (1766-1834)

              Bir kır soylusunun oğlu olan Malthus'un ana tezi, mülkiyet ve toplumsal eşitsizlik üzerine kurulu olan liberal düzeni haklı göstermek, temize çıkarmaktı. Bu konudaki düşüncelerini, 1798 yılında ve adını koymaksızın, "Nüfusun İlkesi^Üzerine Deneme" ve 1820'de "İktisadın İlkeleri" adlı eserlerinde açıkladı.

              Bu eserlerden birincisi, o devre göre ileri derecede sosyalist olan William Godvin'in fikirlerini çürütmek amacıyla kaleme alınmıştır. Godvin 19. yüzyılın başlarında İngiltere'de görülen yoksulluğun nedenini üretim örgütlenmesinde yani özel mülkiyette bulmuştu. Ona göre, bu yoksulluğa son verebilmek için yalnızca, 1795 yılında ingiltere'de kabul edilen yeni yasayla yoksullara yardım etmek değil, toplumu da yeniden düzenlemek gerekmektedir. Malthus'a göre, toplumdaki fakirliğin nedeni, besin maddeleri üretiminin bir aritmetik diziye, nüfusun ise bir geometrik diziye bağlı olarak çoğalmasıdır. Böylece, besin maddeleri üretimi gitgide artan nüfusa yetişemez, yeterli olamaz duruma gelmektedir. Bu nedenle devlete sosyal bir yön vermek anlamsızdır. Sosyal yardımlar besin maddeleri üretimini hızlandıramaz, ama nüfus artışını hızlandırır.

              Malthus, "Nüfusun ilkesi Üzerine Deneme" adlı eserinde şunu yazıyon

              "Kesin olarak kabul edilebilir ki, nüfus hiçbir engel tarafından durdurulamadığı takdirde, her 25 yılda bir iki katma çıkmakta ve devirden devre bir geometrik dizi halinde çoğalmaktadır."

              Nüfus artışının eğilimi bu olduğuna göre, insanlığın geleceği karanlıktır, insanlık açlığa doğru gitmektedir.

              Nüfus ve gıda maddeleri arasındaki dengesizlik iki şekilde görülebilir. Bunlardan biri, Malthus'un erdemsizliktir, diye adlandırdığı ve bizim bugün doğum kontrolü dediğimiz yöntemdir ikincisi ise, moral cebir (restraint), yani yeterli sayıda bireyin belirli bir zaman ya da bütün ömürleri boyunca evlenmekten ve çocuk yapmaktan vazgeçmesidir. Öte yandan Malthus, nüfusun gıda maddeleri artışını geçmesi eğilimi doğal engellerle de önlenebilir, diyor. Bunlar, açlıklar, büyük ve salgın hastalıklar, afetler, savaşlar ve eksik beslenme gibi öğelerdir.

              Malthus, nüfus sınırlamasının ancak moral restraint üzerine kurulabileceği sonucuna varır. Ama bu önlemin, kalıtsal mülkiyete dayanan ve servetlerin eşitsizliğini benimseyen bir toplumda uygulanabilir olduğunu ileri sürüyor aynı zamanda. Gerçekten de, eşitlemeci bir toplumda kimi insanların yerine niçin başka bir takım insanların evlenmekten vazgeçmesi gerektiğini anlamak güçtür diyor. "Herkes eşitse ve benzer koşullar içinde bulunuyorsa, bir bireyin niçin kendini, başkaları tarafından gözetilmeyen ve uyulmayan bir ödevi yerine getirmek zorunda duyacağı açıklanamaz."

              Bunlara karşın, Malthus bu yolun daha iyi olduğunu ve denenmesi gerektiğini vurgular. Herkes, geçindireceğinden emin olduğu kadar çocuk sahibi olmalıdır. Nüfusla dolu bir dünyada yeni doğan bir kimse, eğer ailesi onu besleyemiyorsa veya toplum o kimsenin emeğinden yararlanamıyorsa, o gerçekten bu yeryüzünde fazlalıktır. Bu nedenle evlilik yaşı olabildiğince ileriye bırakılmalı, evlilik yaşamında da iffetli (afif) kalınmalıdır.

              Malthus'un Nüfus Kuramından başka ekonomik konular üzerinde ilginç görüşleri vardır. Ancak, Nüfus Kuramının tartışmaları arasında bunlar gözden kaçmış ve gereği kadar yansıtılamamıştır. Malthus, özellikle ekonomik buhranlar üzerinde durmakta, ulusal gelirin azlığı durumunda, ekonomik yaşama karışmakla hız verilebileceğine, ulusal gelir düzeyinin değiştirilebileceğine değinmektedir. Bunun için iktisatçıların bu sorunları açıklanması için uğraş vermelerini salık verir.

              Birikim konusunda da Malthus'un düşüncesi, birikim yatırıma eşit olmayabilir. Bunun anlamı, biriktirilen paraların derhal yatırımlarda kullanılmayarak bekletildiğidir. Böylece Malthus, ***nes'in müjdecisi sayılabilir.

              2- David Ricardo (1772-1823)

              Ricardo, liberal düşünceye ayrı bir yön vermiş ve Klasik Okul'un ekonomik yasalarının oluşmasına önemli katkılarda bulunmuştur. İlk sesini 1817 yılında yayınladığı 'Ekonomi Politiğin ve Verginin İlkeleri"konulu yapıtıyla duyurmuştur.

              Klasik ekonomik düşünceyi olgunlaştıranların hemen hemen hepsi esas itibariyle servetin, yani ulusal gelirin kaynaklarını araştırmışlardır. Ricardo ise özellikle ulusal gelirin üretim öğeleri arasında nasıl dağıldığını ve öğelerin paylarını belirleyen yasaların neler olduğunu derinliğine incelemiştir.Aslında Ricardo'nun amacı, her sınıfın ulusal gelirden hangi oranda bir pay talep edebileceğini belirlemek ve böylelikle de toplumdaki çıkar mücadelesini aydınlığa kavuşturmaktır. O, gelir dağılımı konusunda giriştiği çözümlemeyi, hemen bir ekonomik büyüme kuramına ulaşma yolunda kullanmaktadır.

              a) Ricardo'nun Değer Kuramı

              Ricardo'nun Smith'e oranla üstünlüğü, ilkin, değişim (mübadele) değeri konusundaki çözümlemesinde belirmektedir. Pek haklı olarak, bu sorunu temel sorun diye kabul ediyor Ricardo ve niçin temel sorun olduğunu da gösteriyor.

              Ekonominin gelişimini açıklayabilmek için, her şeyden önce sermaye birikimiyle ilgilenmek gerekir; sermaye birikimi ise, sermaye kârlarının önem derecesine bağlıdır. Toprak rantı hesaba katılmayacak olursa; kâr demek, satış fiyatı ile maliyet fiyatı arasındaki fark demektir. Ve ulus çapında düşünüldüğü takdirde net hasılanın maliyet fiyatı, ücretlerin toplamından başka bir şey değildir. Demek ki kârı açıklayabilmek için:

              —Ücret belirleyen yasaları,

              —Ürünlerin satış fiyatlarım belirleyen yasaları, bilmek gerekir.

              Ricardo, değişim değerini, malların üretim giderlerine ve miktarın gereksinmelere oranla az veya çokluğuna bağlar. Değer bakımından malları ikiye ayırır. Miktarı istenildiği kadar arttırılamayan malların değeri, bunların az ya da çok olmalarına göre değişir. Üretimi istenildiği kadar çoğaltılabilen malların değerini ise, üretimlerinde harcanan emek belirler. Değer, ilerlemiş toplumlarda üretim giderleri ile belirlenir. Şüphesiz ki, sermaye de emek ürünüdür. Bu bakımından malların değerini üretimlerinde kullanılan emek belirlemektedir.

              Değerin, malın (emtianın) emek olarak maliyetine bağlı olduğunu kanıtlayabilmek için, mal fiyatlarında dalgalanmaları incelemek gerekir:

              "Bir şeyin değiştirilebilir değerini yaratan, o şeye aktarılmış emek miktarı ise, bundan şu sonuç çıkar: Bu emek miktarındaki her artış, zorunlu biçimde, bu emeğin kullanıldığı nesnenin değerini de artıracaktır. Tıpkı bunun gibi, bu emek miktarındaki her azalış da fiyatın düşmesine yol açar."

              İleride Kari Marx, Ricardo'nun Değer-Emek Kuramını geliştirerek sosyalizme temel yapacaktır.

              b) Rant Kuramı

              Rant, arazi sahiplerine çiftçinin ödediği kiradır. Ricardo, arazi sahiplerinin bu gelirinde doğanın katkısını görmekte, onu nüfusa göre yeteri kadar verimli arazi bulunmamasına bağlamaktadır.

              Rant fikri, açık olmamakla birlikte Fizyokratlarda ve onların etkisi altında bulunan A. Smith ve Malthus'ta da vardı. Daha önce açıklandığı gibi Fizyokratlar net hasılanın yalnızca topraktan ileri geldiğini ileri sürerken kanıtlarından biri de arazi sahibinin, asillerin hiç bir iş yapmadan çiftçilerden aldıkları kiralarla geçinmeleriydi. Buradaki rant, arazinin yalnızca kirasıdır.

              Ricardo'nun rant fikri ise, çeşitli arazi arasındaki verimlilik farkına dayanmakta ve "Diferansiyel Rant" adını almaktadır. Ekonomi gelişirken, talep artarken, nüfus ile kapital miktarı da, miktar itibariyle sabit olan toprak öğesine oranla artar. Bunun bir sonucu, üretimin doğal verimi daha düşük olan topraklara doğru genişlemesi, (ekstansif marjın genişlemesi) dolayısıyla bu alanda üretim maliyetinin yükselmesidir. Çünkü, verimi daha düşük toprakları ekmek gerekince, bunların aynı verimlilikte olabilmesi için daha çok gübreye ve çalışmaya gereksinme duyulacaktır. Bunun doğal sonucu olarak da yeni topraklardan alınacak ürünlerin maliyeti birincilere göre daha yüksek olacaktır. Ürünün fiyatı, marjinal topraklar, yani doğal verimi en düşük topraklarda çalışan tarımsal firmaların emek ile kapitali kapsayan birim maliyetini karşılayacak yükseklikte oluşur. Bu durumda ürünün fiyatı, doğal verimi daha yüksek topraklardaki üreticilerin birim maliyetinden daha yüksektir. Fiyat ile marjinal topraklarda birim maliyet arasındaki fark, Ricardogil (veya diferansiyel) rantı oluşturur. Marjinal topraklar ise, hiçbir rant getirmez. Rant, üreticilere değil, fakat doğal verimi marjinal topraklardan daha yüksek olan toprakların sahiplerine aittir; tarım, rekabet koşullarının egemen olduğu bir üretim kesimi olduğu için, üreticiler arasındaki rekabet, rantın toprak sahiplerine gitmesini sağlar. Ricardo, bu olayı şöyle ifade etmektedir:

              "Örneğin, 1, 2, 3 nolu topraklar, aynı miktar emek ve kapital kullanımıyla, 100, 90, 80 karter hububatı net hasıla olarak versin.

              Nüfusa göre verimli toprakların çok bol olduğu yeni bir ülkede, yalnız 1 nolu topraklan işlemek gerekecektir. Bütün net hasıla üreticiye ait ve onun avans verdiği kapitalin kârı olacaktır. Nüfus, 2 nolu toprakların işlenmesini gerektirecek kadar arttığı zaman, 1 nolu toprakta artan rant başlayacaktır."

              Ülkedeki arazi son sınırlarına ulaştığında, araziye fazla emek ve sermaye harcanırsa, azalan verim yasasına göre verim oranı düşeceğinden, böylece sağlanan ek verimin maliyeti yine yüksek olacak ve piyasa fiyatı ona göre ve yüksek düzeyde oluşacaktır. Böylece, verimli arazide fazla emek ve sermaye harcanmaksızın elde edilen ürünlerin maliyeti arasında yine fark doğacaktır.

              Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, Rant, arazi sahiplerine çalışmadıkları halde sağlanan bir gelirdir.

              Rant üç nedene dayanır:

              —Malthus'un formüle ettiği nüfus artış ilkesi,
              —Tarımda azalan verim yasası,
              —Belli bir zamanda aynı mallar için piyasada arz ve talep dengesine göre tek fiyat bulunması.

              c)Ricardo'nun Ücret Kuramı

              Ricardo, kendisinden önce ortaya atılan klasik düşüncelerden yararlanarak ücret kuramını daha iyi açıklamaktadır. Kendisine göre, emeğin fiyatını oluşturan iki çeşit ücret vardır: Doğal ücret, cari ücret.

              Doğal ücret, işçinin yaşamasını ve neslinin artmadan ve eksilmeden devamını sağlayan ücrettir. Doğal ücret en az geçim düzeyine göredir. Besin maddelerinin fiyatı yükselirse, doğal ücret buna koşut (paralel) olarak artabilir. Bu nominal bir artıştır. Ücret reel olarak yine aynı kalır. İşçi daha iyi bir hayata kavuşmaz.

              Cari ücret, piyasada emek arz ve talebine göre oluşan ücrettir. Arz ve talepteki değişik ücret miktarını da etkiler, fakat bu geçicidir. Cari ücret, doğal ücret düzeyini aşarsa, Malthus'un nüfus ilkelerine göre insanların sayısı artar. Sonuç, işçi sayısının çoğalması ve işçiler arasında rekabettir. Böylelikle cari ücrette düşüklük görülür. Bu düşüklük doğal ücret düzeyinin altına inerse, insanların sayısı azalır ve cari ücret miktarı böylece doğal ücret düzeyi ile yakın ilişki kurarak seyreder.

              d)Diğer Görüşleri

              Ricardo, para, banka ve uluslararası ticaret konusunda da bazı görüşleri ileri sürmüştür. O, uluslararası değişimlerde de serbest rekabet koşullarının ülkeleri iş bölümü ve uzmanlaşmaya götüreceğini savunmuştur. Smith'in Mutlak Üstünlük Kuramını, Karşılaştırmalı Üstünlük görüşüyle tamamlamış ve bir ülkenin yalnızca mutlak olarak üstün olduğu mallarda değil, karşılaştırmalı (mukayeseli) olarak üstün bulunduğu mallarda uzmanlaşacağını ileri sürmüştür.

              Paranın yalnızca bir değişim aracı olduğunu ileri süren Ricardo'nun miktar teorisini benimsemiş olduğu söylenebilir. Otomatik altın standardı veya otomatik dış denge kuramının kurucusu olan düşünürün, kuramın işlemesi için banknot miktarını sıkı şekilde altın sikke miktarına bağlayan tedavül ilkesini savunması ilginçtir.

              Şurası ilgi çekicidir ki, Ricardo, bir yandan Malthusgil nüfusun "tabii artış" kuramını kabul ederek, "Fakire Yardım" yasalarına karşı çıkmış, böylece işçi ücretlerinin artmasını önlemiştir. Bir taraftan da, toprak rantının artışını önleyecek politika önlemlerini savunmuştur. Buna karşılık, kapitalistin kâr haddinin yükselmesini, ekonominin gelişmesinin koşulu kabul etmiştir. Ricardo, kapitalizmin katıksız savunucusudur.

              Fakat, Ricardo, aynı zamanda bir çeşit mülkiyet - toprak mülkiyet -ile toplum yararının bağdaşmadığını da göstermiştir. Tabii düzen anlayışıyla çatışan bu görüşü, daha sonra diğer mülkiyet çeşitlerine yöneltilerek, her çeşit mülkiyetin toplum yararıyla çatıştığı görüşüne de kaynaklık etmiştir. Bu bakımdan, Ricardo sonrası İngiliz sosyalistleri ve Marx, Ricardo'ya çok şey borçludur.


              Yorum

              • Sniper®
                Senior Member
                • 22-06-2005
                • 12987

                #8
                Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

                LİBERAL ÖÐRETİYE KARŞI SOSYALİST AKIMLAR VE BİLİMSEL SOSYALİZM

                Sosyalist düşünürler yalnız klasik ekonomistlerin liberal görüşlerini ve bireyci ekonomi politikalarını eleştirmekle kalmamış aynı zamanda onların savundukları kapitalist düzenin de karşısına çıkmışlardır.

                Sosyalizm, Klasik Liberal Öğretiye karşı XIX. yüzyılda gelişmiş bir akım olmakla birlikte, bu akımın kökenini uygarlık tarihinin çok eski dönemlerinde aramak yaygın bir alışkanlık durumuna gelmiştir.

                Sosyalizm, çoğu zaman birbirlerinden farklı olup, yalnız ortak temele dayanan bazı ilkeler üzerinde birleşmelerinden ötürü aralarında bağlantı bulunan önemli bir düşünür kitlesini kapsamaktadır. Bunların çoğu, kapitalist düzene ve bu düzenin esas temeline karşıdırlar. Buna dayanarak, özel mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin almasını isterler.

                Serbest rekabet sistemine karşıdırlar. Görüşlerine göre, serbest rekabet, kâr sağlamak amacıyla hareket eden girişimciler arasında çatışmalara yol açar. Emek ve sermaye böylece boşa gitmektedir, insanların, birbirlerine karşı çekişmeyi bırakıp, emek ve sermayelerini birleştirerek tabiatın kaynaklarından olabildiğince yararlanmaları gerekir.

                Sosyalistlere göre, ücretle adam çalıştırmak emeğin sömürülmesine yol açar. Bunun için ücretle çalıştırma kurumu kaldırılmalıdır.

                Kapitalist rejimde üretim ile tüketim arasındaki denge, fiyat kurumu aracılığı ile kendiliğinden sağlanmaktadır. Sosyalistler bunu kabul etmezler. Kendiliğinden işleyen bu mekanizmanın yerine düşünülerek ve belli bir plana göre hazırlanan bir düzenin kurulmasını isterler. Bu da ancak devlet eliyle gerçekleşebilir. Böylelikle fert topluma bağımlı kılınacak, üretim araçlarına devlet egemen olacak, üretimle tüketim arasındaki denge de istatistiklere göre hazırlanan planlarla sağlanacaktır. Böyle olursa gelirler daha eşit esaslara göre dağıtılacak ve beklenen refaha ve mutluluğa kavuşulacaktır.

                Sosyalistler arasında başlıca üç akım göze çarpar: İdealist karakterdeki akımı, Fransız sosyalistleri temsil eder. Bilimsel sosyalizmin temsilcisi ise Kari Marx'tır. Üçüncü akımı ise, Marx'ın düşüncelerine bağlılıkta aralarında büyük farklar bulunan Marx'ın öğrencileri temsil etmektedirler.

                Bunların hepsini burada ele almamıza olanak yoktur. Saint Simon ve Fourier gibi Fransız ve Robert Owen gibi İngiliz düşünürlerinin romantik sayılan bazı görüşlerle sosyalizmin öncüleri arasında sayılabileceklerine işaret ettikten sonra, Sismondi ve Proudhon'un görüşleri üzerinde kısaca durabiliriz.

                Bunlar toplumda yapılacak değişikliklerde insan iradesinin egemen gücünü inanmaktadırlar. Adalet ve hukuk düşünceleri içinde iktisadî kurumların tedrici fakat gittikçe artan bir hızla değiştirilmesini isterler.

                1 - Sismondi, Jean Charles Sismondi de (1773-1842)

                Sismondi, toplumun "burjuva" ve "proleter" olarak iki sınıfa ayrıldığını, bu iki sınıfın çıkarlarının çelişik olduğunu söyler; liberal felsefenin tabii uyum anlayışına karşı çıkar. Üretim ve servet temerküzü, kanısınca, bu ayrımı daha da şiddetlendirmektedir. Toplumsal sınıflar ve temerküz kuramıyla Marx'a öncülük eden Sismondi, ekonomik krizlerin nedenini de buna bağlar.

                Sismondi'ye göre, üretim sürecinin kesintisiz devam edebilmesi için, üretimle tüketim arasında denge olmalıdır. Oysa, kapitalist üretim biçimi üretim kapasitesini ve malları artırmakta, fakat üretimdeki toplumsal ilişkiler, tüketimin gelişmesine set çekmektedir. Üretim güçleri arttıkça, kapitalle emeğin payı ve üretimle satış arasındaki fark büyümektedir. Çünkü, üretim artışı, emekçinin payının geçimlik tüketimiyle sınırlı olmasıyla bir arada gitmektedir. Kapital, niteliği gereği, üretimi sürekli olarak artırmak eğilimindedir. Oysa, emekçi talebi yetersiz kalınca, devresel üretim fazlası ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan makinalaşmanın yol açtığı işsizlik, emekçinin satın alma gücünü daha da azaltmaktadır. Ne kapital, ne de emek, azalan taleple karşılaşan sanayilerden geri çekilebilir. Dolayısıyla, sabit kapital bu alanlarda kalacak; işçiler daha uzun çalışma saatlerini ve daha düşük ücretleri kabul edecek, üretim de aşırı olmaya devam edecektir.

                Sürekli ekonomik krizlere sürüklenen kapitalist sistem karşısında, Sismondi, laisser-faire'in anlamsızlığını, devletin müdahale gereğini ileri sürüyordu. Ekonomi politikasının amacı, emekle mülkiyetin birleştirilmesi, üretim ve tüketim arasındaki dengesizliğin giderilmesi olmalıydı. Fakat, bunun çaresi, üretim araçlarında özel mülkiyetin yok edilmesi değil, küçük çiftçi, zanaatkar gibi "küçük burjuva"nın yaratılmasıydı. Böylece büyük kapitalist girişim dağıtılırken, aynı zamanda sanayileşme süreci de, makinalaşma süreci de yavaşlayacaktı. Bu yöntemle, sistemin aksaklıklarının giderileceğine inanıyordu.

                2 - Proudhon, PJ. (1809-1865)

                P. J. Proudhon, sosyalist düşünceye Sismondi'den çok daha önemli katkılarda bulunmuş bir Fransız düşünürüdür. Proudhon devlete nefreti ve özgürlüğe bağlılığıyla, devletin fonksiyonlarını azaltmak istemesiyle nitelenebilir. Ekonomik krizlerle sarsılan toplumu, belirli bir hedefe erişmek üzere, toplum güçlerinden sağlanacak dengeyle kurtarmak istiyordu. Fikirleri, özgürlüğü korumak istemesi itibariyle, liberal felsefeye bağlıdır. Fakat, erişmeyi düşündüğü dengenin, otomatik ve tabii olmayıp, iradi olarak gerçekleştirilebileceğine inandığından, sosyalist eğilimlidir. Faizi ve rantı "hak edilmemiş gelir" olarak nitelemiş ve yermiştir; faizsiz kredi sisteminin uygulanmasıyla ve büyük sanayinin işçi birliklerine devredilmesiyle, sistemin aksaklıklarının giderilebileceğine inanmıştır.

                Proudhon'un tüm düşüncelerinin temelinde adalet fikri yatmaktadır. Ona göre, insan yaşantısının en üstün ilkesi adalettir. Adaletin sağlanması ise eşitlik ve denge demektir. Fakat, sosyal yaşamda, hatta doğada eşitsizlikler ve dengesizlikler vardır. Yani, adalet fikri ile çelişik durumlar ortaya çıkmaktadır. İşte Proudhon, bu çelişkileri ortadan kaldıracak doğru fikirleri bulmaya çalışmıştır. Yoksa bu adaletsiz sonuçlan yaratan "sosyal kurumları" ortadan kaldıracak siyasal araçları değil.

                Mülkiyet hakkı üzerinde de önemle duran Proudhon "Mülkiyet hırsızlıktır" (La propriete, c'est le vol.) tanımlaması ile ün yapmıştır. Proudhon aslında mülkiyet hakkının özüne değil, fakat kapitalist düzen içindeki uygulanışına itiraz ediyordu. Çünkü, ona göre "emek" değer yaratan tek unsurdu ve herkes kendi emeğinin karşılığına tam olarak sahip olmalıydı. Kapitalist düzende ise, emek karşılığı olmayan "kazanılmış" gelirler vardı: Rant, faiz ve kâr gibi... Bunlar işçinin emeğinden çalınmış paylardı. Bunların ortadan kaldırılması ve mülkiyet hakkının yalnız emekçilere tanınması gerekirdi.

                Mülkiyet konusunda, Sismondi'ye benzer fikirleri nedeniyle, Marx, Proudhon'u "küçük burjuva" (petit bourgeois) olarak nitelemiştir. Proudhon 1846'da "Ekonomik Çelişkiler ya da Sefaletin Felsefesi" adını taşıyan önemli bir eser yayınlamıştı. Kari Marx buna derhal "Felsefenin Sefaleti" adlı yapıtıyla yanıt vermiştir.

                3 - Bilimsel Sosyalizm ve Marx

                Adaletin ve barışın hüküm sürdüğü bir toplum öneren Platon'dan toplumda burjuva ve proleterler arasındaki sınıfsal çıkar çatışmasını anlatan Sismondi'ye; teknokratların egemen olduğu güdümlü ekonomi fikrinin savunucusu Saint-Simon'dan falanjların yaratıcısı Fourier'e; "Sefaletin Felsefesi" yazarı anarşist Proudhon'dan kooperatif hareketin öncüsü Owen'e; devlet sosyalizmini öneren Rodbertus'tan demokratik sosyalizme inanan Lassale'a kadar sayısız düşünür, filozof, siyasetçi, ekonomist ve yazar toplumdaki çelişkilerden rahatsız olmuşlar ve gördükleri sorunlara çözüm getirmeye çalışmışlardır. Fakat bunlar, tutarlı kuramlar kuramamış, kapitalizmin sistemli bir eleştirisini yapamamışlardır. Gelecek hakkındaki görüşleri ise gerçeklerden uzak kalmıştır. Nitekim, Marx ve Engels bunların bir kısmını (Saint -Simon, Fourier ve Robert Owen) "ütopist sosyalist" diye niteleyerek, gerçekçilikten uzaklıklarını belirtmek istemiştir. Bununla birlikte, kapitalizmin ilk eleştirisini yapan bu düşünürlerin sosyalist düşünceye yaptıkları katkıyı hiç bir şekilde küçümsemek mümkün değildir.

                Liberalizme karşı doğan tepkiler içinde, felsefesi ekonomi kuramı ve politikası sistemiyle bütünlüğü olan bir öğreti yalnızca Marksizm olmuştur. Marx'ın (1818-1883) eseri (Le Capital) tamamen sosyal gelişmeye ve özellikle kapitalist rejimin yerini kollektivizm'in almasına ayrılmıştır. Birbirini bütünleyen bir seri tezlerle gelişmenin sosyolojik temellerini, ekonomik nedenlerini ve gelişme şekillerini açıklamaktadır. Bu incelemeler sonunda, kapitalist sistemin belli bir aşamaya varmasından sonra yerini sosyalizme bırakacağını kanıtlamaya çalışmaktadır. Böylelikle daha önceki sosyalist düşünürlerden ayrı olarak, sosyalizmi hayali bir rejim ya da gerçekleştirilmesine çalışılan bir ideal olarak görmemekte, insanlığın gelişme ve ilerleme tarihi üzerinde yaptığı incelemelerin bir sonucu olarak sosyalizme gidileceği görüşünü bilimsel çalışmalarla ortaya kovmak istemektedir. Bundan dolayı Marx'ın sosyalizmine, bilimsel sosyalizm adı verilir.

                Kari Marx, felsefi görüşlerinde Hegel'in ekonomik görüşlerinde Klasik İngiliz İktisatçılarının düşüncelerinden büyük ölçüde yararlanmış ve fakat onlarınkinden çok farklı bir düşünce sistemi ortaya koymuştur.

                Gerçekten Adam Smith'e göre, "millet, ancak doğal kanunlara saygı göstererek, bunları gözlem altına alarak zenginleşebilirdi. "Marx da, insanın yaşama koşullarının, ekonomik mekanizmaya karşı çıkılarak değil, fakat bu mekanizmaya dayanılarak iyileştirilebileceğinin mümkün olduğu görüşündedir. Doğaya, ancak ona uyularak egemen olunabilir. Böylece sosyalizmin gelişimi kapitalizmin vakitsiz olarak baş aşağı gelmesinden beklememekte, gelişmenin süratlenmesinden beklemektedir, istediği şey, gelişmenin hızlandırılmasıdır. Düşüncesine göre, insan tarih yapısıdır ve tarih yaratmaktadır.

                Marksizmin temel taşı tarihin bir yorumudur. Bu yoruma göre, fikirlerin ve kurumların açılıp gelişmesi üretim ve değişim araçlarının gelişimi ile açıklanmaktadır.

                Toplumda verimli (prodüktif) güçlerin oluşturduğu bir alt yapı ile edebiyatı, sanatı, hukuku ve dini kapsayan bir üst-yapı vardır. Alt*yapı, üstyapıya egemendir. Maddi ve teknik yaşamın koşulları sosyal, politik ve dinî kurumlarla ahlakı ve töreyi tayin eder. Toplumlarda altyapı zamanla değişir, üretim teknolojisi değiştikçe "üretim ilişkileri" de değişir; bunun sonucu olarak kurumsal çerçevenin, yani üst-yapının da değişmesi gerekir. Bu değişme süreci ise, bir "tez, antitez, sentez" aşamalarından geçer. Bu, Marx'ın ünlü "diyalektik" görüşüdür ve esas itibariyle Hegel'in diyalektiği ile aynıdır. Bir önemli fark ile ki, Hegel'de toplumların yaşamını düşünceler yönlendirir; Marx'ta ise, "maddi koşullar" bütün değişmelerin motoru sayılır.

                Tarihi maddeciliğin sonucu olarak her devrede egemen bulunan üretim koşulları toplumu birbirine zıt iki sınıfa ayırmaktadır. Bunlardan biri diğerini sömürür. El ile çevrilen değirmen topluma efendi ve köle verir. Su değirmeni aşamasında toplumda serfler (köle değerinde, efendiye bağlı toprak işleyen köylü) ve derebeyler oluşur. Değirmen buharla çevrilmeye başlanınca, toplum derhal sanayici kapitalistlerle ücretle çalıştırılan işçiler olarak iki sınıfa ayrılır. Bugün üretim araçları kapitalistlerin elindedir. Bunları proleterler (emekçiler, işçiler) kullanmaktadırlar. Kapitalistler proleterleri sömürürler. Proleterler kendilerini yaşatmak için gerekli bulunan çalışma miktarına bir süper (fazladan) emek ve çaba eklemek zorundadırlar. Bu ek, süper çalışma, kendilerini baskı altında tutanları zenginleştirmek içindir. Bunun karşılığı verilmemektedir. Bu iki sınıf arasındaki çatışma, her zamankinden daha şiddetlidir. Çünkü uluslararası bir niteliği vardır. İşçi sınıfı kentlerde toplanmakta ve kurbanı olduğu haksızlık ve kötüye kullanmalara karşı daha duyarlı bulunmaktadır.

                Kapitalist rejimdeki kötüye kullanmalar, bu rejimin ortadan kalkmasını hızlandıracaktır. Ortadan kalkan rejim, yerini önce sosyalist, sonra komünist toplum düzenine bırakacaktır.

                Kapitalizmin nasıl işlediği ve kendi iç çelişkileri ile nasıl yıkılacağı ve bu yıkılışı çabuklaştırmak için de neler yapılabileceği konularında gerekli bilgilere sahip olabilmek içindir ki Marx ekonomi bilimi ile ilgilenmiştir. Para, sermaye, değer, bölüşüm, ekonomik gelişme konularını daha çok bu açıdan ele almıştır.

                a) Marksist Emek - Değer Kuramı

                Bu kuram doğrudan doğruya Ricardo tarafından formüle edilen klasik kuramdan çıkmaktadır. Ricardo, "emek-değer kuramı "m açıklarken, uzun vadede her malın değerini, onu elde etmek için harcanan emek miktarına eşit olacağını söylemiş, toprağın maliyet unsuru sayılmaması gerektiği ve sermayenin de "birikmiş emek" sayılabileceği görüşünü ortaya koymuştu. Marx, Ricardo'nun bu kuramını sistemleştirir; kullanma değeri ile değişim değeri arasında ayrım yapar; emeğin evrensel ve tarihsel niteliklerim belirtmek suretiyle, kuramını geliştirir.

                Emeğin en evrensel niteliği, bir veya diğer yoldan doğa ürünlerini elde etmeye yönelme i, bütün toplumsal yapılardan bağımsız olarak, insan varlığının doğal bir koşulu olmasıdır. Bu anlamda emek, toplumsal istekleri doyuracak kullanma değeri olan metalar yaratır. Kullanma değeri, herhangi bir metanın somut değerinden ve niteliklerinden ayrılmaz. Kapitalist ekonomide, ekonomik etkinliğe konu olan metalarm, maddi (fiziksel) niteliklerindeki farklara karşılık olan kullanma değeri farkları vardır. Kul^nma değeriyle metalar, tüketimle amaçlarını gerçekleştirirler. Bunun yaratıcısı olarak emek, tek üretici değildir; doğal kaynaklar olmaksızın uygulanamaz. Sonuçta bu kurama göre, malların değeri, bunların yapır için orta kabiliyette ve orta gayretteki bir işçinin harcadığı iş saatleri ile ölçülür.

                b)Artık-Değer Kuramı (Fazla Değer)

                Artık-değerin kaynağı emektir. Nasıl Fizyokratlara göre, net hasıla yaratan emek-toprak ilişkisi idiyse, Marx'a göre de fazla değer yaratan, emek-sermaye ilişkisidir.

                Emek gücü de, diğer mallar gibi, değeri, üretimi ve üremesine göre "toplumsal bakımdan gerekli emek-zaman" ile ölçülen bir maldır; yani emek gücünün değişim-değeri, emekçinin tüketiminin içerdiği "toplumsal bakımdan gerekli emek-zaman" ile belirlenmektedir. Kapitalist, emek gücünü satın alıp üretimde kullandığında, bunun kullanılma kıymetine, yani emeğin tüm üretimine sahip çıkmakta, fakat ücret olarak değişim-değerini ödemektedir. Emek gücünün değişim değeriyle kullanma değeri arasında, ikinci lehine olan fark "artık-değer"i oluşturur. Örneğin, emekçinin bir günlük tüketimi için gerekli emek-zaman 4 saatse, emek gücünün değişim değerinin ölçüsü bu olacaktır; fakat, emekçi günde 8 saat çalışıyorsa kapitalist, kullanma değerini elde ettiği için, aradaki 4 saatlik fark kapitalistin ele geçirdiği artık-değerdir. Emek gücüne değişim-değerini öderken, bunun yarattığı kullanma değerini elde etmesi, kapitaliste, "artık-değer" sağlar.

                Sabit ve değişken kapital içinde, artık-değer yaratan, sadece değişken kapitaldir; üretim süreci sonunda (c+v), (c+v+s) durumuna gelmektedir. Toplam artık-değer, sömürme oranı (haddi), (s/v) ve kullanılan değişken kapital miktarına, yani kullanılan işçi sayısına bağlı olduğu için, iki belirleyici etken söz konusudur. Buna göre, toplam artık-değerin artabilmesi için, eğer bu etkenden biri azalırsa, diğerinin bu azalışı tamamlayacak şekilde büyümesi gerekir. Aynı zamanda, her kapitalistin elde edeceği artık-değer, değişken kapitalle orantılı olacak demektir. Ne var ki, her kapitalist, daha az değişken kapital kullandığında daha düşük bir kâr oranı elde etmediğini de bilmektedir. Böylece, kapitalist toplumda, yaratılan toplam artık-değerle her kapitalistin elde ettiği kâr oranının aynı kurallara bağlı olmadığı gibi garip bir durum ortaya çıkmaktadır.

                Şimdi, basit bir örnekle, işçinin değişim-değeriyle kullanma değeri arasındaki farka göre, artık-değer oranı (sömürme oranı)nın nasıl değiştiğini ve "mutlak artık-değer"le, "nisbi artık-değer" kavramlarını görelim:

                Satın alınan emek gücü, yani emeğin değişim-değeri örnekte 6 saatten ibarettir; bu, emeğin bir günlük geçimlik tüketiminin üretimi için yalnız 6 saat gerektiğini gösterir. Fakat emek, bir gün içinde bundan çok daha fazla saat çalışabilmektedir. Örnekte görüldüğü gibi, değişim değeri veri iken, çalıştığı saatler arttıkça iş saati olarak artık-değer ve artık-değer oranı yükselmektedir.

                Artık-değeri çoğaltmanın bir yolu, örnekten de anlaşılacağı gibi, çalışılan saatleri, işgününü uzatmaktadır. Artık-değer artışı eğer işgününün uzatılmasına dayanıyorsa, buna "mutlak artık-değer" denir. İkinci bir yol, emeğin geçimlik tüketimi için gerekli iş saatlerini azaltmaktır; buna dayanan artık-değer, "nisbi artık değer"dir. Bu da, emeğin geçimlik tüketim mallarını üreten kesimlerinde, emek veriminin artmasına bağlıdır. Fakat, yalnız emeğin geçimlik tüketim mallarında değil, diğer herhangi bir alanda veriminin artması da, tek bir kapitalist için, nisbi artık değeri büyütür. Çünkü aynı emek gücüyle daha fazla birim mal elde edebilir; malın değişim değeri azalır. Eğer diğer kapitalistler emek verimini aynı ölçüde yükseltmemişse, toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı azalmayacak, dolayısıyla da emek verimini yükselten kapitalist için, artık-değer büyüyecektir.

                Nisbi artık-değer kavramı, Marksist sistemde çok önemlidir. Nedeni, emek verimiyle doğru orantılı olması dolayısıyla, tek tek kapitalistlerin, artık-değeri arttırmak için emek verimini yükseltmek istemelerinin kaynağını göstermesidir; üretim tekniği değişmelerini uygulamaları için gereken öncüleri ortaya koymasıdır. Ne var ki, kapitalistler arasındaki yarış dolayısıyla, yeni üretim tekniği hepsince kabul edildiğinde, nisbi artık-değer farkları ortadan kalkar; her kapitalist kendi artık-değerini yükseltmek için, üretim tekniği değişmesini uygulamak baskısı altındadır.

                Emeğe ödenen ücretler, gerçekte, emeğin değişim değerine de bağlıdır. Fakat, ücret sözleşmesi, emekçiyle kapitalist arasındaki gerçek ilişkiyle gizlendiği için, ücret, görünüşte, emek gücünün değil de, emeğin değerini temsil ediyor kanısını uyandırır.

                Marx, artık-değer kuramıyla, kapitalizmde değişim yasalarının sömürmeye nasıl yol açtığını ortaya koymak istemektedir. Buna göre, kapitalizm, önce köylü ve zanaatkarı üretim araçları mülkiyetinden yoksun bırakır; emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmaz duruma getirir; sonra da sömürür. Çünkü emekçi ürettiği kıymeti değil fakat mal olduğu değeri elde eder; birinci lehine fark olduğu sürece de, bu artık-değer olarak kapitaliste kalır. Başka bir deyişle, emek, topluma mal olduğundan çok daha büyük ürün yaratmakta, aradaki fark, diğer bir sınıfın gelirini oluşturmaktadır. Bugünkü deyimle, emeğin ulusal gelir içindeki payı, geçimlik tüketimi civarındaki ücretle belirlenmektedir.

                Marx'm "Emek-Değer" Kuramı, Ücret Kuramı, Kâr Kuramı, para ve faiz ile ilgili görüşleri, kapitalist ekonominin işleyişi ve gelişmesi konusundaki görüşleri ve çeşitli "kriz kuramları", hepsi de birbirini tamamlayan bir düşünce yapıtını meydana getirirler. Bunların ayrıntılarına girmek burada yapılabilecek bir şey değildir. Burada şu kadarına işaret etmekle yetinelim: Marx'ın ekonomi bilimine ve özellikle sosyalist düşünce akımına etkisi önemli olmuştur. Onun kriz kuramı ve gelişme kuramı üzerindeki düşünceleri çağımız ekonomistlerini de etkilemiş, yeni çalışmalara ışık tutmuştur.

                Yorum

                • Sniper®
                  Senior Member
                  • 22-06-2005
                  • 12987

                  #9
                  Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

                  LİBERALİZMİN KARŞISINDA ULUSAL EKONOMİ (HİMAYECİLİK - KORUYUCULUK) TEZİ

                  Klasiklerin serbest dış ticaret görüşüne karşı kendi sanayilerini özellikle ingiltere'nin rekabetinden korumak isteyen Alman ve Amerikalı düşünürler "Ulusal Ekonomi Öğretisi" adı altında bir akım geliştirmişlerdir.

                  Bu akımın başlangıcını Merkantilist öğretiye kadar dayandırmak olanağı vardır. Bununla beraber, 1815 Viyana Kongresinde 38 bağımsız devletçiğe ayrılan Almanya'da bu devletçikler arasında tarife uygulandığı halde dışa karşı tarifelerin kaldırılmış olması, Alman düşünürleri arasında bu öğretinin hızla yandaş bulmasına neden olmuştur. Çünkü böyle bir dış ticaret rejimiyle Almanya sanayisini İngiltere'nin rekabetinden korumanın olanağı yoktur. Bu düşünürler içinde en etkili olanlardan biri, Frederich List (1789-1846) dir. List, ulusal sanayiyi korumak için tam aksi bir dış ticaret rejimi öneriyordu: Ülke içinde serbest ticaret - dış ülkelere karşı tarife uygulanması. List, klasik düşünce sistemini bireyci ve liberal olduğu için eleştiriyor ve ekonomik olayların yaratıcısının birey değil, toplum olması nedeniyle sorunların her ülkenin kendi ulusal ekonomisinin koşullarına ve gelişme sürecinde vardığı aşamalara uygun olarak düşünülmesi gerektiği tezini savunuyordu.

                  List'e göre, bir ulusun zenginliği o ulusun sahip olduğu "girişim gücü"ne bağlıdır. Sanayileşmede gecikmiş bir ülke, Klasiklerin de savundukları gibi, serbest ticarete ve o günkü koşulların izin verdiği uluslararası işbölümüne razı olursa, ekonomisi giderek zayıf düşer ve "girişimci gücünü" yitirir. Oysa bu ülkeler, geçici olarak ve kendi ulusal ekonomileri açısından gelişme potansiyeli taşıyan alanlarda koruyucu gümrükler koyarak üretici güçlerini daha hızlı geliştirebilirler.

                  Ulusal ekonomi öğretisinin ve himayeciliğinin Amerika'daki temsilcisi Henry Carey'dir (1793-1879). Çağının Amerika'sının koşullarından etkilenmiş ve Klasik Okulun salt Avrupa'nın koşullarından doğan bir çok kavram ve kuramını reddetmiştir. Örneğin, Carey'e göre Malthus'yen Nüfus Kuramı yanlıştır. Nüfus genişledikçe fakirlik artmaz, aksine ülke ekonomisinin durumu düzelir. Nüfusuna göre geniş topraklara sahip Amerika'da bu fikrin savunulmuş olması kolayca anlaşılır. Aynı şekilde Carey, rantın gitgide daha kötü nitelikli topraklara gidilmesi nedeniyle doğduğunu da kabul etmez. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri'nde, Avrupa'nın aksine nispeten kötü topraklardan iyi nitelikli topraklara gidilmiş ve bu nedenle de tarımda azalan verim yerine, artan verim durumu geçerli olmuştur. Şu halde büyüme sonunda ekonominin sürekli durgunluğa girmesi söz konusu değildir; yeter ki sanayileşme sürecinde yeni doğan sanayiler ve hatta tarım kesimi dış rekabetten korunabilsin.

                  KLASİKLERİN BİLİMSEL YÖNTEMLERİNE KARŞI TARİHÇİ OKUL

                  Tarihçi Okul genellikle Alman düşünürleri tarafından geliştirilmiş ve savunulmuştur. Bunların klasiklere karşı eleştirileri yöntem konusunda olmuştur.

                  Alman Tarihçi Okul'a göre klasikler ekonomi biliminin kuramsal çatısını kurarken genellikle tümdengelim (dedüksiyon) yöntemini kullanmışlar, soyutlamalara gitmişler ve akılcılığa fazla ağırlık vermişlerdir. Bu suretle ortaya sağlam e mantıklı bir çerçeve çıkmıştır ama bu çerçeve gerçeklere uymamaktadır. Çünkü tümdengelim, soyutlama ve akılcılıkla heı zaman ve her ülke için geçerli ekonomi ilkelerinin ortaya konmasına olanak yoktur. Toplumlar sürekli bir değişim ve yenileşme içindedir. Bu nedenle, ekonomi bilimi tarihçi bir yaklaşımla ve diğer bilimlerle işbirliği yaparak bu değişim ve yenilenmeyi incelemelidir. Böylece Klasik Okulun kuramları gibi kesin olmayan, nisbi niteliğe sahip kuramlar ileri sürülebilecektir. Ekonomi kuramı nisbi (göreceli) olmalıdır, çünkü bütün toplumsal kurumların zaman ve mekân içerisinde değişik olması dolayısıyla toplumlar da çeşitli zaman ve mekânlarda değişik aşamalarda bulunmaktadırlar.

                  Ekonomide mutlak nitelikte evrensel yasalar yoksa, Klasiklerin evrensel yasalara dayandırdığı doğal düzen de yoktur. Şu halde toplumu optimum refaha (gönence) ekonomik liberalizm değil, yerine göre yapılacak kamu müdahaleleri götürebilir. Ülkeler arasında da liberalizm söz konusu değildir. Ulusal ekonominin korunması için sürekli gümrük himayesi şarttır.

                  Görülüyor ki, çıkış noktası farklı da olsa, Alman Tarihçi Okulu da Ulusal Ekonomi Öğretisi gibi eninde sonunda koruyuculuğa (himayeciliğe) gelmektedir. Hem Tarihçi Okul'un genel düşünce sisteminde, hem de sonunda himayecilik noktasına gelinmesinde geleneksel Alman romantizminin etkilerini görmemek olanaksızdır. Sanayileşmede İngiltere ve Fransa'nın gerisinde kalınması, bu ülkenin düşünürleri arasında bir az gelişmişlik kompleksi ve Klasik Liberal Öğretiye bir tepki yaratmıştır. Sonuç olarak da, ül***i hızla sanayileştirmede birey yerine devlete görev verilmek istenmiştir.

                  Alman Tarihçi Okul, ekonomik hayata kamu müdahalesinin öncülüğünü yapmakla, Batı Avrupa ülkelerinde devletin toplumsal nitelik kazanmasında etkili olmuştur. Ayrıca ekonomi tarihi araştırmalarına geniş ilgi uyandırmıştır.

                  Yorum

                  • Sniper®
                    Senior Member
                    • 22-06-2005
                    • 12987

                    #10
                    Konu: Ekonomi Düşünürleri ve Görüşleri

                    ÇAÐDAŞ EKONOMİK DÜŞÜNCENİN ÖNCÜLERİ VE J.M. ***NES

                    Klasik ekonomistlerin görüş ve kuramlarının çeşitli açılardan sosyalist düşünürler tarafından eleştirilmesi, bir süre sonra bunları yanıtlayacak yeni grupların ve düşünce akımlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu çalışmaların sonucunda ekonomi bilimi oluşmuştur. Biz burada bu düşüncelerin çağdaş ekonomi bilimine yaptığı katkıları kısaca gözden geçireceğiz.

                    A - MARJİNALİSTLER (NEO - KLASİKLER)

                    Klasik düşüncenin en hareketli, belki Klasiklerden de ileri ölçülerde savunucuları olan, Marjinalist Düşünce adı verilen bu yeni akım, Klasik düşüncenin ekonomi biliminde öne aldığı üretim, arz ve maliyet konularını geriye iterek, önemli olanın tüketim, talep ve fayda olduğu tezini geliştirmiştir. Böylece yepyeni bir "değer" kuramı ortaya atan Marjinalistler, bir malın değerinin onun üretimi için harcanan emekle ilişkili bulunmadığını, bir malı değerli yapan şeyin onun tüketici tarafından aranması, yani "faydalı" olması olgusunu söylemekle hem Klasikleri, hem sosyalist düşünceyi temelinden sarsmaya yönelmiş oluyorlardı.

                    Marjinalistlere göre, bir gereksinmenin şiddeti (derecesi) doyum derecesiyle ters ilişki kurar. Başka bir deyişle, gereksinmeler tatmin edildikçe, ona karşı duyulan doyum istemi ve dolayısıyla o malın faydası azalır. Bu fayda, Klasikler tarafından farkedilmeyen bir malın son biriminin faydasıdır ki buna "Marjinal fayda" diyoruz. Marjinal fayda, son birimin bir önceki birime göre faydasıdır. Böylece, marjinal verimliliğe (prodüktiviteye) dayanarak gelir bölüşümü ele alınmıştır. Aslında tüm çağdaş ekonomiye egemen olan ilkelerden biri de budur. Ekonomi "bilimi, marjinal fayda kavramı, öğreti tartışmalarından uzak kalmayı da sağlamıştır.

                    "Marjinal fayda" kavramını geliştirerek yeni değer kavramının doğmasına katkıda bulunanlar aynı yıllarda benzer görüşleri ortaya atmışlardı. Bunlar, Avusturyalı Cari Menger (1840-1912), İngiliz W. Stanley Jevons (1835-1882) ve Fransız Leon Walras (1834-1910) idiler.

                    Avusturyalı Cari Menger, değeri, marjinal fayda ile açıklarken tüketim mallarının değeri ile üretim mallarının (sermaye malları) değerini birlikte karşılaştırır.

                    Tüketim mallarının miktarı çoğaldıkça gereksinmenin şiddet derecesi de azalır, çünkü artan mallar marjinal faydayı düşürmektedir. Bu bakımdan, hiç birim tüketim malının değeri, son birimin (ünitenin) faydası ile ölçülecektir.

                    Üretim mallarına gelince, onların doğrudan doğruya faydası yoktur. Üretim mallarının talep edilmesi, başka malların üretimine yaramalarındandır. Bu nedenle, üretim mallarının değeri marjinal verimliliklerine (prodüktivite) bağlıdır.

                    Leon Walras ekonomik olayların birbirine bağlılığına dikkati çekerek neden - sonuç kavramı yerine fonksiyon yani karşılıklı bağlılık kavramını ikame etmiştir. Fayda (d) mal miktarının fonksiyonudur: d = f (Q) Mal miktarı artarsa fayda azalır. Mal miktarı azalırsa fayda yükselir. Bir malın fiyatı piyasadaki mal miktarına bağlıdır. Fakat piyasada bulunan bu mal miktarı da fiyatlara göre değişmektedir. Fiyat ne kadar yüksek olursa, üretim de o derece artar. Bu bakımdan, fiyatla arz miktarı arasında bir neden-sonuç ilişkisi değil, karşılıklı birbirine bağlılık ilişkisi vardır. Fiyat P, arz miktarı Q ile gösterilirse; P = f (Q) ve Q = f (P) eşitlikleri kurulabilir.

                    Buna karşılık, bir malın fiyatı belli bir dönemde yalnız onun miktarına değil de, stoklara veya bu mala yakın diğer bir malın miktarına bağlı ise, fonksiyon şöyle yazılabilir: P = f (Qı, Q2 Qn)L. Walras, değeri iki öğeye bağlar: Kıtlık ve marjinal fayda. Kıt ve faydalı mallar mülkiyete konu olmaktadır. Su, çok yararlı olduğu, fakat bol miktarda bulunduğu için mülkiyete konu değildir. L. Walras'm izinden giden ve onun gibi ekonomik modellerinde matematikten yararlanan ve "genel denge analizlerini" geliştirmeye çalışanlar ise "Lozan Okulu"nu kurmuşlardır.

                    Klasik Okul nasıl John S. Mili sayesinde en yüksek düzeyine ulaşmışsa, Neo-Klasik Okul da Alfred Marshall ile gelişmiştir. En önemli eseri, İktisadın İlkeleridir. Marshall ekonomik olayların açıklanmasında geometriyi kullanmıştır. Marjinal fayda eğrileri, marjinal gelirler gibi çeşitli çözümleme araçları kullanmıştır. Özet olarak, A. Marshall, marjinal fayda ve marjinal ürün kuramlarını arz ve talep çözümlemesi halinde birleştiren, esneklik (elastikiyet) kavramını geliştiren, Klasik Miktar Kuramına para talebi kavramını sokup, Cambridge formülünü öneren, dış ticarette reel (gerçek) maliyet (karşılıklı talep) çözümlemesini getiren ekonomisttir.

                    İsveç Okulunun tanınmış ekonomisti Knut Wicksell (1851-1926) daha çok Para Kuramı, faiz ve parasal etkenlerin ekonomilerde yaratabileceği bunalımlar ve konjonktürel dalgalanmalar gibi konularda yeni fikirler getirmiştir. K Wicksell, "Paranın Gelir Kuramı" adı verilen yeni görüşü ortaya atarak çağdaş makro-ekonominin kurucusu J. M. ***nes'i bir ölçüde etkilemiştir.

                    Neo-Klasik Okul hakkında burada fazla ayrıntıya girmek gereksizdir. Çünkü Fiyat Kuramı altında inceleyeceğimiz tüm konular, Miktar Kuramı, uluslararası ekonomik ilişkilerle ilgili bazı kavramlar ve kuramlar, neo-klasik büyüme ve dağılım modelleri ile çeşitli konjonktür kuramları, genel denge ve refah çözümlemesi neo-klasik ekonomistlerin fikirlerinin ayrıntılarıdır.

                    B - ***NES VE EKONOMİK DÜŞÜNCEYE ETKİLERİ

                    Birinci Dünya Savaşının başlarına kadar klasik sistemin otomatik dengelerinden şüphe edilmemişti. Çünkü meydana gelen kısa dönemli bunalımlar ya Say'ın geçici arz-talep uyumsuzlukları ile ya da konjonktür dalgalanmalarıyla açıklanıyordu. Ancak, ilk kez otomatik dış dengenin sağlanmasındaki eksiklik ve çabukluk, Miktar Kuramıyla açıklanan fiyat hareketlerinin denge sağlayıcı fonksiyonu hakkında kararsızlıklar vardı. Ohlin, dış dengenin sağlanmasında fiyat hareketleri yanında tam istihdamda karşılıklı alım gücü değişmelerinin önemine de işaret ederek bu duraksamaları bir süre için giderdi. Fakat Birinci Dünya Savaşını izleyen dönemde, özellikle 1929'da başlayan büyük dünya bunalımının etkisiyle gelişmiş Batı ülkelerinde sürekli ve yaygın bir nitelik alan işsizlik ile otomatik tam istihdam görüşünü bağdaştırmanın artık olanağı kalmamıştı. Bu ara ***nes (1883-1946), işsizliğin nedenini, 1936 yılında yayımlanan "İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Kuramı" adlı kitabında talep yetersizliği ile açıklayarak Klasik Kuramı temel noktalarında eleştirdi.

                    ***nes, Genel Kuramı'nın giriş kısmında, ilerde eleştiricilerin "tamamen yanlış şeyler söylediğim inancı ile yeni hiç bir şey söylemediğim inancı arasında bocalayacaklarını zannediyorum" demekteydi. Kitabın büyük etkisi göz önüne alınırsa, bu tahmin yanlış çıkmıştır denilebilir, fakat geleneksel kuram ile ***nesgil düşünce arasında devamlılığı sürdüren kuvvetli bağların bulunduğu da bir gerçektir, Birkaç örnek verelim. ***nes, geleneksel tam rekabet ekonomisi varsayımını kabul etmiştir. Monopollü rekabet ve oligopol kuramları tartışması, Genel Kuram'da hiç bir yankı uyandırmamıştır. ***nes, standart kuramın davranışsal varsayımlarından birçoğunu da kabul etmiştir. Örneğin, ***nes'in kuramsal şemasında üreticiler, Walras ve Ricardo'nunkinde olduğu gibi yalnızca kârlarını en üst düzeye çıkarmaya çalışırlar. Kitapta marjinal çözümlemeden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Ayrıca, ***nes Kuramı, 19. yüzyıl sonu çözümlemesine benzer şekilde statiktir. ***nes'in sisteminde ne ekonomik büyüme, ne de herhangi bir değişme süreci çözümlemesi yoktur. Temel koşullar (teknoloji, nüfus, sermaye stoku) bir veri olarak alınmıştır.

                    Ayrıca, ekonomik yaşamın kurumsal olgusu hakkındaki geleneksel görüşü de benimsemişti. Bir başka deyişle, ***nes, Devletin mahiyeti de dahil olmak üzere, bu olguyu, varolan ekonomik koşullardan bağımsız bir veri olarak kabul etmiştir. ***nes, artık herkesin bildiği gibi, kendinden önceki ekonomistlere oranla, Devlete farklı ve daha büyük bir rol vermiştir. Fakat ekonomik etkenlerin Devletin yapısında nasıl bir değişiklik doğuracağı konusunda hiç bir açıklama yapmış değildir. Kendinden önceki geleneksel ekonomistlerden çoğu gibi, zamanın ve ülkesinin temel kurumlarını, açıklama gereksinimi duymaksızın, bir veri olarak almıştır.

                    Artık, ***nes'in geleneksel ekonomiden ayrıldığı noktalara geçebiliriz. Genel Kuram'dan sonra ekonomistleri "yeni ekonomi" den söz etmeye yönelten nedenler nelerdir? Önce, ***nes'in belirgin ayrılış noktalarını ana çizgileri ile ele alacağız, daha sonra çözümlemesini kısaca özetleyeceğiz. Aşağıda belirtilen beş nokta aslında birbirinden bağımsız değildir, fakat bunların üzerinde ayrı ayrı durmak yerinde olur.

                    1 - ***nes'gil ekonomi, esas itibariyle, belli firmalar, endüstriler, tüketim birimleri ve bunlar arasındaki karşılıklı bağıntılar türünden mikro sorunlardan çok, (ulusal gelir, toplam istihdam hacmi, fiyatlar genel düzeyi gibi) makro değişkenler üzerinde durmuştur. Burada belirtilmesi gereken şey mikro ekonomi ile makro ekonomi arasındaki ayırımdır. Makro ekonomiyi keşfeden ***nes değildir. Klasik ekonominin büyük kısmı, niteliği makro ekonomidir. Fakat ***nes bu yaklaşımın gelişmesine büyük bir hız vermiştir. Geleneksel genel denge kuramı, yapısı itibariyle mikro temellere dayanıyordu. ***nes dikkatini, toplumsal "toplam" miktarlara ve bunlar yardımıyla varılabilecek genellemelere çevirmiştir.

                    2- ***nes, "toplam talep" kavramına büyük bir ağırlık vermiştir. Toplam talep, özel kişilerin toplam tüketim malları talebi, firmaların toplam yatırım malları talebi olmak üzere başlıca üç kısımdan oluşur. ***nes ekonomisinin çözmeye çalıştığı önemli bir sorun, toplam taleple toplam arzın istenir bir denge kurup kuramayacağıdır. Bir başka deyişle ***nes, (Say yasasına karşıt) şu soruyu sordu: Ekonomide üretilen mal ve hizmetlere olan toplam talep, ekonominin tam istihdam düzeyinde üretimde bulunduğu zaman arz edebileceği bütün mal ve hizmetleri satın almak için yeterli midir?

                    3 - ***nes ekonomisinde tam istihdam (ve bu istihdam düzeyine karşı gelen toplam üretim) özel bir durum olarak ele alınmıştır. Tam istihdam ancak, toplam taleple toplam arzın tam istihdam düzeyinde eşit olması durumunda gerçekleşir. Fakat durum bu olmayabilir de. Ekonomi, enflasyonist koşullarda veya ***nes'in asıl önemle üzerinde durduğu eksik istihdam koşullarında da dengede bulunabilir. Bunun içindir ki, ***nes ekonomisi çok kez "eksik istihdam dengesi" ekonomisi olarak tanımlanmıştır. Bu, çok yerinde bir tanım değildir, fakat ***nes'in işsizliğin ekonomide bir dengesizlik sonucu olarak değil, bir denge durumu olarak ortaya çıkabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Geleneksel kuram, işsizlik varsa, reel ücretlerdeki bir düşüşün iş verenleri daha fazla işçi kullanmaya sevk edeceğini ve sorunun çözüleceğini öne sürmüştür. ***nes, buna karşılık, ücretlerdeki böyle bir düşüşün istihdam artışı sağlamasının, ancak, toplam ürüne olan talebin sabit kalması durumunda mümkün olabileceği, halbuki bütün ücretlerin düşmesinin işçilerin gelirlerini azaltacağı ve bunun da toplam ürüne olan talebi azaltacağı cevabını vermiştir. Demek ki ücret düşüşleri, istihdam sorununun çözümünde hiç etkisiz olmasa da, pek az fayda sağlayabilirdi. Gerçekten de ***nes, piyasa kuvvetlerinin eksik istihdam durumunu düzeltmesinin olanaksız olduğunu öne sürmüştür.

                    4 - ***nes ekonomisi, parasal ve reel olayları açıklayan kuramları birleştirmek için büyük bir çaba harcamış, özellikle, paranın, toplam üretim ve istihdam gibi reel değişkenlerin düzeyini belirlemekteki rolünü göstermiştir. Para, klasik ekonomistlerin ileri sürdüğü gibi, yalnızca bir örtü (perde) değil, ekonomik refahı etkileyen önemli bir değişkendir. ***nes'e göre, halkın para tutmak istemesi için çeşitli motifler vardır; para yalnızca bir "mübadele aracı" değildir ve (yine, bazı özel haller dışında) paranın miktar kuramı yanlış tır. ***nes daha gerçekçi bir para kuramı geliştirmek suretiyle, Say yasasının sonuçlarını çürütmeyi başarmıştır.

                    5 - ***nes, eksik istihdam ve düşük kapasite üretimi önlemenin en uygun yolunun, Devletin ekonomik yaşama daha faal şekilde müdahalesi olduğunu göstermiştir. Bu müdahale, toplam talebi ya (maliye politikası gibi) doğrudan doğruya, ya da (para politikası gibi) vasıtalı şekilde etkileyen önlemlerle gerçekleştirilecekti.

                    Bu genel yaklaşımın altında, modern ekonominin işleyişi ile ilgili çok sayıda gözlem vardı. Bu gözlemlerden hiç biri tamamen ***nes'e atfedilemez, fakat bunların ekonomik süreci açıklayan sistematik bir kuram içinde birleştirilmesi ***nes'in getirdiği büyük yenilik oldu.

                    Bu sistematik kurama şöyle girebiliriz:

                    ***nes'e göre, fertlerin (veya toplumun) tüketim düzeyini belirleyen en önemli etmen, fertlerin (veya toplumun) gelir düzeyidir. ***nes, bu konuda bir "temel piskolojik yasa"dan yararlanmıştır. Bu yasaya göre, bir bireyin geliri yükseldikçe, birey bu gelir artışının bir kısmını tüketimini, bir kısmım tasarrufunu artırmakta kullanır. Toplum bir bütün olarak ele alınırsa, ulusal gelirdeki (toplam üretimdeki) bir artışın, halkın gerek tüketmek istediği, gerek tasarruf etmek istediği toplam miktarda bir artışa yol açması gerekir.

                    ***nes'e göre, firmaların yatırım malları talebini etkileyen farklı etmenler vardır; bunlar arasında iş adamlarının genel olarak ilerdeki satış olanakları hakkındaki tahminlerini ve borçlanmanın maliyetini (faiz haddini) söyleyebiliriz. Demek ki, firmaların yatırım malları talebindeki değişmeler, iş adamlarının fabrikalarını genişletmekle, makine ve diğer teçhizat miktarını artırmakla elde edecekleri kâr hakkındaki tahminlerinin değişmesine bağlıdır.

                    ***nes'e göre, faiz oranının sürekli şekilde düşmesinin nedeni, bir noktadan sonra, halkın, varlıklarını para şeklinde tutmayı yeğlemesi ve bunun, faiz oranının altına düşmeyeceği bir taban oluşturmasıdır. Faiz oranı yeteri kadar düşükse, ellerinde para bulunan tasarrufçular, bu fonları daha düşük bir faiz oranından yatırımcılara borç vermeyeceklerdir; bunun yerine, servetlerini para şeklinde tutacaklardır. Bu noktaya erişilmişse, faiz oranını düşürmesi beklenen kuvvetler artık etkisini kaybeder. Bununla birlikte, ekonomide hâla çok az yatırım ve bunun sonucu olarak, genel bir işsizlik bulunabilir.

                    ***nes, paranın likit olma özelliği üzerinde önemle durmuştur. ***nes'in kendi deyişiyle "likidite, genel olarak, hemen mallar satın alabilme gücü "dür. Para genel olarak mübadele aracı olarak kabul edildiğine göre, bu anlamda tamamen likittir. Bir birey, yalnız gelirinin ne kadarını tüketime, ne kadarını tasarrufa ayıracağı konusunda karar vermez, servetinin ne kadarını tamamen likit para şeklinde, ne kadarını (esham ve tahvilât gibi) daha az likit varlıklar şeklinde tutacağına da karar verir.

                    ***nes'e göre, insanların likiditeyi arzulamaları için çeşitli motifler vardır. ***nes'in ileri sürdüğü motiflerden (muamele saiki ve ihtiyat saiki gibi) bazıları geleneksel kuramın paranın rolü konusundaki görüşlerine tamamen uygundur. Fakat "spekülasyon saiki" dediği bir diğer motif ilk defa kendisi tarafından öne sürülmüştür ve bu saikle likidite talebi büyük ölçüde faiz oranından etkilenmektedir. Faiz oranı düşük olduğu zaman, piyasa spekülatörlerinin likidite tercihi büyük olmaktadır. Çünkü daha az likit varlıklar tutmakla elde edecekleri mükâfat küçük olduğuna göre, bu varlıklar yerine para tutmayı yeğleyeceklerdir. Ve faiz oranları ne kadar düşükse, esham ve tahvilat fiyatlarının düşmesi olasılığı o kadar artmaktadır ve bu da faiz elde etmenin kazancını fazlasıyla aşan zararlara yol açacaktır.

                    Demek ki faiz oranı ne kadar düşükse, serveti, para şeklinde tutma isteği o kadar büyük olacaktır. Eğer ekonomide sınırlı bir para arzı varsa, para tutma isteğini (para talebini) mevcut para miktarıyla dengeye getiren faiz oranı hayli yüksek olabilir, bu da yatırımların düşük olmasına ve işsizliğin büyük olmasına yol açar. Ekonomideki para arzı çok büyük bile olsa, faiz oranı sonsuz olarak düşmeyecektir. Çünkü çok düşük faiz oranlarında, halk bütün munzam servetini para şeklinde tutmak isteyebilir ve hiç kimse daha yüksek fiyatlarda (daha düşük faiz oranında) esham ve tahvilat satın almayı arzulamayabilir. Bu halde de, genel bir eksik istihdam mümkündür.

                    ***nes'in Genel Kuramı'nı şöyle özetleyebiliriz. Ulusal gelirin denge düzeyi ve denge faiz oranı aynı zamanda o şekilde oluşur ki (1) tüketicilerin tasarruf etmek istedikleri miktar iş adamlarının yatırmak istediği miktara eşit olur, (2) halkın servetini para şeklinde tutmak istediği miktar ekonomide varolan para miktarına eşit olur. Bu denge durumu, bir tam istihdam durumu olmayabilir. Gerçekten de, tüketicilerin tasarruf eğilimleri yük****e, üreticilerin ilerdeki kâr hakkındaki tahminleri kötümserse (yatırıma teşvik düşükse), genel olarak büyük bir likidite tercihi varsa, denge ulusal gelirinde kitlevi bir işsizlik hüküm sürebilir.


                    İYİMSER KLASİK FRANSIZ OKULU

                    Kötümser İngiliz ekonomistlerin aksine, Fransız düşünürler, ekonominin durgunluğa götüren bir bunalımla karşılaşmasını olanaksız görmüşlerdir.

                    1 - Jean Baptist Say (1767-1832)

                    Fransa'da doğup büyümüş, Pas de Calais'de bir pamuk ipliği fabrikası kurup işletmiştir. İmparatorluk düşünce Paris'e dönmüştür. Fransa'da Klasik Okul, Say ile kurulmuştur.

                    J.B. Say, İngiltere'de Endüstri Devriminin yaptığı büyük değişikliği gördüğü ve bunun yöntemlerini Pas de Calais'deki iplik fabrikasında uyguladığı için endüstriyi ön plana almaktadır. Maşinizmi (makinalaşma) övmekte, makine kullanılmasının yararlarını belirtmeye çalışmaktadır. Düşüncesine göre, makinelerin yerini alması geçicidir. Makine sayesinde maliyet düşer, üretim artar. Daha ucuza ve daha çok satış yapılır. Bundan yararlanan firmalar (teşebbüsler) işlerini genişletirler. Böylece yeniden işe alınanların sayısı, başlangıçta işten çıkarılanların sayısından yüksek olur.

                    J.B. Say, malları satın alacak talebin bu malların üretiminde kullanılan öğelere (faktörlere) yapılan ödemelerden doğduğunu biliyordu. Şu halde, üretim etkinlikleri sonucunda piyasanın gereksinmelerin üstünde mala boğulmasından korkmamalıdır. Say, iyimserliğini, her arz kendi talebini yaratır biçiminde ifade etmiştir. Bu görüşe, Say Kanunu veya Mahreçler Kanunu denir. Ticarî mallar karşılıklı olarak birbirlerinin mahreci olurlar. Bir mal üretilince kendisiyle başka bir mal satın almak olanağı yaratılmış olur. Çeşitli malların, üretimleri ölçüsünde sürümleri kolaylaşmaktadır. Sanayileşmenin ekonomiyi bir bunalıma götürmesinin olanaksız bulunduğunu savunmuştur, Say. Ona göre, Fransa'nın yeterince sanayileşmemiş olmasının nedeni, siyasal otoritenin ekonomik hayata devamlı karışmış olmasıydı. İngiltere'de ise bu tür karışmalar (müdahaleler) daima asgari düzeyde olmuştu ve kapitalist sınıfın yanında bir de girişimci sınıf oluşmuştu. Kapitalistlerden ayrı bu girişimci sınıfın önemini görüp bu ayrımı ilk yapan düşünür Say'dır.

                    Say'a göre, para arzına da kamu müdahalesi gereksizdir. Çünkü para miktarı değişim sayısını değil, değişim sayısı, gerekli para miktarını belirler. Düşünürün, bütün klasikler gibi Miktar Kuramını benimsemeye eğilimli olduğu anlaşılmaktadır.

                    2 - Frederic Bastiat (1801-1850)

                    Ekonomik yaşama kamu müdahalesinin gereksizliği ve sakıncaları hakkında Say ile aynı fikirdeydi. Kaleme aldığı bir hicvinde, mum ve kandil satışlarındaki daralma yüzünden, herkesin gün ışığında pencereleri sıkı sıkıya kapatılmış işyerlerinde ve evlerde oturtulmasını hükümetten isteyen bir dilekçeyi dile getirmiştir. Bastiat, bir malın değerini üretim maliyetinden çok, faydasına bağlamaya eğilimlidir. Tarımsal üretimde azalan verim halinin devamlı olacağını kabul etmez. Sanayide olduğu gibi, tarımda da üretimin geniş ölçüde arttırılabileceğini ileri sürer.
                    KLASİK GÖRÜŞLERİN SENTEZİ: John Stuart MİLL

                    Kötümser ve iyimser klasik ekonomistlerin görüşlerini en açık bir şekilde bütünleştiren düşünür John Stuart Mill'dir. Mili (1806-1873),

                    bir yandan kişisel çıkar kavramına, tam rekabet ortamına, en az ücret haddinin değişmezliğine, uluslararası uzmanlaşmaya (ihtisaslaşmaya) inanırken, diğer yandan gerçekçi bir tutumla, ekonomik yaşama kamu müdahalesini savunmuştur.

                    Üç tür mal vardır: Yeniden üretimi olanaklı olmayan ve olan mallar ile; yeniden üretimi, azalan verim kanununa bağlı olanlar. Birinci tür malın fiyatını talep, ikinci tür malın fiyatını maliyet koşulları belirler. Üçüncü tür mallar genellikle tarımsal mallardır.

                    Mill'e göre, üretim yasaları doğa yasaları gibi evrensel ve değişmez bir niteliğe sahiptir. Bunlar, kişinin çıkarını maksimize etme çabası, tam rekabet koşullarının uyancı ve eşitleyici etkisi, Malthusyen (Malthus'a özgü) nüfus yasası, arz ve talep yasası, rant yasası ve uluslararası mübadele yasasıdır.

                    Kişinin çıkarını maksimize etme (en üstün düzeye çıkarma) çabası ancak tam rekabet koşulları içinde denge ve eşitlik sağlar, üretimi özendirir. Mal arz ve talebi mal fiyatlarını belirlerken, emek arz ve talebi de ücret düzeyinin oluşmasını olanaklı kılar. Emek talebi, girişimcilerin emeğe ödeme yapmak için ayırdıkları ücret fonuna bağlıdır. Bu fonun işçi sayısına oranı, ortalama ücret haddini verir. Şu halde, Mill'in nüfus yasası anlayışı, ücret oluşumu yönünden değil, nüfus artışının sınırlandırılması açısındandır.

                    Mili, rantı, Ricardo'nun anlayışından daha farklı bir biçimde ele alır. Rantın doğması için tarımda azalan verim halinin varlığı ve iyi topraklardan kötü topraklara gidilmesi koşul değildir. Rant yalnız diferansiyel değil, mutlak bir gelir, toprağı kullanmak için toprak sahiplerine ödenen bir bedeldir de. Mill'e göre, piyasalardaki tekelci eğilimler de ranta benzer gelirlere neden olabilir.

                    Uluslararası ekonomik ilişkilerin nedenleri üzerinde dururken Mili, ülkelerarası ticareti, karşılaştırmalı üstünlüğün değil, uluslararası arz ve talep ilişkilerinin uyaracağını ileri sürmüştür. Karşılaştırmalı üstünlüğü yaratan üretim olanaklarını, uluslararası değişim oranlarının alt ve üst sınırı olarak niteleyen, fiyatların bu sınırlar arasında arz ve talebe göre oluşacağını ileri süren de Mill'dir.

                    Mill'e göre paranın değeri, malların değeri gibi, arz ve talebe göre belirlenir. Para talebi sabitken, arzının artması fiyatlar genel düzeyini yükseltir ve paranın değerini düşürür. Mili, para değerinin belirlenmesinde dolanım hızını değişmez kabul ederek Miktar Kuramının en katı şeklini savunmuştur.

                    Büyüme süreci sırasında rantın artıp, kârların azalması, sermaye birikimini yavaşlatır. Kârların, girişimcileri yeni yatırımlara yöneltmeyecek düzeye inmesi ekonomiyi durgunluğa sokar. Bu durumda nüfus artışı da sıfır olacaktır.

                    Mili, gelir dağılımı yasalarını, üretim yasalarından farklı olarak, toplumsal nitelikli görmüştür. Düşünüre göre, gelir dağılımında adaletin sağlanması için üretim kooperatifleri kurulmalı ve geliştirilmeli, toprak rantı vergi yoluyla kamuya aktarılmalı ve miras hakkı sınırlandırılmalıdır. Özel mülkiyet doğal bir hak değildir; bu nedenle yasayla yasal duruma getirilmelidir.

                    KLASİK OKULA KARŞI AKIMLAR

                    Klasik ekonomistler bireyci ve liberal görüşleri savunarak, ekonomi biliminin evrensel kuralları bulunduğunu kanıtlamaya çalışmışlardı. Klasiklerin en parlak döneminde veya hemen onu izleyen yıllarda, çeşitli karşı düşünce akımları doğmuştur. Klasik düşünce sistemine yönelmiş eleştiriler, gerçekten çok değişik nitelikler taşıyordu. Bunların bir kısmı ulusal ekonomilerini dış rekabetten korumak isteyen ülkelerden gelen ve serbest dış ticaret görüşüne yönelen akımlardı. Klasik öğretiyi bu açıdan eleştirenler, "Himayecilik Tezi" veya "Müdahaleci Okul" olarak ortaya çıkıyorlardı. Klasiklerin bilimsel yöntemlerine karşı çıkanlar ise, "Tarihçi Okul" olarak biliniyordu. Klasiklerin savundukları kapitalist (liberal) düzene ve onun sosyal adalete ters düşen sonuçlarına en çarpıcı ve etkili tepkiyse, "Sosyalist Düşünce Akımları" olarak ortaya çıkıyordu.

                    Bu akımların, düşünce olarak klasik okul öncesinde varolduğu önceki anlatımlarımızda açıkça görülür. Bununla beraber, bu akımların büyük bir kısmı çağdaş gelişmenin ve çevrenin etkisi altında kalmıştır. Bir yandan "Sanayi Devrimi" olanca hızıyla devam ederken bir yandan da bunun liberal kapitalizmin uygulanması ile önceden düşünülmeyen büyük işsizlik dalgasının ortaya çıkması, geniş halk kitlelerinin gördüğü adaletsizliklerin çok büyük boyutlara ulaşması, ayrıca hızlı kentleşme ve bunun doğal sonucu işçi sınıfının çoğalıp bilinçlenmesi, işçilerle işverenler arasındaki sürekli tartışmalar ve klasik düşünce sisteminin sosyalist öğretiye kullanışlı ve değerli bilimsel araçlar vermesi bu akımları güçlendirmiştir.


                    Yorum

                    İşlem Yapılıyor
                    X