Eğitim, Haberleşme ve Ticari Serbestliğin Ekonomik Büyümeye Katkısı

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Eğitim, Haberleşme ve Ticari Serbestliğin Ekonomik Büyümeye Katkısı

    Eğitim,Haberleşme ve Ticari Serbestliğin Ekonomik Büyümeye Katkısı
    Günümüzde toplumsal yaşamın her kademesini önemli ölçüde etkileyen bilim ve teknoloji, üretimi de önemli oranda yönlendirmektedir. Teknolojik gelişmeler ekonomik ve sosyal yapılarda önemli değişimler meydana getirmekte ve bu durumun gelecekte de devam etmesi beklenmektedir.


    Bilgi Ve Ekonomik Büyüme

    Yeni yüzyılda ülkelerin ekonomik ve ticari alandaki üstünlükleri, büyük oranda teknoloji yaratma veya teknoloji transferini kolaylaştırma, bunları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme konusunda başarılarına bağlı olacaktır.
    Yeni yüzyılda ülkelerin ekonomik ve ticari alandaki üstünlükleri, büyük oranda teknoloji yaratma veya teknoloji transferini kolaylaştırma, bunları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme konusunda başarılarına bağlı olacaktır. Bu süreçte “bilgi” en önemli kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Fakirlik yalnızca fiziki sermaye eksikliği ve mali olanaksızlıklar olarak algılanmamalıdır; bilgisizlik de bir fakirliktir ve bu iki durum birbirini beslemektedir. Sermaye yönünden fakir olan, bilgi üretme maliyetini karşılayamamakta ve bu bilgiyi ekonomik hayata aktaramamaktadır. Bu nedenle bilgi sanayileşmiş ülkelerde üretilmektedir. Dahası sanayileşmiş ülkeler diğer ülkelerde üretilmiş bilgiye de kolayca ulaşarak bilgi tabanlarını genişletmektedir. Örneğin, kırk yıl önce Gana ile Güney Kore’nin kişi başına düşen milli gelirleri hemen hemen aynı düzeyde iken, 1990’lı yıllara gelindiğinde G. Kore’de kişi başına düşen milli gelir Gana’nın gelirinden altı kat daha fazla artmıştır. G.Kore’nin bilgiye ulaşabilmesi ve bunu ekonomik büyüme yönünde kullanabilmesi milli gelirinde yaşanan bu artışın önemli bir nedenidir.

    Bilgi edinmek, üretilmiş bilgiye ulaşılıp bu bilginin o anki koşullara uyarlanıp değerlendirilmesidir. Örneğin: Serbest ticaret yoluyla, doğrudan yabancı yatırımlarla, patent anlaşmaları ve AR&GE çalışmaları yoluyla ulaşılan bilgi bu tür bilgidir.
    Bilgiye ulaşabilme temel olarak üç ana başlık altında toplanabilir.

    1- Bilgi Edinmek: Bilgi edinmek, üretilmiş bilgiye ulaşılıp bu bilginin o anki koşullara uyarlanıp değerlendirilmesidir. Örneğin: Serbest ticaret yoluyla, doğrudan yabancı yatırımlarla, patent anlaşmaları ve AR&GE çalışmaları yoluyla ulaşılan bilgi bu tür bilgidir.

    2- Bilgiyi Özümsemek: Bilginin özümsenmesi temel eğitimle ilgilidir. Okuma yazma oranını artırmak, aile içi eğitimin niteliğini artırmak, okul öncesi eğitime ağırlık vermek, okullaşma oranını artırmak, mevcut okulların kalitesini yükseltmek, kız çocuklarının eğitimine ağırlık vermek, ihtiyacı olan herkese hızlı ve kaliteli eğitim olanakları sağlamak, teknik üniversiteleri artırmak bu konuda yapılabilecek en önemli adımlardır.

    3- İletişim Bilgisi: Gelişmekte olan iletişim teknolojisine yatırım yaparak bilgiye hızlı ve daha az maliyetle ulaşmanın alt-yapısını sağlamak, yeni teknolojileri kullanabilmek, özel sektöre öncelik tanımak ve uygun yasal zeminlerin yaratılması bilgiye ulaşabilmek açısından yapılacak diğer önemli çalışmalardır.

    Bilginin ekonomik büyümeye yansımasının en çarpıcı örneği tarımda yaşanan büyük dönüşümdür.
    Bilginin ekonomik büyümeye yansımasının en çarpıcı örneği tarımda yaşanan büyük dönüşümdür. İngiliz iktisatçı Thomas Malthus 18.yüzyılda geometrik olarak artan nüfusuna karşın aritmetik olarak artan dünya gıda üretimi nedeniyle ileride dünyanın büyük bir kıtlık ile karşı karşıya olacağını iddia etmiştir. Bu nedenle nüfus artışının kontrolü, fakirlerin çocuk sahibi olmaması ve hatta evlenmemesi gibi görüşler ileri sürmüştür. Fakat, tarımda, ulaşım ve mekanizasyonda meydana gelen gelişmelerle, 20. yüzyılın sonunda bilginin üretime dönüştürülmesi sonucunda dünya gıda üretimi nüfus artışının üzerinde seyretmektedir.

    1980’lerin başında alınan ekonomik kararlarla ülkede dışa açık bir ekonomik büyüme modeli izlenmeye karar verilmiş, bunun için gerekli yasal düzenlemeler zaman içerisinde yapılarak ülke tamamen serbest ticarete açılmıştır.
    Dünyadaki ekonomik gelişmelere paralel olarak, Türkiye’de, 1950’li yıllara kadar kapalı bir ekonomi modeli izlenmiştir. Dolayısıyla, yukarıda açıklanmaya çalışılan serbest ticaretin getirdiği avantajlardan yeterince yararlanılamamıştır. 1980’lerin başında alınan ekonomik kararlarla ülkede dışa açık bir ekonomik büyüme modeli izlenmeye karar verilmiş, bunun için gerekli yasal düzenlemeler zaman içerisinde yapılarak ülke tamamen serbest ticarete açılmıştır.

    Bunları takiben iletişim teknolojisindeki gelişmeler de yakından takip edilerek, şirket evlilikleri ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları yoluyla teknoloji transferleri özendirilmiştir.


    Büyüme ve Eğitim

    1960’ların başında düşük gelir grubunda olan bazı Doğu Asya ülkeleri yaklaşık yirmi yıl içerisinde OECD’nin yüksek gelir gruplarına dahil olmuşlardır.
    1960’ların başında düşük gelir grubunda olan bazı Doğu Asya ülkeleri yaklaşık yirmi yıl içerisinde OECD’nin yüksek gelir gruplarına dahil olmuşlardır.

    Bunların diğer ülkelerden farkları nedir? Bazıları toprağa, bazıları fiziki sermayeye (yollar, fabrikalar, telefon şebekeleri) yatırım yaparken, bazıları da iş gücüne ve emeğin eğitimine önem vermişlerdir.

    Hong Kong ve Singapur çok az toprağı olduğu halde ağırlıklı olarak eğitime ve fiziki sermayeye yatırım yaparak gelişmiştir. Çünkü, eğitilen iş gücü yüksek teknoloji ürünlerini daha kolay ve hızlı kullanarak üretimi artırmıştır. Eğitim, en hızlı gelişen bu dört Doğu Asya ülkesinin anahtar girdisi olmuştur. Hong Kong, Singapur, G. Kore ve Tayvan gelişmekte olan ülkeler kategorisinden sanayileşen ülkeler kategorisine çıkmadan önce okullara kayıt oranları diğer gelişmekte olan ülkelerdekinden daha fazlaydı. Bu ülkeler aynı zamanda bilimsel çalışmalar üzerinde yoğunlaşarak gelişmiş, sofistike teknolojiler ithal edebilmiş ve bunları kendi lehlerine kullanabilmişlerdir.

    Eğitimin ekonomik büyümeye olan katkısı ABD’de de ampirik olarak kanıtlanmıştır. Yapılan bir çalışmada 1929-1982 yılları arasında ABD’de kişi başına düşen milli gelir artışının % 25’inin okuma süresindeki artış nedeniyle olduğu açıklanmıştır.

    Uzun dönemde eğitim harcamaları bir yatırım olarak kabul edilmektedir.
    Sanayileşme, modernleşme, büyüme, kalkınma gibi insanların ulaşmayı amaç edindikleri hedefler, insan eliyle ve insan zekasıyla gerçekleştirileceğine göre her türlü ilerlemenin temel unsuru “beşeri kaynak” adı verilen insan zeka ve kabiliyeti olmaktadır.

    Uzun dönemde eğitim harcamaları bir yatırım olarak kabul edilmektedir. Diğer yatırımlar gibi bir taraftan gelecekte üretime katılma amaçlanmakta, diğer taraftan kişi zamanını eğitime ayırmaktadır.

    Diğer taraftan, Singer eğitim yatırımlarının iki önemli özelliğine dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki eğitim yatırımlarının azalan verimler kanuna değil, artan verimler kanununa tabi olduğudur. Birbirini takip eden eğitim ve araştırma yatırımlarının, zaman içinde birbirini geliştirmesi beklenmektedir. İkincisi ise, bu tür yatırımlar birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Değişik alanlardaki eğitim ve araştırma yatırımları, bir çok yeniliğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

    Kalkınmak zorunda olan az gelişmiş ülkelerin “eğitim sektörünü” öncü sektör olarak kabul etmeleri bir zorunluluktur.
    Bu hususlar dikkate alındığında kalkınmak zorunda olan az gelişmiş ülkelerin “eğitim sektörünü” öncü sektör olarak kabul etmeleri bir zorunluluktur.

    Özellikle az gelişmiş ülkelerde kaynakların daha etkin bir biçimde kullanılması, hatta yeni kaynakların bulunması, ancak eğitim sayesinde mümkün olacaktır. Öte yandan sanayileşmiş ülkelerden ithal edilen ve modern teknolojiyi temsil eden yatırım mallarının etkin kullanımı için eğitimli işgücüne ihtiyaç duyulmaktadır. Modern teknoloji karşısında az gelişmiş ülkeler kendilerinin yaratamadığı ve kontrol edemediği bir dünyada olmanın yabancılığını çekmektedir. Bu yabancılık, ancak eğitim seferberliği ile giderilebilecektir.

    Ekonomik yapı ile bu yapıya en uygun eğitim türü üzerinde yapılan araştırmalar, fert başına milli gelir seviyesi ile eğitim türü arasında yüksek bir korelasyon olduğunu göstermiştir.
    Eğitim yatırımlarının verimli şekilde yapılması, ihtiyaç duyulan seviyede eğitime imkan vermesi ile mümkündür. Bir ülkede ne tip bir eğitime ihtiyaç olduğunu ise, ekonomik yapı ile bu yapının zaman içinde göstereceği değişim belirleyecektir.

    Ekonomik yapı ile bu yapıya en uygun eğitim türü üzerinde yapılan araştırmalar, fert başına milli gelir seviyesi ile eğitim türü arasında yüksek bir korelasyon olduğunu göstermiştir. Özellikle yüksek öğretimin, yüksek gelir seviyesine sıkı sıkıya bağlı olduğu ortaya çıkmıştır.

    Bilindiği gibi gelişmiş ülkelerde ortalama okuma süresi on yılın üzerindedir. Ülkemizde ise bu oran çok düşüktür. Zorunlu olan ilkokul eğitiminin geçen yıllarda beş yıl olduğu düşünüldüğünde ortalama eğitim süresinin yıllara göre 3,5 ile 6 yıl arasında değişmesi oldukça düşündürücüdür.

    Yapılan hesaplamalara tüm İlkokul, Ortaokul, Liseler, Meslek Liseleri, Üniversiteler ve Açık Öğretim Fakültesi (AÖF) öğrencileri dahil edilmiştir. AÖF öğrencilerinin sayısının çok olması ortalamayı artırmıştır. Ayrıca, zorunlu temel eğitim süresinin sekiz seneye çıkarılması da ortalama eğitim süresini olumlu yönde etkileyecektir.

    Eğitimin bireysel ve toplumsal gelişmeye katkısı olan bir çeşit yatırım olduğunu söylemek yeni bir fikir değildir. Adam Smith 223 yıl önce “Pahalı bir makineyle karşılaştırıldığında emek ve zaman harcanarak eğitilmiş bir insan öğrendiği iş nedeniyle sıradan işçilere göre elde edeceği yüksek gelirle eğitiminin tüm masraflarını karşılayacaktır” demiştir.

    Eğitimin bir yatırım olarak yazılı ifadesi bu yüzyılın birinci yarısında yapılmış olmasına karşın GSYİH’daki büyümenin tamamının sadece fiziki sermaye, emek ve toprak olarak ifade edilen klasik üretim faktörlerinden kaynaklanmadığı, beşeri sermayeyi üretim fonksiyonuna sokan Schultz tarafından ispatlanmıştır (Psacharopoulos, p.99).

    Okuma yılı arttıkça kişi gelirlerinde artış olduğu konusunda yaygın kanıtlar vardır.
    Eğitimin ekonomik büyümeye katkıları kuşkusuz çok yönlü ve geniştir ancak biz burada kaynak kullanımında verimlilik, daha yüksek bir gelir düzeyi ve gelir dağılımının daha eşit düzeye getirilmesi gibi büyümeye doğrudan etkileri üzerinde duracağız.

    Okuma süresi arttıkça kişi gelirlerinde artış olduğu konusunda yaygın kanıtlar vardır. Beşeri sermaye teorisinin açıklaması eğitimin emeği yalnız piyasada değil, aynı zamanda evde de daha verimli kılacağı şeklindedir. Welch ve Schultz’a göre; eğitim kişilere problemli durumlarla ilgilenebilme ve çözümleyebilme potansiyeli kazandırmaktadır.

    Eğitimin sosyal getirisi gelişmekte olan ülkelerde en az fiziki sermayenin getirisi kadardır. Yani, bu ülkelerde ekonomik büyüme için insana yatırım yapmak makinelere yatırım yapmaktan daha yararlıdır.
    Eğitimin sosyal getirisi gelişmekte olan ülkelerde en az fiziki sermayenin getirisi kadardır. Yani, bu ülkelerde ekonomik büyüme için insana yatırım yapmak makinelere yatırım yapmaktan daha yararlıdır.

    İlkokulun getirisi lise ve üniversitelere göre daha fazladır. Çünkü, birim maliyetleri düşüktür ve ömür boyu elde edilen gelir ya da okur-yazar olmaktan kaynaklanan verimlilik daha yüksek, üniversitede ise tam tersine birim maliyetler daha yüksektir.

    Fakir ülkeler için belki de en güvenli eğitim stratejisi 6-14 yaş grubu nüfusun eğitimini yaygınlaştırmaktır. Doğrudan ekonomik getirilerine ilaveten ilkokul eğitimi herhangi bir sosyal yatırımdan daha fazla dış etkilerden etkilenir. Örneğin; daha bilgili seçmenlerin yetişmesinin sosyal getirisi oldukça yüksek olabilir. Bunun yanında, eğitilmiş insanın evde daha iyi kararlar alabileceği, daha etkin tüketici olacağı, daha çok boş zamanı olacağı, hatta evlilikte daha iyi eş seçebileceği Haveman ve Wolfe tarafından belirtilmiştir.

    Ekonomik gelişme devam edip ilkokul eğitimi evrensel hale gelince eğitim politikasında orta ve tercihe bağlı meslek okulları gündeme gelmiştir.

    Okulların sayısı ve süresi kadar kalitesi de önemlidir. Eğer öğrenci 14 yaşına geldiğinde hala okuma-yazma bilmiyorsa her 6 yaşına gelen çocuğu okula kaydetmenin bir anlamı yoktur. Heynemean ve Loxley’ye göre gelişmemiş ülkelerdeki öğrenciler okuma-yazma, matematik ve bilim derslerinde gelişmiş ülkelerdeki akranlarına göre daha az şey öğrenmektedirler.

    Birçok ekonomik gelişme stratejisi vardır. Fiziki ve beşeri sermaye yatırımı arasında şu klasik örneği vermek yerinde olur. Yıllardır Hindistan’nın demir-çelik yatırımına büyük önem vermesine karşın hala istikrarlı bir büyüme başarılamamış, buna karşın Meiji restorasyonundan sonra eğitime yatırım yapan Japonya bugün dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelmiştir.

    Ekonomik büyümeyi bir çok faktörün etkilediği kesindir. Ancak, elde edilen bu kanıtlar göz önüne alındığında, görülebileceği gibi eğitime yatırımın büyümeye katkısı oldukça önemli boyuttadır.


    Ticari Serbestliğin Büyümeye Katkısı

    20. yüzyılın önemli bir zaman dilimi korumacı politikaların uygulanması ile geçmiştir.
    Uluslararası ticaretin büyümenin bir motoru olduğu fikri Adam Smith’e kadar uzanmaktadır. Ancak, bu fikir 20. yy’da popüler olmuştur. Bununla birlikte yüzyılın önemli bir zaman dilimi korumacı politikaların uygulanması ile geçmiştir.

    “İthal İkameci Sanayileşme” olarak adlandırılabilen bu politikalar Singer ve Prebisch (1950) tarafından teorileştirilmiştir. Bu teorinin iki temel esası;

    1-Zengin ve yoksul ülkeler arasında giderek artan hammadde ve mal fiyat farklılaşmalarını belirlemek,

    2- Küçük ülkelerin sanayileşebilmeleri için gelişmekte olan endüstrilerin geçici olarak korunması gerekliliği, olmuştur.

    Gelişmekte olan ülkelerin başlangıçta korunması argümanı “Bebek Endüstriler Argümanı” ile yakından ilgilidir. Prebisch’in fikirleri daha çok Latin Amerika ülkelerinde etkili olmuştur. 1950’li, 60’lı ve 70’li yıllarda bir çok ekonomist bu fikirleri benimseyerek büyüme modelleri planlamak için büyük enerji harcamışlar, ancak korumacı görüşlerin ağırlıkta olmasına rağmen az sayıda akademisyenin yaptığı tarihsel ve istatistiksel çalışmalar dışa açık politikalar uygulayan ekonomilerin korumacı politika uygulayan ekonomilere göre daha iyi performans gösterdiklerini kanıtlamıştır. Buradan çıkarılacak sonuç gelişmekte olan ekonomilerin korumacı önlemlerden kaçınmaları ve dışa açık bir ekonomi politikası izlemeleri gerektiğidir. Bu görüşler 1980’lere kadar çok fazla taraftar bulamamıştı ancak, 1979 yılında yaşanan petrol krizi ile birlikte ortaya çıkan yeni kanıtlar bir çok akademisyeni “ekonomik serbestleşme” fikrinde birleştirmiştir.

    1980’lerde fakir ekonomilerle ilgilenen ekonomistler gümrük duvarlarının indirilmesini, korumacılığın giderek azaltılarak ortadan kaldırılmasını ve tamamen piyasa ekonomisinin uygulanarak ülke ekonomisinin uluslararası rekabete açılmasını önermişlerdir.
    1982 yılında yaşanan dış borç krizlerine kadar biraz şüphe ile yaklaşılmış olsa da bundan sonra Latin Amerika ülkelerinin ısrarcı korumacı politikaları sonucu gösterdikleri istikrarsızlıklara karşın dışa açık sanayileşme politikaları uygulayan Uzak Doğu ülkelerinin yaşadığı inanılmaz hızda ekonomik gelişme ortaya yeni çalışmalar çıkarmış ve bu çalışmalar gündemin ana konusu olarak tartışılmaya başlanmıştır.

    1980’lerde fakir ekonomilerle ilgilenen ekonomistler gümrük duvarlarının indirilmesini, korumacılığın giderek azaltılarak ortadan kaldırılmasını ve tamamen piyasa ekonomisinin uygulanarak ülke ekonomisinin uluslararası rekabete açılmasını önermişlerdir. Bir zamanlar korumacılığın en katı savunucuları olan Latin Amerika ülkeleri için Birleşmiş Milletler Ekonomi Komisyonu (ECLA) üyeleri bile dışa açık ekonomik büyüme modellerini destekler konuma gelmişlerdir. Dahası, IMF ve Dünya Bankası ve diğer uluslararası kuruluşlar gelişmekte olan ülkelere sürekli olarak korumacılığı bırakmalarını ve ticareti serbestleştirmelerini finansal yardımlar için bir ön şart olarak sunmuşlardır. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin planlı ekonomiden vazgeçmeleri politika reformlarına ve yapısal uyum tartışmalarına büyük bir hız kazandırmıştır (Edwards).

    Hemen hemen bütün gelişmekte olan ülkelerde ticari serbestlik yönünde önemli gelişmeler yaşanıyor olsa da, hala bazı noktalar tartışma konusu olmaktadır.
    Hemen hemen bütün gelişmekte olan ülkelerde ticari serbestlik yönünde önemli gelişmeler yaşanıyor olsa da, hala bazı noktalar tartışma konusu olmaktadır. Bunların en yaygın olanı ”ticari serbestlik paketinin” dışa açık ekonomilerde önemli bir rol oynayıp oynamadığıdır. Örneğin, Jeffrey Sachs, ticari serbestliğin, dışa açık sanayileşme stratejilerinin başarısında bir gerek-şart olup olmadığını sorgulamaktadır. Doğu Asya ülkelerinin başarısının büyük oranda ithalatın tam olarak liberalleştirilmediği ve makro ekonominin dengede olduğu bir dönemde hükümetlerin ihracatı geliştirme politikalarındaki rolden kaynaklandığı hususuna dikkat çekmektedir. Lance Taylor ticari serbestlik stratejisinin entellektüel anlamda sona ermekte olduğunu ve serbest piyasa ekonomisi izlemede büyük yararlar olmadığını, hatta bazı kayıpların yaşanabileceğini iddia etmektedir. Buradan hareketle “yüzyılın sonuna doğru içe-dönük büyüme stratejilerinin daha akıllı olacağını” iddia etmektedir. Ancak, bütün bu iddiaların aksine 20. yüzyılın sonunda hala serbest ticaret önemlidir. Her ne kadar çalışmamızın başında sık sık belirttiğimiz Asya ülkeleri 1997 yılında başlayan ve 1999 yılına kadar devam eden bir ekonomik kriz yaşamış olsalar dahi, serbest ticaret politikasını terk etmemişlerdir. Bunun yanında dünyada bir çok ülke serbest ticaret anlaşmaları imzalamakta ve bölgesel ekonomik entegrasyonlar geliştirmektedir. Sınırların yüksek gümrük duvarları ile korunması yerine ticari anlamda sınırlar ortadan kaldırılmak istenmektedir.

    Günümüzde dış ticaret, gelişmekte olan ülkeler için küreselleşmeden yararlanmanın ve dünyaya entegre olmanın en önemli yollarından biri olarak kabul edilmektedir.
    Son yıllarda dünya ticareti dünya ekonomisinden daha hızlı büyümüştür ve gelecek yıllarda da bu eğilimin devam etmesi beklenmektedir. Günümüzde dış ticaret, gelişmekte olan ülkeler için küreselleşmeden yararlanmanın ve dünyaya entegre olmanın en önemli yollarından biri olarak kabul edilmektedir. İthalat yerli piyasaya ek rekabet getirmekte, mal çeşitliliğini artırmakta ve böylece tüketici refahı artmaktadır. İhracat ise dış pazar payını artırmakta, böylece iş dünyası için yararlı olmaktadır. Ama bundan daha önemlisi, yerli firmalar dış ticaret kanalı ile yabancı firmaların başarılı uygulamalarını takip ederek bunları kendi alanlarında uygulamakta, bu rekabet sonucu tüketicilerin taleplerini daha iyi karşılamakta ve böylece daha verimli olmaya teşvik edilmektedirler. Dış ticaret firmalara, makine ve tezgah türünden daha kaliteli sermaye girdilerine erişme imkanı sağlamakta ve böylece verimliliğin artmasına yol açmaktadır. Dış ticaret, işgücü ve sermayenin, nispi olarak daha verimli olacağı yeni alanlara dağılımının hızlanmasını teşvik etmektedir. En önemlisi de, dış ticaret, bazı imalat ve hizmet sektörü faaliyetlerinin endüstrileşmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere aktarılmasına katkıda bulunmakta ve böylece bu ülkelerde büyüme için yeni imkanlar yaratmaktadır.

    Uruguay Round Görüşmeleri sonucunda 1995 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü, mal ve hizmetlerin dünya genelinde serbestçe dolaşması için uygun bir ortam yaratmıştır.
    Uruguay Round Görüşmeleri sonucunda 1995 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü, mal ve hizmetlerin dünya genelinde serbestçe dolaşması için uygun bir ortam yaratmıştır.

    Ticari serbestlik, ticarete konu olan malların ve hizmetlerin içerisinde yoğunlaşmış bilgiye ulaşabilme imkanı tanımaktadır. İhracat bu bilgileri hem talep, hem arz tarafındaki kesimlerden elde ettiği bilgiler yoluyla, ithalatçılar ise diğer bir ülkede üretilmiş mallarda yoğunlaşmış bilgiye ulaşmak yoluyla elde ederler. Dolayısıyla, ticaret yoluyla geniş bir bilgi tabanına ulaşmak mümkün olmaktadır. Ayrıca, ticaretin getirdiği bir takım zorunluluklar kendi ülkemizde daha fazla bilgi üretmemizi de zorunlu kılmaktadır. Örneğin, ölçü cihazları, kalite kontrol cihazları, laboratuarlar, dayanıklılık testleri, karantina önlemleri. Bu durum ülkemizde AR-GE faaliyetlerini önemli bir hale getirmektedir.

    Ticari serbestlik ülkelerin yakınlaşmasını sağlamakta ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına da olanak sağlamaktadır. Bu yolla gelen yeni teknoloji ve gelişmiş teknik işgücü beraberinde yoğunlaşmış ve üretime dönüşmüş bilgiyi de getirmektedir.
    Büyük çokuluslu şirketler yeni buluşlarda da liderlik yapmaktadır. Ticari serbestlik ülkelerin yakınlaşmasını sağlamakta ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına da olanak sağlamaktadır. Bu yolla gelen yeni teknoloji ve gelişmiş teknik işgücü beraberinde yoğunlaşmış ve üretime dönüşmüş bilgiyi de getirmektedir. Bu bilgiden yararlanabilmek, bu teknolojiyi diğer alanlara da uygulayabilmek ve üretime dönüştürmek eğitim kalitesini artırmayı zorunlu kılmaktadır.

    İletişim teknolojisindeki değişiklikler toplumun değişiminde genelde merkezi bir rol üstlenmiştir. Gutenberg’in matbaayı icadını takiben incilin matbaada basılması ve halkın incile kolay ulaşabilmesi Rönesansın başlamasına neden olmuştur. Bugün gelinen teknolojik aşama ise bilginin gizlenmesinin hemen hemen imkansız olduğudur. En gizli askeri sırlar bile gelişen uydu teknolojileri sayesinde artık bu teknolojiye sahip ülkelerin ellerine geçebilmektedir. Sınırlarını sıkı sıkı kontrol eden bir çok demokratik olmayan ülke internet yoluyla bu sınırların ihlal edilmesini önleyemez hale gelmiştir.

    Bu gelişmeler ekonomik büyümeye çok yönlü olarak yansımaktadır. Toplumun eğitimi yanında, çabuk ve kolay ticarete olanak sağlaması, yatırım olanaklarının çok çabuk keşfedilerek kısa sürede hayata geçirilmesi, ekonomik hayatta kişilerin iletişimini güçlendirerek zaman avantajı sağlaması ve en önemlilerinden birisi gelişen bilgisayar teknolojisi nedeniyle ofiste çalışma zorunluluğunun kalkarak hem fiili çalışma zamanının artması hem de verimliliğin artması nedeniyle ekonomik büyümeye pozitif katkısı olmaktadır.


    Sonuç

    Bilgiyle ilişkili üç göstergenin ekonomik büyümeyle karşılıklı ilişkisi olduğu tartışmasızdır: eğitim, ticari serbestlik ve iletişim alt yapısı.
    Bilgiyle ilişkili üç göstergenin ekonomik büyümeyle karşılıklı ilişkisi olduğu tartışmasızdır: eğitim, ticari serbestlik ve iletişim alt yapısı.

    Yeni yüzyılın "Bilgi Çağı" olacağı düşüncesinden hareketle, ulusların ekonomik ve ticari alandaki üstünlükleri; büyük oranda teknoloji yaratma veya teknoloji transferini kolaylaştırma, bunları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme konusunda başarılarına bağlı olacaktır.

    Uluslararası piyasalarda ülkelerin rekabet edebilmesi aynı zamanda beşeri sermayeye yapılan yatırımlara da bağlıdır. Bu çerçevede ülke ekonomisinin ihtiyaç duyduğu kaliteli insan gücünün yetiştirilmesi amacına yönelik uygun eğitim politikası oluşturulmalıdır.

    Ülke ekonomisi eğitim süresini uzatarak ve eğitimde kaliteyi artırarak büyümeyi sağlayacak yeni teknoloji üretebilir ve kullanabilir konuma gelecek ve böylece verimliliği artırabilecektir. Bu bilgi, üretime ve ticarete kanalize edilerek sağlıklı bir büyüme gerçekleştirilebilecektir. Kısaca, eğitim, bilgiyi kullanma kapasitesini yükseltecektir.

    Diğer taraftan, ticarette serbestlik, ticaret yoluyla ül***e giren mal ve hizmetlerdeki yabancı bilgiye ulaşmayı sağlayacaktır. Yurtiçindeki sektörler (özel ve kamu) AR-GE için bütçe ayıramasalar bile ithal edilen mal ve hizmetler ile (yurtdışında AR-GE için ayrılan bütçeden yararlanılarak üretilen mallara sahip olmakla) aynı zamanda yabancı bilgi birikimi de ithal etmiş sayılacaklardır.

    Ekonomik büyümede telekomünikasyonun rolü büyüktür. Telekomünikasyon alanındaki gelişmeler ekonomik ve ticari birimlerin gerekli bilgiye ulaşması sağlanmaktadır. Hiç şüphesiz telefon ve faks, ticareti daha da hızlandırmış, verimliliği artırmıştır. Dahası internetteki hızlı gelişmeler ticaretin sanal ortamda gerçekleştirebilmesine imkan tanımıştır.

    VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile Türkiye’nin, küreselleşmenin avantajlarından en üst düzeyde yararlanarak çağı yakalaması ve gelişmiş dünya ülkeleri arasında seçkin yerini alması hedeflenmektedir.
    VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile Türkiye’nin, küreselleşmenin avantajlarından en üst düzeyde yararlanarak çağı yakalaması ve gelişmiş dünya ülkeleri arasında seçkin yerini alması hedeflenmektedir. VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda bu hedeflere ulaşmak için özgür ve demokratik bir ortamın sağlanmasına, bireyin ön plana çıkarılmasına, sürdürülebilir hızlı bir büyümenin gerçekleştirilmesine, toplumun yaşam seviyesinin yükseltilmesi ve gelir dağılımının iyileştirilmesine, üretken istihdamın artırılmasına, sanayileşmenin hızlandırılmasına, teknolojide atılım yapılmasına, dünya refahından daha yüksek pay alabilmek için eğitim düzeyinin yükseltilmesi ve toplumun tüm bireylerine yeteneklerine uygun eğitimin verilmesine, kültürel gelişmenin sağlanmasına, toplumun tümünün sosyal güvenlik ve temel sağlık hizmetlerine kavuşturulmasına ve sağlık hizmetlerinin kalitesinin artırılmasına, çevrenin korunmasına ve geliştirilmesine çalışılmasının gerekliliği ortaya konulmuştur.

    Yine planda ülke refahının artırılmasında en önemli etkenin, insan gücünün düşük katma değerli faaliyetlerden ileri teknoloji kullanımını gerektiren yüksek katma değerli faaliyetlere kaydırılmasına ve bu şekilde verimliliğin süratle artırılmasına bağlı bulunduğu belirtilmektedir. Bu çerçevede eğitim-öğretim, bilim ve teknoloji altyapısının geliştirilmesi ve sanayileşmeye yeni bir ivme kazandırılması önem taşımaktadır.

    İyi eğitim görmüş genç nüfusun 2000’li yıllarda Türkiye için büyük bir avantaj olduğu herkesçe kabul edilmektedir. Bu nedenle bilgi üretimine katkıda bulunabilen ve bilgiyi yaratıcı biçimde kullanabilen insan gücünün yetiştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Böylece ülkede istenen düzeyde verimliliği ve refahı artırmak mümkün olacaktır.
İşlem Yapılıyor
X