Küreselleşme Sürecinde Devletlerin Rolü

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Küreselleşme Sürecinde Devletlerin Rolü

    Ulus Devletlerin bilhassa ekonomik ve siyasi alandaki dış politikaları herzaman burjuvazinin meselesi olmuştur. Siyasi tercihler, çok sınırlı bir halk kesimi ile özel sektörün çıkarlarını gözetme hedefine kilitlenmiş geniş kapsamlı bir fikir birliği içersinde önerilir, müzakere edilir ve kabul edilir. – Felix Rohatyn, “World Capital: The need and the Risks”

    Yirminci yüzyılın ikinci yarısı belki de kayıtlara insanlık tarihinin en kayda değer dönemi olarak işlenecek. Bilim açısından öngörülmesi bile mümkün olmayan buluş ve yenilikler, dünyadan ay’a ve uzaya gidilmesinin mümkün olması, jet uçakların üretilmesi ve kullanıma sunulması, elektrikli daktilodan, fotokopi makinasına, televizyondan air-condition sistemlerine, doğum kontrolünü sağlayan ilaçlardan, organ nakli ve hatta yapay organlara, gen ve bilgisayar teknolojilerindeki yeniliklere kadar hepsi son elli yıla sığdırılan neredeyse devrim niteliğindeki gelişmeler. Aynı dönem, “küresel yönetişim”in ilk kurumsal yapılarının kurulmasına da sahne oldu: Uluslararası Para Fonu-IMF, Dünya Bankası ve GATT. Kurumlar ve liderlerin vaatleriyle teknolojik ve bilimsel gelişmeler bir araya getirildiğinde aslında yeni bin yılda toplumların savaş ve hastalıklardan kurtulmuş, yoksulluğun da üstesinden gelinmiş bir döneme girmiş olması gerekiyordu. Ama böyle olmadı...

    Belki de öncelikle anlamakta ve bir yerlere oturtmakta güçlük yaşadığımız yeni terimlerden bir kaçını irdeleyerek başlamakta fayda var. “Yönetişim” (Governance): son bir kaç yıldır sıkça duyuduğumuz bu kelime, yönetme ve yönetilme fiillerini aynı anda barındıran bir kavram. Bu kelime genellikle başına “küresel”(Global) sözcüğü eklenerek kullanılıyor. Verilmek istenen mesaj, “Hükümet bile olsanız yönetme ergi size ait değildir”. Yönetişim terimi günümüzde şirket yönetimlerinde de (corporate management) sıkça kullanılıyor ve profesyonel yönetici kadrolara da aslında yönetmeyip, yönetildikleri sıkça hatırlatılıyor. Yeni Dünya Düzeni terminolojisinde çokça kullanılan bir diğer tanımlama da “Karşılıklı Bağımlılık” (Inter dependence) ve bu kavramla yönetişim kavramı arasında son derece sıkı bir ilişki var. Küresel bazda ekonomik entegrasyonun yaşanıyor olması dolayısıyla Devletlerin ekonomik açıdan birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı hale geldikleri, bu yüzden zaman zaman kendilerini kısıtlayıcı ama bütün tarafların yararına kararlar almalarının doğal olduğu, bu yaşananların egemenlik hakkından vaz geçmek şeklinde anlaşılmaması gerektiğine ilişkin söylemler (Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Mike Moore’dan) son dönemde dünyada en fazla duyulan ve tartışılan konular haline geldi. Gerçekten de bu iki kavramla, ulus, egemenlik, bağımsızlık, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı v.b 20. yüzyıla damgasını vurmuş temel kavramlar arasındaki ilişki küreselleşme sürecinde çok daha önemli hale geliyor.

    Küresel ekonominin neo-liberal teorisyenlerinden biri olan Strobe Talbott’un (U.S deputy secratary of state) Foreign Policy dergisinin 2000/Bahar sayısına verdiği bir makalede ise yeni karşılıklı bağımlılık sürecinin farklı boyutlarına dikkat çekiliyor ve egemenliğin kaybolacak olmasından rahatsızlık duyanların yüreğine su serpiliyor. “Karşılıklı bağımlı bir dünyada kendi kaderini tayin etmek” başlıklı makalede, Çeçenya, Kosova, Doğu Timor, Abazya, Nagorno-Karabag örnekleri verilerek kendi yerellikleri özelinde çoğunluğu temsil eden bu toplumların büyük Devlet ölçütünde azınlık konumuna düştükleri, fakat bağımsızlıkları için savaşmaya devam ettikleri, bu bölgesel çatışmaların her birinin er veya geç birer Amerikan Dış Politikası sorunu haline geleceği, oysa Amerikan Devlet Bakanlığının raflarında bu senaryolara uygun yanıtı içeren tek tip bir reçetenin bulunmadığı; ancak Amerika’nın ayrılıkçı çatışmalara bulacağı çözümlerle ilgili olarak tek bir değişmeyen hedefin olduğu ve bu hedefin de dünyadaki değişimden türediği belirtiliyor. “Bağımsızlık, yeni devletlerin yaratılması bakımından hala güçlü ve önemli bir dürtü, özellikle merkezi Hükümetler tarafından yok sayılan ya da baskı altına alınan toplumlar için. Fakat yaşanan pek çok olayda eyaletler arasında artan bağımsızlık yanlısı eğilimler Devlet içi çatışmalarda ana devletten ayrılmaktan daha iyi bir çıkar yol sunmaktadır: Merkezi Hükümete yardım edilerek, bağımsızlık talep eden toplumun Merkezi Hükümetin parçası olarak kalmasının sağlanması karşılığında demokrasinin ve sınır ötesi ekonomik kalkınma ve siyasi işbirliğinin geliştirilmesi .”diyerek devam ediyor S.Talbott. Bu tespitlerden de anlaşılacağı gibi, kapitalist sistemin; bir yandan egemenlik, bağımsızlık gibi kavramların modasının geçtiği ve dönemle uyuşmadığı savlarını ileri sürmek, diğer yandan ise ulusların iç çelişkileri ve etnik farklılıklarının -demode olduğu ileri sürülen kavramlar kullanılarak- kışkırtılmasıyla her bir üniter devlet yapısından çok sayıda yeni küçük devletçikler yaratmak ve yaratılan yeni devletçikler ya da ekonomik ve siyasi işbirliği (gerçekte bağımlılık) karşılığında Merkez Devlete, bağımsızlıkçı grubun ayrılmaması garantisinin verilmesi gibi birbiriyle taban tabana çelişen iki seçenek arasına sıkıştığı görülüyor. Yaşananlar, Bill Clinton’ın Bosna savaşı ertesinde ül***i ziyareti sırasında yaptığı konuşmadaki temel saptamaları da doğruluyor: “Küreselleşme gevşek sınırlar ister ve üniter devlet yapıları bu sürece uygun değildir”. S.Talbott’un makalesi, Amerika’nın 1900’lü yıllar boyunca inatla iki alanda şampiyonluğa oynadığı, bu alanların bir tanesinin ulusal çıkarlarını en iyi koruyan devlet olmak; diğerinin ise ulusal değerlerini koruyan bir toplum olmak şeklinde belirlendiği, oysa bu iki hedefin birbiriyle çatıştığı saptamalarıyla devam ediyor. Ve bu son cümle ulusal çıkarların korunmasıyla gerçekte neyin kast edildiğini açık bir dille ortaya koyuyor: Ulusal burjuvazinin çıkarlarının korunması ve bu nedenledir ki aynı anda -genellikle toplumsal öncelikleri ve sosyal standartları anlatan- ulusal değerlerin de korunması mümkün olamıyor. S.Talbott, “Bu nedenle biz ABD olarak parçalanmayı(disintegration) değil, bütünleşmeyi(integration) sağlayacak bir “ kendi kaderini tayin etme hakkının”(self-determination) yeniden tanımlanması ve uygulanmasının yollarını bulmaya çalışıyoruz” diyerek yaşanan çelişkinin altını bir kez daha çiziyor. Bu tanımlamadan federe devlet yapılarının özendirileceği, başkanlık sisteminin küresel siyaset sistemine adapte edileceği v.b. siyasi çıkarsamalar yapılabilir. Ama bu süreçte aslolan, hem bağımsızlık talep eden toplumların hem de bağımsızlık yanlısı toplumlarca kendisine savaş açılan merkezi yapıların “ekonomik entegrasyon” , “demokrasi” gibi kavramlar kullanılarak, ekonomik ve mali açıdan kapitale bağımlı hale getirilmesidir.

    Ayrılıkçılığa karşı Federalizmin kullanılması daha çok Batı’nın başvurduğu bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin Kanada’daki Quebec halkına, kendi eyaletleri ile Kanada’nın geriye kalan tüm eyaletleri arasındaki ilişki tartıştırılıyor. Bu noktada, ABD konuya Kanada’nın bir iç meselesiymiş gibi yaklaştığı görüntüsünü vermeye büyük bir özen gösteriyor ve bu sorunun Kanada yasaları, anayasa ve siyasi sistem üzerinden çözülebileceğini söylüyor. Benzer bir durum Avrupa’nın Belçika’sında da yaşanıyor ve bu küçücük ülkede Fransızların yaşadığı bölgeyle Flamanların yaşadığı bölge arasındaki sınırlar her geçen gün daha fazla belirginleşiyor. Fakat tüm bu gelişmeler yalnızca göründüğü gibi, yani sanki sadece politik birer meseleymiş gibi ele alınırsa gerçekliklerin önemli bir bölümü gözden kaçırılmış olur. Örneğin, Belçika’daki sorun da tıpkı diğer bölgelerdeki gibi yine üretim ilişkileriyle ilgilidir. Savaş sonrası dönemde önemli maden yataklarının bulunduğu güney bölgesinde yoğunlaşan ağır sanayii; 70’li yılların sonlarından itibaren Avrupa Birliği çapındaki üretim yoğunluğunun farklılaşması, ağır ve kirli sanayii sektörlerinin çevre ülkelerine aktarılmaya başlanmasıyla birlikte işsizleşme ve yoksullaşma olgularını birarada yaşamaya başladı. Kuzey’de Flamish’lerin yaşadığı bölge ise AB’nin siyasi başkenti konumunda olan Brüksel kentini çevreleme avantajını da kullanarak bu süreçte daha çok ticarete ve hizmet sektörlerine yoğunlaştı. Kuzey – Güney arasındaki ekonomik dengelerin değişmesi Belçika’da etnik ve milliyete dayalı farklılıkların daha görünür hale gelmesine yol açtı. İtalya’da Po ovasının çevresine sıralanan zengin sanayi kentlerinde yaşayan nüfusa da benzer bir sorgulama yaptırılıyor. “Yoksul Güneyi biz mi besleyeceğiz, Padenia’ya özgürlük !”

    Diğer yandan neo-liberalizmin teorisyenlerince “barışçı entegrasyon” olarak değerlendirilen ve aslında tamamen S.Talbott’un da vurguladığı “yeni bir kendi kaderini tayin hakkı” tanımlamasına uygun bazı gelişmeler de yaşanıyor dünya siyasetinde. Batı Afrika’da Mali Devlet Başkanı Alpha Oumar Konare’nin bölgedeki ekonomik ve politik işbirliğinin hızlanmasında öncü bir güç üstlendiği; Güney Afrika’da Nelson Mandela’nın seçimle iş başına gelmesinin üzerinden sadece 7 yıl gibi kısa bir süre geçtiği halde, ülkenin kendi içinde demokrasi ve istikrar alanlarında bir dönüşüm yaşamaya başlamasının bölgenin diğer ülkelerine de çoğunluğu baskı altına alan etnik azınlıklarla başa çıkma konusunda mükemmel bir örnek teşkil ettiği; Mozambik’de 1975 yılında kazanılan “bağımsızlık(???)” sonrasında Frelimo ve Renamo siyasi partileri arasında 17 yıldan beri yaşanmakta olan kanlı iç-savaşın şimdilerde demokratik seçim süreçlerinde yaşanan politik mücadeleye dönüştüğü; Afrika’nın en kalabalık ülkesi olan Nijerya’nın on yıllarca süren dikatatörlük sonrasında sivil, demokratik bir yönetime dönüşmek için kendine özgün bir çizgi belirlediğine ilişkin değerlendirmeler Talbott’u destekler niteliktedir. Sistem, “demokratik ilkeler ve -iyi yönetişime- yoğunlaşan bu çabaların uluslararası toplumun (international community) sürekli takibi ve desteğine ihtiyaç duyacağı” görüşündedir. Bu “takip” ve “destek”in ne şekilde gerçekleştirileceği konusunda kehanette bulunmaya hiç gerek yoktur, çünkü zaten “yönetişim” ile yapılmak istenen tümden kontrol/denetim altına almaktır. Bu denetimin iç-gelişmeler nedeniyle tehli***e girmesi konumunda bu kez -muhtemelen- mali yardım, yani “destek” devreye sokulacak ve böylece ül***i bağımlı halde tutma konumu sürdürülmüş olacaktır.

    Neo-liberal düzende sıkça duyulan kavramlardan biri de şu, meşhur “uluslararası toplum” (U.T) dur. Kimdir bunlar, nasıl bir araya gelir, kararlarını hangi süreçlerden geçerek alırlar? Bu sorular hiç sorulmaz, çünkü bu kez kararları alan zaten “toplum”un kendisidir. Amerika Irak’ı bombalar, uluslararası toplumdan bir kınama gelir, İsrail’in Filistin üzerindeki baskı ve şiddeti artar, uluslararası toplum yine görüşünü açıklar, Çeçenistan, Ermenistan, Kosova, Makedonya, Doğu Timor, Tibet dünyanın neresi olursa olsun U.T’un bir görüşü ve diyeceği mutlaka vardır. U.T’un açıklanan görüşleri, kınama mesajlarında ortaklaşan bir özellik dikkat çeker: Demokrasi ve insan hakları vurgusu. Görünüşte bu soyut ve görünmez U.T. hakların ihlaline şiddetle karşı çıkmakta ve bu sayede de dünya halkları nezdinde saygınlık kazanmaktadır. Fakat aynı U.T.’un sınıflar arası çatışmalar, emek hakkı ihlalleri, grev sırasında güvenlik güçlerince vurularak öldürülen işçiler (Zambia-Temmuz 2001), yaşam hakkı ve ekolojik dengenin korunması için verilmekte olan mücadeleler konusunda -nedense- söyleyecek hiç bir şeyi yoktur.

    İkinci dünya savaşı sonrasında değişen siyasi haritanın da getirdiği zorlamayla önem kazan(dırıl)an bağımsızlık hareketleri, bir önceki yüzyılın belirleyici yönelimi olan sömürgeciliğin son bulmasını kolaylaştırırken; başka devletlerin boyunduruğundan kurtulan halklar “bağımsızlık, fakat kimden (ne?)den bağımsızlık ?” sorusunu pek fazla sormadılar. Bu sorgulama gerektiği gibi yapılmadığı içindir ki bugün gelinen, artık herşeyin netleştiği ve kesinleştiği noktada muazzam bir kavram kargaşası yaşanıyor. Emperyalizm olgusu, çoğu kez ulus devletlerin yayılmacılığı olarak algılandı (Amerikan emperyalizmi, İngiliz emperyalizmi v.b) ve emperyalist tanımlaması yapılan devletlerin ekonomik gelişmişliği gerçeğin perdelenmesini kolaylaştırdı. Bu kavramların da yardımıyla milliyetçi duyguları bileylenen toplumların,-bağımsızlık hareketleri sonrasında- yapabilecekleri muhtemel “hatalar”ın önüne geçilmiş oldu. Yine bu kavramların yardımıyla tek tek ülkeler ölçeğinde burjuvazinin gelişip, serpilmesi ve kapitalist sistemin bir dünya sistemi olarak güç kazanması sağlandı. Yüksek gümrük duvarlarıyla korunan ulusal sermaye grupları, güçlü kamu KİT’lerinden sağladıkları düşük maliyetli Hammade ve alt yapı ürünleri (elektrik, su, yol v.b. hizmetler, kömür gibi) ve Dünya Bankasının 1950’den başlayarak tüm ülkelerin özel sektörlerini geliştirme amacıyla aktardığı çoğu zaman kur garantili ve düşük faizli kredilerin de yardımıyla kendi birikim süreçlerini hızlandırdılar.

    Üretici güçlerin -farklı düzeylerde de olsa-gelişme sürecine girdiği bu yıllarda bütün ülkeler için ulusal değerler, üniter devlet yapıları ve toprak bütünlüğü gibi kavramlar birer, yapıştırıcı zamk görevi görmekte; ekonomik çıkar çatışmaları dışında kalan dış tehditler karşısında tüm halk kesimleri kolayca biraraya gelebilmekteydi ki zaten sistem için de gerekli olan buydu. İşte bu süreçte ülkelerin ekonomik kararlarını bağımsız bir şekilde aldığı gibi bir yanılgıya düşüldü. Ve bu yanılgı, bugün bazı grupların ulus devletlerin egemenlik ve bağımsızlıklarının tehdit altında imiş gibi görünmesinin tek nedenini küreselleşme olarak görmelerine, küreselleşme öncesi dönemde bu kavramların var olduğuna inanmalarına neden oldu.

    Bu süreçte hatırlanması ve yeniden irdelenmesi gereken kavramlardan biri de Devlet’dir. Sınıflı toplumlarda egemen sınıfın çıkarları temelinde yapılanan Devlet mekanizmasının özünü; üzerinde kurulu olduğu toprak parçasının genişliği, nüfusunun bileşimi ya da azlığı-çokluğu değil, onun sınıfsal yapısı belirler. Ayrıca Devlet, tek tek kişilerin kısa vadeli çıkarlarını gözetmek yerine, bir sınıfın uzun vadeli çıkarlarını korumayı ve geliştirmeyi -tarihsel ve zorunlu bir görev olarak- yüklenmiş bulunduğundan, bazı kararlarda sınıflar-üstü bir nitelikteymiş gibi görünebilir. Olay, yalnızca bu tanım kapsamında ele alındığında tek tek bütün ulus devletlerin, sadece kendi sınırları içindeki egemen sınıfın (kapital) çıkarlarını korumak zorunda olduğu; yoksa tüm dünya sermayesinin çıkarlarını korumak gibi bir misyonunun bulunmadığı sonucuna varılabilir. Ancak, bugün dünyanın tek bir toprak parçası gibi kabul edilerek bütün devletlerin kapılarını dünya sermayesine açmak için birbirleriyle yarış eder konuma gelmesinin temelinde de zaten bu “tek tek ulusal sermaye gruplarının çıkarlarının korunması” hedefi yatar. Ulus Devletler hem içeriden hem dışarıdan fakat hep aynı kaynaktan (kapital) gelen baskıların artması sonucunda, önce kapalı ekonomik sistemlerden vaz geç(iril)miş şimdilerde de “Ulus olma”, “Egemen olma” gibi -aslında burjuva kültüründe bile bir Devleti Devlet yapan- temel özelliklerden arın(dırıl)maktadır. Gerçekte ise Köleci, Feodal ve Burjuva Devletler var olalıberi egemenlik; yalnızca azınlık iktidarının, çoğunluğu oluşturan kitleler üzerinde kurduğu hegemonyayı temsil etmiştir. Bugün vaz geçilen ise bu hegemonik sömürü mekanizması değildir. Aslında bu bağlamda, egemenliğin bittiğinden değil de kapsamının dünya çapında genişlediğinden söz etmek daha doğru olacaktır. Başka bir deyişle bugüne kadar yalnızca kendi coğrafyasındaki çoğunluk üzerinde hegemonya oluşturmuş olan tek tek ulusal burjuvaziler de(gelişmiş dünyanın sermaye grupları dışında kalanlar) dünya ticaret döngüsüne dahil edilmek suretiyle sömürü ve hegemonya alanlarını genişletme çabasına girmişlerdir küreselleşme sürecinde. Daveti çıkaran egemen dünya sermayesinin hedefi bu değildir, kuşkusuz. Hedef, kapitalist sermaye birikim sürecini hızlandırmak amacıyla koruma altına alınan ulusal sistemlere sorunsuz ve engelsiz bir şekilde girebilmektir. Liberal, küreselleşmeci görüşün savunucuları tarafından kullanılan argümanlar da pek farklı değil bu noktada. Genellikle “küreselleşme nedir?” sorusuna verilen yanıtları aynı paydada ortaklaştırmak mümkün olabiliyor : “Almanya’da yaşayan birinin Nepal’de üretilen ceketi gümrük ve kota engeline takılmadan satın alabilmesi özgürlüğüdür küreselleşme” ya da “Türkiye’nin Gümrük Birliğine girmesi sonucunda Türkiye halkı, hurda otomobil satın almaktan kurtuldu” ve benzer, bu tek boyutlu perspektiflere örnekler çoğaltılabilir. AB-Komisyonu Ticaret Komisyoneri Pascal Lamy, Nisan 2001’de Brüksel’de yapılan bir toplantıda benzer bir soruya “Küreselleşme bir tehdit mi, yoksa bir fırsat mı?” sorusuna şu yanıtı veriyor “Hangi coğrafyada yaşadığınıza ve hangi sosyal sınıfa mensup olduğunuza bağlı”. Coğrafyanın bu süreçte belirleyici bir rolünün olmadığı, Gümrük Birliği ile ilgili olarak yapılan tespitten zaten anlaşılmaktadır. Avrupa Birliğinde gümrüklerin sıfırlanması sonucunda üretim maliyetleri biraz daha fazla önem kazanmış, emeğin görece ucuz olduğu AB ülkelerine yapılan yatırımlar artarken, sosyal standartların yüksek olduğu ülkelerde işsizlik olgusu artmış ve şirketler arasındaki rekabet hızlanmıştır. Bu süreç Avrupa’da emek maliyetlerinin kısıtlanmasını kolaylaştırıken, Türkiye’de de bedel ödeyen aynı kesim, işçiler olmuştur ve kapanan ya da daralmak zorunda kalan otomobil fabrikalarında binlerce kişi işsizler ordusuna katılmıştır. Yukarıdaki savlarda da Nepal’de ceketi üreten, Avrupa’da da otomobili üreten işçilerin bu süreçteki konumu hiç tartışılmamaktadır. Kısaca bu tespitlerde küreselleşmenin (kapitalizmin) en temel öznesi olan “emek” yok sayılmaktadır.

    Liberallerin kalpten destek verdikleri Ulus Devlet tartışmalarıyla ilgili olarak S. Talbott, “ulusçuluğun iki temel çıkmazı vardır: yeryüzündeki binlerce ulusun her biri kendi devletini kurmak isteyecektir; bu da çok geniş çaplı bir Birleşmiş Milletler ve son derece karışık bir dünya sonucunu doğuracaktır; diğer çıkmaz ise tamamen ulusçu bir devletin dünyada hiç bir zaman var olmamış olmasıdır. Etnografik sınırlar hemen hemen hiç bir zaman politik sınırlarla uyuşmaz.Bu nedenledir ki Avrupalılar, Westphalia Barışından 300 yıl sonra kıtayı baştan aşağı kana bulayan bir savaşla sınırları yeniden belirlemişlerdir.” diyor. Diğer yandan ulus devlet konseptinin kapitalist sistem açısından asıl sakınca teşkil ettiği konuya hiç değinmiyor Talbott. Sermayeler arası çatışmaların iyice belirginleştiği küreselleşme sürecinde ulus devletçiliğin, yeniden korumacı ekonomik sistemlere dönüş anlamına geleceğini, gümrük duvarlarının yeniden örülüp, sınır-ötesi para hareketlerinin kısıtlanabileceğini; bu gelişmelerin dünya pazarlarını da küçülteceği ve sermayeleri kendi coğrafyalarına hapsedeceğini konunun bütün tarafları çok iyi biliyor ve zaten üst düzeydeki çatışmalar da bu alanlarda yaşanıyor.

    Yalnızca Türkiye’de değil, gelişmiş ülkeler dahil tüm dünyada ekonomik ve siyasi süreçlerin büyük ölçüde sermaye grupları tarafından ve bu grupların çıkarlarına uygun bir şekilde belirlendiğini ortaya koyan tarihsel olgulardan yalnızca bir kaçı bile, kapitalizmin küreselleşme sürecinin daha iyi anlaşılmasına yardım ediyor.

    “İlişkiler: Bizim için ilişkiler Helmut Kohl’a telefon ederek bir raporu okumasını isteyebilmek ya da John Major’ın ERT’yi arayarak belli bir konudaki bakış açısından ötürü teşekkürlerini iletmesi; İsveç’in AB’ne üye olmayı kabul etmesinden sadece bir kaç gün önce İsveç Başbakanı ile yemeğe çıkmak anlamına gelir.”

    - ERT-Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası eski Genel Sekreteri Keith Richardson

    İkinci dünya savaşı devam ederken (1941) savaş sonrası dönemde kendisini dünya ekonomisine yön verme gücüne sahip en büyük ekonomik blok olarak tanımlayan Amerikan sermayesi, en büyük sanayi ve finans şirketlerinin biraraya gelerek oluşturdukları Dış İlişkiler Konseyinde alınan karar gereği ABD-Devlet Bakanlığıyla “daha sıcak” ilişkiler tesis edilmesine ve bu işbirliği üzerinden de yalnızca Amerikan halkının değil, başta Avrupa olmak üzere Asya ve Afrika halklarının da koruma altına alınacağının mesajının tüm dünyaya verilmesine karar verdi. Aynı yıl yine Dış İlişkiler Konseyi tarafından hazırlanan ve Devlet Bakanlığına gönderilen gizli muhtırada (Memorandum E-B34) Latin Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika halklarının hak ve çıkarlarının da korunacağı ilan edilmek suretiyle ABD’nin , -Amerikan sermayesine, ihtiyaç duyduğu metaları en zahmetsiz şekilde sağlamak için- dünya üzerinde tesis edeceği ekonomik ve askeri hegemonyanın kolaylaştırılması talep ediliyordu. Bu muhtırayla bir de çağrı yapılmaktaydı “Sermaye yatırımlarını hızlandırıcı programlar ve dövizdeki dalgalanmaların önlenmesi için dünya çapında faaliyet gösterecek finans kurumlarının oluşturulması”. Sözü edilen uluslararası finans kurumları IMF ve Dünya Bankasıydı ve 1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferansında aralarında GATT’ın da bulunduğu 3 önemli yapının oluşturulması önerisi Amerikan sermayesinin taleplerine uygun olarak kabul edildi.

    1973 yılında Amerikan, Avrupa ve Japon sermayeleri arasında kurulan Üç’lü Komisyonun(Trilateral Commission) ilk kararı GATT çerçevesindeki ticaretin liberalizasyonunu hedefleyen raundlardan bir yenisinin, Tokyo Raundunun başlatılması olurken; 1986-1994 yılları arasında toplanan ve GATT içeriğinin ilk kez genişletildiği, Tarım ve Hizmetlerin de serbest piyasaya açılmasının öngörüldüğü Uruguay Raundunun toplanmasına ilişkin karar 1982 yılında yapılan Dünya Ekonomik Forumunda (WEF) alınmıştır. Ulus Devletlerin bürokratlarının yanısıra ve onlardan çok daha yetkin olarak WEF toplantılarına katılan ulusötesi şirketlerin yönetim kurulu üyeleri, 1982 yılında yapılan WEF toplantısında dünya ekonomisinin yeni bin yıldaki biçiminin belirlenmesinde her zamanki gibi son derece etkili olmuşlar ve 1986 yılında başlatılan Uruguay Raunduna Tarım ve Hizmetlerin liberalizasyonu gibi çok hayati iki temel konuyu dahil ettirmeyi başarmışlardır.

    Avrupa Birliğinin bugünkü konumunun geri planında da Avrupa ve Amerikan sermayesinin çıkarlarının korunup; geliştirilmesi hedefi belirleyici olmuştur. 80’li yılların başından itibaren Birlik içersinde ve yakınlarında ciddi bir yapılanmaya giden ulusötesi şirketlerin en önemli kurumsal dayanakları: ERT-Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası(1983), CAG-Rekabet Danışma Kurulu (1995) , UNICE-Avrupa İşveren Sendikaları Konfederasyonu (1958)nun yanısıra Konsey, Komisyon ve Parlamento içersinde sermaye yanlısı politika ve kararların alınmasını hızlandırıp; kolaylaştırma işlevini üstlenmiş olan Avrupa Politik Çalışmalar Merkezi-CEPS (1982), Avrupa Politika Merkezi-EPC (1997) gibi şirket think-tank’leridir. Sayılan bu yapılardan ERT, Avrupa politik sahnesindeki en temel politik aktörlerin başında gelir. ERT’nin dahlinin en bariz hissedildiği (açıkça bilindiği) ekonomi-politik kararların başında Avrupa’da tek para birimi-EMU’ya geçişle ilgili karar, Maastricht Anlaşmasının kriterleri ve şimdilerde de AB-Genişleme süreci kararları vardır. AB-Genişleme süreciyle ilgili olarak ERT, Orta ve Doğu Avrupa’daki potansiyel üye ülkelerdeki yapısal ayarlama programlarının başlatılması ve söz konusu bu programların kapsamının, çerçevesinin tanımlanması süreçlerine etkin olarak müdahale etmiş, hatta müdahaleciliğin de ötesinde bizzat bu programların hazırlayıcılığını yapmıştır. CAG ile sıkı bir işbirliği içersinde çalışan ERT, 1995 yılında CAG’nin kurulmasından hemen sonra AB-karar mekanizmalarına gayrıresmi statüde de olsa dahil edilmiş ve politikalarının meşruiyet kazanması da böylece kolaylaşmıştır. Bu bağlamda CAG tarafından 1996 yılında hazırlanan ekonomik rapor 1996 yılında yapılan AB Floransa Zirvesinde resmi düzeyde tartışılmış ve onaylanmıştır. Bu raporda; Avrupa’daki işsizlik sorununu aşmak için tüm sosyal taraflar (Hükümetler, İşveren Örgütleri ve İşçi Sendikaları) göreve çağrılmış ve kaosun aşılması için emek piyasalarında çalışma sürelerinin daha fazla esnekleştirilmesi ile ücret sisteminde modernizasyona gidilmesi önerileri getirilmiştir. CAG’nin 1996 yılı sonunda hazırlayarak AB-Komisyonuna sunduğu 4. raporundaysa bu kez Asya sermayesinin görece yüksek rekabet gücüne (Kriz öncesi) gönderme yapılmakta ve AB sermayesinin rekabet gücünü arttırabilecek tek yol olarak ta o sıralarda OECD içersinde müzakere edilmekte olan MAI-Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasının gecikmeksizin imzalanması gerektiği belirtiliyordu. Bu rapor, daha sonra Dublin Zirvesinde AB bürokratları arasında enine boyuna tartışıldı ve CAG’nin faaliyetleri Avrupa Komisyonu tarafından öylesine takdir görmüştü ki Avrupa Komisyonu Başkanı Santer, 1997 yılı Mayıs ayında hiç sıkılmadan ikinci bir CAG kurulması önerisini getirdi. Zenginler Klubü olarak bilinen OECD’nin Genel Sekreteri Jean Claude Paye’nin Başkanlık ettiği ikinci CAG de yine ERT üyelerinden (Investor AB, Bayer, BP, Daimler-Chrysler, Ericsson, FIAT, Nestle, Nokia, Petrofina, Philips, Renault, Shell, Siemens, Solvay, Total, Unilever v.b.) oluşmaktaydı. İkinci CAG’nin ilk raporu da AB-Luxemburg Zirvesinde, istihdam politikaları maskesi gerisinde tartışıldı ve bir yandan yapısal reformların sayısının arttırılarak, kapsamlarının genişletilmesi, sermayeyi kısıtlayıcı yasal düzenlemelerin gevşetilmesi, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin bağımsız yapılarca yürütülmesi gibi ihtiyaçların altı çizilirken, bir yandan da Haziran 1998’de Cardiff’te yapılması karar altına alınmış olan bir sonraki AB Zirvesinde alınması istenen kararlar sıralanıyordu. Ve, Haziran 1998’de AB bürokratları bu kez de Cardiff’de CAGII imzasını taşıyan “Rekabet İçin Sermaye Piyasaları” raporunu tartışıyorlardı.

    Bu arada CAG-I ve CAG-II’nin ülkemiz özelindeki yansımalarına da değinmemiz gerek. 1 Haziran 2001 tarihli Finansal Forum gazetesine yansıyan habere göre, AB-CAG-Rekabet Danışma Kurulu Türkiye Hükümetine bir ihtarda bulunarak, Kamu denetimleri konusu 2001 yılı sonuna kadar Rekabet Kurumuna terk edilmediği taktirde Türkiye’nin üyelik sürecinin askıya alınacağını bildirmiş. Ülke yönetimlerine yapılan sermaye yanlısı müdahaleler açısından örnek teşkil eden bu uyarı ile yaratılmak istenen dikensiz bir gül bahçesi kuşkusuz. Diğer yandan Kopenhag kriterlerinin en fazla gündeme getirilen demokrasi, insan hakları gibi maddelerinin ihlal edilmemesi için AB tarafından başvurulan bağlayıcı ve emredici, -üyeliğin askıya alınması v.b. – hiç bir girişimin bulunmaması sözü edilen demokrasinin tümüyle burjuva demokrasisi olduğunun başka bir göstergesidir.

    ERT ile Avrupa Birliği bürokrasisi arasındaki “sıcak ilişkiler” aslında ERT’nin ilk kuruluş dönemine kadar uzuyor. Birtakım işveren çevrelerinin zamanlamasını yanlış bulmalarına rağmen karar alma süreçlerinde etkin olan şirketlerin zorlamasıyla 1984 yılında ticaret önündeki engelleri Avrupa çapında kaldırmayı hedefleyen bir hukuk paketini AB gündemine getiren A.Komisyonu, üye devletlerin egemenliklerini kaybedecekleri endişesiyle karşılaştı. Ardından 1985 yılında ERT Başkanı Wisse Deker tarafından bu kez daha uzun vadeli -5yıllık- fakat çok daha radikal bir liberalizasyon paketi Birlik gündemine sokuldu. “Avrupa 1990” başlıklı rapor ERT tarafından tüm üye devletlerin başkanları ile Hükümetlerine ve üst düzey bürokratlarına gönderildi. Dekker’in raporu bizzat eliyle A.Komisyonuna teslim etmesinden sadece 3 gün sonra , Komisyonun yeni başkanı Jacques Delor, raporda yer alan tüm hedef ve kararları sanki Komisyonun özgün kararlarıymış gibi Basın önünde kamu oyuna açıkladı. Birkaç ay geçtikten sonra 1986-Tek bir Avrupa Yasasının temelini oluşturan “Beyaz Rapor” Komisyon tarafından yayımlandı. Beyaz rapor ile ERT planı arasındaki tek fark ERT’nin iç piyasanın liberalizasyonunun tamamlanması için öngördüğü 1990 tarihinin, Komisyon tarafından 1992 olarak değiştirilmiş olmasıydı.

    Kapitalist sistemin en ileri aşamaya ulaştığı küreselleşme sürecinde şirketlerin kendi politika ve önceliklerinin yaşama geçirilmesi için yaptıkları; lobi çalışmaları ve bürokrasi üzerinde bağlayıcı hegemonya oluşturulmasıyla sınırlı değil kuşkusuz. Bu yoğun çabaların bir diğer önemli yansıması da bu çatışmanın odağındaki işçi sınıfı üzerinde yaşanıyor. Finansal liberalizasyonun hız kazandırdığı sermaye hareketleriyle karlılık alanlarını çeşitlendiren şirketler sanayii yatırımlarından kaçarken, başta telekomünikasyon ve bilgi ticareti olmak üzere hizmet ve finansal spekülasyon alanlarına çok daha fazla ilgi göstermeye, dahası kaynak aktarmaya başladılar. Yeni bin yılda en çok duyulacak sermaye sloganlarının başında muhtemelen “Fabrikasız Şirketler” olacak. Son iki yıl içersinde dünya çapında sıralamaya giren şirketler arasında yaygınlaşan eğilim “Müşteri ve Hissedarların çıkarlarına odaklanmayı esas alan şirket politikaları”. Kısaca kar oranlarının daha da arttırılmasını sağlayacak “yeni” adımlardan söz ediliyor. Bazı ip uçları da veriliyor bu arada: “Şirket hisselerinin değerinin uluslararası piyasalarda (borsa) düşmesi halinde piyasaya alıcı olarak girip, hisse fiyatını desteklemek için Şirket bütçesinden önemli bir kaynak ayrılması” ya da “yıllık kar artış oranının ciro artış oranının iki katı olarak belirlenmesi” veya “Piyasa ekonomisine açılacak kamu hizmetleri ihalelerine girmek üzere şirket bütçesinden kaynak ayrılması” (ABB, Siemens, General Electric v.b. ulusötesi şirketlerin yeni bin yılın ilk günlerinde açıkladıkları yeniden yapılanma planlarından alınmıştır). Bu hedeflerden sonuncusu, şirketlerin devletlerarası çok taraflı anlaşma süreçlerine ne kadar egemen olduklarını da gösteriyor. Zira, genişletilmiş GATS müzakereleri (DTÖ içersinde yürütülmekte olan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması genişletme müzakereleri) ve muhtemel neticelerini konunun muhatabı olan meslek ve emek örgütleri bile tam olarak bilmezken ulusötesi şirketlerin sanki görüşme turları tamamlanmış ve anlaşmanın yeni şekli imzalanmışçasına bütçe planları yapıyor olmalarının başka türlü bir açıklaması olamaz.

    Karşılıklı bağımlılık kavramının Şirket yönetimlerinde de sıkça kullanıldığına ilk bölümde değinmiştik. Kavramın birebir çalışanlara yansımasıyla ilgili olarak yapılan bir saptama şöyle: “Bir kişinin bilinmesi gereken her şeyi bilebildiği günler çok gerilerde kaldı. Hatta, tek bir kişinin her türlü küresel örgüt (?) için önemli olan her şeyi bilebildiği ya da kendi işini iyi yapabilmek için bilmesi gerekenlerin tümünü bilebildiği günler de geride kaldı. Dolayısıyla sınırlı olan bilgimizi koordine edecek ve zenginleştirecek şebekelere (network) dahil olmak çok önemli hale gelmiştir. British Telecom’dan Tom Boyle, bu durumu karşılıklı bağımlılık çağı diye adlandırıyor ve insanların NQ -şebeke katsayısı-’sının öneminden söz ediyor. –Boyle’a göre, artık insanların birbirleriyle bağlantı kurma kapasiteleri, bireysel zekanın ölçüsü olan IQ’dan çok daha önemlidir. Örgütlerin (bu yazıda Şirketlerin) boyutları ve griftliği, kritik enformasyondaki çoğalma ve görevlerin artan karmaşıklığı, bağlantılar, işbirliği ve bunların hepsi -sosyal sermayeyi- gittikçe daha önemli hale getiriyor.”( Don Kohen, Laurance Prusak) Bu alıntıda sözü edilen sosyal sermayeden kim(ler) in kast edildiği çok açık: Emeğini ücret karşılığında satan kesim. Yazıda insanı dehşete sürükleyen kısım ise, artık emeğin de sermaye sınıfının mal varlığı, sahipliği dahilindeki cansız bir meta gibi mütalaa edildiğini gösteren “sosyal sermaye” tanımlaması.

    Yukarıdaki alıntının ait olduğu yazının ilerleyen bölümleri de şöyle devam ediyor : “Bazen biz kendimiz de, işverenler ile işgörenlerden(işçiler) - kullanan ve kullanılan- biçiminde söz etme tuzağına düşüyoruz. Oysa bu terimler aslında sanayi çağı modeline ait olup; burada bizim ele aldığımız türden çalışmaya ve çalışma ilişkilerine uygun düşmezler. Günümüzde, ekonomik bakımdan üretken çalışmanın çoğu, o işi iyi yapmanın kişinin kendini tümüyle o göreve isteyerek bağlamasını gerektirmesi anlamında, büyük ölçüde gönüllüdür.Firma, ne her dişlisinin ait olduğu yerde kendine verilmiş görevi tıkır tıkır yerine getirdiği bir makinedir, ne de kendi kişisel geleceklerinin kaygısına düşmüş örgütsüz (ya da kendiliğinden örgütlenen) fırsatçı bir girişimciler güruhudur. Firma, ortak bir girişime angaje olmuş insanların sosyal bir organizmasıdır, böyle bir organizma olmak zorundadır” Bu, son kısımdaki kavram ve tanımlamalar tek tek ele alınıp; irdelenmeye değer bir öneme sahiptir. Öncelikle temel çelişki yani aslında tek başına kapitalizmi tanımlayan sınıflar arasındaki çelişkinin, sistemle bir ilgisi olmadığı, sömürü kavramının sanayi çağında geçerli bir model olup; bugün geçerliğini kaybettiği savlanmaktadır. Ekonomik bakımdan üretken çalışmanın büyük oranda gönüllülük esasına dayalı olduğu söylenerek, işsizlik, düşük ücret politikaları, riskli, tehlikeli ve iş yoğunluğunun yüksek olduğu işlerde çalışanların durumu, özellikle kriz ortamlarında isteği dışında ücretsiz izne çıkarılanlar, ya da ücreti düşürülenler kısaca ekonomik bakımdan üretken çalışmanın yegane faktörü olan işgücünün gerçek konumu bilinçli bir şekilde görmezden geliniyor. Örgütlü işgücü konusunda yapılan tanımlamalar daha da ilginç: Firmanın, kendi kişisel geleceklerinin kaygısına düşmüş örgütsüz ya da kendiliğinden örgütlenen fırsatçı bir girişim güruhu olmadığı belirtilerek, sermayenin işgücünü kendince örgütlemesi dışındaki alternatifleri yani işçi sınıfının kendi öz iradesiyle, sermaye karşısında çıkarlarını korumak, geliştirmek amacıyla örgütlenmesini kabul etmeyeceği, ücret karşılığında çalışanlarla onları sosyal sermayesi olarak kabul edip, doğal olarak sermaye maliyetlerini aşağıya çekmek isteyen sermaye sınıfının çıkarlarının ortak olduğu, adeta bilimsel bir doğruymuşçasına empoze edilmektedir. Yeni süreçte, sosyal sermaye, yani işgücü’ne yapılan yatırımlarda son derece stratejik ve ideolojik bir tavır içinde olan kapitalistler, bu alanda yeni kavram ve konseptler geliştirmeyi, bu kavramları besleyen adımlar atmayı da ihmal etmemektedir. Bu kavramlardan bir tanesi “Şirket vatandaşlığı”dır. Çalışan kitlelerin , çalıştıkları şirkete bir örgüt gibi bağlanması, kendisini bu örgütün-ailenin-vatanın bir bireyi gibi hissetmesi sağlanarak üretimdeki buluşçuluğu ve verimliliğinin en üst düzeye çıkarılması, bunun da ötesinde işini ailesi de dahil olmak üzere sahip olduğu tüm değerlerin üstünde görmesi amaçlanmaktadır bu konsept ile. Bir dönemin yükselen değerleri yurttaşlık, egemenlik, bağımsızlık ile daha pek çok değer bu kavarama yüklenmek istenmektedir. Böylece hem kitlelerin yıllardan beri savunduğu ilkelerden boşalan alanlar doldurlabilmekte, ama asıl önemlisi işçilerin, yegane örgütlü yapısı olagelen sendikalara uzak durmaları da sağlanmış olmaktadır. Şirket Vatandaşlığı ya da kurumsal kimlik meselesini hayata geçirmenin yöntemi olarak en fazla başvurulan yol, yeni iş organizasyonları ve bu alanda şirketler tarafından çalışanlara verilen yoğun eğitimlerdir. İlk kez Japonya’da başlatılan kalite uygulamaları, bu ülkede konseptin yerleştirilmesinde çok etkili olmuşsa da bu tip bir üretim yönteminin her coğrafyada aynı sonucu vermeyebileceği yönündeki endişeler hala tartışılmaktadır. Kalite Çemberleri tipi organizasyonlarda ilk öğreti “her şey müşteri için” ilkesidir. Fabrikada oluşturulan her bir çemberin, bir diğeri için müşteri olduğu anlayışından hareket edildiği için çalışanların düz mantıktan yola çıkılarak “Herşey müşteri için, hepimiz müşteriyiz, o halde herşey bizim için” öğretisinin verilmesi hedeflenir. Böylece işgücünden maximum verim elde edilecek, hatta işçiler, en iyiyi üretebilmek için aile yaşamlarından bile kolaylıkla vaz geçebilecekler ve en önemlisi bu yoğun konsantrasyon dönemlerinde sömürü, hak, örgütlenme v.b. sosyal kavramları değil sorgulamaya, düşünmeye bile zaman bulamayacaklardır. Diğer yandan, Şirket Vatandaşlığı konseptinin uluslararası arenada enine boyuna tartışıldığı ilk toplantı 1999 yılı Eylül ayında Londra’da yapıldı. İngiltere Kraliyet Akademisi ve BP, UNILEVER gibi ulusötesi şirketlerin sponsorluk ettiği konferans için hazırlanan broşürlerde şu cümle geçiyordu : “Şirket Vatandaşlığı: Ulus Devletlerin görevi nerede biter, Şirketlerin sorumluluğu nerede başlar” . Tüm bu senaryo, Cohen ve Prusak tarafından daha yalın bir cümleyle ve üretim ilişkileri özelinde somuta indirgeniyor “Ekonomik ve örgütsel(şirketsel) gerçeklikler, çoğu kez firmanın, sahip olduğu sosyal sermayeden yararlanmasını, ama kısmen de onu tüketmesini gerektirir”

    Göz ardı edilmemesi gereken bir başka eğilim de yeni dünya düzeninde imaj’a verilen büyük önemdir. Bu bağlamda atılan ya da atılacak olan ekonomik-siyasal-sosyal adımlar konusunda kamu oyu inandırılmak, ikna edilmek zorundadır. Sivil Toplum Kuruluşları, Medya ve tüm toplum kesitlerinin topyekun bir seferberliğini gerektiren bu ikna çalışmaları, ileride olabilecek muhtemel tepkilerin daha bugünden en aza indirilmesini amaçlar. Öyleki; spesifik bir olayın üzerinden bir süre geçtiğinde toplum içindeki söylemler sistemin istediği şekilde manipule edilmiş olur, ve yaşanan olayın özelliğine göre gerekçeler, gelişmeler ve tabii ki (kaçınılmaz) sonuç -adeta başka bir alternatif mümkün olamazmışçasına- beyinlere kazınır. Yakın tarihimiz hatırlandığında bu çarkın sayısız örneklerinin varlığı dikkat çeker. Bosna savaşı, ardından tek başına Miloşeviç’in anti-demokratik kişiliğine dayandırılan Sırbistan olayı, Irak ve diğer yakındoğu ülkeleri halklarının sığınmacı olarak gemilerle batıya ulaşmaya çalışırken yollarda ölmesinin tek nedeninin Saddam, ya da bu ülkelerdeki baskıcı yönetimler gibi gösterilmesi ve daha pek çok örnek sayılabilir.

    Ayrıca, imaj oluşturmada kullanılan toplum katmanları içinde medya’dan sonra gelen en etkili

    grup, sivil toplum kuruluşlarıdır (STK). Bazı Sendikaların çeşitli tepkilerine rağmen işçi sınıfı örgütlerinin, işveren birlikleri ve siyasi partilerin de bilinçli olarak dahil edildiği STK kavramı Batıda aslında Hükümetlere karşı geliştirilmiş (Non-Governmental Organisation) karma bir oluşumdur. Sınıfların yok sayıldığı STK’cılık konseptinde zarar veren: resmi makamlar, zarar gören de: işçisi, işvereni, derneği, kadın hareketleri, çocuk emeği karşıtı hareketleri, öğrenci velileri dernekleri, ve daha pek çok grupçuğu içinde barıdıran ve güya geniş anlamda toplumu temsil eden STK’lar. Bu illuzyon, emek-sermaye çatışmasının perdelenmesi ve hatta unutulmasını sağlama amacıyla kullanılıyor. Hatta öyle ki, Batı ülkelerinde STK’lar içinde yerini edinmiş olan “Hissedarlar Derneği” bile görmek mümkün. Sonuçta da doğal olarak kim, kimdir karışıyor ve sömüren ile sömürülen aynı saflarda sanal (hatta özel olarak yaratılmış) bir düşmana karşı güç birlikleri tesis eder bir konuma geliyorlar. İşte bu son aşamaya da “Sosyal Diyalog” adı veriliyor. Böyle bir görüntü (imaj) vermek kapitalistler açısından son derece önemli, çünkü bu görüntü aynı zamanda bir ideolojinin zihinlerden silinmesini ve bu yolla işçi sınıfının tepkilerinin minimize edilmesini sağlıyor.

    Sivil toplumculuk, kapitalizmin imaj politikalarının sekteye uğramadan yürütülmesinde en önemli unsurların başında geliyor. Kavram içersinde sınıfsal bir karşıtlık bulunmadığı için, tek tek her bir STK’nın sivil görünümün ardında bağımlı hale getirilmesi ya da daha başlangıç aşamasından itibaren sistem güçlerinin icazeti, onayı ve yönlendirmesiyle kurulması mümkün olabiliyor.

    Sivil Toplumcu anlayışın taleplerinin başında kapitalist sistemin reform edilmesi geliyor ve anlayış; bu reformun ancak demokratik karar alma süreçlerine sivil toplum kuruluşlarının da dahil edilmesiyle mümkün olabileceğini savlıyor. Karşıtlıkları -tarafların çeşitli tavizler vererek birbirlerine yaklaştığı- birer uzlaşmaya dönüştüren sivil toplumcu anlayışa göre ortada bir sistem sorunu yok ve kapitalin terbiye edilmesi mümkün. Örneğin Euro-Med Partnership adlı Avrupa Birliği girişimiyle, aslında Avrupa’ya deniz ya da kara üzerinden sınırı bulunan ülkelerin serbest piyasa ekonomisine entegrasyonu ve bölge ülkelerinde serbest bölgelerin sınırlarının genişletilmesi hedefleniyor. Akdeniz’e kıyısı olan Afrika ülkelerini de kapsayan bu “ortaklık” projesi, Akdeniz Bölgesi’ndeki sivil toplum kuruluşlarını da belli periyotlarda bir araya getiriyor ve STK’lara, bu ortaklık sonucunda bölgede oluşması muhtemel negatif çevresel etkilerin nasıl en alt düzeye çekilebileceği üzerine tartışmalar yaptırılıyor. STK’lararası toplantıların önemli bölümü Avrupa Komisyonu tarafından finanse ediliyor. Ve bu yapılara karşıt bir görüş iletildiğinde ortaklaşılmış, tekleştirilmiş o cevap duyuluyor: “Yalnızca karşı çıkmakla bir sonuca varılamaz. Karşıysak bir de alternatifimiz olmak zorunda. Burada bizim alternatifimiz, olabilecek zararları en aza indirmek ve bu da yanlış bir hedef değil.” Bu tip toplantılarda örneğin, çevresel zararların sermayeye maliyetiyle , gerçekleştirilebilirliği arasındaki ilişki benzeri, aslında tartışmaların odağını oluşturması gereken kavramlar hiç tartışılmıyor ve çözüm önerileri, bu tip bölgesel paktların tek hedefi sermaye maliyetlerini en aza indirmek değilmiş ya da ekolojik dengenin bozulması ve çevresel yıkımın artmasının nedeni sermaye karlılığının yükseltilmesi değilmişçesine geliştiriliyor.

    Sistem açısından bakıldığında hem o meşhur “şeffaflık” (transparency) sağlanıyor, yani sivil toplum, sermaye tarafından başlatılan girişimi başından sonuna kadar adım adım öğreniyor ve girişime meşruiyet kazandırılmış oluyor ve hem de buna rağmen bir karşıtlık oluşmamış oluyor; bunun yanında, bir şey hakkında çözüm önerileri geliştiriyorsanız o şey’in gerekliliğini de stratejik anlamda onaylamış oluyorsunuz. Yani STK’ların Euro-Med projesini madde madde masaya yatırıp; her bir madde hakkında öneri ve katkılar geliştirmesi, sivil toplumun projeyi stratejik olarak onayladığı anlamını taşıyor.

    Sistem gerektiğinde kendi STK’larını da kuruyor günümüzde. Söz gelişi dünyada küreselleşme karşıtlığı gibi tehlikeli yöne doğru evrilebilecek bir eğilim mi var, büyük ekonomik bloklar içersindeki sermaye örgütleri tarafından hemen STK’lar kurulup, finanse edilmeye başlanıyor. İlk iş olarak bu STK’larla dünya sendikal hareketinin tanışması ve işbirliğine gitmesi sağlanıyor. Kurulan güdümlü STK, işverenlerin kendi aralarındaki toplantılara da, bağımsız kalmayı başarabilmiş kitle örgütlerinin toplantılarına da katılabiliyor. Güdümlü STK’ların varlığı sayesinde sistem, karşıt hareketi daha yakından izlemeye alabiliyor ve kendi savunmalarını gecikmeksizin üretebiliyor.

    Sivil toplum üzerindeki oyunlarla ilgili örneklemeler çoğaltılabilir kuşkusuz. Ama görünen o’dur ki kapitalizm kendi gelişim süreci içersinde nasıl bir süre ulus devletlere, egemenlik, bağımsızlık v.b. kavramalara ihtiyaç duymuş ve kullanmış ise, bugün de eskittiği bu kavramların yerine sivil toplumculuğu koymaya çalışmaktadır. Bu öngörüye bağlı kalınarak, bugün ulus devletlerin başına gelenler, yani yapıların çürümüşlüğü, yolsuzluklar, alabildiğine kirlilik ve halkların güveninin en son noktaya kadar tüketilip, yok edilmiş olmasının, sivil toplum kuruluşlarının yarınına ayna tutttuğu tespiti yapılabilir. Bu zincirleme ilişkilerin tohumları dün atılmış, meyveleri bugün toplanıyor, yarın ise çok uzak görünmüyor.

    KÜRESEL EKONOMİYE , KÜRESEL BİR HUKUK SİSTEMİ: ULUSLARARASI TAHKİM MEKANİZMASI ?

    Her ne kadar pek çok şeye egemen olsa da tekelleşme süreci henüz tamamlanmadığı için sermaye, kendi sistemi olan burjuva hukuku yerine, farklı, daha kuralsız ve bu kez halkları tümüyle dıştalayan bir sistemi geçirmenin hesaplarını yapıyor 90’lı yılların başından beri. 1920’lerin başından itibaren dünya ekonomik-ticaret yaşamına girmiş olan hakem yöntemi, 1994 yılına kadar şirketlerin kendi aralarındaki uyuşmazlıklarla, Devletlerarası uyuşmazlıklarda başvurulurken; 1994 yılında ABD, Kanada ve Meksika arasında imzalanan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması -NAFTA- ile birlikte ilk kez şirketlerin tek taraflı olarak Devletlere karşı dava açması (sorun ne olursa olsun Devlet şirketi dava edemiyor, ancak, şirketin ait olduğu Devleti dava etme hakkına sahip, buna karşın şirket yatırım yaptığı ülkenin Hükümetini, hukuk sistemini ya da vergi sistemini Tahkim’e şikayet edip, değiştirme hakkına sahip) ve bu hukuki sürecin Dünya Bankası içersindeki Tahkim komisyonlarınca yürütülmesi karara bağlandı. NAFTA anlaşması kapsamındaki tahkim hükmünün işçi sınıfı ve yatırımların yapıldığı yerelliklerde yaşayan halklar üzerindeki etkileri ise anlaşmanın 4. yılından itibaren yani 1998 yılında başladı. Son üç yılda yüzlerce yatırım uyuşmazlığının Dünya Bankası-Tahkim Panellerine taşındığı ve bu davalardan hiç birinin davalı Devletler (ABD, Kanada ve Meksika) lehine sonuçlanmadığı yani kazanan tarafın her zaman şirketler olduğu, dava edilen kamu kurumlarının başında Eyalet Mahkemelerinin ve Maliye Bakanlıkları (ulusal vergi uygulamaları dolayısıyla) ile Çevre Bakanlıklarının geldiği, ulaşan bilgiler arasında.

    Kuzey Amerika kıtasını 94’ten beri kasıp, kavuran uluslararası tahkim sistemi, Avrupa Birliği’nin Nice zirvesi gündem maddelerinin de başında geliyordu. Bir çerçeve hüküm olarak Aralık 2000’de kabul edilen bu maddenin önümüzdeki süreçte tek tek AB-ülkeleri yasalarına da geçirilmesi gerekiyor. Bu, şimdilik yalnızca AB’nin bir iç meselesiymiş gibi görünüyorsa da DTÖ içersinde daha 1994 yılındaki kuruluş anlaşmasına bağlı olarak imza altına alınan çerçeve anlaşmalardan bir tanesinin de “uyuşmazlıkların halli” olduğu ve bu çerçeve anlaşmaların her birinin 9-14 Kasım 2001 tarihlerinde Katar’da yapılacak DTÖ 4. Bakanlar Konferansının gündemine (genişletilip, detaylandırılmak üzere) alınmasının kararlaştırıldığı hatırlanacak olursa AB üyesi devletler tahkim ile ilgili “gerekli” düzenlemeleri yapmakta nazlansa bile , anlaşmanın DTÖ’nde ele alınması halinde sonucu uygulama konusunda gerekli hassasiyeti göstermek zorunda olacaklardır. AB’nin DTÖ zirvelerinde nasıl temsil edileceği sorunu da Nice zirvesinde giderilmiş ve Avrupa Komisyonu DTÖ anlaşmalarında AB’ni tam yetkiyle temsil etme hakkını elde etmiştir. AB kurumları ile sermaye lobileri arasındaki sıcak ilişkilerin anlatıldığı bölüm hatırlanacak olursa, Komisyonun bu yetkiyi kimler adına kullanacağı son derece açıktır.

    Bu noktada sorulması gereken sorulardan bir tanesi de “Ulus Devletlerin nasıl olup ta yok olma tehdidi ile karşı karşıya bulunduğu böylesi bir süreçte kendilerini var eden ve bugün de yok edecek olan kapitalist sisteme direnemedikleri?” sorusu olabilir. Bu soruda netleştirilmesi gereken konu, ulus devletlerin yalnızca “ulusal ve sosyal” boyutlarının budandığı, yani Devlet mekanizmalarına kapitalist sistemin her zaman ihtiyacı olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla günümüz Devletleri, varoluş’larını tehdit eden bir süreçle karşı karşıya değillerdir aslında. Ve yaptıkları, ödünç aldıkları hükümranlık haklarını sahibine iade etmenin ötesinde bir şey değildir. Bu nedenle, süreç sorgulanırken kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsızlaştırılamaz.

    Önümüzdeki dönemde bu alanda çok daha çetrefilli gelişmeler yaşanacağı göz önüne alındığında, bu tartışmaların aslında ne kadar gerekli olduğu fark ediliyor. Dünya ekonomisini perde arkasından yöneten şirketler, sahip oldukları hegemonik gücü bir Dünya Hükümeti’nde pekiştirme niyetlerini ilk kez 1999 Mart’ında, o tarihte Dünya Ticaret Örgütü Genel Başkanlığını yürüten Renato Ruggerio aracılığı ile duyurdular. Amaç, dünya ekonomisinin tek bir merkezden, DTÖ eliyle yönetilmesi şeklinde deklare edildi. Bu açıklamadan bir kaç ay sonra bu kez Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’dan bu konuda yeni bir yaklaşım duyuldu: “Eğer dünyanın bir Hükümete ihtiyacı varsa, böylesi bir yapı için en uygun platform, tüm üye ülkelerin eşit düzeyde temsil edildiği(Güvenlik Konseyindeki Veto haklarını yok sayıyor) Birleşmiş Milletler olacaktır.”

    Aynı şekilde, bugün Dünya Ticaret Örgütü gündemiyle başta gelişmiş ekonomik bloklar ABD, Avrupa Birliği ve Japonya ile tüm diğer az gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerin Hükümetlerinin gündemlerinin birebir aynı olması da kuşkusuz bir tesadüf ile açıklanamaz. Geçmişe oranla değişmiş olan tek şey ise kartların artık açık oynanıyor olmasıdır. Öylesine açık oynanmaktadır ki artık kartlar, Dünya Ticaret Örgütünün 9-14 Kasım tarihlerinde Katar’da yapacağı 4. Bakanlar Konferansına katılmak isteyen demokratik kitle örgütleri ya da STK temsilcileri, Katar için ülke giriş vizesini DTÖ’nün kendisinden almak zorunda bırakılmışlardır. Akreditasyon sistemiyle istediği örgüte giriş vizesi verip, istemediklerini ül***e sokmama yetkisini elinde bulunduran DTÖ, elde ettiği bu konumla aslında bir ulusun egemenlik haklarını elinde tuttuğunun bilincindedir. Başka bir deyişle DTÖ’nün dünya hükümeti olma niyeti, fiili olarak Katar süreciyle birlikte yaşama geçirilmiştir. Ayrıca, bugüne kadar kapitalist küreselleşme süreci karşıtlarınca zirve toplantılarının yapıldığı ülkelerde düzenlenen protesto gösterilerinin geleceği konusunda da bir demo yapmaktadır DTÖ. Eğer Katar eylemlerine katılım zayıf olur ve bir de eylemler yalnızca yürüyüş yapmanın ötesine geçmeyecek olursa, akreditasyon sistemi küresel zirvelerin vaz geçilmez yöntemi olarak benimsenecek demektir. Burada asıl sorun, üç yıldan beri DTÖ’nü tanımadıklarını tekrarlayan eylemcilerin Örgüte başvurarak, akreditasyon talep etmeleri ikilemi olacaktır. Bir yanda eylem, diğer yanda kapitalist bir yapının, karşıtları tarafından eyleme katılmak suretiyle meşrulaştırılması...

    Kapitalizmin ekonomik yapılarının yanısıra, önemli işlevlerle donatılmış sosyal kurumları da bu süreçte oldukça etkin olacağa benziyorlar. Küreselleşmeye insani bir çehre kazandırma çabası içindeki Şirketler, şartlar gerektirdiğinde Dünya Hükümeti olma ayrıcalığını BM, hatta ILO’ya bile devredebilir. Tüm üye ülkelerin örgüt nezdinde eşit olarak temsil edildiğini savunan Genel Sekreter Kofi Annan’ın doğru söylediğinden şüphe edilmemelidir. Zira sorun artık, ülkelerarası eşitsizliklerin çok ötesine geçmiş sınıflararası çatışma en net haliyle görünür durumdadır. Kofi Annan yönetimindeki B.M.’in, örgütün logosunu bağış karşılığında ulusötesi şirketlere pazarlıyor olması ve şirketlerin bu logoları “temizlik ve dürüstlük” adına, imajlarını yenilemek amacıyla kullanmaları da bu saptamayı doğrulayıcı nitelikteki gelişmelerdir.
İşlem Yapılıyor
X