Kalkınma Ekonomisi

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Kalkınma Ekonomisi

    Genel Olarak Kalkınma

    Genel bir tanımlamayla kalkınma, bir ulusun arzu edilen şekilde ekonomik gelişme süreci ortaya koyabilmesi amacıyla, ulusal ekonomiyi bir bütün olarak düzenlenmesidir. Daha geniş anlamda kalkınma, bir toplumda ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda arzu edilen her türlü değişme ve gelişme olarak tanımlanabilir. Tarihsel olarak kalkınma, azgelişmiş denilen ülkelerde ortaya çıkan büyük ölçüde beşeri acıların azaltılması ve maddi refahı arttırmaya yönelik potansiyelin harekete geçirilmesi anlamını içermektedir (Gasper, 1995: 209). Kalkınma, ülkelerin ulaşmaya çabaladığı bir hedef ve aynı zamanda nedensel ilişkileri içeren bir süreçtir (Ingham 1995:33).

    İnsan-eksenli bir tanımlamayla kalkınma, insan kişiliğinin gerçekleştirilmesi için gerekli koşulların yaratılması anlamına gelmektedir. Bu bağ lamda kalkınma, insanların yoksulluk, işsizlik ve eşitsizliğinde ortaya çıkan bir azalma kriterlerine bağlı bir kavram olarak değerlendirilebilir (Seen 1972: 1) Buradaki çabalara rağmen, aslında kalkınma kavramını tanımlamanın oldukça zor olduğu belirtilmelidir. Bir bütün olarak kalkınma iktisadını ortaya çıktığı koşullar ve sonrasında geliştirilen teorilerin kalkınmaya yüklemiş olduğu anlamlara bağlı olarak anlaşılabilecek olan bu kavram; oldukça geniş, kompleks ve farklı anlamlara sahip bir kavramdır.

    Kalkınma iktisadını Hazırlayan Uluslararası Koşullar

    Azgelişmiş ülkelerde kalkınmanın gerçekleştirilmesi gereken bir hedef olarak ele alınışı İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşmektedir. B günün pek çok azgelişmiş ülkesi Savaş öncesinde sömürge ülke konumunda bulunmaktaydı. Savaştan sonra ise, ulusal kurtuluş mücadeleleri veren Sömürgeler siyasal anlamda bağımsızlıklarını kazanmaya başlamış ve çok sayıda yeni ulus-devlet kurulmuştur. En önemlisi bu ülkelerin kendilerini geri kalmışlıklarının farkına varmaları, daha hızlı bir ekonomik sürece girmeleri yönünde ulusal kalkınma talepleri ortaya çıkarmış ve bu talep sürek devam etmiştir.

    Azgelişmiş denilen bu ülkelerin kalkınma özlemleri yanı sıra, ikinci olarak, ABD ve SSCB'nin temsil ettiği iki kutuplu bir Soğuk Savaş dünyasının rekabet ortamı nedeniyle, tarih boyunca gündeme alınmayan kalkınır sorunu, artık çözülmesi gereken ciddi bir sorun olarak ele alınmaya başlanmıştır. Soğuk Savaş dönemi pek çok gelişmiş ülkenin, yoksul ve ideolojik olarak bağımsız konumda bulunan az gelişmiş ülkelere, gerek ekonomik gerekse siyasal açıdan artan ölçüde ilgi göstermelerine yol açmıştır,

    Üçüncü olarak, dünya ekonomisinin karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içinde olduğu düşüncesi gelişmiştir. Dünyada çeşitli ülkeler tarafından üretilen temel hammadde kaynaklarının kıtlığı ve petrol fiyatlarının artması korkusu karşılıklı bağımlılığın önemle ele alınması gereğini güçlendirmiştir (Thirlwa11, 1994: 4), Bu durum azgelişmiş ülkelerin ihmal edilmemesi ve geliştirilmesi gerektiği sonucunu doğurmuştur

    Dördüncü olarak, Birleşmiş Milletler'in (United Nations: UN) savaş sonrasında yeniden şekillenmesi ve ilave olarak Dünya Bankası (International Bank of Research and Development), Uluslararası Para Fonu (International Money Found: IMF) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organization: ILO) gibi kurumlar ve çeşitli bölgesel kuruluşun kalkınma iktisadına yeni bir ivme vermiştir, Bu kurumlar eliyle yaptırılan çok sayıda çalışma kalkınma teorisinin akademik olmayan bir alanının da ortaya çıkması da yol açmıştır.

    Beşinci ve son olarak, söz konusu uluslararası ilgi akademik bir ilgi ile birleşerek; bazen ideolojik, bazen insancıl, bazen pragmatik ve bazen da bilimsel endişe ve çabalarla kalkınma sorununu teşhis etmek, çözüm önerileri getirerek ve kalkınma hedefinin gerçekleştirilmesi için izlenecek yolları belirlemek amacıyla, iktisat bilimi içerisinde kalkınma iktisadı denilen yeni bir disiplinin ortaya çıkmasına neden olmuştur, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkalı kalkınma iktisadı disiplini; teorileri, araştırmaları, endişeleri ve uluslararası kurumların çalışmaları ile, geniş bir bütünlük içinde, ortaya çıktığı dönemin özelliklerini yansıtmaktadır.

    KALKINMA iKTİSADININ TEORİK TEMELLERİ

    Aydınlanma Düşüncesi ve Modernleşme Teorisi

    Burada ayrıntıları ile açıklanamasa da, aydınlanma düşüncesi ve modernleşme teorisinin kalkınma iktisadını önemli ölçüde etkileyen iki önemli düşünsel gelenek olduğu kısaca vurgulanmalıdır. Aydınlanma felsefesi, orta çağ feodalizminin son bulması ve modem Avrupa'nın kurulması sürecinde, Batı Avrupa'da yaşanan büyük çaplı tarihsel, toplumsal ve ekonomik dönüşüme paralel olarak ortaya çıkmıştır. Aydınlanma felsefesi, doğanın düzeninin evrensel olduğu, sonra gelenlerin öncekilerden üstün olacağı, ilerlemenin bir evrimle gerçekleşeceği, ilerlemenin basitten komplekse doğru tanımlanmış aşamalar boyunca hareket edeceği, bunun tek yönlü zorunlu bir süreç olacağı varsayımlarına sahip bir felsefedir. Aydınlanma felsefesi, genel bir paradigma olarak 18. ve 19. yüzyıl boyunca bilimsel düşünceyi, bu bağlamda iktisat bilimini (örneğin Adam Smith, David Ricardo gibi klasik iktisatçıları ve K. Marx'ı) etkilemiştir (Türkay, 1995: 90-92). Bu yüzden pek çok iktisatçı basitten karmaşığa doğru sıralanan ekonomik ve toplumsal evrim veya gelişme şemaları çizmiştir. Söz konusu klasik anlayış, modernleşme teorisinin de etkisi ile birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kalkınma iktisadında yer alan teorilere de yansımıştır.

    Emile Durkheim ve Max Weber'in teorik orijinlerini temsil ettiği modernleşme teorisi ise, 1950 ve 1960'larda başta Taleott Parsons olmak üzere, pek çok sosyal bilimci tarafından geliştirilmiştir (Webster, 1995: 104120). Modernleşme oldukça geniş bir sosyal bilim kavramı olup, ekonomik anlamda, sanayileşme, kentleşme ve tarımda teknolojik dönüşümü ima eder. Sosyal olarak, kişisel gelişimde başarının yükselmesi ve geleneksel bağların zayıflaması anlamını içerir. Siyasal yönü, güç ve otoritenin rasyonelleştirilmesi ve bürokrasinin büyümesi anlamını içerir. Kültürel olarak, bilimsel bilginin büyümesine bağlı olarak ortaya çıkan toplumun artan ölçüde sekülerleşmesi anlamına gelir (Ingam, 1995: 40).

    Modernleşme teorisyenlerinin ileri sürdükleri şekliyle, modernitenin ya da modernliğin içeriğini bu noktaya ulaşmış toplumların, diğer bir ifadeyle endüstriyel ekonomilerini demokrasi ile birleştiren Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarının deneyimleri oluşturmaktadır (Bernstein, 1992: 43). Belli bir anda modern olmayan veya "geleneksel" olan Batı dışı toplumlar, "modern" olan Batı toplumlarının izlemiş olduğu yolu izleyerek, modernleşmiş olacaklardır. Böylece modernleşme teorisi, gelişmemiş toplumların nasıl gelişeceğini gelenekselden moderne doğru ilerleyen bir gelişme süreci tanımlayarak göstermektedir (Webster, 1995: 104-120).

    Modernleşme teorisi, gelenekselden moderne doğru tarif edilen gelişme sürecinde, gelişmenin Batı'ya oranla bazı farklılıkları olacağını ileri sürmektedir. Batı Avrupa'da kapitalist ekonomilerin gelişmesi, devletin her hangi bir rolünün olmadığı plansız bir takım gelişmelerle, uzun bir zaman dilimi içinde ortaya çıkmıştır (Toye, 1995: 43-44). Oysa iktisadi büyümeyi gerçekleştirebilmek ve azgelişmiş ülkelerle Batı arasındaki gelişmişlik farklarını "kısa sürede" kapatabilmek için, bugün gösterilen çabaların bilinçli olarak planlanması gerekir. Örneğin düşünceleri kalkınma iktisadına yansıyan ve aynı zamanda bir modernleşme teorisyeni olan Hoselitz'e göre, azgelişmiş ülkelerin hükümetleri, devlet eliyle bilinçli bir şekilde iktisadi kalkınma planlaması yapmak ve bu planları kendi olanakları ölçüsünde gerçekleştirmek zorundadır (Hoselitz, 1970: 18).

    Kısaca, modernleşme teorisinde toplumsal ve siyasal değişim için devletin çeşitli şekillerde müdahalede bulunmasının gerekliliği ileri sürülmüştür. İlave olarak, içerden yapılan müdahaleler yetersiz kaldığında, dışarıdan yardım ve desteklerin sağlanması yoluyla müdahale sürecinin tamamlanmış olacağına dair çeşitli vurgular yapılmıştır (Türkay, 1995: 119).

    Azgelişmiş ülkelerin kalkınma çizgisinin Batı deneyiminin bir kopyası olacağından hareket eden modernleşme teorisi, siyasal düzeni de içerecek şekilde oldukça geniş bir çerçevede gelişmiştir. Bu bağlamda siyaset bilimi 1950'lerden 1970'lere doğru, modernleşme üst teorisinin bir alt kategorisi olarak çok sayıda siyasal gelişme teorilerinin geliştirilmesine tanıklık etmiştir. Bu teorilerde de, gösterilen siyasal hedeflere bütün gelişmekte olan devletlerin kalkınmanın son aşamasında ulaşacakları ima edilmiştir (Lemco, 1988: 16-21). Böylece teorik açıdan kalkınma teorileri, aynı dönemde genel modernleşme teorisinin bir alt versiyonu olarak tamamlanmış olmaktadır.

    iktisat Teorisi

    Klasik iktisat

    Kalkınma iktisadı, sosyoloji, antropoloji, tarih, siyaset bilimi ve iktisat bilimi içinde saklı kalan, belirli bir statüsü olmayan ve disipline olmamış bir alan olmuştur. Bununla birlikte kalkınma sorunu iktisat bilimi içinde tamamen ihmal edilmiş değildir. Farklı bakış açıları sergilemiş olsalar da, klasik iktisatçılar (A. Smith, D. Ricardo, T. Malthus, I.S. Mill ve K. Marx) ekonomik ilerlemenin nedenleri ve sonuçları hakkında ilk düşünceleri oluşturmuşlardır.

    Söz konusu iktisatçılar çok farklı yollardan bu günün gelişmekte olan ülkelerinde yer alan kalkınma sorunlarına benzer sorunlarla ilgilenmişlerdir. Örneğin ilk kez 1776' da yayınlanmış olan ünlü Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenlerine İlişkin Bir Soruşturma (An Inquiry into the Nature and Cazıses of the Wealth of Nations) adlı eserinde, Smith'in (1904) amacı ekonomik kalkınmanın doğası ve nedenlerine ilişkin yasaları bulmaktan başka bir şey değildi. Benzer şekilde l817'de yayınladığı Siyasal İktisat ve Vergilemenin ilkeleri (Principles of Political Economy and Taxation) adlı kitabında Ricardo'nun ana hedefi, Smith'i izleyen bir anlayışla, ekonominin işleyişindeki temel hareket yasalarını bulmaktı. Kısaca bir bütün olarak aydınlanma döneminin akılcı, evrenselci ve pozitivist yaklaşımı etkisinde bulunan klasik iktisatçılar ve Marx, Batı'da ortaya çıkan büyük endüstriyel dönüşümle ilgili olarak, bütün toplumlar için geçerli doğal ve evrensel yasaJarı ortaya koymayı amaçlamışlardı. Bu bağlamda, Batı toplumları toplumsal gelişme veya evrimin daha önceki aşamalarını geçerek belli bir düzeye ulaşmıştır. Batılı olmayan diğer toplumlar da zamanla bu evrim sürecine dahil olacaklardır (Tezel, 2003: 65,121-122,151-155,193; Türkay, 1995: 92-99).

    Bununla birlikte, söz konusu iktisatçılar başta İngiltere olmak üzere sanayi devrimi ortamında gelişmiş ülkeleri referans almış ve doğal olarak daha çok kendi çağdaş dönemlerini yorumlamışlardır. Bu yüzden klasik iktisatçıların doğrudan doğruya şimdiki gelişmiş ulusların kalkınma deneyimlerine yönelik gözlemlerine dayalı olarak ders çıkarmak yetersiz kalmaktadır. Her şeyden önce klasiklerin şahit olduğu Batı deneyimi kalkınmanın kendine özgü uzun bir süreç olduğunu göstermektedir. Kalkınma iktisadı ise, çoğunlukla bu sürecin alacağı zaman ölçüsü ile ilgilenmekte ve kalkınma sürecinin nasıl hızlandırılacağı ve böylece bu kalkınma süresinin nasıl kısaltılacağı sorusuna cevap bulmaya çalışmaktadır.

    Ayrıca klasik iktisatçılar, piyasa güçlerinin serbest işleyişi sonucunda sosyal yararın maksimize edileceğine inanarak, piyasa mekanizmasına müdahale etmeye genellikle karşı çıkmışlardır. Oysa 1929 dünya ekonomik krizi sonrasında, başta batı dünyası olmak üzere dünya genelinde pratik hükümet politikalarında piyasanın tamamen kendi işleyiş sürecine bırakılması yerine, devletin aktif müdahalelerde bulunması gerektiği düşünülmeye başlanmıştı. Bu değişimin paralelinde, iktisat biliminin klasik ve neo-klasik teorik geleneği içinde önemli bir değişim yaşanmıştır. Başta ***nesyen ekonomi olmak üzere, 1930'lu yıllarda bu tür devletçi politika uygulamaları ve teorilerde meydana gelen değişim kalkınma iktisadı için de önemli bir temel teşkil etmiştir.

    3.2.2. J.M. ***nes

    Kalkınma sorununun ekonomik sorunlarla birlikte düşünüldüğü diğer bir dönem 1929 ekonomik bunalımı olup, başta J.M. ***nes olmak üzere pek çok akademisyen bu sorunla ilgilenmiştir. Söz konusu bunalım ortamında gelişmiş ülkeler için her hangi bir çözümsüzlük bulunmuyordu; çünkü teoriyle pratik çözüm arasında talep yetersizliğine dayalı ***nesyen teoriyi geliştirmiş olmak yeterli olmuştur. ***nes eksik istihdamda dengenin sağlanabileceğini ileri sürerken, durgunluktan çıkabilmek için otonom yatırımla*rın talep yaratıcı rolünü önemle vurgulamış ve teorik devlet müdahalesi önerisiyle sorunu çözmüştür. Bu çözümlemede ***nes azgelişmiş Ülkeler özelinde her hangi farklı bir çözüm önermiş değildir. Bununla birlikte ***nes'in bir devlet müdahalesinin gerekliliğine yönelik tespiti, kalkınma iktisadının modernleşme teorisinden almış olduğu "müdahale" kavramına iktisat bilimi açısından meşru bir dayanak sağlamış oluyordu.

    Belirtmek gerekir ki, ***nes, klasik ve neoklasik gelenekten önemli ölçüde farklı olmakla beraber, piyasanın işleyişini tamamen ikame etmeyeceği düşünülen bir müdahale düşüncesini ileri sürmektedir: "Kuşkusuz tam istihdamı sağlamak için gerekli yönetimin merkezi organlarının bulunuşu, devletin geleneksel fonksiyonlarında büyük bir gelişmeye neden olacaktır. Zaten modern klasik teori de ekonomik güçlerin serbestçe uygulanmasını ılımlaştırmanın ya da yönetmenin gerekli olabileceği çeşitli durumlara dikkat çekmiştir" (***nes, 1980: 404). A. Lewis de "***nescilik neo-klasisizm için bir dipnottan ileri geçemez" (Lewis, 1954: 90) yorumunu yapmaktadır. Kalkınma iktisadına içerilen müdahale kavramı da, piyasayı ikame etme amacıyla değil, sadece kalkınma sürecini hızlandırmak amacıyla klasik geleneğe konulan bir istisna olarak kabul edilmiştir.

    ***nesyen teorinin kalkınma iktisadına bir temel ve dayanak oluşturmanın ötesinde tek başına azgelişmiş ülkelerin kalkınması için yeterli bir teorik çerçeve sunmadığı belirtilmelidir. ***nes ve aynı dönemde yaşayan bir çok iktisatçı özellikle gelişmiş ülkelerin durgunluk ve işsizlik sorunu ile ilgilenirken, sömürge ülkelerdeki ekonomik geri kalmışlık sorununu ihmal etmişlerdir. Azgelişmiş ülkelerde ***nesyen anlamda otonom yatırımlar devlet eliyle yapılacak olsa da, büyüme ve kalkınmanın her türde kaynak miktarı ve niteliğindeki artışlara bağlı olacağı bir gerçektir. Azgelişmiş ülkelerin yoksul olmasının nedeni kaynak eksikliği veya kaynakları kullanıma sokmada arzu veya yetenek eksikliğidir. Azgelişmiş ülkelerde bu güne kadar olduğundan daha hızlı bir ekonomik gelişme olasılığını arttıracak bir kaynak tahsisi ve planlama yapmak gerekmektedir. Bu açılardan ***nesyen teori azgelişmiş ülkelerin kalkınma sorunlarını çözmede önemli ölçüde yetersiz kalmaktadır.




  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    #2
    Konu: Kalkınma Ekonomisi

    Giriş

    Ekonomi teorisinde, kalkınma, gelişmekte olan ülkelerde milli gelir artışları sonucunda üretim tekniklerinde, sosyal ve kurumsal yapıda meydana gelen yapısal değişikleri kapsamaktadır. Dış ticarette, kalkınma süreci içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Hatta küreselleşmenin yaşandığı günümüzde, dış ticaretin katkısı olmadan kalkınmanın sağlanamayacağı yaygın bir görüştür. Bu yüzden, ekonomi teorilerinde, dış ticaret ve ekonomik kalkınma en çok incelenen konular arasında yer almaktadır. Bu incelemeler ışığında, dış ticaretin ekonomik kalkınmaya etkileri konusunda birçok farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu konuda ki tartışmaların bir kısmı dış ticareti açıklamak için öne sürülen Ricardo'nun geliştirdiği Karşılaştırmalı Üstünlük Teorisinin az gelişmiş ülkeler üzerindeki geçerliliği konusunda olmuştur.

    Bugün Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya dışında ülkelerin az gelişmiş ülkeler kategorisinde olduğu görülmektedir. Yeni dünyanın büyük bir bölümü az gelişmiş ülkelerden oluşmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin genel karakteristik özelliklerine bakıldığında, kişi başına düşen ortalama reel milli gelirin düşük olduğu, nüfusun büyük bir kesiminin tarım sektöründe ve ilkel aktivitelerde (maden ve tarım sektöründe) çalıştığı, yaşam süresinin kısa ve nüfus artış hızının yüksek olduğu, okur-yazar oranının düşük olduğu görülmektedir. Dış ticaret açısından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ilişkilerinin temel karakteristik özelliği ise, az gelişmiş ülkelerin gıda ve hammadde ihracatı karşılığında sanayileşmiş ülkelerin sanayi malları ihraç etmesidir. Fakat, bu ayrım zaman içerisinde değişim göstermiştir. Şöyle ki, sanayileşme sürecinde olan bazı az gelişmiş ülkeler sanayi malları üretiminde ve ihracatında önemli ilerlemeler sağlamış, özellikle bu ülkelerin ihraç etmekte oldukları ürünler arasında elektronik aletler, demir-çelik, tekstil vs. ürünler ön plana çıkmıştır. Zaten, kalkınmanın amacı da az gelişmiş ülkelerin tarıma dayalı ekonomik yapısını ileri teknolojiye dayalı ve sanayi malları üreten bir ekonomik yapıya dönüştürmektir.

    Ekonomik kalkınma, ülkelerin iç dinamiklerine bağlı bir olgudur. Dış ticaret bu dinamiklerin çalışmasında önemli bir rol üstlenmektedir. Bununla birlikte dış ticaretin ve mevcut uluslararası para sisteminin ekonomik kalkınmaya engel teşkil ettiğini savunan bazı iktisatçılarda bulunmaktadır. Bu iktisatçılar, özellikle, az gelişmiş ülkelerde dış ticaret hadlerinin ülke aleyhine işlediğini ve ihracat kazançlarının çok dalgalandığını, gerçekte karşılaştırmalı üstünlüklere dayalı klasik dış ticaret teorilerinin kalkınmakta olan ülkeleri ve kalkınma metotlarını açıklamadığını ifade etmişlerdir. Aynı iktisatçılar, az gelişmiş ülkelerin sanayileşmesinde dış ticarete bel bağlanması yerine ithal ikameciliğini savunmuşlar ve aynı zamanda mevcut uygulanan uluslararası parasal sisteminin az gelişmiş ülkelerin özel ihtiyaçlarına daha duyarlı bir şekilde değiştirilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

    Bu çerçeve ile, bu bölüm içerisinde, öncelikli olarak ekonomik kalkınma ve dış ticaret arasındaki ilişki incelenecek, daha sonra dış ticaret hadleri ve dış ticaret hadlerinin ekonomik kalkınma üzerindeki etkileri ele alınacaktır. Bölümün son kısmında, kalkınma politikası olarak ithal ikameciliğine ve ihracata dayalı sanayileşme konuları incelenecektir.

    EKONOMİK KALKINMADA DIŞ TİCARETİN ROLÜ

    Ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi, uzun dönemde sürekli ve yüksek bir milli gelir artış hızı yakalamakla mümkün olabilir. Bu süreçte, diğer faktörler arasında özellikle dış ticaretin önemli roller üstlendiği akademik çevrelerde genel kabul gören bir görüştür. B u açıdan bakıldığında, iktisadi kalkınmanın temel dinamiklerinin anlaşılabilmesi için, dış ticaret ve milli gelir artışları arasındaki ilişkinin açıklığa kavuşturulması büyük önem arz etmektedir. Ayrıca, konu ile ilgili teorik literatür incelendiğinde bahsedi*len bu ilişkinin genellikle dolaylı bir ilişki olduğunun gözlendiğini belirtmekte yarar vardır. Bu nedenlerden dolayı, bu bölümde, dış ticaretin milli gelir düzeyini ve artış hızını etkileme kanallarının neler olduğu incelenecektir. Böylelikle, azgelişmiş ülkelerin özel durumları göz önüne alındığında bu mekanizmaların hangilerinin ve hangi şartlar altında kalkınma sürecine olumlu katkılar sağlayacağını ve her bir kanalın kalkınma açısından ne anlama geldiğini değerlendirme imkanı bulacağız.

    Konuya başlamadan önce, milli gelir artışı veya ekonomik büyüme kavramlarından ne anladığımızı açıklığa kavuşturmakta yarar vardır. Üretim fonksiyonu dikkate alındığında, milli gelir artışının, faktör girdileri (kapital, emek, toprak gibi) ve/veya toplam faktör verimliliği (TFV) artışlarının sonucu olduğu görülecektir. TFV' de, teknolojik ilerlemenin uzun dönem büyüme etkilerini ve kaynakların etkin dağılımından, teknik ve ölçek etkinliğinden kaynaklanan kısa dönem etkinlik artışlarını içermektedir. Diğer bir deyişle, dış ticaret sonucu ortaya çıkan teknolojik değişim milli gelir artış hızını etkilerken, kısa dönem etkinlik artışları yalnızca milli gelir düzeyini etkileyecektir. Konuya bu açıdan bakıldığında, dış ticareti milli gelire bağlayan mekanizmanın, dış ticaretin TFV'yi ve TFV'nin de milli geliri etkilemesi şeklinde dolaylı bir mekanizma olduğu görülmektedir. Bu bilgiler ışığında, dış ticaret ve milli gelir artışları arasındaki ilişkinin incelenmesinde geçebiliriz.

    Dış ticaret-milli gelir konusunda ortaya atılan farklı görüşleri beş ana başlık altında toplamak mümkündür. Şayet dış ticaret milli geliri etkiliyorsa, aşağıda belirtilen etkilerden en az birine yol açıyor demektir: (i) dış ticaret, üretim faktörlerinin sektörler arası dağılımını yeniden düzenleyerek etkinlik kazançları sağlar- kaynak dağılımı etkisi; (ii) dış ticaret yurtiçi rekabeti arttırarak verimlilik artışına yol açacaktır- disipline edici ithalat hipoteıi; (iii) dışticaret piyasa hacmini arttırarak yerli üreticilerin ölçek ekonomilerinden yararlanmalarını sağlayacaktır- ölçek ekonomileri etkisi; (iv) dış ticaret yurtiçi ikamesi olmayan yatırım ve ara mallarının temin edilmesini sağlayarak kapasite kullanım oranlarının artmasına ve böylelikle verimlilik artışına yol açacaktır- girdi sağlama etkisi; (v) dış ticaret ülkeler arası ve sektörler arası bilgi akışını kolaylaştırarak teknolojik ilerlemeye katkıda bulunur- teknoloji yayma etkisi. Bölümün geri kalan kısmında, bu etkiler sırasıyla açıklanacaktır.

    (i) Dış ticaret ve Kaynak Dağılımı Etkisi

    Dışa açılmanın doğrudan etkilerinden birisi, kaynak dağılımı üzerindeki etkisidir. Dış ticaret kaynakların ülkenin karşılaştırmalı üstünlüklerine göre tekrar dağıtımına yol açarak milli gelire etki eder. Fakat bu etkinin gelir seviyesi mi yoksa büyüme hızı üzerinde mi olacağı, büyüme modelinde yer alan teknolojik değişme varsayımına bağlıdır. Şayet teknoloji, karşılaştırmalı üstünlükler teorisinde (KÜT) olduğu gibi, sabit kabul edilirse, dış ticaret, kaynakların etkin kullanımından doğan kısa dönemli kazançlar sağlayarak yalnızca gelir düzeyini etkiler. Bununla birlikte, kaynak dağılımı etkisini yalnızca statik KÜT çerçevesinde değerlendirmek yanıltıcı olabilir. Dinamik karşılaştırmalı üstünlükleri de dikkate almak gerekir. Zira, teknolojinin sabit olduğu varsayımına dayanan statik KÜT' si, gerçek hayatta gözlenen, bazı ülkelerin belirli mallardaki teknolojik üstünlüklerini açıklamakta yetersiz kalmaktadır (Grossman and Helpman, 1992: 177). Teknolojinin içsel kabul edildiği dinamik karşılaştırmalı üstünlükler teorisine göre, dış ticaretten doğan kaynak kullanım etkisi uzun dönem büyüme hızını etkileyebilmektedir.

    Geleneksel dış ticaret teori (KÜT)' sinde, dış ticaret önündeki engeller kaldırıldığında kaynaklar ülkenin karşılaştırmalı üstünlüklerine göre dağıtılacağından statik etkinlik kazançları sağlanacaktır ve böylece gelir düzeyi artacaktır. Diğer taraftan, gelir, tasarruf kapasitesinin en önemli belirleyenlerinden birisi olduğundan kaynak dağılımı etkisi yüksek yatırım miktarı sağlayacaktır. Adam Smith' in uzmanlaşma teziyle birlikte düşünüldüğünde, bu mekanizma, literatürde yer alan "dış ticaret kalkınmanın motorudur" tezinin dayanak noktasıdır. Fakat, yukarıda da belirtildiği gibi, kaynak kullanım etkisi yalnızca gelir düzeyini arttırıcı rol oynamakta, kalkınma için ön şart olan uzun dönem büyüme oranı üzerinde bir etkisi yoktur. Buna ek olarak, bahsedilen etkinin pozitif katkı sağlaması aynı zamanda üretim faktörlerinin sektörler arası geçişinin her hangi bir şekilde engellenmediği ve tam istihdamın geçerli olduğu varsayımlarına dayanır. Aksi takdirde, dış ticaret, ülke ekonomisinin üretim transformasyon eğrisi içerisinde bir noktaya gerileme*sine ve kısa dönem büyüme hızının azalmasına yol açabilir.

    Daha önce belirttiğimiz gibi, statik KÜT'si, dış ticaret-büyüme arasındaki ilişkide kaynak dağılımı etkisinin önemini tam olarak yansıtamaz. Grossman and Helpman (1992: 144-152), dinamik karşılaştırmalı üstünlüklerin geçerli olduğu (modelde teknoloji içselolarak belirlenir) durumda, dış ticaretin büyümeyi olumlu veya olumsuz etkilemesinin, dışa açılma ile birlikte kaynakların aktarılacağı sektörlerin özellikleriyle yakından ilişkili olduğunu belirtmişlerdir. Kısaca belirtmek gerekirse, Grossman ve Helpman' a göre, şayet dış ticaret sonucu kaynaklar düşük teknoloji sektöründen ileri teknoloji sektörüne kayarsa (ki bu sektör, modelde ölçeğe göre artan getiriyi oluşturan sektördür) uzun dönem büyüme artacak aksi takdirde yavaşlayacaktır. Her ne kadar konuyu farklı modeller çerçevesinde incelemişlerse de, Young (1991) ve Redding (1997)' de benzer sonuçlara ulaşmışlardır. Özetle, dış ticaretin statik kaynak kullanım etkisi pozitif olsa dahi, şayet ülkeler düşük teknoloji, kalifiye olmayan emek gerektiren sektörlerde yoğunlaşmışlarsa, bu ülkelerin gelirleri dış ticaret sonucu ortaya çıkacak olan büyüme hızlarındaki azalma ile birlikte azalacaktır.

    Gelişmekte olan ülke (GOÜ)'lerin iktisadi yapılarından kaynaklanan kendilerine has özelliklerini, dış ticaretin kaynak dağılımı etkisi ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki incelenirken dikkate almak gerekir. Zira, teorik literatürde dış ticaret-gelir arasında kurulan mekanizmanın, GOÜ'ler için her zaman geçerli olamayacağını ve hatta olumsuz sonuçlar doğuracağını ileri süren görüşler vardır. Bu görüşler temelde, üç farklı nedenden dolayı, dış ticaret kazançlarının ticarete katılan ülkeler arasında eşit dağıtılmadığı tezine dayanmaktadır (Subasat, 2004). Bunlardan birincisi "Singer-Prebisch tezi" olarak bilinir. Kısaca belirtmek gerekirse, bu teze göre, dış ticaret hadleri uzun dönemde az gelişmiş ülkelerin aleyhine işlemekte olduğundan, karşılaştırmalı üstünlüklere göre uzmanlaşmadan elde edilen kazançlar teoride öngörüldüğü gibi eşit dağıtılmamaktadır. Haliyle, dışa açılma, GOÜ'lerin uzun dönem kalkınma çabalarını olumsuz etkileyecektir. GOÜ'lerin ekonomilerin! neden korumaları gerektiğini izah eden bu görüş, önemi dolayısıyla detaylı bir şekilde üçüncü bölümde incelenecektir.

    Üçüncü neden olarak, dinamik karşılaştırmalı üstünlükler teorisine göre uzmanlaşmadan elde edilecek kazançların teknolojik üstünlüğe bağlı olmasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, KÜT'sine göre uzmanlaşmadan doğan kazançlar kısa dönem etkinlik kazançlarıdır ve yalnızca gelir düzeyini etkiler. Ayrıca, ampirik literatür bu kazançların çok düşük olduğunu göstermektedir (Havrylyshyn, 1990:2).

    Yeni büyüme teorileri, dış ticaretin kaynak dağılımı etkisinin, ekonomik büyümeyi arttıracağından dolayı, çok büyük kazançlara yol açabileceğini göstermektedir. Ancak, yukarıda bahsettiğimiz gibi, uzmanlaşma, teknoloji yoğun malları üreten sektörlerde olursa bu kazançlar sağlanabilir. Bu açıdan bakıldığında, gelişmekte olan ülke ekonomilerinin dışa açılmadan olumsuz etkileneceği söylenebilir. Şöyle ki, GOÜ' ler teknoloji üretiminde yetersiz olduklarından dolayı, dışa açılma ile birlikte, düşük kalifiye emek isteyen, düşük gelir ve düşük teknoloji mallarında uzmanlaşacaklar ve haliyle büyüme hızlan yavaşlayacaktır.

    (ii) Disipline Edici İthalat Hipotezi

    Sıkça ifade edildiği üzere, dışa açılma yurtiçi piyasalardaki rekabeti arttıracağından ekonominin verimliliğini arttırır ve bunun sonucu olarak gelir artışlarına neden olur. Bu görüş, Levinsohn (1993) tarafından 'disipline edici ithalat /zipoteıi' olarak adlandırılmıştır. Bu hipoteze göre, yerli piyasalar uluslar arası rekabete açıldığında, oligopolistik yapıya sahip olan yerli endüstriler rekabete zorlanacak ve böylelikle yerli firmalar oligopol karlarını azaltırken üretim miktarını arttıracaklardır. Bununla birlikte, rekabet ve büyüme arasında her zaman pozitif bir ilişkinin var olduğunu söyleyemeyiz.

    Literatürde yer alan ve serbest ticareti savunan iktisatçılar tarafından sıkça tekrar edilen yaklaşıma göre, dışa açılma ile birlikte artan rekabet, Xetkinliği (X-efficiency) kazanımlarına yol açacak ve milli geliri arttıracaktır. Şöyle ki, korunan endüstrilerde, firmaların maliyetlerini en aza indirebilmek için gayret göstermelerini gerektirecek çok fazla neden yoktur. Piyasalar uluslar arası rekabete açıldığında, yerli firmalar piyasada kalabilmek için yönetim şekillerinde, istihdam ettikleri kapital ve emeğin kalitelerinde iyileştirmeye gitmeye zorlanacaklardır (Greenaway and Miliner, 1993). Dışa açılmayla ortaya çıkan bu kazanımlar X-etkinliği kazanımları olarak adlandırılırlar. Kalitede sağlanacak olan bu iyileştirmeler ancak araştırma geliştirme (Ar-Ge) ve eğitime yapılacak yatırımlarla başarılabileceğinden, X-etkinliği kazanımları dinamik kazanımlardır. Bunun sonucu olarak ekonomide verimlilik ve haliyle uzun dönem büyüme hızı artacaktır. Her ne kadar bu görüşler teorik bir model çerçevesinde sunulmamış olsalar dahi, dış ticaretin uzun dönem büyüme hızını arttıracağına dair ileri sürülen en önemli görüşlerdendir. Yeni büyüme teorilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, bu görüşlere beklenen teorik bir çerçeve de kazandırılmıştır.

    Yeni büyüme literatüründe, artan rekabetin ekonomik büyümeyi hızlandıracağı ve bu etkinin rekabet sonucu benzer araştırma sayısının azalmasından kaynaklandığı gösterilmiştir. Dış ticaretin olmadığı durumda, monopolistik ve oligopolistik karların yüksek olmasından dolayı, araştırmacıların farklı dizaynlar üzerinde çalışmaları için bir sebep olmayacak ve araştırma fonları aynı dizaynların üretimi için kullanılacaktır. Dışa açılma ile birlikte artan rekabet karşısında, araştırma fonları farklı dizaynlara yönelecek ve büyüme artacaktır (Romer, 1990, Rivera-Batiz ve Romer 1991, ve Grossman ve Helpman, 1992). Bununla birlikte, Rodrik (1991), artan rekabetin firmaları Ar-Ge harcamalarını azaltmaya iteceğini ve büyümenin olumsuz etkileneceğini öne sürmüştür. Şöyle ki, korunan endüstrilerde firmaların piyasa paylan nispi olarak yüksek olacağından dolayı, firmalar ArGe'ye yatırım yaparak maliyetlerini düşürme imkanı bulacaklardır. Diğer bir deyişle, koruma, firmaların piyasa paylarını arttırdığı ölçüde verimlilik artışına yol açacaktır. Bununla birlikte, bazı yazarlar rekabetin Ar-Ge'ye yatırım yapma isteğini azaltacağı ve büyümeyi olumsuz etkileyeceği görüşüne ka*tılmamaktadır. Aghion, Dewatripont ve Rey (1997), Aghion, Harris ve Vickers (1997), ve Aghion ve Howitt (1996), teorik modellerinde, rekabetin Ar-Ge'ye yatırım yapma istekliliği üzerindeki etkisinin belirsiz olduğu varsayımı altında, mal piyasasındaki rekabetin büyümeyi olumlu olarak etkileyeceğini göstermişlerdir.

    Disipline edici ithalat hipotezi GOÜ'ler açısından değerlendirebilmek için birkaç konuya açıklık getirmek gerekir. Birincisi, gelişmekte olan ülkenin asgari düzeyde de olsa kalkınmayı başarmış olması gerekir, aksi takdirde rekabetin olumsuz etki doğuracağı açıktır. Bu seviyeyi yakalamış olan GOÜ'lerde, oligopolistik piyasa yapısının ve aşırı etkin kayıplarının olduğu literatürde yer alan ve genel kabul gören görüşlerdendir (Lee, 1992). Bu açıdan bakıldığında, dış ticaretle gelen X-etkinliği kazançları GOÜ'lerin kalkınmalarına önemli katkılar sağlayabilir. Fakat, burada dikkat edilmesi gereken husus, GOÜ'lerin nispi olarak az da olsa teknoloji üretebilir seviyeye gelmiş olmalarının gerekliliğidir. Yeni büyüme teorilerinde gösterildiği gibi, rekabet artışının olumlu büyüme etkileri, rekabetin yerli ekonomide teknoloji üretimini arttırıyor olmasına bağlıdır. Kısaca belirtmek gerekirse, aşırı olmamak kaydıyla, rekabet kalkınma da olumlu etkiler yapabilir.

    (iii) Ölçek Ekonomileri Etkisi

    Dış ticareti ekonomik büyümeye bağlayan üçüncü kanal ölçek ekonomilerinden geçmektedir. Bu görüşe göre, dış ticaret yerli piyasaların ticaret hacmini genişletir ve üretim maliyetlerinin düşmesini sağlar. Koruma karlılığı arttıracağından, piyasaya çok sayıda firma girecektir ve bu durumda her bir firma, optimum ölçeğin altında üretim yapmak zorunda kalacaktır. Bunun yanında, kapalı ekonomilerde piyasanın küçük olması bir çok endüstride optimum ölçekte üretim yapmaya ih1kan vermemektedir. Bu nedenlerden dolayı, kapalı ekonomiler çok sınırlı bir mal grubu üzerinde yoğunlaşmak zorunda kalacaklardır. Dış ticaret piyasa hacmini genişlettiği takdirde, firmalar üretim ölçeklerini ve ürün çeşidini arttırabileceklerinden ekonomide verimlilik kazançları sağlanacaktır.

    Buna karşın, Tybout (1992, 2000) ve Rodrik (1992) ölçek ekonomileri etkisinin analitik olarak çok zayıf olduğunu ileri sürmüşlerdir. Zira, bahsedilen etki, üretimde artan verimlerin ve piyasaya giriş çıkışın serbest olduğu varsayımına dayanmaktadır. Korunan sektörler genellikle imalat sanayii sektörleridir ve artan verimlerde imalat sanayiinde gözlenir. Böyle olunca, dışa açılmayla birlikte bu sektörlerde genişleme olması beklenemez. Daha da önemlisi, ölçek ekonomileri etkisi, firmalar optimum ölçeğe ulaştığında ortadan kalkacaktır. Diğer bir deyişle, ölçek artışından kaynaklanan teknik etkinlik kazançlarının uzun dönem büyümeyi arttıracağı iddia edilemez. Bununla birlikte, yeni büyüme teorileri, ölçek ekonomileri etkisinin uzun dönem büyümeyi etkileyeceğini göstermişlerdir.

    Taylor (1994), Grossman ve Helpman (1991) ve Rivera-Batiz ve Romer (1991), dış ticaretin başlamasıyla birlikte piyasa hacminin artması sonucu, Ar-Ge yatırımlarının artacağını ve haliyle büyüme oranının yükseleceğini göstermişlerdir. Rivera-Batiz ve Romer (1991)'in lab-equipment modelinde, ticaretle birlikte ara girdilere olan talep iki katına çıkmakta ve bu Ar-Ge sektörünün karlılığını arttırmaktadır, Bunun sonucu olarak, Ar-Ge sektörü daha çok yeni dizaynlar üretecektir. Kısaca belirtmek gerekirse, piyasa genişlemesiyle ile birlikte artan Ar-Ge sektöründeki üretim, uzun dönem büyümeye yol açacaktır.

    Her ne kadar literatürde dışa açılma ile birlikte ölçek ekonomilerinden faydalanılacağı ve bunun da büyümeye katkı sağlayacağı (yeni büyüme teorilerinde) gösterilmişse de, ölçek ekonomilerinin varlığı aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde koruma politikalarının uygulanmasının en önemli gerekçeleri arasında yer almaktadır. "Bebek endüstriler" tezi olarak bilinen görüşe göre, GOÜ'ler endüstri yapılarını yeni oluşturmaya başladıklarından dolayı, firmalar optimum ölçeğe ulaşıncaya kadar korunmalıdırlar ki maliyetlerini azaltma imkanı bulsunlar. Aksi takdirde, dış rekabet bu endüstrilerin gelişimi engeller. Bu görüşün geçerliliği, farklı açıdan da olsa yeni büyüme teorileri tarafından da doğrulanmıştır. Bununla birlikte, gelişmekte olan ülkelerin bu konudaki tecrübeleri göstermektedir ki, bebek endüstriler tezi uygulama da zorluklarla karşılaşmaktadır. Şöyle ki, bu endüstrilerin ne zaman optimum ölçeğe ulaşacağı, bunun için ne kadar korunması gerektiği ve bu endüstrilerin olgunlaştıklarında karlı olup olamayacağı belirsizdir. Kısaca, ölçek ekonomilerinin varlığı dışa açılmanın GOÜ'ler için olumsuz sonuçlar doğurabileceğini gösteriyorsa da, koruma, ölçek ekonomilerinin kalkınmayı olumlu etkilemesini garanti edemez,

    (iv) Girdi Sağlama Etkisi

    Dış ticaretin gelir üzerindeki bir diğer önemli etkisi yerli ikamesi olmayan ve üretim için zaruri olan kapital ve ara mallarının elde edilmesini mümkün kılmasından kaynaklanmaktadır. Nishimizu ve Robinson (1986)'un belirttiği gibi, döviz sıkıntısı, bir çok kapital ve ara mallarının yerli ikamesinin olmayışı ve bu malların ancak ithalatla elde edilebilir olması, koruma politikaları uygulayan gelişmekte olan ülkelerin ortak özelliklerindendir. Bu açıdan bakıld1ğında, koruma politikaları bu girdilerin miktarını sınırlandıracak veya onları daha pahalı hale getireceğinden milli gelir düzeyini etkileyecektir. Dış ticaret bu engelleri ortadan kaldırma vasıtası olarak ara mallarının maliyetini düşürecek ve verimlilik artışı sağlayacaktır. Quah ve Rauch (1990) bu görüşleri teorik bir model çerçevesinde sunmuşlar ve dışa açılma sonucu ara mallarının sayısındaki artışın uzun dönem büyümeyi arttıracağını göstermişlerdir. Şöyle ki, kapalı ekonomi üretim için gerekli çok sayıda ara mallarını üretmek zorunda olduğundan darboğaza girecektir. Dış ticaretin serbestleşmesi, bu ülkenin darboğazdan çıkmasına ve haliyle dış ticaretin olmadığı duruma göre daha hızlı büyümesine yardımcı olacaktır.

    Rivera-Batiz ve Romer (1991), dışa açılmayla birlikte ortaya çıkan girdi artışının milli gelir düzeyini mi yoksa büyüme hızını mı etkileyeceğinin, bu ara ve kapital mallarının bilgi içerikli (knowledge-embodied) olup olmamasına ve bu malların hangi sektörlerde kullanılacağına bağlı olarak değişeceğini göstermişlerdir. Şayet girdiler Ar-Ge sektöründe kullanılıyorlarsa, ülkelerarası bilgi akışının olup olmamasına bakmaksızın, dış ticaret uzun dönem büyümeyi arttıracaktır. Fakat bu girdiler nihai mal üretiminde kullanılıyorlarsa yalnızca gelir düzeyini arttıracaklardır. Ancak şunu da belirtmekte yarar var ki, bu girdilerle birlikte aynı zamanda know-how akışı da sağlanıyorsa ve ülkeler arasındaki benzer araştırma sayısı fazla ise, ticaretin girdi sağlama etkisi uzun dönem büyümeyi arttıracaktır.

    Kısaca özetlemek gerekirse, dış ticaretin girdi sağlama etkisinin uzun dönem büyüme hızını arttırabilmesi, girdilerin teknolojik bilgi içeriyor olması ve ekonominin bilgi stokuna katkı sağlamasıyla mümkün olur. Aksi takdirde, bu etki, kısa dönem gelir artışı sağlarken uzun dönemde kaybolacaktır. GOÜ'lerin kalkınma çabalarında dış ticaretin bu etkisinin rolü çok büyüktür. Aynı zamanda bu etki, GOÜ endüstrilerini teknoloji yoğun yabancı kapital ve ara mallarına bağımlı hale getirmek gibi bir tehli***i de içer*sinde barındırmaktadır. Bu durum montaj sanayi olarak adlandırılır. Bu açıdan, dış ticaretin girdi sağlama etkisi kısa dönemde büyümeye önemli katkılar sağlamakla birlikte, uzun dönemde bu etkiden maksimum kazanç sağlamak bir sonraki bölümde inceleyeceğimiz öğrenme etkisine bağlıdır.

    Yorum

    • Sniper®
      Senior Member
      • 22-06-2005
      • 12987

      #3
      Konu: Kalkınma Ekonomisi

      KALKINMA İÇİN GEREKLİ FİNANSMAN İHTİYACININ BÜYÜKLÜÐÜ

      Gelişmekte olan ülkeler için kalkınma, bir bakıma sermaye birikimini artırmak demektir. Ancak kalkınmayı yalnızca sermaye birikimine bağlamak aşırı bir basitleştirme olacaktır. Çünkü sermaye birikiminin yanında teknolojik gelişme, girişimcilik ruhuna sahip yeterli sayıda vasıflı girişimcinin varlığı, beşeri sermayenin niteliği, doğal kaynaklar ile sosyal, siyasi, dini, kültürel, coğrafi, vb. unsurların da kalkınma üzerinde etkili olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bununla beraber tüm bu unsurların kalkınmayı pozitif yönde değiştirebilmesi netice itibariyle sermaye birikimine dayandığı için sermaye birikimi kalkınmanın vazgeçilmez unsuru olarak kabul edilmektedir (Han, 1999:73).

      Kalkınmanın finansmanında ne büyüklükte bir kaynağa ihtiyaç duyulacağı cevaplandırılması gereken önemli bir sorudur. Bu büyüklük ülkeden ül***e farklılık gösterebileceği gibi, ülke içerisinde dönemden dönemde farklılık gösterebilmektedir. Kalkınma için gerekli finansman ihtiyacının büyüklüğünü belirleyen temel unsur, ülkenin kendisine hedef seçtiği kalkınma hızıdır. Bu kalkınma hızını yakalayabilmek için kalkınmayı finanse edecek potansiyel iç ve dış tasarrufların büyüklüğü önem taşımaktadır.

      Kalkınmanın, büyüme kavramından farkı göz ardı edilmeksizin kalkınma amacına yönelik bir süreç içerisinde reel milli gelirin (Y) dönemden döneme (örneğin yıldan yıla) gösterdiği değişme, kalkınma hızı olarak ele alınırsa bu hızı gerçekleştirmek için gerekli finansmanın büyüklüğü de rahatlıkla hesaplanabilir.

      Kalkınma Hızı, g = Yt – Yt–1 / Yt-1

      Burada 'g' brüt kalkınma hızını göstermektedir. Net kalkınma hızını bulabilmek için ya yukarıdaki 'g' değerinden ülkenin nüfus artışı düşülmeli yada kalkınma hızının hesaplanmasında doğrudan kişi başına gelirdeki değişme dikkate alınmalıdır.

      Bir ekonomideki büyüme oranı, milli gelirin bir oranı olarak tasarrufların (S / Y) Sermaye hasıla katsayısına (C / O) eşittir. Bu eşitlik

      g = S / Y : C / O

      şeklinde formüle edilebilir. Burada S / Y milli gelirin bir oranı olarak tasarrufları (ortalama tasarruf eğilimini), C/O ise, sermaye-hasıla katsayısını göstermektedir. Örneğin yıllık %6'lik bir kalkınma hızını hedefleyen ve sermaye-hasıla katsayısının 3.5 olduğu bir gelişmekte olan ülke ekonomisinde yapılması gereken ortalama tasarruf oranı, 6/100x3.5 yani %21 olacaktır. Bunun anlamı söz konusu ülkenin %6'lık bir kalkınma hızını yakalayabilmek için milli gelirinin %21 'ini tasarrufa yönlendirmesi gerektiğidir. Ülkenin yurtiçi tasarruf oranı, % 16 ise, %21 ile % 16 arasındaki farkı dış kaynaklardan finanse etmesi gerekmektedir.

      Bilindiği gibi kalkınma hem nicel, hem de nitel yönü bulunan bir kavramdır. Dolayısıyla kalkınma kavramını nicel veya nitel yönlerinden yalnızca biriyle açıklamaya çalışmak eksik bir değerlendirme olacaktır. Kalkınma açısından çok büyük öneme sahip yapısal değişmeyi tek bir rakama indirgemek gerçekçi olmayacaktır. Örneğin kalkınma sürecinde ülkede her 100 kişiye düşen araba sayısı artarken, arabanın kalitesi de artmaktadır. Bununla beraber kalkınmayı artan araba sayısına indirgemek, yani sadece nicel' yönünü dikkate almak yanıltıcı olacaktır.

      Kalkınma hızını son yıllara kadar ekonomik büyüme rakamları ile takip etmek eksik de olsa kabul gören bir yöntem idi. Günümüzde istatistiksel bilgilerin çeşitlendirilerek, gerek ülkeler gerekse uluslararası kuruluşlar tarafından düzenli olarak derlenmesi kalkınmayı nitel yönüyle de analiz etme olanağı sunmaktadır. Bu amaçla kullanılan önemli istatistiksel verilerden birisi Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (UNDP) her yıl düzenli olarak yayınladığı Beşeri Kalkınma indeksi (Human Development Index)' dir.

      KALKINMANIN FİNANSMAN KAYNAKLARI

      Kalkınmanın finansman kaynaklarını iç ve dış olmak üzere iki ana başlık altında toplamak mümkündür. iç finansman kaynakları, ülke içindeki iktisadi aktörlerin tasarruflarından oluşurken; dış finansman kaynakları diğer ülke iktisadi aktörlerinin tasarruflarından oluşmaktadır. İktisadi aktörlerin gelirlerinden, tüketimden kısarak yaptıkları bu tasarruflar bazen gönüllülük esasına bazen de zorunluluk esasına dayanmaktadır.

      Kalkınmanın iç Finansman Kaynakları

      Gelişmekte olan ülkelerde iç tasarrufların yeterli düzeyde olmaması, sermaye birikimini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkelerde sermaye birikiminin iç kaynaklarla artırılması ancak tasarrufların artırılması ile mümkündür. Tasarrufları artırmak için ise tüketimi kısmak ya da geliri artırmak gerekir. Çünkü gelir (Y), tüketim (C) ile tasarrufların (S) toplamına eşittir. Matematiksel özdeşlikle Y= C+S'dir veya S = Y-C'dir. Buna göre S'nin artması, Y'nin artmasına ve/veya C'nin azalmasına bağlıdır.

      Tüketimi kısmadan tasarrufların artırılabilmesi için gelirin artırılması gerekir. Bunun için örneğin atıl durumda bulunan üretim faktörlerinin, özellikle de emeğin tam istihdamı sağlanabilir; iktisadi aktörlerin reel ekonomi için sermaye birikimine katkı sağlamayan geleneksel tasarruf alışkanlıklarının değiştirilmesi yönünde adımlar atılabilir. Bunun için altın, gümüş gibi değerli madenler satın almak, döviz biriktirmek, gayrimenkul almak yerine genelde tasarrufları ekonomiye, özelde de bankacılık sistemine veya sermaye piyasasına kazandırma yönünde özendirici tedbirler alınabilir.

      Kalkınmanın iç finansman kaynakları vergiler, sermaye piyasası, iç borçlanma, gönüllü bireysel ve kurumsal tasarruflar ile enflasyon yoluyla sağlanan gelirlerden, yani enflasyonist finansmandan oluşmaktadır. İç finansman kaynakları, iktisadi aktörlerin rızasına bağlı olup olmamasına göre gönüllülük veya zorunluluk unsuru taşımaktadırlar. Zorunluluk unsuru taşıyan iç finansman kaynaklarının başında vergiler gelmektedir. İç borçlar ise demokratik toplumlarda genellikle gönüllülük esasına dayanmaktadır. Bununla beraber iç borçlanma olağanüstü dönemlerde nadiren de olsa zorunluluk unsuru taşıyabilmektedirler. Kalkınmanın iç finansman kaynaklarından enflasyonist finansman da bir anlamda zorunluluk unsuru taşımaktadır. Sermaye piyasası ise gönüllülük esasına dayanır. Aşağıda sırasıyla kalkınmanın iç finansman kaynakları ayrıntılı bir biçimde incelenmektedir.
      Vergiler

      Vergiler, kalkınmanın en temel finansman kaynağıdır. Literatürde zaman zaman zorunlu tasarruf olarak da adlandırılan vergiler, kamu harcamalarını finanse etmek amacıyla devletin hükümranlık gücüne dayanarak gerçek ve tüzel kişilerden cebren ve karşılıksız olarak tahsil ettiği ekonomik değerler şeklinde tanımlanabilir.

      Klasik görüşe göre vergi politikasının sosyal amaçlarından biri olan vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı ile kalkınmayı sağlama amacı çelişmektedir. Dolaylı vergiler tüketimi azaltarak, tasarrufları teşvik etmesi ve dolayısıyla kalkınmanın finansmanının sağlanması bakımından önemli olmasına karşın, bu tür vergiler gayri-adil olarak kabul edilmektedir. Öte yandan adil olduğu kabul edilen artan oranlı dolaysız vergilerin yatırımların finansmanı için gerekli tasarrufları ve dolayısıyla kalkınmayı olumsuz yönde etkilemesi söz konusudur.

      Klasik vergileme prensiplerine göre bir vergi sisteminin sahip olması gereken özellikler şunlardır (Savaş, 1999a:101): (i) Eşitlik; literatürde genel olarak üç farklı eşitlik kavramı benimsenmiştir. Di*** eşitlik gelirleri ve servetleri yüksek olan mükelleflerin, düşük olanlara oranla daha fazla vergi ödemesini ifade eder. Yatay eşitlik ise gelir ve servet açısından aynı durumda olan mükelleflerin aynı şekilde vergilendirilmesidir (Brown ve Jackson, 1990; CulIis ve Jones, 1998). Spicer ve Lundstedt (1976) bir diğer eşitlik olan mübadele eşitliğinde mükellefin kamusal mal ve hizmetlerden elde ettiği fayda ile ödediği vergi miktarını karşılaştırdığını belirtmektedir. (ii) Açıklık, verginin daha önceden belirlenen kurallara göre tahsil edilmesidir. (iii) Uygunluk, vergilerin mükellefin ödeme gücü bakımından en uygun olduğu zamanda alınmasıdır. (iv) Tasarruf ise vergi toplama maliyetlerinin en aza indirilmesidir. Genel kabul görmüş bu prensiplerden başka vergi sistemlerinin ülkelerin ihtiyaçlarına göre belli amaçları gerçekleştirmek için sahip olması gereken başka prensipleri de bulunabilir.

      Vergilerin temel amacı, kamu harcamalarını karşılamak için kaynak yaratmaktır (Burgess ve Stern, 1993). Bunun' yanı sıra, hükümetler vergi sistemlerini kullanarak çok farklı amaçlar gerçekleştirmek isteyebilirler. Bunlardan bazıları; gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi, ekonomik istikrarın sağlanması ve ekonomik büyümenin teşvik edilmesidir. Farklı ülkeler ekonomik çevre ve siyasi bakışın etkisiyle bu amaçlardan bazılarına daha fazla önem vermiş ve bunun doğal sonucu olarak da birbirinden farklı vergi sistemleri ortaya çıkmıştır (GemınelI, 1987). Burada esas itibariyle bizi ilgilendiren konu, vergilerin kalkınmanın finansmanında etkin kullanımıdır.

      Gelişmekte olan ülkelerde kalkınmanın finansmanında vergiler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bununla beraber bu ülkelerde vergilerin uygulanmasını zorlaştırıcı bazı ekonomik, sosyal, siyasi ve psikolojik faktörler bulunmaktadır. Bu konu hakkında Türk (2003:307-308) görüşleri şu şekilde özetlenebilir:

      Gelişmekte olan ekonomilerde kişi başına gelir gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında oldukça düşüktür. Bu durum tasarruf, sermaye ve tüketimin de düşük olmasına neden olmaktadır.

      Vergileri arttırarak kalkınmayı finanse etmeye çalışmak, tasarrufların ve dolayısıyla yatırımların azalmasına yol açarak iktisadi bakımdan sakıncalı sonuçlar doğurabilir.

      Gelişmekte olan ülkelerde para ekonomisi tam olarak yerleşmemiştir.

      Gelişmekte olan ülke ekonomilerinde kurumsallaşan büyük işletmelerin sayısı çok az olduğu için kayıt, defter ve belge düzeni yeterince yerleşmemiştir.

      Vergiler hem düşük gelirli bireyleri, hem de mali iktidar sahiplerini hedef alacağı için politik engeller vergi direncini arttıracaktır.

      Dolaysız vergilerin arttırılması gelişmekte olan ülkelerde bu vergilerin ana ödeyicileri olan memur ve işçilerin tepkisine yol açacaktır. Öte yandan gelişmekte olan ülkelerde nispi bir ağırlığı bulunan dolaylı vergilere yönelindiğinde, tersine artan oranlı olduğu düşünülen bu vergiler vatandaşların tepkisine yol açacaktır.

      Türk (2003:308) vergilerin kalkınmadaki önemini şu cümle ile ifade etmektedir: tercih kalkınabilmekle kalkınmamak arasında olduğu ve tercih kalkınma lehine kullanıldığı vakit, vergiden başka başvurulacak bir mali kaynak yoktur'. Türk (2003) kalkınma konusundaki görüşlerini devletin sosyal sabit sermayeyi oluşturup, öncü iktisadi girişimler ve ağır endüstriler kurup kalkınmayı sağlayacak faaliyetleri özendirmesi gerektiği ifadeleriyle sürdürmektedir. Buna göre ekonomik faaliyetler düzenlenmeli ve kalkınma*ya engel teşkil eden faaliyetler kısıtlanarak tasarrufların teşvik edilmesinde vergi politikaları kullanılmalıdır.

      Tanzi ve Zee (2000:3) ise gelişmekte olan ülkelerin özellikleri ile bu ülkelerin vergilemede karşılaştıkları güçlükleri' şu şekilde özetlemektedir: Tarım sektörünün toplam üretim ve işgücü içindeki payı diğer sektörlerle karşılaştırıldığında oldukça yüksektir. Diğer taraftan kayıt dışı ekonominin milli gelire oranı ve kayıt dışı faaliyet gösterenlerin sayısı da oldukça fazladır. Bu ülke ekonomilerinde küçük ölçekli işletmeler yaygındır ve ücretlerin toplam milli gelir içindeki payı düşüktür. Tüketim harcamalarının çok düşük bir oranı büyük ve modem işletmelerde gerçekleşmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin yukarıda belirtilen bu ve benzeri özellikleri gelir ve katma değer vergisi (KDV) gibi modem vergilerin bu ülkelerde etkin bir şekilde uygulanmasını güçleştirmektedir. Dolayısıyla, bu ülke ekonomilerinde yüksek vergi seviyesine ulaşmak oldukça zordur. Hem belirtilen ekonomik yapı, hem de düşük eğitim ve beşeri sermaye yüzünden bu ülkelerde etkin bir vergi idaresi oluşturulamamaktadır.

      Büyüme Teorileri ve Vergi Politikası

      Solow (1956) ve Swan (1956) tarafından geliştirilen Neoklasik büyüme teorilerine göre uzun dönemli büyüme, modele dışsal (exogenous) olarak kabul edilen faktörler tarafından belirlenecek ve mali politikalardan etkilenmeyecektir. Mali politikalar uzun dönemde büyüme etkisi değil, düzey etkisi (level effect) oluşturacaktır. Yeni içsel büyüme modelleri ise mali politikaların ve özellikle vergilerin, pozitif dışsallıklar, araştırma geliştirme harcamaları (AR-GE), ölçeğe göre artan getiri gibi faktörleri teşvik etmek suretiyle uzun dönemli büyüme etkisi oluşturabileceğini ortaya koymaktadır (Ateş, 2001:5). Bu modellerde, örneğin ekonomideki dolaysız vergi oranlarının arttırılması fiziksel ve beşeri sermaye üzerinde olumsuz bir etki yaparak uzun dönemli büyüme oranlarını azaltacaktır.


      İKTİSAT TARİHİNDE NÜFUS/EKONOMİ İLİŞKİSİ

      Dünya iktisat tarihi geleneksel ve modem olarak iki bölüm halinde incelendiğinde ekonomik yapı ve nüfus arasındaki ilişkilerin farklılaştığı ve teknolojiye, sosyal ilişkilere, coğrafyaya, kültürel-dinsel yapılara koşut olarak değişik etkileşim biçimlerinde ortaya çıktığı görülmektedir. Geleneksel ekonomilerde kapital/nüfus ve toprak/nüfus oranları, ulusal güvenliğin sağlanması ve sınırların korunması, dinsel inançlardan kaynaklanan kaygılar, köleliğe kadar uzanan bir dünya görüşünün nüfus üzerindeki etkisi söz konu*sudur. Sanayi toplumlarında ise insan hakları paradigmasının güçlenmesi ile birlikte insan unsuru bir sermaye olarak algılanmış ve yukarıdaki unsurlar yerini yenilerine terk etmeye başlamışlardır.

      Modern toplumlarda büyük kara ordularına gerek yoktur. Dünyadaki tüm topraklar sahiplerini bulmuş olduğundan toprak/nüfus oranı küçülmektedir ve dolayısıyla ne nüfus artışı taraftar bulabilmekte, ne de yeni toprakların üretime katılması ile ortaya çıkması beklenen Ricardian süreç belirtmektedir. Bu nedenle, teknolojik gelişmeye paralel olarak geleneksel ekonomilerin hemen tümünde problem olan kentlerin ve ülkenin beslenebilmesi, dünya dış ticaretindeki dönüşüm nedeniyle (biraz da dış ticaret hadlerinin tarımsal ürün üreten ülkeler aleyhine dönmesi ile) farklı bağımlılık ilişkileri ile örgülenmiştir.

      Sanayi Devrimi sonrasına gelinene değin Antik Yunan şehir ekonomilerinde, feodal Avrupa'da ve Osmanlı ekonomisinde nüfus ve ekonomik yapı etkileşim içinde olmuşlardır. Teorisyenler bu ilişkiye tutarlı teorik açıklamalar getirmeye başladıklarında artık iktisatçı için sorun pratik gelişmelere teorik bir açıklama getirebilmek şekline dönüşmüştür.

      İktisat tarihindeki nüfus hareketliğinin açıklanmasında geliştirilen ve kullanılan teori nüfus dönüşümü (Demographic Transition Theory) teorisidir. Bu teoriye göre nüfus hareketliliği tarihsel süreçte dört temel aşamadan geçmiştir. İlk aşama yüksek doğum ve ölüm oranlarını, ikinci aşama ölüm oranlarında düşüşü, üçüncü aşama doğum oranlarında düşüşü ve son aşama durağan bir nüfusu oluşturmaktadır. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse Nüfusun Dönüşüm Teorisi, yüksek doğum ve yüksek ölüm oranları sonucunda nüfusun sabit kaldığı aşamadan, yüksek doğum ve düşük ölüm oranları ile temsil olunan hızlı nüfus artışı aşamasına, oradan da doğum ve ölüm oranlarının düşük olduğu yavaş nüfus artışı aşamasına gelinmesi olarak tanımlanabilir. Bu dönüşüm, ifade edilen dört ayrı aşamada gerçekleşmektedir (Nafziger-Wayne 1997: 216-224).

      Nüfus Dönüşüm Teorisi'ne göre hem gelişmiş, hem de azgelişmiş uluslar bu aşamaları farklı zaman dilimlerinde yaşamışlardır. Örneğin gelişmişler kategorisine dahil olan Avrupa ülkeleri açısından bakıldığında ilk aşama 1800 öncesine, ikinci aşama 1800- 1860 dönemine, üçüncü aşama 1860-1980 arasına ve dördüncü aşama 1980 sonrası döneme karşılık gelirken, azgelişmiş uluslar için ilk aşama 1900 öncesine, ikinci aşama 19001950 arasına, üçüncü aşama 1980-2000 arasına karşılık gelmektedir. Dördüncü aşama henüz birçok azgelişmiş ülkede gözlenmemiştir (NafzigerWayne 1997: 216-224). Ancak bu teorinin oluşmasında yol gösterici olan söz konusu nüfus trendlerinin neden bu şekilde oluştuğu farklı bir araştırmanın konusudur.

      C. Cipolla'ya göre hem Ziraat Devrimi'nde (MÖ. 10.000), hem de Sanayi Devrimi'nde (1750-1850) dünya nüfusunda bir patlama söz konusudur ve bunlar değişik nitelikler göstermektedir. Öncelikle devrimle yayıldıkları için bunlar, dünya ölçüsünde yaygınlık kazanan değişmelerdir. İkinci olarak, bunlar son derece yoğun ve büyük boyutlu değişmelerdir. Her iki devrimde de nüfus adeta kontrolden çıkmışçasına büyümüştür. Bu patlamalar mevcut denge mekanizmasının artık işlememesinden doğmuş sayılabilir. Bozulan eski denge yerine yenisi yerleşineeye kadar geçen zaman içinde, nüfus kontrolden çıkmış ve aşırı şekilde büyümüştür (CipolIa, 1980: 86). Ziraat Devrimi sonucunda nüfusun yerleşikleşmesi, fazla nüfusun beslenebilmesi için gerekli ürün fazlasının sağlandığı ve insanın doğa ile olan ilişkisinin farklı şekillerde geliştiği düşünülebilir.

      Sanayi Devrimi ve nüfus ilişkisi sonraya bırakılmak üzere, Antik Yunan' a gelene değin dinsel etkiler altında kalan toplumların, nüfus artışını benimsedikleri ve nüfus ile ekonomi arasında doğrusal bir ilişki kuramadıkları görülür. Musevilik çocuğu olmayan kadını hor gören ve kadının kısırlığının, talihin kadınlara musallat edebileceği bir zillet olarak değerlendirirken, İncil birinci nüfus artışını desteklemiştir. Protestanizmle birlikte bir değişiklik olmamış ve aynı düşünce devam etmiştir. İslam Dini de fazla nüfusa bir sorun olarak bakmamış ve değişik hadislerde nüfusun artması yolunda tavsiyelerde bulunulmuştur (Özoğuz, 1973: 50-51). Bunların pratikteki yansıması nüfusun öncekine oranla daha fazla artışını sağlamış olması olarak düşünülebilir. Bunun toplumlar üzerinde bir iktisadi baskı oluşturmama nedeni kapalı üretim tarzının söz konusu olduğu ekonomilerde, toprak/emek oranında, toprağın temel üretim faktörü olarak nüfustaki her artışa cevap vermesi ve insan ihtiyaçlarının, talebin artarakçeşitlenmesine olanak vermeyecek derecede sınırlı olmasında aranmalıdır. Ticaretin ve yaygın mübadeleye izin verecek düzeyde pazarın ve paranın bulunmayışı resmi tamamlamıştır.

      Antik Yunan site devletlerinde nüfusun ekonomiye baskısı üretim yapılacak yeterli miktarda toprak bulunmamasından (coğrafi zorlama) dolayı ortaya çıktığında imdada kolonizasyon ve dış ticaret yoluyla gerekli maddeleri sağlama yetişmiştir. Toprakların küçük ve verimsiz olması, bazı ailelerin çok küçük ve hatta bazılarının hiç toprağa sahip olmamaları sonucunda yükselen sosyal tansiyon kolonizasyonu beraberinde getirdi (McKay-Hill vd., 2000: 113). Korent ve Atina gibi ithal mallarına gittikçe daha bağımlı hale gelen siteler kolonilerden aldıkları mallar-hammadde ler karşılığında mamul maddeler ihraç etmek yoluyla ayakta kalabilmişlerdir (Heaton, Cl, 1985: 25). Kimi zaman ise fazla nüfus ana siteyi ve kolonileri korumak için gerekli görülmüştür. Fazla nüfusun baskısını azaltmada Eflatun, yeni siteler kurularak fazlalığın göçmen haline dönüştürülmesini isterken, Aristo Malthusyen bir tutumla mülkiyetin değil ama nüfusun sınırlandırılması gerektiği üzerinde durmuştur (Savaş, 1999: 47 ve 55

      Roma İmparatorluğu savaşçı karakterinin de gereği olarak hızlı bir nüfus büyümesi ve kölelerin üretimde kullanılmasına ek olarak ithalatçı yapısı ile karakterize edilebilir. R. Cameron'a göre Roma Barışı (Pax Romana) döneminde tüm imparatorluğun nüfusu 60 ile 100 milyon arasında değişmektedir. Marcus Aurelius zamanındaki (MÖ. 180) nüfus Julius Ceasar (MÖ. 44) zamanında iki katına ulaşmıştır. Bu artışın temelindeki dinamik, Roma Barışı'nın ticaret yolları üzerinde sağladığı güvenliğe ek olarak Roma'nın Afrika ve Asya'daki verimli topraklar üzerindeki egemenliği olarak belirtilebilir. Nüfus artışına koşut olarak zanaatkarların yaşam standardı da yükselmiştir. Hatta C. Clark'a göre tipik bir özgür Romalı zanaatkarın gerçek ücreti 1850 İngiltere' sindeki bir işçinin ücretine yakın olmaktadır (Cameron, 1997: 39).

      Roma'nın köleci üretim sistemi, savaşlar ve zirai üretim arasında sıkışan Romalı köylüleri hızla tarım dışına irmekte, maliyetleri düşürmekte ve marjinal köle maliyeti marjinal köle veriminden düşük olduğu sürece ekonomideki köle arzı artırılmaktaydı. Toprakların marjinal büyüklüğe ulaşması bir yandan köle arzı kaynağının tükenmesi ile sonuçlanırken hızla yok olan küçük Romalı çiftçiler dışarıdan gelen tahılın rekabetine karşı koyamamışlar, borçlanma yoluyla artan bağımlılık ilişkilerine ek olarak, devletin artan savunma ve ithalat maliyeti ekonomik yapının bozulmasına neden olmuştur. Koloni sisteminin geliştirilip, Romalı vatandaşların ve kölelerin bir kimlik değişimine uğrayarak Ortaçağ'ın serfliğini oluşturmaları bilinen ama incelenmesi ayrı bir çalışmayı gerektirecek kadar da karmaşık bir süreçtir (Güran, 1988: 20).

      Roma İmparatorluğu'nun yıkılışından Ortaçağ'ın sonuna değin, nüfus hareketlerinin incelenmesi, nüfus ile ekonomik yapı arasındaki ilişkinin güçlenmeye başladığının belirtilerini taşımaktadır. Ortaçağ tarihçisi M. M. Postan Ortaçağ nüfus hareketlerini üç dönem içinde ele almaktadır. a) Erken Ortaçağlarda nüfus aşağı yukarı kararlıdır. b) 10. ve ll. yüzyıldan 13. yüzyılın sonlarına doğru genelde artan bir nüfus söz konusudur. c) 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar önce azalan, sonra dalgalanan ve 15. yüzyılın sonlarına doğru yükselme eğilimine giren bir nüfus gözlenmektedir. Burada önemli olan Postan'ın nüfus hareketlerini açıklarken, nüfus değişmeleri ile genel olarak ekonomik gelişme, özel olarak da ticaretin genişlemesi ve gelişmesi arasında kurmak istediği neredeyse birebir ilişkidir (Üşür, 1992: 462). Postan'ın Ortaçağ nüfus hareketleri ve ekonomik yapı arasında kurmaya çalıştığı ilişkiyi H. J. Habakkuk ve D. North'da da bulmak olanaklıdır. Habakkuk'a göre 19. yüzyıl öncesi İngiliz tarihinde gözlemlenen fiyatlardaki, gelir dağılımındaki, yatırımlardaki, gerçek ücretlerdeki ve göçlerdeki uzun dönemli hareketler nüfus artışındaki değişmeler tarafından yönlendirilmiştir. Artan nüfus, yükselen fiyatlar, yükselen tarımsal karlar, nüfusun çoğunluğu açısından düşük gerçek gelirler, sanayinin aleyhine dönen ticaret hadleri anlamına gelir (Üşür, 1992: 422). D. North ve R. Thomas'a göre de, nüfus artışı ticareti artırdı. Artan ticaret ise bölgesel ve bölgelerarası pazarın kurulması koşullarını yarattı. Sonuçta büyüyen manor ekonomisinin büyüme sınırlarının sonuna gelindiğinde ilkin manorda azalan verimler, ikincil olarak ise nüfusun manor ekonomisi dışına çıkması gerçekleşti (North ve Thomas, 1971: 791). North ve Thomas'a göre sonuçta, nüfus değişmesi dışsal bir faktör olarak toprak/emek oranını bozdu. Bozulan bu oran fiyatlar yoluyla ekonomideki temel değişimlerin nedeni oldu (North ve Thomas, 1971: 782; Bkz. North ve Thomas, 1973). Nüfusun kendi dinamikleri ile artıp azalması yanında iklim değişimi, veba, yangınlar ve savaşlar gibi dışsal faktörler altında da sayısal büyüklüğünün değişmesi, bu değişim sonucunda yine üretim tüketim-bölüşümde meydana gelen değişimlerin bunları izlemesi söz konusu olmaktadır. Nitekim artan nüfus, artan talep, artan ticaret, para ve pazar ekonomisinin genişlemesi, kentleşmenin artması, yeni toplumsal sınıfların oluşması ve kadim feodal ilişkilerin bunlara kayıtsız kalmayarak çözülmeleri zincirleme bir etki ile feodalizmin sonunu hazırladı (Bkz. Lerner-Meacham vd., 1988: 379-380).

      Osmanlı Devleti'nde ise kuruluş dönemi olan 14. yüzyıldaki iktisadi durgunluk ortamında nüfusun, kıtlıklar, salgınlar ve savaşlar nedeniyle çok az olduğu bilinmektedir. Bunun en önemli göstergesi mal fiyatlarındaki düşüklüktür. Zira üretimde bir artışı gerektiren hiçbir gelişmenin olmadığını bildiğimiz bu dönemde nüfus ve dolayısıyla talep, yukarıda belirtilen neden[erden dolayı toplam arzın çok gerisindeydi. Bu nedenle 14. yüzyılda Anadolu nüfusunun 4-5 milyon dolayında olduğu tahmin edilebilir (Tabakoğlu, 2000: 138). 1500'lü yıllar için F. Braudel ve Ö. L. Barkan'ın hesaplamalarına göre bugünkü Türkiye sınırlarında 12-13 milyon insan yaşamaktadır. Barkan'a göre 16. yüzyılın sonlarına doğru ise devletin sahip olduğu bütün topraklarda nüfus en azından 30-35 milyona ulaşmış olmalıdır. Braudel'in ise aynı yıllar bağlamında ileri sürmüş olduğu rakam 16 milyondur. Bu nedenle Braudel' e göre Barkan' ın tahminleri biraz iyimser tahminler olarak dikkati çekmektedir (Tabakoğlu, 2000: 139). 17. ve 18. yüzyıllar için yeterli veriler bulunmamakla birlikte yalnızca Anadolu'da erkeklerin sayıldığı bir sayımda nüfus 7-7,5 milyon dolayında çıkmıştır. 1844'deki bir sayımda ise tüm ülkenin 36 milyon dolayında, yalnızca Anadolu'nun 11 milyon dolayında olduğu bulunmuştur. Bütün bunlardan çıkan sonuç 16. ve 20. yüzyıllar arasında Osmanlı nüfusunun durağan bir nitelik göstermesidir (Tabakoğlu, 2000: 141). Bu durağanlığın nedeni özellikle 1683 sonrasında başlayan Osmanlı toprak kayıpları ve geleneksel ekonomilerde nüfusun bir kısmının biraz da Osmanlının uygulamış olduğu sürgün politikası sonucundaki hareketliliğine bağlanabilir. H. İnalcık imparatorluğun nüfus hareketliliğini, Osmanlının reayaya mali kaygılarla da verdiği önem sonucunda kendi topraklarına yerleşilmesine izin verdiği, doğudan batıya sürekli bir göç hareketinin imparatorluk nüfusunu karakterize edebileceği ve bunun zaman zaman sorunlara yol açtığı, merkezi otoritenin gerek gördüğü durumlarda sürgün politikasının uygulandığı, ve yine zaman zaman baş gösteren isyanların nüfus üzerinde olumsuz baskılarının olduğu şeklinde nitelendirmektedir (İnalcık, 2000: 68-69).

      Sanayi Devrimi dönemi Avrupa nüfusu hızlı bir artış ve yaşam standartlarında yükselme ile nitelenmektedir (Bkz. Deane, 1994: 17-32 ve 226). Avrupa nüfusu 1750' den 1950 yılına kadarki 200 yıllık sürede yaklaşık 240 milyondan 1 milyara yükselirken aynı dönemde dünya nüfusu 900 milyondan 3 milyar dolaylarına yükselmiştir (McKay-Hill vd, 2000: 846).

      J. Habakkuk'a göre Avrupa'da Sanayi Devrimi'nden önce uzun bir müddet nüfus, gerek doğum oranı ve gerekse ölüm oranı yüksek olmakla birlikte gayet istikrarlıydı. Kaba doğum oranı ile ölüm oranı binde 30 dolayındaydı. Doğum oranındaki fazlalık, istisnai durumlarda harp, salgın hastalık ve kıtlıktan meydana gelen ölümleri karşılamaktaydı. 18. yüzyılın sonun_ da ve 19. yüzyılın başında iktisadi kalkınma hızlanınca, bu ilkel istikrar, bu endüstri öncesi denge, ölüm oranında bir değişme sonucunda bozulmuştur (Habakkuk, 1966: 15). Ancak yine de Habakkuk'a göre söz konusu dönemdeki nüfus artışını yalnızca sanayileşme ile açıklamak olanaklı değildir. Nitekim tüm Avrupa'da sanayileşme sürecine girilmezden önce de başka faktörlerden dolayı nüfusun artışı ile karşı karşıya kalınmaktaydı. Endüstrileşmede pek ileri gidemeyen Avrupa ülkelerinde bile, hızlı nüfus artışını destekleyen kuvvetler vardı ve meydana gelen artış karşısında artış oranına gem vurmaya çalışan karşı kuvvetler ortaya çıktı. Bu kuvvetler, endüstrileşmiş toplumlarda da, ilk aşamada, endüstrileşmenin nüfus artışını teşvik edici nitelikleri, sonraki safhalarında ise kontrol edici nitelikleri olarak harekete geçtiler (Habakkuk, 1966: 18-19).

      Yorum

      • Sniper®
        Senior Member
        • 22-06-2005
        • 12987

        #4
        Konu: Kalkınma Ekonomisi

        TARIM SEKTÖRÜNÜN İKTİSADİ KALKINMADAKİ ROLÜ
        Giriş

        Tarım, özellikle gelişmekte olan ülkelerde kırsal alanda yaşayan halkın geçim kaynağını sağladığı temel bir sektördür. Ayrıca, tarım sektörünün ulusal ekonomilere, halkın temel gıda maddelerinin üretimini garanti ederek, nüfusun önemli bir kısmına istihdam olanağı sağlayarak, ulusal gelire ve ihracata destek olarak ve sanayi sektörüne ara malı sağlayarak ve talep yaratarak katkılar sağlamaktadır. Tarımdan sanayiye olan destek; hammadde, iş gücü ve sanayi ürünlerine talep yaratma destekleri şeklinde olabilmektedir.

        Tarım sektörü, gelişmekte olan ülkelerde gelişme sürecinin ilk evrelerinde ekonominin en önemli sektörü konumundadır. Bu dönemde tarımın toplam istihdamdaki payı, toplam üretimdeki payından da yüksektir. Örneğin, ülkemizde halen toplam aktif nüfusun tarımda istihdam edilme oranı%45 iken, tarımın gayri safi hasıladaki payı %8-10 civarındadır. Bu yüzden tarım sektörünün gelişmesi, kırsal halkın ve dolayısıyla nüfusun büyük bir oranının refahının yükselmesi anlamına gelmektedir. Özellikle tarımda çalı*şanların diğer sektörlere oranla refah seviyesinin daha düşük olduğu genellemesi göz önünde bulundurulduğunda, tarım sektöründeki gelişme ve refah artışı diğer sektörlerde de oransal olarak daha büyük bir gelişme ve refah artışı sağlayacağı anlamına gelebilmektedir.

        Günümüzde dünyada egemen olan bir görüşe göre, gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen gelir ve zenginliğin yüksek ve ekonominin daha çok sanayi, teknoloji ve bilgiye dayalı olduğu, buna karşın gelişmekte olan ülkeler de kişi başına düşen gelir ve zenginliğin düşük ve ekonominin daha çok tarıma dayalı olduğu bir durum söz konusudur. Bu bağlamda sanayi sektörü, gelişmiş olmayı ve gücü, tarım sektörü ise geri kalmışlığı ve zayıflığı simgelemekte ve tarımsal olmaktan çıkıp sanayi toplumu olma yolundaki girişimler, fakirlik zincirini kırıp zenginleşmeye doğru atılan ilk hamleler anlamına gelebilmektedir.

        Ancak sanayileşmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkeleri hem hammadde kaynağı olarak hem de kendi ürettikleri işlenmiş ürünlerin alıcısı olan bir pazar alanı olarak görmesi, gelişmiş ülkelerin gücünü artırırken gelişmekte olan ülkelerin fakirlik zincirini kırmalarını zorlaştırmaktadır. Sanayileşmiş ülkelerin bu süreçle daha da güçlenmesi ağır eleştirilere konu olmuştur. Bu süreç gelişmekte olan ülkelerde kırsal alanda yeni iş kollarının gelişimini ve tarımla diğer sektörler arasındaki hammadde ve girdi alış-verişini zorlaştırırken gelişmiş ülkelerde de tam tersi sonuçlar doğurmuştur. Kısaca gelişmekte olan ülkelerde tarımsal kaynakların ekonomik kalkınma sürecinde kullanımı, gelişmiş ülkeler tarafından uygulanan politikalarca bir bakıma engellenmiştir. Böyle bir durum gelişmekte olan ülkelerde endüstriyel üretimi geliştirmek için bir motivasyon oluşturmuştur.

        Bu bölümde öncelikle tarımın ekonomik kalkınmaya olan katkıları üzerinde durulmaktadır. Daha sonra ekonomide tarımın önemli bir yer tuttuğu ve tarım sektöründe nüfus artış oranının yüksek olduğu, ancak sanayi sektöründe de gelişme potansiyelinin bulunduğu ülkelerin kalkınma girişimleri Klasik ve Neo-klasik yaklaşımlarla açıklanmağa çalışılmaktadır. Söz konusu ülkeler genellikle az gelişmiş ülkeler olarak bilinmekte ve ekonomileri dual (iki sektörlü) bir yapı göstermektedir. Bu ülkelerin kalkınma girişimlerinde nihai amaç ekonominin merkezini kademeli olarak daha geri kalmış sektör olan tarım sektöründen gelişmiş olan sanayi sektörüne kaydırarak yapısal bir değişim ortaya çıkarmaktır. Bu yapısal değişimde tarımdan sanayiye işgücü transferiyle sanayide büyüme, tarımsal üretimde rasyonelleşme, üretim faktörlerinde verimlilik artışı, tarım ve sanayide sermaye birikimi ve tasarruf artışı amaçlanmaktadır.

        TARIMIN EKONOMİK KALKINMAYA OLAN KATKILARI

        Tarım sektörünün ekonomik kalkınmaya olan katkıları dört başlık altında incelenebilir. Bunlar tarımsal ürün katkısı, üretim faktörü katkısı, piyasa katkısı ve döviz katkısı katkısıdır.

        Tarımsal Ürün Katkısı

        Tarımsal üretim insan neslinin ilk çağlardan günümüze gelmesi ve bu bundan sonra da yaşaması için gerekli olan gıda maddelerini üretmesi bakımından son derece önemlidir. insana sağladığı yaşamsal faydadan ötürü, tarım sektörünün ekonomik gelişmeye sağladığı en önemli katkı tarımsal ürün katkısı olarak ele alınabilir. Günümüzde gerek gelişmiş ülkeler gerekse geri kalmış ülkelerin her biri tarımsal ürün üretimi bakımından kendine yeterli olmak ister. Her ne kadar gerek uluslararası tarım ürünleri ticaretini sınırlayıcı engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemler, gerekse tarım ürünleri ticaretinde mutlak ve karşılaştırmalı üstünlük teorilerinin uygulanmasına yönelik öneriler bulunsa da, her ülke neredeyse bütün tarımsal ürün" leri maliyeti yüksek olsa bile üretmek ister. Bunun en önemli nedeni ise bir ülkenin uluslararası anlaşmazlıklarda ve savaşlarda kendi vatandaşlarının gıda maddeleri gereksinimini karşılayamama riskidir. Barış döneminde uluslararası ticaret kurallarına göre diğer ülkelerden düşük maliyetle mal satın alma olanağı varken, savaş dönemlerinde anlaşmalar bozulabilir. Bu yüzden her ülkenin tarım ürünlerini ulusal düzeyde üretme konusunda bir hedefi vardır.

        İnsan için zorunlu olan gıda maddelerinin üretiminde kullanılan arazi miktarını artırma olanağı yoktur. Günümüzde dünya üzerinde gerek ormanların ve meraların toprak işlemeli tarıma açılması, gerekse sulu alanların ve bataklıkların kurutulması yoluyla tarım arazisi kazanılması neredeyse olanaksızdır. Günümüz koşullarında tarım arazilerini genişletme olanağı sınıra ulaşmıştır. Bu yüzden mevcut arazi varlığıyla günümüz insanını besleyebilme olanağı bulunsa bile, gelecekte sürekli artmakta olan dünya nüfusunu besleyebilmek tarımda verimlilik ve kalite artışını zorunlu kılmaktadır.

        Türkiye, iklim koşullarının elverişli olmasından dolayı dünyada gıda maddeleri bakımından kendine yeterli olabilecek 6-7 ülkeden biridir. Karadeniz'den Akdeniz'e, Ege'den Doğu Anadolu'ya değişik iklim özelliklerine sahip olan ve birçok bitki ve hayvanın ekonomik olarak yetiştirilebileceği ülkemizde, son yıllardaki politikalar nedeniyle kendine yeterlilikten söz edilemez. Ülke içinde üretme olanağına sahip olduğumuz birçok bitkisel ve

        hayvansal ürün ithal edilmeye başlanmış ve bu ürünlere duyulan gereksinimin ulusal düzeyde karşılanma oranı azalmıştır.

        Üretim Faktörü Katkısı

        İlkel topluluklarda tarımsal faaliyette kullanılan temel üretim faktörleri arazi ve işgücüydü. Ancak tarımın emek-yoğun olan yaygın tarımdan sermaye-yoğun olan yoğun tarıma geçmesi, sermaye faktörünün de önemli bir düzeyde kullanımını gerektirmiştir. Ekonomik kalkınmanın başlangıcında bir ülkenin hem nüfusu hem de kaynaklarının önemli bir kısmı tarım kesiminde bulunur. Bu kaynaklardan bir kısmı tarımsal üretimi geriletmeden başka sektörlerde de kullanılabilir. Özellikle sanayi sektörünün gelişmeye başlaması, tarımdan elde edilen tasarrufların bu sektörde yatırıma dönüştürülebilmesi ve niteliksiz kırsal işgücünün eğitilerek kullanılmasına bağlıdır. Yani kalkınma girişimlerinin ilk aşamalarında tarımdan sağlanacak işgücü ve sermaye faktörleri sanayi sektörünün gelişimi açısından büyük önem taşımaktadır.

        Gelişmekte olan ülkelerde tarım kesiminde işgücü fazlası iki şekilde oluşur. Bunlardan biri %2-3'e varan doğal nüfus artışıdır. Gerek nüfus planlaması eksikliği gerekse kırsal halkın eğitim düzeyinin düşüklüğü. bu ülkelerin nüfus artış hızını kontrol altına almalarını engellemektedir. Kırsal alanda işgücü fazlası oluşturan diğer bir faktör de tarımda makine kullanımının artması ve makinenin işgücünü ikame etmesidir. Her ne kadar bazı tarımsal işlerde makine kullanımı sınırlı olsa da, toprak işleme, ekim, sürüm, gübreleme, sulama, ilaçlama, hasat, toplama ve depolama gibi birçok işlerinde makine kullanım olanağının artması, kırsal alanda binlerce işçinin işsiz kalması ve tarımsal işgücü fazlasının oluşmasına neden olabilmektedir. Tarımdaki fazla işgücünün eğitilerek kalifiye işgücüne dönüştürülmesi ve diğer sektörlerde istihdam edilmesi kuşkusuz ekonomik kalkınmaya katkı sağlayacaktır.

        Tarımın ekonomik kalkınmaya olan sermaye katkısı tarımsal gelirden elde edilen tasarruflardan ve zengin çiftçilerle büyük arazi sahiplerinin yapmış olduğu yatırımlardan kaynaklanır. Tarım kesimindeki tasarrufların ekonomik kalkınmaya yönelik yatırımlarda kullanması için iki yol vardır. B unlardan biri çiftçilerin bankalardaki orta veya uzun vadeli tasarruflarının verimli yatırımlarda kullanılması, diğeri de devletin tarım kesimine uyguladığı vergilerle yapılan yatırımlardır. Tarımsal tasarruf gönüllü vergi ise zorunlu bir uygulamadır.

        Piyasa Katkısı

        Gelişmiş ülkelerde tarımın gayri safi yurt içi hasıladaki payı çok düşük iken (%2-5), bu oran gelişmekte olan ülkelerde %80-90'lara çıkabilmektedir. Hem gayri safi yurtiçi hasıla hem de nüfus bakımından en büyük sektör olan tarım kesimi sanayi ve hizmetler gibi sektörlerin gelişimine katkı sağlar.

        Gelişmekte olan ülkelerde yeni kurulmakta olan sanayi sektörü, öncelikle tarımdan sağlanan hammaddeleri işlemektedir. Salça üretiminde domates, kumaş üretiminde pamuk veya yün, yağ üretiminde çeşitli bitkiler, un üretiminde tahıllar, tarımsal üretimin sanayi sektörüne nasıl hammadde sağladığını gösteren örneklerdir.

        Tarım sektörü hem kendi ürünlerine hem de sanayi sektöründe üretilen ürünlere talep oluşturarak da tarımın ve sanayinin gelişimine katkı sağlar. Her hangi bir ürüne talep bulunmadan bu ürünün üretilmesi ekonomik değildir. Tarımsal ürünler zorunlu tüketim malları olduğundan bunlara olan talep hem kırsal alanda hem de kentsel alanda hiçbir zaman bitmeyecek, tam aksine nüfus artış hızına paralel olarak artacaktır. Tarımsal ürünlere olan talep artışı, kuşkusuz üretim miktarını ve kaliteyi artırma yolunda bir çaba oluşturacaktır. Diğer taraftan tarım kesimi sanayi sektöründe üretilen üretim mallarının ve girdilerin temel tüketicisi konumundadır. Tarımda kullanılan traktör ve ekipmanları, biçer-döğer, hasat makinesi, mibzer gibi alet ve makineler ile kimyasal gübreler ve tarımsal mücadele ilaçları gibi girdiler hep sanayi sektöründe üretilmektedir. Tarım kesiminde bütün bu faktörler için oluşabilecek bir talep artışı, kuşkusuz bunları üreten sanayi kollarının gelişimine katkı sağlayacaktır. Özellikle kalkınma girişimlerinin ilk devrelerinde ülke içerisinde üretilen ve tarımda kullanılan sanayi mallarının ihracat olanakları sınırlı olduğundan, ulusal tarım sektörü bu ürünler için tek tüketici kitle sayılabilir.

        Gelişmekte olan ülkelerde tarım sektörü modernleşmeye doğru gittikçe, kırsal alanda daha çok altyapı yatırımları ve tarıma dayalı çeşitli iş sahaları açılmaktadır. Bütün bu girişimler de tarımın ekonomik kalkınmadaki piyasa katkısını artırmaktadır.

        Döviz Katkısı

        Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda en önemli döviz kaynağı tarım ürünleri ihracatından sağlanmaktadır. Her ne kadar yurt dışında çalışan işçiler de ülke döviz rezervlerine önemli katkılar sağlasa da böyle bir olanak bütün gelişmekte olan ülkelerde yoktur. Türk işçilerinin başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde çalışması, Meksikalı işçilerin ABD'de çalışması ve ülkelerine döviz getirmesi buna örnek sayılabilir. Ancak gelişmekte olan ülkelerin en önemli döviz kaynağı, ülkede sanayi sektörü yeterince gelişmediğinden, tarım ürünleri ve bazen de mineral madde satışından sağlanmaktadır. Mevcut sanayi üretiminin gelişmiş ülkelerdekiyle rekabet edebilmesi oldukça zordur. Ancak tarım ürünlerinde iklim ve toprak koşulları belirli ürünlerde gelişmekte olan ülkelere piyasa üstünlüğü sağlayabilmektedir. Örneğin, ülkemizde üretilen kuru üzüm, kuru incir, kaysı, çay, fındık, Antep fıstığı ve turunçgiller gibi tarım ürünleri bir çok gelişmiş ülkede üretilememektedir. Bu yüzden iklim ve toprak koşulları bu ürünlerin ihracatında ve döviz katkısı yaratmasında ülkemize bir avantaj sağlayabilmektedir.

        Gelişmekte olan ülkelerin ihracatı daha çok tarımsal kaynaklı, ithalatı ise sanayi mallarından oluşmaktadır. Sanayi üretiminin başlaması ve gelişmesi için sanayi mallarının ithalatı kaçınılmazdır. Bunların ithali için gerekli döviz de daha çok tarım mallarının satışından sağlanmaktadır.

        Tarımın ekonomik kalkınmaya katkısını inceleyen çeşitli modeller vardır. Bunların bazıları klasik ve neo-klasik modeller olarak açıklanmaktadır.

        Yorum

        • Sniper®
          Senior Member
          • 22-06-2005
          • 12987

          #5
          Konu: Kalkınma Ekonomisi

          TEKNOLOJİK GELİŞMENİN KALKINMADA ÖNEMİ

          Teknolojik gelişmeler, toplumsal alanda sosyo-kültürel etkiler yaratırken ekonomide üretim süreçlerini ve organizasyon yöntemlerinde önemli etkiler yapmaktadır. Bu bağlamda kalıcı ekonomik, sosyal ve siyasal dönüşümleri de beraberinde getiren teknolojik gelişmeler insanlık tarihinde devrim etkisi yapmıştır. Örneğin ateş, tekerlek, yelkenli, barut ve matbaa... Çağdaş dünyanın başlangıç noktasını oluşturan sanayi devrimi ise, buhar gücü ve elektrik enerjisinden sonra bilgi teknolojisi ile üçüncü aşamasına girmiştir. Sosyo-ekonomik gelişme sürecinde tarım devrimi birinci dalga, sanayi devrimi ikinci dalga, enformasyon devrimi üçüncü dalga olarak ifade edilmektedir (Toffler ve Toffler, 1996: 5)

          Sanayi devrimiyle birlikte yeni buluşların hız kazanması teknolojik gelişmenin ekonomik büyüme üzerine etkisi iktisatçıların ilgisini daha çok çekmeye başlamıştır. İktisat kuramında teknolojik gelişmenin içselleştirilmesine yönelik çabaların çıkış noktası Schumpeter olmuştur. Yenilikler ve kalkınma süreçlerine etkisi konusu, Schumpeterle birlikte ekonomik kalkınma kuramları içinde çok önemli bir yere sahip hale gelmiştir. Marks ve Schumpeter yeniliklerin kapitalist ekonomilerde rekabetçi üstünlüğün ilk başında yer aldığını, teknolojik gelişmenin kalkınma süreçlerine olan etkisini ele alan öncülerdendi.

          Yeni teknolojilerin yaratılması rekabetçi ekonominin tamamlayıcı bir parçasıdır. Bununla birlikle yeni teknolojilerin geliştirilmesi dinamik bir süreçtir. Schumpeter'in yaratıcı yıkım olarak ifade ettiği, eski teknolojilerin yeni teknolojiler tarafından saf dışı bırakılmasıdır. Yaratıcı yıkım ekonomik gelişmenin merkezinde yer alır çünkü yeni teknolojiler artan yatırıma yol açar ve sonuçta daha iyi performans gösteren teknolojilerin kullanılmasına bu da yüksek oranh verimliliğe neden olur (Smith, 1994: 10).

          1980'lerin başında ekonomik kalkınma kavramının belirlenmesinde değişiklikler ortaya çıkmıştır. Dünya ekonomisinde yaşanan krizlerin yorumlanmasında "kalkınma kuramları" yetersiz kalmıştır. Neo-klasik okul, teknolojiyi ve teknolojik gelişmeyi uzunca bir süre gündem dışı tutmuştur. Keza, denge halinin koşulları üzerine kurulmuş olan bir yaklaşım, ancak dengesizlik koşullarında gerçekleşebilen yeni teknolojilerin oluşumu, yayılması ve sonuçlarını inceleme olanaklarından yoksundur. Firmanın fiyatlara duyarlı bir faktör bileşimi seçiminin koşullarını tanımladıktan sonra bu teori, girdilerin çıktılara dönüşüm süreci olarak tanımlanabilecek teknoloji olgusunun kendisini, mühendisler tarafından incelenecek bir kara kutu olarak görmüş; ekonomik süreci dışsal olarak kabul etmiş, kısaca iktisadın gündemi dışına kaydırmıştır (Boratav, 1996:88; Rosenberg, 1998:3-34).

          1980'li yıllardan itibaren etkinliğini artıran Evrimci iktisatçılar yenilik ve teknolojik gelişmeyi ele alırken büyük ölçüde Schumpeter'in yenilik kavramından etkilenmiştir.

          Porter'ın "ulusların rekabet üstünlüğü" adlı kitabında yenilikleri ve ekonomik büyümeyi teşvik eden stratejik faktörlerin anlaşılmasında bazı değişikleri yansıtmaktadır. Porter'ın düşüncesi kapitalist ekonomilerdeki rekabetin sadece fiyatlarla değil bunun yanında teknolojik gelişmeye bağlı olduğunu söyleyen Schumpeter' in görüşü üzerine kurulmuştur. Firmalar sadece aynı ürünü ucuz üreterek değil yeni performans ve yeni teknik iyileştirme seçeneklere sahip ürünler üreterek rekabet edebilir (Porter, 1990).

          Sanayileşmiş ülkelerde uzun vadeli ekonomik büyümenin yarıdan fazlası verimliliği artıran veya sanayilerin geliştirilmesine yol açan teknolojik değişikliklere dayanmaktadır. Sanayide gelişme aslında sürekli yeni teknolojik yetkinliklerin kazanılmasını kapsayan süreç anlamını taşımaktadır. Teknolojinin gelişimi ile verimlilik arasında doğrudan ilişki vardır. Diğer bir değişle, ileri teknoloji verimlilik demektir. Ekonomik yaklaşımlarda, istihdamın verimliliğe bağlı olarak arttığı, verimlilik artışlarının ise, büyük ölçüde teknolojik değişmelerden kaynaklandığı kabul edilmiştir. Uluslar arası alanda rekabet edebilmenin temel koşulu ucuz ve kaliteli ürün üretebilmektir. Yani düşük maliyetli ve yüksek kaliteli mal üretmek ise üretim teknolojisinin yenilenmesi ve geliştirilmesine bağlıdır.

          Uluslararası pazarlarda yoğun rekabetin yaşandığı bir ortamda başarılı olabilmek için ülkenin yapısına ve özelliklerine uygun ve en yeni teknolojilerin kullanılması gerekmektedir. Daha önce de ifade edildiği gibi ileri teknoloji yüksek verimlilik demektir. Bu yüzden üretim teknolojisinin sürekli geliştirilmesi, kalkınma açısından büyük önem taşır. Çünkü, dünya ekonomisi gittikçe artan bilgi ve iletişim teknolojisinin egemenliğiyle daha rekabetçi ve daha küresel olmaktadır (Carnoy vd, 1996: 1).

          Ulusların dünyada konumlarını belirleyen kriterlerin başında "teknolojik düzeyleri" gelmektedir. Diğer bir ifade ile gelişmiş ülkeleri diğer gelişmekte olan ülkelerden ayıran "teknolojik gelişmişlik düzeyleri"dir. Gelişmiş ülkeler teknolojik yenilik düzeylerine göre birbirlerinin önüne geçmekte ve uluslararası rekabetten üstün çıkabilmektedirler. Bilim ve teknolojiyi ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürebilme becerisi, bugün genel olarak yenilik becerisi ve yetkinliği olarak ifade edilmektedir. Ülkelerin teknoloji/yenilik yetkinliğini belirlemede bazı göstergeler kullanılmaktadır. Bunlar;

          - Araştırma ve geliştirme harcamalarının GSMH 'a oranı
          - Ar-Ge hizmetlerinde çalışan bilim adamı, mühendis sayısı. Patent sayısı
          - Bilimsel yayın sayısı
          - Bilgisayar, internet ve iletişim araçlarından yararlananların sayısı

          Toplam ihracat içinde yüksek teknoloji ürünlerinin oranı Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler teknoloji göstergeleri açısından karşılaştırıldığında büyük farklılıkların olduğu dikkati çekmektedir. Ülkeler kalkınma düzeylerini artırabilmeleri için yukarıdaki gösterge düzeylerini bu konuda öncü ülkelerin düzeylerine doğru yükseltmeleri gerekmektedir.

          Henry Ergas, ülkeler arasında neden yenilik hızının farklı olduğu açıklayan bir kura m geliştirme çabası gösteren iktisatçılardan biridir. Yenilik hızını etkiyen faktörleri üç gruba ayırmıştır. Bunlar:

          - Yenilik girdilerini etkileyenler; ülkenin bilimsel tabanının niteliği, araştırma kurumlarının mevcudiyeti, eğitim düzeyi
          - Talebi etkileyenler; sürekli yenilik için istekli ve bilinçli tüketiciler
          - Sanayi yapısı; firmaların bilimsel araştırmanın yayılması ve finansmanına katılması, bazı mekanizmalarla kuvvetli rekabet fır*satlarını biraraya getirmesi (The Economist, 1992: 21).

          Bu faktörler farklı ülkede farklı birleştiğinde farklı tarzlar yeniliğin başarı ve başarısızlığını açıklamada kullanılmıştır.

          YENİ TEKNOLOJİLERİN TEKNOLOJİK DEÐİŞİM SÜRECİNE ETKİLERİ

          Teknolojik değişmeler, ürün tasarımında yeni olanaklar, üretimde yeni yöntemler yaratabilir. Teknolojik değişmeler yeni ürünü geçerli kılarken, yeni bir endüstriyi ya da sektörü kendisiyle beraber doğurur. Örneğin X-ray ışınlarının bulunmasıyla Almanya ilaç sektöründe liderliği ele geçirmiştir (Porter, 1990:45).

          Günümüzün yeni teknolojisi olarak ifade edilen teknolojiler bilgi teknolojisi, yeni malzeme teknolojisi, biyoteknoloji, nükleer teknoloji ile uzay ve havacılık teknolojisidir. Yarattığı yeni ürünler, yeni iş ve istihdam alanları ile rekabet üstünlüğüne sağlayan bu yayılgan -jenerik- teknolojiler belli bir üretim alanı ile sınırlı kalmayıp ekonominin bütün sektörlerinde etkili olmaktadır.

          Genellikle mikro elektroniğe dayalı teknolojiler ürün ve üretim teknolojilerinde köklü değişikliklere yol açtı. 1980'li yılarda ortaya çıkmaya başlayan bu teknolojik değişmeler sanayinin yeniden yapılanma sürecinde anahtar rol oynamaya başlamıştır. Sanayide yeniden yapılanma, yeni rekabet koşullarını yaratarak günümüzde dünya işbölümünü etkileyecek güce de sahip görünmektedir

          Mikro elektronik teknolojiler birçok mekanik makinenin yaptığı işi tek makinede toplamak, üretim süresini ve girdi kullanımını azaltmak gibi özelliklere sahip teknolojilerdir. Bu teknolojiler, emek ve sermayeden tasarruf etmekte ve verimliliği artırmaktadırlar. Ayrıca mikro elektronik teknolojilerin sanayide kullanabilir hale gelmesi ürün çeşitlemesi ve kalite artışında da etkili olmakla birlikte günümüzdeki tüketici tercihlerine daha iyi uyum sağlamaktadırlar. Değişen tüketici tercihlerine dayalı olarak ölçek ekonomilerinin bir boyutu olarak çeşit ekonomileri ortaya çıkmıştır. Çeşit ekonomisi yüksek teknoloji kullanımı sayesinde ortak girdi kullanılarak bir çok ürünün bir arada üretilmesinden doğmaktadır. Dolayısıyla birim maliyetlerde de düşüş sağlamaktadır.

          İleri teknolojiler sanayileşmiş ülkelerde üretilmekte bu da gelişmekte olan ülkeleri "teknoloji seçimi" ve " teknoloji transferi" gibi sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır.
          TEKNOLOJİ SEÇİMİ

          Teknoloji seçimi kuramsal olarak aynı çıkıyı ya da üretim düzeyini değişik girdi bileşimleri İle sağlayan teknolojik seçeneği belirlemeyi ifade eder. Ancak bu farklı girdi bileşimlerinin olması, kuşkusuz üretim faktörleri ya da girdiler arasında ika_e durumunun olmasına bağlıdır. Konuya bu açıdan bakıldığında ikame durumlarına göre emek-yoğun ve sermaye-yoğun teknoloji tartışmasına girilebilir. Böyle bir tartışmada hiç kuşkusuz temel hareket noktası, ülkenin ya da bölgenin emek ve sermaye varlığının düzeyi olacaktır.

          Belirli bir mal ve hizmeti, belirli miktarda üretebilmek için birden çok teknik alternatif varsa, bu alternatifler arasında bir seçim yapılması gerekir. Bu konu optimum (uygun) teknoloji seçimi olarak önemli bir karar alanını oluşturur. Konuya makro açıdan bakıldığında, teknoloji seçiminin, bir ülkenin iktisadi yapısına, ekonomin içinde bulunduğu üretim şekline, üretim gücüne ve üretim şartlarına, aynı zamanda ulaşılması gereken hedeflere uygun teknolojik bilgilerin hangileri olduğunun kararlaştırılması olayı olduğu karşımıza çıkmaktadır.

          Uygun teknoloji de göreli bir kavramdır. Sosyo-ekonomik koşullara bağlı olarak ül***e, bölgeye ve sektöre göre değişir. Uygun teknoloji nedir sorusunun cevabı da kişiden kişiye, firmadan firmaya, sektörden sektöre değişecektir. Girişimciye göre en uygun teknoloji en çok karı getiren teknolojidir. İşçi ve sendikacıya göre uygun teknoloji işsizlik yaratmayan ve ideal iş şartları yaratan teknolojidir. Tüketici için uygun teknoloji kendi tercihlerine uygun olan veya hizmeti üreten teknolojidir. Ekolojiste, göre doğayı kirletmeyen, bozmayan ve gürültü yaratmayan teknoloji uygun teknolojidir (Demir, 1986:71-72).

          Bilinen teknolojiler arasında hangisinin en uygun olduğuna kim nasıl karar verecektir?

          Ulusal düzeyde teknoloji seçiminin belirleyicisi ülkenin sanayileşme stratejisidir. Uygulamada teknolojiler arası seçimi özellikle gelişmekte olan ülkelerde girişimci tek başına yapmaktadır. Teknoloji seçimi konusunda girişimcinin menfaatleri ulusal ekonominin menfaatleri ile çakışabilir. Seçimin tamamen girişimciye bırakılması doğru olmayabilir. Ulusal ekonomi açısından sahip olduğu önem nedeniyle devletin teknoloji seçiminde girişimciye yol göstermesi faydalı olacaktır. Çünkü gelişmekte olan ülkelerde kü*çük ve orta boy firmalar kendi açılarından bile olsa en uygun teknolojinin seçilebilmesi için gerekli bilgi, tecrübe ve maddi imkandan yoksundur. B u nedenle devlet, teknolojik gelişmelerin takibi ve teknoloji seçimi konusunda girişimciyi yalnız bırakmamalıdır. Devlet transfer edilecek teknolojilerin seçimi konusunda yol gösterici olmalıdır.

          Makro ve mikro açıdan bakılarak tek tek belirlenen teknolojik seçeneklere ilişkin bilgiler toplanarak ve değerlendirilerek en uygun teknoloji seçilmelidir. Teknolojiyi seçerken alternatif teknolojilerin, bütün özellikleriyle bilinmesi en uygun tercihin yapılması açısından çok önemlidir.

          Teknoloji sorunu gündeme geldiğinde en çok tartışılan konu da emek-yoğun tekniklerle sermaye-yoğun teknikler arasında nasıl bir seçim yapılması gerektiğidir? Emek-yoğun üretim tekniklerinin daha fazla istihdam alanı yaratacağı, daha az yatırım malı gerektirdiği için daha az döviz kaybına yol açacağı üzerinde durulur. Yani emeğin bol ve ucuz olduğu yerde seçilecek teknolojinin emek-yoğun olması önerilir. Ancak uluslararası dış ticaretin yoğunlaştığı, rekabetin artığı, üretimde standardizasyonun ön plana çıktığı ve çağımızda üretim sistemlerinin mekanizasyondan otomasyona geçtiği düşünülecek olursa, bu tür tartışmaların artık geçmişte kaldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla artık önemli olan ulusal ya da uluslararası pazarda rekabet edebilmek için çağdaş teknolojilere ayak uydurmaktır. Bunun yolu ise genellikle sermaye-yoğun teknolojiden geçmektedir. Ancak bu tür teknolojik seçenekler arasında en uygun olanı belirlemek ve seçmek analitik bir yaklaşımdan çok, ülke ya da bölgenin genel koşullarına dayalı olarak çeşitli faktörler; işgücü, enerji, sanayinin durumu, çerçevesinde yapılacak bir değerlendirmeyi gerektirir.

          Bu faktörler çerçevesinde ülke, bölge ya da bulunulan sektörlerin temel koşulları göz önüne alınarak her teknoloji seçeneği tek tek değerlendirilmeli ve optimal olan teknoloji seçilmelidir. Ancak hemen belirtilmelidir ki özellikle yeni teknolojilere dayalı yeni ürünler için seçilen teknolojinin üretim için uygun olduğu araştırmalar, laboratuar, prototip ya da pilot üretim gibi çalışmalarla yani teknoloji değerlendirme yöntemiyle kesinleştirilmelidir.

          Ancak sermaye-yoğun üretim tekniklerinin uzun dönemde daha fazla istihdam alanı yaratma gücü vardır. Sermaye-yoğun tekniklerin emeğin verimliliğinde daha hızlı artışlar sağladığı ve teknik düzeyin gelişmesine daha hızlı katkılarda bulunduğu hususları üzerinde de durulmaktadır (Erkök,1977:1l4-15). Yine de kalite ve standardizasyon konularında bu tür teknikler daha avantajlıdır.

          TEKNOLOJİ TRANSFERİ

          Gelişmekte olan ülkeler kalkınma hızlarının ve dış ticaret hacimlerinin artırılmasında çok önemli bir role sahip olan yeni teknolojilere, ancak teknoloji transferi yoluyla ulaşabilmektedirler. Teknoloji transferi, yeni bir üretim biriminin kurulması ve işletilmesi için gerekli ve gelişmekte olan ülkelerde kıt olan veya hiç olmayan teknik bilgi1erin transferi olarak tanımlanır.

          Teknoloji Transfer Yöntemleri

          Gelişmekte olan ülkelere çeşitli yollardan teknoloji transferi yapılmaktadır. Teknoloji transferi piyasa mekanizması kanalıyla doğrudan olabileceği gibi dolaylı yoldan da yapılmaktadır (Robinson, 1988:27-9; Erkök,1977:104-206; Demir, 1986:20-8 ; Kara, 1998:20-23). Bunlar:

          - Teknoloji içeren malların ve makina teçhizatın satın alınmasıyla,
          - Doğrudan yabancı sermaye yatırımları yoluyla,
          - Teknoloji Transfer Sözleşmeleri: Lisans anlaşmaları (know-how, patent, ticari markalar satın alınması), Yönetim sözleşmeleri, A*nahtar teslim anlaşmalarıyla,
          - Stratejik ortalığın bir parçası olan teknoloji işbirliğiyle
          - Yerli yabancı sermaye ortaklığı (joint venture) yoluyla Taklit, kopya

          Yukarıda ki transfer yöntemlerinin bazılarını biraz açarsak, doğrudan yabancı sermaye gelişmekte olan ülkeler için önemli bir teknoloji transfer aracı olarak görülmektedir. Doğrudan yatırımla gerçekleşen teknoloji transferi teknolojinin diğer yollarla transferine oranla daha avantajlıdır. Bu yolla transferi yapılan teknolojinin gelen ül***e en önemli katkısı ülkenin dış kaynaklara bağımlılığını azaltması, yönetim bilgisi ve insan sermayesine birikim sağlamasıdır.

          Burada özellikle gelişmekte olan ülkelerin dikkat edecekleri konu, kullanılmış ve eski yatırım mallarının ül***e girişine izin vermemeleridir. Çünkü bu tür yatırım mallarını satın almak ve girmesine izin vermek ülke sanayinin rekabet gücünü zayıflatmaktadır.



          Günümüzde dünya piyasalarındaki yoğun rekabet ortamında mücadele edebilmek büyük oranda yabancı sermaye ile (Çok Uluslu Şirket) işbirliği yapmayı gerekli kılmaktadır. Giderek artan uluslararası rekabette, kendi olanaklarını diğerinin olanaklarıyla birleştirmek suretiyle iki uluslararası ortak olarak faaliyet göstermek anlayışı günümüzde stratejik ortaklığa dönüşmüştür. Gelişmekte olan ülkeler açısından 1980'lerden bu yana var olan ekonomik belirsizliklerle baş etmenin yolu olarak firmaların rekabet güçlerini korumak ya da artırmak amacıyla özellikle teknolojide stratejik işbirliğine gitmeye başlamış olmalarıdır.

          Burada amaç, ileri teknolojilerin kuruluşlar tarafından patent ve lisans anlaşmalarıyla, pahalı olarak elde edilmesi yerine, kendi aralarında ve yurtdışı kuruluşlarla üniversitelerin de yardımıyla ortak projeler oluşturarak ucuz ve üst düzeyde elde edilmesi ve uygulanması olmaktadır.

          Lisans yoluyla yapılan teknoloji transferlerinde yaygın görülen durum alınan teknolojinin kullanımının çeşitli yönlerden sınırlandırılmasıdır. Örneğin teknolojiyi veren işletme tarafından transfer edilecek teknolojiyle üretilecek ürünlerin dışsatımı yasaklanabilir.

          Teknoloji transferi, teknolojinin yalnızca bir ülkeden diğerine aktarımı değil, bir süreçtir. Bu süreç, teknolojinin edinilmesi ile başlayıp özümsenmesi, iyileştirme-geliştirme ve yayma-yaratmayı kapsar.

          Teknoloji transferinde kullanılan yöntem, teknolojinin mahiyeti, veren firmanın stratejisi, alan firmanın teknolojiyi özümleme yeteneği ve alan ülke devletinin politikası gibi etkenlerce belirlenir (Somel, 1996: 152).

          Teknoloji transferi yalnızca bilginin alınması biçiminde düşünülmemelidir. Önemli olan alınacak teknolojinin çevreye uyması ya da uyum sağlaması ve özümsenmesidir. Ayrıca alınan teknolojinin üretim sürecinde kullanılacak makine, araç-gereç ve kişiler tarafında kabulü ve mümkün olan en kısa sürede özümsenmesi esastır. Eğitim ve bilim politikalarının bu özümleme yeteneğinin gelişmesini etkileyeceği açıktır.

          Teknolojinin yayılması süreci transfer edilen teknolojinin firma tarafından geliştirilmesi ve diğer uygulama alanlarına yayması sırasında yer alır. Yaygınlaştırma sürecine, teknolojinin olgunlaşma süreci de denebilir.

          6.2. Teknoloji Transferinde Başarıyı Etkileyen Faktörler

          Teknoloji transferi gelişmekte olan ülkelerin belli başlı sorunlarından biridir. Gelişmekte olan ülkelerde teknoloji transferinde başlıca sorun uygun teknolojinin belirlenmesi ve teknoloji transferinin etkinliği olarak görülmektedir.

          ithal edilen teknolojinin yararlılığı ve elde edilecek kazanımlar, o teknolojinin ne kadar uygun seçildiğine ve ne kadar etkin ve verimli olarak yönetildiğine bağlıdır. Teknolojinin ve kaynağının uygun olarak seçilmesi, başarılı bir teknoloji transferi için çok önemli bir faktördür. Satın alınacak teknoloji seçilmeden önce alternatif teknolojiler ve kaynakları hakkında ayrıntılı bilgi toplanması ve her biri için maliyet analizleri yapılması gerekir (Kara, 1998 :22).

          Teknoloji öğrenilmesi gereken karmaşık bir teknikler topluluğudur. Toplumların bu yenileşmeye ve yenilikleri kabul etmeye elverişli bir ortamda olmaları gerekir. Yerli üretim faktörlerinin etkin bir şekilde işletemeyeceği kadar karmaşık bir teknolojiyi lisanslamak veya böyle bir sermaye malını ithal etmek, kaynak israfıdır ve öğrenme sürecine faydası yoktur. ithal edilen teknolojinin ülkenin öğrenme sürecine katkıda bulunması esas alınmalıdır.

          Eğer ithal edilen teknoloji onu satın alan ülkede güçlü ve güvenilir bir bilimsel ve teknik altyapı oluşmasına katkıda bulunmuş, ülkenin teknoloji düzeyini yükseltmiş ise, yapılan teknoloji transferi işlemi gerçekten başarıya ulaşmış sayılır.

          Yorum

          • Sniper®
            Senior Member
            • 22-06-2005
            • 12987

            #6
            Konu: Kalkınma Ekonomisi

            İKTİSADİ KALKINMADA PARA VE SERMAYENİN YERİ

            Giriş

            Ekonomik kalkınma süreci, yurtiçi ve yurtdışı kaynakların kullanılması ile finanse edilebilir. Özellikle 1970'li yıllarda ve 80' lerin başında, gelişmekte olan ülkelerin çoğu kalkınma uğraşılarını temel olarak uluslararası bankacılık sektöründen borç alarak finanse etmeye çalışmışlardır (Önder vd., 1993:71; Hermes, 1994:3). 1980'li yılların başında aşırı şekilde borçlanan bu ülkelerin finansal problemleri oldukça açık bir hale gelmiştir. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, gelişmekte olan ülkelerin büyük bir çoğunluğu yurtiçi finansman kaynaklarını aramayı ve geliştirmeyi öncelikli bir politika haline getirmişlerdir. Bu bağlamda, gelişmekte olan ülkelerde yurtiçi finansal piyasaların organizasyonunun, çalışmasının ve finansal kurumlardaki gelişmelerin ekonomik büyümeyi etkilediği görüşüyle finansal politikalar bu doğrultuda geliştirilmeye başlanmıştır. Ancak, 1970'li yıllardan ve özelliklede 1980'li yıllardan sonra uygulanan ve özünde neo-liberal olan bu politikaların yarattığı makroekonomik istikrarsızlık ve dolayısıyla daha sıkça karşılaşılan finansal krizler, bu politikaların teorik tutarlılığını ve gelişmekte olan ülkelere uygunluğunu hem politika yapıcıları hem de akademik çevrelerin gündemine gelmesine katıda bulunmuştur.

            İktisadi kalkınmada, finansal sistem ve ekonomik politikalar merkezi bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, finansal sistem modem bir ekonominin ihtiyacı olan hizmetlerin sunumuna katkıda bulunmaktadır. Örneğin, endüstriyel ve tarımsal çıktı, yalnızca yatırımlar için yeterli kaynağın varlığına değil, aynı zamanda bu fonları yatırımlara kanalize edecek mekanizmaların varlığına da bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, finansal kaynakların transferi ve geliştirilmesi reel sektördeki ekonomik gelişme hızını etkilemektedir. Ayrıca finansal kaynakların etkin kullanımı, ekonominin diğer sektörlerinin gelişimine de katkıda bulunabilir.

            Bu bölümün amacı, birinci olarak iktisadi kalkınma sürecinde para ve sermayenin yerini teorik bir çerçevede ele almaktır. Bu bağlamda 1970 sonrası literatürü ve politikaları derinden etkileyen ve iktisadi kalkınmada para ve sermayeye öncekilerden oldukça farklı bir bakış açısı getiren finansal liberalizasyon okulunu daha iyi anlayabilmek için, para ve sermayeye klasik ve ***nesyen yaklaşımların bakış açısı çok kısa bir şekilde ortaya konacaktır. Finansal liberalizasyon hipotezinin ve bu yaklaşımı geliştiren modellerin teorik çerçevesini takiben, bu yaklaşıma karşı geliştirilen ***nesyen ve yapısalcı eleştiriler ele alınacaktır. Aynı şekilde büyüme teorilerinin para ve sermaye konusuna nasıl yaklaştıkları da incelenecektir. Bu teorik çerçevenin ardından bir çok gelişmekte olan ülkede çeyrek asırdan fazla uygulanan finansal Iiberalizasyon politikalarının hangi kanallar ile istikrarsızlığa yol açtığı ortaya konmaya çalışılacaktır.

            KLASİK VE ***NESYEN YAKLAŞIMDA PARA VE SERMAYENİN YERİ

            Klasik yaklaşıma göre, ekonominin tam istihdam hasıla düzeyinde daima denge de olduğu kabul edilmektedir. Fiyatların esnekliği de bir diğer temel varsayımı oluşturmaktadır. Ayrıca cari faizin yatırım ve tasarruf eşitliğini sağladığı varsayılmaktadır. Klasik durumda parasal bir değişikliğin reel bir değişiklik yaratması (parasal bir değişikliğin refah düzeyini etkilemesi) söz konusu olmadığı için, bu durum paranın yansızlığı olarak nitelendirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, toplam hasıla düzeyi toplam arz tarafından, fiyat düzeyi ise toplam talep tarafından belirlenmekte ve para sadece bir "örtü" olarak görülmektedir.

            Klasik yaklaşımın gelişmiş bankacılık sistemine sahip bir ekonomiye uygun biçimde genişletilmesi çabası olarak görülen ödünç verilebilir fonlar teorisi, para ve sermayenin iktisadi kalkınmadaki rolüne ilişkin literatürün temelini oluşturmaktadır (Studart, 1993:279). Bu teoride de mal, para ve sermaye piyasaları arasında uzun dönemde net ayırım öngören klasik geIenek sürdürülmektedir. Tasarruf, hane halklarının dönemler arası tercihleri tarafından belirlenmektedir ve faiz oranı ile doğrudan ilişkilidir. Yatırımlar ise, sermayenin getiri oranının doğrudan fonksiyonudur ve diğer şeyler sabit iken, faiz oranı ile ters ilişkilidir. Dolayısıyla, denge, tasarruflara verilen faiz oranı ile sermayenin getirisinin eşitlendiği noktada sağlanmaktadır. Bu insanların dönemler arası faydasını maksimize etmeleri için, yüksek faiz oranlarında düşük faiz oranına göre daha çok tasarruf yapacakları anlamına geImektedir. Tasarrufların yatırımları yönlendirdiği öngörülen bu teorik çerçevede, arzulanan yatırımın sıkı para ve yüksek faiz oranları ile gerçekleştirilebileceği anlaşılmaktadır.

            Diğer taraftan, ***nesyen teori ise, düşük faiz oranları politikasını savunmaktadır. Faiz oranları, para piyasasında para arz ve talebi tarafından belirlenirken, yatırım tasarruf eşitliği gelir seviyesini belirlemektedir. ***nesyenlere göre, para arzındaki bir artış ekonomik birimlerinde ellerindeki nakitleri artıracak ve insanlar ellerindeki nakit fazlası ile bono satın alacaklardır. Bu bono fiyatlarını artırırken faizlerin düşmesine neden olacaktır. Faiz oranIarındaki bir düşüş ise, yatırımları uyaracak ve artan yatırımlar ise gelir düzeyini çarpan yoluyla yükseltecektir. DoIayısıyIa, artan para arzı, gelir seviyesini, ekonominin tam istihdam gelir seviyesinin aItında olduğu durumlarda, fiyatları etkilemeden artırmaktadır. Ekonominin tam istihdam seviyesinde olduğu durumda ise, para arzındaki bir artış klasik yaklaşımda olduğu gibi fiyatların yükselmesine neden olacaktır.

            FİNANSAL LİBERALİZASYON YAKLAŞIMINDA PARA VE SERMAYENİN YERİ

            1970'li yıllarda, iktisadi kalkınma sürecinde para ve sermaye, finansal gelişme modelleri içerisinde yer almıştır. Finansal gelişme modelleri, varsayımlarını gelişmekte olan ülkelerin finansal özelliklerine ve finansal sektör politikalarına dayanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin büyük bir kısmında, hükümetler finansal sektör üzerinde doğrudan kontrole sahip olduklarından bir çok kısıtlama (restrktion) ve kontrol mekanizmaları geliştirdiler. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan ülkelerde uygulanan iktisat politikalarının ortak yönlerinden birisini finansal piyasalara müdahale oluşturmaktadır (Galbis, 1977). Çünkü bu ülkeler bir açmaz içerisinde kalmış bulun*maktadırlar. Bir yandan, ekonomik kalkınmayı hızlandırmak için daha büyük yatırımlara gereksinim duyarken, diğer yandan, finansal kaynakların yetersiz olması bu ülkelerin böyle büyük yatırım planlarını gerçekleştirmeleri önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır.

            Bu politikaların uygulanmasının hem politik hem de ekonomik nedenleri bulunmaktadır. Bunlardan en açık şekilde destek bulan ve ***nesyen görüş diye kabul edilen teoriye göre, düşük faiz politikaları yatırımları artıracaktır. Bu sebeple bir çok gelişmekte olan ülke sermaye birikimini uyarmak için düşük ve sonuçta reel olarak negatif faiz politikalarını sürdürdüler. Yine aynı şekilde seçici kredi politikaları, sübvansiyonlar genel olarak uygulanan diğer bazı kısıtlayıcı politikaları oluşturmaktadır.

            Piyasada arz ve talebe göre değerini alması gereken faizlere, hükümetler tarafından bilinçli olarak müdahale edilmiş ve faiz oranları enflasyonun altında kalarak reel olarak negatif bir değer almışlardır. Genelde finansal sektördeki her tür kısıtlamayı, müdahaleyi kapsayacak şekilde de kullanılan, özelde negatif reel faiz politikaları şeklinde uygulanan iktisat politikalarını, McKinnon (1973) ve Shaw (1973)'den sonra, 'finansal baskı (financial repression)' olarak adlandırmak literatürde gelenek olmuştur. Bu spesifik tanım, daha sonraları finansal sektöre yapılan her türlü müdahaleyi ve kısltı ifade etmek için kullanılmıştır.

            McKinnon ve Shaw'a göre faiz oranlarına getirilen tavan uygulaması ekonomide çeşitli olumsuzluklar meydana getirir (Emek, 2000: 62):

            - Düşük faiz oranları, bugünkü tüketimle (cari tüketim) gelecekteki tüketim karşılaştırıldığında bu günkü tüketim lehine bir sapma meydana getirir. Bu durum tasarrufları toplumsal refah açısından optimal seviyenin altında gerçekleştirir.

            - Potansiyel borç verebilecek kesim elde ettikleri tasarrufları düşük faizli banka mevduatları yerine doğrudan yatırım yapmaya ya da altın ya da döviz gibi getirisi daha çok olabilecek üretken olmayan alanlara yapabilirler.

            - Potansiyel ödünç fon alacak yatırımcılar arasına yüksek faizlerle borçlanmak istemeyen ve daha az getirili projelere sahip olan girişimciler de katılabilir.

            Diğer bir tartışma ise, finansal baskının gelişmekte olan ülkelerde kimi girişimciler tarafından daha düşük krediler kullanabilmelerine olanak sağlarken diğer girişimcilerin düşük faizle kredi kullanamamaları ekonomide ikili (dual) bir yapıya neden olacağı konusundadır. Finansal sektördeki kredi tayınlaması etkin olmayan alanlara yatırım yapılmasına yol açmakta ve yükselen enflasyon nedeniyle negatif getirisi yükselen mevduatlar kredilerin yatırım için fon ihtiyacını karşılayamaz hale gelmesine sebep olmaktadır (Toprak, 1993: 20 ). Bu durum reel tasarruf aracı olarak finansal sistemin değil de, başka araçların kullanılmasını özendirmekte (döviz, altın, gayrimenkul v.b.) ve tasarrufların finansal sisteme dönmesini engelleyerek sistemin gelişimine sekte vurmaktadır. Dolayısıyla yatırımlarda etkinliğin optimaldan daha düşük seviyelerde gerçekleşmesine yol açılmaktadır.

            Diğer bir ifade ile, finansal baskının uygulandığı bir ekonomide; mevduat ve kredi faizleri genellikle reel olarak negatiftir, krediler rasyonel kriterlere göre verilmez, yeni finansal aletlerin geliştirilmesine izin verilmez ve finansal sektöre giriş oldukça kısıtlamıştır (Fischer, 1993). Collier ve Mayer (1989), bu finansal politikaların, kaynakların tahsisini ve kontrolünü iyileştirmek ve kamu kesimini düşük maliyetle finanse edebilmek için hükümetler tarafından kullanıldığını belirtmektedir.

            Finansal sektöre müdahale nedenlerinin artmasının ardında ekonomik ve politik nedenler bulunmaktadır. Özellikle, talep yönetimi tekniklerinin başarısı ya da ***nesyen görüş olarak adlandırılan iktisadi anlayış düşük reel faizleri popüler hale getirmiştir. B u yüzden bir çok gelişmekte olan ülke yatırımları artırabilmek için suni olarak düşük faiz (negatif reel faiz) politikaları uygulamışlardır (Galbis, 1979; Fry, 1978). Bu yaklaşım, seçici (selektif) kredi kontrolleri ve sübvansiyonlar gibi müdahaleci politikalara bir zemin oluşturmakta ve devletin hangi politikaların uygulanacağı, destekleneceği ve uygunluğu konusunda üstün bir bilgiye sahip olduğunu kapalı bir anlayışla dile getirmektedir (Kar, 200 la).

            Roubini ve Sala-i Martin (1995), finansal baskının gerekçelerini şu şekilde sıralamaktadırlar. Birincisi, devlet fahiş faiz oluşumunu engelleme kanunları çıkarmak zorunda olduğundan faizlerin piyasa güçleri tarafından belirlenmesi engellenmiş olabilir. İkincisi, sıkı kontrol ve bankacılık sistemindeki düzenlenmelerin parasal otoritelere para arzının kontrol altında tutulmasına daha fazla olanak tanıyacağına olan anlayıştır. Üçüncüsü, devletin optimal tasarrufun ne kadar olacağı, hangi yatırımların yapılacağı gibi konularda piyasalardan ve özel bankalardan daha üstün bilgiye sahip olduğu düşüncesidir. Dördüncüsü ise, piyasa güçlerince oluşacak faiz oranlarının altında bir faiz oranı şeklinde tanımlanan finansal baskının hükümetin borç servis maliyetini azaltmasıdır.

            Nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun, finansal baskı politikaları McKinnon (1973) ve Shaw (1973) tarafından ciddi bir şekilde eleştirilmiş ve finansal sektörde liberalizasyonun gerçekleştirilmesi önerilmiştir.

            Yorum

            İşlem Yapılıyor
            X