Para Krizleri

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Para Krizleri

    Kanonik Kriz Modeli,

    Daha Gelişmiş Modeller,

    İhtilaflı Konular: Kendi Kendini Besleyen Krizler, Sürü Davranışı,

    Bulaşma,

    ERM (Avrupa Döviz Kuru Mekanizması) Krizi, (1992-93)

    Latin Amerika Krizi, (1994-95)

    Asya Krizi, (1997-?)

    Makro Ekonomik Sorular,

    Krizler Önlenebilir mi?

    Tayland Hükümeti aylar süren Baht’ın sabit kurunun iptal edilmeyeceği yönündeki açıklamalardan sonra, 1997 yılının 2 Temmuz’unda Baht’ın sabit kurunu iptal etmek zorunda kalmıştır. Baht bir kaç gün içerisinde %20’den fazla değer yitirmiş ve bölgedeki pek çok ülke de aynı şekilde davranmak zorunda kalmıştır.

    Tayland’ı parasını devalüe etmeye Baht aleyhinde yapılan yoğun spekülasyonlar zorlamış ve daha önce büyük miktarlara ulaşmış bulunan döviz rezervleri bir kaç ay gibi kısa bir süre içerisinde tükenmiştir. Spekülatörleri Baht aleyhinde oynamaya, hiç şüphe yok ki Baht’ın devalüe edileceği yönünde oluşan yaygın kanaat itmiştir.

    Daha karmaşık ve daha dikkatli yapılmış bir tanım aramaya gerek yoktur, çünkü ne zaman bir kriz ortaya çıksa hemen hemen benzer gelişmeler yaşanmaktadır.

    Yakın zamanda oldukça çok sayıda para krizi yaşanmıştır. 1990'lı yıllarda çıkan krizler; 1992-93'te Avrupa Döviz Kuru Mekanizması (ERM) krizi, 1994-95'te Latin Amerika’daki kriz ve hali hazırda devam etmekte olan Asya Krizi.

    Para krizleri iktisat literatüründe hem teorik hem de ampirik alanda geniş yer tutmaktadır. Fakat bu alanda hala çözüme kavuşturulmamış konular bulunmaktadır ve her yeni kriz ortaya yeni sorular çıkarmaktadır. Bu araştırmanın amacı, son yaşanan krizin ortaya koyduğu gerçekler ışığında bu konuda nelerin bilinip nelerin bilinmediğini ortaya koymaktır. Araştırma 20 yıl önce geliştirilmiş ve hala bu konudaki tartışmaların başlangıç noktasını oluşturan "Kanonik Kriz Modeli (Canonical Crisis)" ni açıklayarak başlamaktadır. Kanonik Model sahip olduğu iyi yanlarına rağmen, merkez bankaların amaçları ve karşılaştıkları zorlukları gerçekçi bir biçimde açıklamakta başarısız olması nedeniyle güçlü eleştiriler almaktadır. Bu nedenle varolan eksiklikleri gidermek maksadıyla "İkinci Nesil Kriz Modelleri" ni de açıklamaktadır.

    İkinci Nesil Modelleri başlangıçta Kanonik Model’in de açıklayabildiği temel bir soruya cevap vererek başlamaktadır; para krizleri her zaman düzeltilebilir mi? Yani piyasalar (doğru veya yanlış olarak) ülkenin ekonomik durumunda bazı tutarsızlıklar gördükleri için mi bu para birimlerine hücum etmektedirler veya para krizleri ülkenin durumu iyi olduğu halde ***fi olarak mı ortaya çıkarılmaktadır. Araştırma ekonomik büyüklüklerdeki sıkıntılardan kaynaklanmayan farklı para krizi senaryolarını tartışmaktadır. ***fi krizlerle ilgili olarak “bulaşma (contagition)” deyimi kullanılmaktadır. Bulaşma; bir ülkede çıkan bir krizin aralarında fazla yakın ilişki bulunmayan diğer ülkelere (Meksika ve Arjantin, Tayland ve Filipinler) yayılması anlamına gelmektedir.

    Çalışma daha sonra 1990'larda ortaya çıkan üç bölgesel krizin incelendiği örneklere geçmektedir. Bu örneklerin karşılaştırılması mevcut bilmeceyi daha da karmaşık hale getirecektir: krizin başlangıcına kadar yaşanan olaylar hemen hemen aynı iken, krizin sonuçları açısından bakıldığında Avrupa krizi diğer iki krizden (Latin Amerika ve Doğu Asya) farklılaşmaktadır.

    Sonuç bölümünde ise, krizleri azaltmanın bir yolu var mı; eğer varsa, krizler nasıl önlenebilir sorusuna cevap aranmaktadır.

    1-Kanonik Kriz Modeli:

    Kanonik Kriz Modeli, ABD Federal Rezerv'in Uluslararası Finans Bölümü’nde bulunan Stephan Salant tarafından 1970'li yılların ortalarında geliştirilmiştir. Salant'ın ilgi alanı para krizleri değil, mal piyasalarında uygulanan istikrar programlarının doğuracağı tehlikeler olmuştur. Uluslararası ajanslar tarafından alım ve satım şeklinde yürütülecek olan bu tür fiyat istikrar programları, Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen'i (NIEO) savunanların en önemli talepleri arasındadır. Fakat Salant, teorik çerçevede bu tür programların yıkıcı spekülasyonlara maruz kalacağı düşüncesindedir. Salant'ın başlangıç noktasındaki varsayımı spekülatörlerin bir malı ancak ve ancak bu mal diğer mallara kıyasla (ilgili risk faktörleri göz önüne alındıktan sonra) yüksek bir getiri sağlayacak düzeyde fiyatının artacağına inanmaları durumunda ellerinde tutacaklarıdır. Bu varsayım Hotelling Tükenen Kaynak Fiyatlandırması’nın temelini oluşturmaktadır: Şöyle ki, böyle bir kaynağın fiyatı faiz oranı ile orantılı olarak artmalıdır. Fiyatın alabileceği değerler, talebin daha fazla artamadığı “boğulma noktası” na yükseldiğinde ilgili kaynağında tükenmiş olması koşulu ile belirlenir. Fakat Salant resmi bir istikrar kurulunun ilgili malı sabit bir fiyattan alıp satacağını ilan ettiği durumda ne olacağını sorgulamaktadır. Fiyat kurulunun varolmadığı durumdaki düzeyde yani "Hotelling" düzeyinde bulunduğu müddetçe spekülatörler sermaye kazançları elde edemeyeceklerini düşünerek ellerindeki varlıkları satacaklardır. Dolayısıyla Kurul sonuç olarak elinde büyük miktarda stok biriktirmiş olacaktır. Eninde sonunda istikrar programı olmadığı durumda varolacak olan fiyat yani "gölge fiyat" Kurulun hedeflerinin üzerinde olacaktır. İşte bu noktada spekülatörler anılan malı karlı görüp toplamaya başlayacaklardır. Şayet Kurul hala fiyatı kontrol altında tutmak istiyorsa, bu defa toplamış olduğu stokların tükendiğini görecektir. Salant 1969'daki altın açık piyasa işlemlerinin sona erdirilmesini, yaşanan büyük spekülatif alımlara bağlı olduğuna dikkat çekmektedir ve NIEO'yu da benzer bir tehlikenin beklediğini savunmaktadır.

    Teorinin temel mantığı, 1978'de Salant ve arkadaşı Dale Hendersen tarafından kısaca açıklanmıştır (araştırmalarındaki temel ilgi alanları o günlerde gündemde olan altın fiyatları ve özellikle resmi altın stoklarının ani satışıdır). Diğer araştırmacılar, mal piyasalarına istikrar kazandırmaya çalışan mal kurullarındaki mantığın benzerinin para piyasalarına istikrar kazandırmaya çalışan merkez bankalarına da uygulanabileceğini farketmişlerdir. İlk önce Paul Krugman tarafından ortaya konan (1979) ve daha sonra Flood ve Garber (1984) tarafından yeniden ele alınan Kanonik Para Krizi Modeli mal kurulunun davranışlarına benzer şekilde hareket etmektedir. Döviz kurulunun “gölge fiyatındaki” yukarı yönde eğilim (spekülatif atağı takiben oluşan fiyat), incelenen hükümetin bütçe açıklarını devamlı ve kontrolsüz bir biçimde para basarak finanse ettiği varsayımına dayanmaktadır. Bu eğilime rağmen merkez bankası döviz kurunu hedeflenen düzeyde tutabilmek maksadıyla döviz rezervlerini kullanarak sürekli alım satım yaptığı varsayılmaktadır.

    Yukarıda tanımlanan durum çerçevesinde para krizlerindeki mantık, herhangi bir mala yönelik spekülatif atakların benzemektedir. Spekülatörlerin rezervlerin doğal yolla tükenmesine kadar beklediklerini varsayalım. Bu noktada spekülatörler, o zamana kadar fiyatı sabit kalan döviz kurunun yükselmeye başlayacağını bilmektedirler. Bu da yerli para birimini elde tutmaktansa, fiyatı yükselecek olan dövizi elde tutmayı daha cazip hale getirmektedir. Fakat böyle bir durumda ileriyi görebilen spekülatörler döviz rezervleri tamamen tükenmeden, hemen önce yerli para birimini satıp dövize geçeceklerdir, bu hareket ise rezervlerin tükenmesini daha da hızlandıracaktır. Sonuç şöyle olabilir: rezervler kritik bir düzeye gerilediğinde, (bu düzey belki bir kaç yılın ödemeler dengesi açıklarını kapatmaya yetecek bir miktar olarak kabul edilebilir) bu miktardaki rezervi çok kısa sürede tüketecek ve sabit kurun kaldırılmasına yol açabilecek bir spekülatif atak gelecektir.

    Kanonik Kriz Modeli daha sonra bu tür krizlerin ekonomi politikalarındaki temel dengesizlikler (para basarak finanse edilen bütçe açıkları) ve döviz kurunu sabit tutma arasındaki tutarsızlıktan kaynaklandığını iddia etmektedir. Bu tutarsızlık geçici olarak şayet merkez bankası yeterli rezerve sahipse giderilebilir fakat bu

    rezervler yetersiz olmaya başladıkça spekülatörler atağa geçip merkez bankasını zor duruma sokabilirler.

    Bu modelin önemli iyi yanları bulunmaktadır. İlk önce, pek çok para krizi yurtiçi ekonomi politikaları ve döviz kuru arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanmaktadır. Özel olarak Kanonik Model’deki bu farklılığın oldukça basite indirgenmiş şekli, pek çok döviz rejimlerindeki daha karışık fakat aynı derecede basit olan politik tutarsızlıklara örnek olarak değerlendirilebilir. İkinci olarak, model bir günde milyarlarca dolarlık kayıpları doğuran ani para krizlerinin sadece yatırımcıların veya piyasayı yönlendirenlerin mantıksızlığına bağlı olamayacağını ortaya koymaktadır. Kriz, sadece fiyat istikrarsız hale geldiğinde artık o parayı elde tutmanın cazip olmayacağı şeklindeki mantıktan kaynaklanmaktadır ve fiyat istikrar programının sona ermesi sermayenin spekülatif kaçışı ile kendiliğinden gerçekleşmektedir.

    Bu tür görüşler oldukça yararlıdır, özellikle dışarıdan bakarak para krizlerini ekonomik olayların doğal bir sonucu olarak görmeyen ve sanal paranın reel ekonominin önüne geçtiği şeklinde düşünen bazı gözlemcilerin olayın mantığını anlamaları açısından faydalı bulunmaktadır.

    Diğer taraftan, sahip olduğu iyi yanlara rağmen Kanonik Model pek çok iktisatçı tarafından reel krizlerde yaşanan olayları gerçekçi bir biçimde yansıtmadığı konusunda eleştirilmektedir. Bu grup iktisatçılar tarafından Kanonik Model’in anılan yetersizliklerin giderilmesi maksadıyla "İkinci Nesil Kriz Modelleri” şeklinde anılan aşağıdaki model geliştirilmiştir.

    2-Daha Gelişmiş Modeller:

    Kanonik Model’de varolan eksik yanları tanımlamanın belki de en iyi yolu hükümet politikalarının çok mekanik bir biçimde tanımlandığını söylemektir. Hükümetlerin dış dengeleri gözönüne almadan bütçe açıklarını gözleri kapalı bir biçimde sürekli olarak para basma yoluyla kapattıkları varsayılmaktadır. Diğer taraftan merkez bankalarının sabit kuru sürdürmek için rezervleri son kuruşuna kadar kullandıkları varsayılmaktadır. Gerçekte uygulanan politika ihtimalleri aralığı çok daha geniştir. Aslında merkez bankalarının elinde başta yurt içi para arzını daraltmak olmak üzere, döviz kurunu koruyucu çok çeşitli enstrümanlar bulunmaktadır. Şüphesiz ki döviz kurunu koruyucu tüm bu politika seçeneklerinin maliyetleri vardır, ancak, döviz kurunu korumak, varolan bu sakıncalar arasında bir denge kurulması meselesidir ve rezervleri son kuruşuna kadar satmak gerçek hayata pek fazla uymamaktadır.

    İkinci Nesil Modeller diye tanımlanan modellerin üç ana bileşeni bulunmaktadır. Birincisi, hükümetlerin sabit döviz kurunu iptal etmek istemelerinin bir nedeni olmalıdır. İkincisi, hükümetlerin sabit kur rejimini korumak istemelerinin sebepleridir. Sonuncusu ise, krize yol açan kısır döngünün meydana gelmesi için sabit kuru korumanın maliyeti öyle artmalıdır ki, insanlar sabit kurun iptal edileceğine inansınlar.

    Hükümetleri para birimlerinin değer kaybetmesine izin vermelerine yol açan nedenler nelerdir? Bu konuda çokça bilinen bir slogan vardır, "iki nominal bir reel yapar". Hükümetlerin döviz kurlarını değiştirmelerine yol açacak reel bir saik olabilmesi için, yurtiçi piyasada bazı şeylerin gerçekten düzeltilmesine ihtiyaç olması gerekir. Bunun birinci ve en açık nedeni büyük miktarlara varan ve sabit kur uyguladığı için bir türlü sona erdirilemeyen iç borçlanmalardır (bu konuda bir örnek olarak Fransa'nın 1920’de Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan borçlarını ödemeyi reddedeceği yönünde piyasalarda duyulmuş kaygılar gösterilebilir). Diğer bir ihtimalde ülkenin aşağı yönde katı nominal ücret yapısına bağlı olarak yaşadığı yüksek oranlarda işsizlik sorunudur. Hükümet bu konuda genişletici para politikaları uygulamak ister fakat diğer taraftan sabit kur rejimi olduğu için bunu yapamaz (bu duruma örnek olarak ise İngiltere'nin 1931'de altın standardını iptal etmesi ve 1992'de Avrupa Döviz Kuru Mekanizması’ndan ayrılması gösterilebilir).

    Son olarak neden kamuoyunun güvensizliği sabit kuru korumayı veya sürdürmeyi zorlaştırmaktadır? Başta Obstfeld olmak üzere bir kısım gözlemciler sabit kuru korumanın, şayet kamuoyu gelecekte paranın devalüe edileceğine inanmış ise maliyetli olacağı görüşündedir. Örneğin tasarruf sahipleri paranın

    değer kaybını göz önüne alarak, yüksek faiz oranı talep etmeye başlarlar ve bu da mevcut borç yükünü öyle arttırır ki, artık devalüasyon yapmadan üstesinden gelmek mümkün olamaz. Veya işçi sendikaları olmasını bekledikleri devalüasyonu göz önüne alarak ücret düzeylerini öyle yüksek tesbit ederler ki, artık ülke sanayinin kaybolan uluslararası rekabet gücünü tekrar kazanabilmesi için mutlaka devalüasyon yapmak gerekir.

    Diğer bir alternatif de, belki de en tutarlı olanı, bir sabit kuru korumanın, şayet insanlar gelecekte o paranın devalüe edileceğine inanıyorlarsa, çok daha fazla maliyetli olmaya başlamasıdır. Yaygın olarak bu mekanizma kısa vade faiz oranlarına gereksinim duyar: gelecekte olması beklenen devalüasyon karşısında para birimini korumak, yüksek kısa vade faiz oranlarını gerekli kılar, fakat bu yüksek kısa vade faizler hem hükümetin nakit akışını bozar hem de üretim ve istihdam düzeylerini düşürür.

    Bu geniş kapsamlı tesirlerin birlikte çalıştıklarını varsayalım. Ortaya paranın değer kaybetmesi yönünde bir neden, paranın değer kaybetmemesi yönünde bir başka neden ve paranın değer kaybetmesi yönündeki beklentilerin sabit kuru sürdürmenin maliyet ve yararları arasındaki dengeyi nasıl değiştirdiği yönünde bir başka neden çıkmaktadır. Krugmanın da işaret ettiği gibi (1996), bu üç etkinin biraraya getirilmesi suretiyle ortaya Kanonik Model’dekine benzer bir hikaye çıkarılması mümkündür. Farzedelim ki hükümette mevcut pariteyi sürdürmenin maliyeti ile, pariteyi değiştirmenin maliyeti arasında değiştirme yönünde bir ağırlık oluşmuş olsun, ileride devalüasyon yapılması ihtimalini gören spekülatörler para aleyhinde pozisyon alarak, olması muhtemel devalüasyonun vaktinden önce gerçekleşmesine yol açacaklardır. Olması muhtemel bu kaçışı daha önceden tahmin edebilen spekülatörler, daha da önce pozisyon alacaklardır... Dolayısıyla sabit döviz kurunu sona erdirecek kriz, bu sonucu zorunlu kılacak ekonomik büyüklükler tamamen oluşmadan bile ortaya çıkabilir ve sabit kur sona erebilir.

    Daha özel bir örnek verilecek olursa, eninde sonunda kaldırılması kaçınılmaz olan bir sabit kur ve tam bilgiye sahip yatırımcıların olduğu bir durum

    varsayalım. Böyle bir durumda paraya yönelik meydana gelecek atak çok kısa sürede gerçekleşir ve başarılı da olur. Burada gerçek neden arbitrajdır, krize en yakın zamanda gerçekleşecek atak en fazla getiriyi sağlayacaktır.

    Bu senaryoda bir noktaya dikkat etmek oldukça önemlidir. Az önce açıklanan durumda (Kanonik Model’de olduğu gibi) kriz nihai olarak, uzun dönemde sabit kurun da sürdürülmesini imkansızlaştıran hükümet politikalarındaki tutarsızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında krizin nedeni ekonomik büyüklüklerdeki temel tutarsızlıklardır.

    Pek çok ekonomistin ve uluslararası yetkilinin krizler konusundaki tepkileri, en azından gayrı resmi olarak, yukarıda tanımlanan şekildedir. Yani devalüasyon beklentileri ile harekete geçen spekülatif ataklar, devalüasyonun en güçlü nedeni olarak görülmektedir ve tüm bu sürece, başta yurt içi ekonomik hedeflerle sabit kur arasındaki çelişki olmak üzere, atağa maruz kalan ülkenin ekonomi politikalarının yol açtığı görüşü yaygındır. Yani finansal piyasalar krizi sadece öne almaktadır.

    Diğer taraftan, bu konuyu inceleyen önemli sayıda iktisatçı, krize yakalanan ülkelerin haksız ve ***fi olarak krize uğratıldıkları yolundaki şikayetlerinde, bir takım haklı yanlar bulunduğu görüşündedirler. Aşağıda bu konu irdelenmeye çalışılacaktır, özellikle "İkinci Nesil Modeller" şeklinde tanımlanan modellerde bu şikayetler belirli oranda tutarlıklar taşımaktadır.

    3-İhtilaflı Konular:

    Yukarıda da açıklanan "İkinci Nesil Modeller” de yapılan detaylı çalışmaların sonuçları her ne kadar orijinal modellerden farklı olsa da genel sonuçlar hep aynı kalmaktadır: para krizlerine yol açan temel etken uygulanan ekonomi politikaları ile döviz kuru arasında kabul edilen uzun dönemli politikaların birbiri ile tutarlı olmamasıdır. Finansal piyasalar sadece bu tutarsızlığı görüp üzerine gitmektedirler ve gitmeleri de gerekmektedir.

    Fakat diğer taraftan piyasaların hiçte suçsuz olmadıkları konusunda pek çok örnekte sıralamak mümkündür. Aşağıdaki liste belki tüm ilgili senaryolara değinmeyebilir fakat en fazla bahsedilenleri içermektedir.

    Kendi Kendini Besleyen Krizler:

    Daha önceki varsayımın tersine bu kez sabit kurun sona erdirilmesinin önceden tesbit edilmediğini varsayalım. Ekonomik büyüklüklerde herhangi bir kötü gelişme olmayabilir; veya tam tersi bir durumda olabilir, fakat en azından bu trendi tersine çevirecek bazı politika değişiklikleri muhtemel olabilir veya hükümetin ciddi bir spekülatif atakla karşı karşıya kalması durumda sabit kuru sürdüremeyeceği söz konusu olabilir.

    Bu gibi durumlarda büyük ihtimalle ortaya çıkacak olan kriz kendi kendini besleyen döviz kuru krizleridir. Hiç bir yatırımcının döviz kuru rejiminin ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olmadığı durumda tasarruflarını yurt dışına çıkarması mümkün olmadığı gibi, böyle bir ihtimalin mevcut olduğu durumda da bahsedilen şekilde davranması normaldir. Bir krizin kesin olarak meydana gelmesi bireysel yatırımcıların paralarını yurt dışına çıkarmaları ile gerçekleşir. Sonuçta beklenti ister iyimser ister kötümser olsun, kendi kendini besler ve kendi kendini besleyen kötümser beklenti durumunda, ülke, haklı olarak gereksiz bir krizle yüzyüze bırakıldığı iddiasında bulunmaktadır.

    Bu analiz ne kadar ciddiye alınmalıdır. Bu konuyu inceleyen iktisatçılar tarafından anlaşılan fakat belki de en kolay unutulan iddia, her para spekülatif atağa maruz kalabilir mi veya her spekülatif atak ekonomik büyüklükler tarafından gereksiz bulunabilir mi sorularına ışık tutmadığıdır. Kendi kendini besleyen modellerde sadece ekonomik büyüklükler (döviz rezervleri, kamu maliyesi, döviz kurunun devam ettirileceğine dair siyasi kararlılık) açısından ülke krizlere karşı zayıf duruma düşmektedir. Parasını etkin ve güçlü bir şekilde koruması beklenen bir ülkenin bu yönde bir çaba harcaması gerekmeyebilirken, diğer taraftan sabit kuru sürdürmesi beklenmeyen bir ülkenin de, eninde sonunda sabit kurunu iptal etmesi, hatta spekülatif atak nedeniyle beklediğinden de önce iptal etmesi durumu meydana gelmektedir. Daha farklı da düşünülebilir;

    ekonomik büyüklüklerde bir değer aralığı krize yol açmazken, bir başka değer aralığı krize yol açabilmektedir. Kendi kendini besleyen kriz modellerinin bu iki uç arasında bir yerde olduğu kabul edilmektedir. Bu aralığın ne kadar geniş olduğu ise amprik bir araştırma sorunudur.

    Ekonomik büyüklükleri sürekli ve tahmin edilebilir bir biçimde kötüye giden ülkenin eninde sonunda krize yakalanması kaçınılmazdır. Tahmin edilebilir para krizlerinin mantığı, ekonomik büyüklükler krizin kopma noktasına eriştiği noktadan çok önce döviz kurunun spekülatif atağa bağlı olarak çöktüğü şeklinde olduğundan ve gerçek hayatta da kurun sabitliği spekülatif atağın başarıya ulaşmasından hemen sonra kaldırıldığından, spekülatif hücumların ekonomik dengelere bakarak haksız olarak yapıldığını söylemek mümkün olabilir.

    Bu noktada Paul Krugman tarafından iktisat literatürüne henüz geçmemiş bir düşünce atılmaktadır. Bu farazi durum şöyledir; krizin gerçekleşeceği durum spekülatörler açısından sadece kazançla sonuçlanan tek yönlü bir işlem değildir. Spekülatörler döviz rejimi çöktüğünde sermaye kazançları elde etmekte fakat herhangi bir kayıp veya riskle karşı karşıya bulunmamaktadırlar. Krugman'nın bu konuda ortaya attığı soru şudur; “peki, spekülatörleri bir sorunun yaşandığı paraya bir müdahalede bulunmaktan alıkoyan nedir?” Krugman'a göre işlem maliyetleri karar almada önemli rol oynamaktadır. Genel olarak düşünüldüğünde makro ekonomik bakış açısı ile işlem maliyetleri önemsizdir. Çünkü işlem maliyetleri işlem miktarına kıyasla oldukça küçük bir meblağdır ve makro ekonomik bakış açısıyla analize katılamayacak kadar önemsizdir. Fakat para krizleri o kadar kısa sürede cereyan etmektedirler ki, yıllıklandırılmış büyük kazançları bile ortadan kaldırabilirler. Dolayısıyla bir küçük detay kabul edilebilecek maliyetler, nispeten çıkma ihtimali düşük olan para krizlerinin, yayılarak tüm piyasaları etkisi altına alan geniş kapsamlı bir krizin oluşmasını önleyebilirler. Şayet bu argüman doğru ise piyasaların teknik etkinliğinin arttırılması, 1990'larda ortaya çıkan para krizlerinin sıklığını arttırıcı bir faktör olarak değerlendirilebilir. Şayet kendi kendi besleyen krizler gerçek bir ihtimal ise, meydana gelmelerini hangi faktörler etkilemektedir. Bu durumda, piyasada dolaşan her hangi bir bilgi şayet piyasa oyuncuları tarafından o bilginin “etkili bir

    bilgi olduğu” şeklinde yorumlanmışsa, artık o bilgi etkili bir bilgi haline gelir şeklinde özetlenebilen "güneş lekesi" dinamikleri teorisinin alanına girmiş oluruz.

    Sürü Psikolojisi:

    Hem Kanonik Para Krizi Modeli hem de İkinci Nesil Modeller para piyasalarında varolan bilginin en iyi şekilde değerlendirildiği varsayımına dayanmaktadır. Fakat para piyasalarının bu şekilde davrandıkları yönünde elde çok az delil vardır, dahası piyasaların eldeki verileri etkin bir şekilde değerlendirmeleri ile çatışacak derecede kötü hareket ettikleri yönünde daha fazla örnekler de mevcuttur.

    Para piyasalarını etkin bir şekilde davranmaktan alıkoyan etkenler nelerdir? En başta gelen etken sürü psikolojisidir. Sürü psikolojisi en iyi şekilde 1987 krizini araştıran bir çalışmada “Shiller” tarafından (1989) yapılmıştır. “Shiller” satılan hisse senetlerinin tek sebebini fiyatların daha da düşeceği şeklinde piyasada varolan yaygın kanaate bağlamaktadır. Para krizleri açısından bakılırsa başlangıç sebebi ne olursa olsun bir satış dalgası, koyun güdüsüyle çok daha büyük miktarlara ulaşabilmekte ve o paradan sürü psikolojisi ile toplu çıkışlara yol açabilmektedir.

    İnsanın kavrama yeteneğinin sınırları ve eğilimleri bir tarafa, sürü psikolojisi neden meydana gelmektedir? Bu konuda uzmanlar bireysel mantık ile tutarlı iki açıklama ortaya atmaktadırlar. Birinci açıklama yatırımcıların özel bir bilgiye sahip oldukları düşüncesinden kaynaklanan "bandwagon" etkisini incelemektedir. Farzedelim ki 1. yatırımcı Tayland emlak piyasası hakkında, 2. yatırımcı bankaların finansal yapıları hakkında, 3. yatırımcı da hükümetin mali durumu hakkında kamuca bilinmeyen gizli bir bilgiye sahip olmuş olsunlar. Şayet birinci yatırımcı biraz olumsuz bilgi alırsa satışa geçebilir. 1. yatırımcının satışa geçtiğini gören 2. yatırımcı, kendi sahip olduğu bilgi nötr nitelikte veya biraz pozitif nitelikte olsa bile o da satışa geçer. Diğer taraftan 3. yatırımcı ise kendi sahip olduğu bilgi çok pozitif içerikli bile olsa, 1. ve 2. yatırımcının satışa geçtiğini öğrendiği zaman o yatırımcıların kötü haber aldıklarını düşünür

    (gerçekte almamış olsalar bile) ve o da satışa geçer. Kehoe ve Chari (1996) piyasalarda gizli bilgili bu tür "bandwagon" etkilerin bir çeşit sıcak para oluşturduğunu ve ülkelerin ekonomik gelecekleri hakkındaki haberlere para piyasalarının bazen gereğinden fazla tepki vermesine yol açtıklarını belirtmektedirler.

    Diğer açıklamada, krize eğilimli ülkelerde yatırım yapılan paranın büyük kısmının doğrudan ilk sahipleri tarafından değil de, aracı kurumlar tarafından idare edildiği gerçeğinin üzerinde durmaktadır. Yükselen pazar fonlarına yatırım yapan sigorta fonu yöneticisini ele alalım. Şüphe yok ki bu yönetici halen popüler olmayan bir pazarda kaldığı durumda sonuçta kaybetme ihtimali, gözde bir pazarda kaldığı duruma göre daha fazla olur. Para fonu yöneticilerinin başarısının diğer fon yöneticilerinin durumlarına göre belirlendiği düşünülürse, yöneticilerin benzer şekilde hareket etmelerinin arkasındaki neden daha kolay anlaşılabilir.

    Son bir nokta; 1990'larda yaşanan para krizlerini takip eden herhangi bir kimse "ters-sürü güdüsü" kavramını duymuştur. Ters sürü güdüsü, piyasaların her ne kadar bu tür krizlere yol açabilecek bazı işaretler mevcut olsa da, krizden kısa bir süre önce aşırı rahat davrandıldığı durumunu ifade eden bir terimdir. Para fonu yöneticileri kriz çıkma ihtimali ile, olması gerekenden daha az düzeyde ilgilenmektedirler, zira herkes gibi davranmak istemekte ve öyle de davranmaktadırlar.

    Krizlerin Bulaşması

    1990’lı yıllardaki para krizleri üç bölgesel dalga halinde ortaya çıkmıştır; 1992-93 yıllarında Avrupa’da yaşanan ERM krizi, 1994-95’te Latin Amerika’da görülen kriz ve günümüzde Asya’da halen süregelen para krizi. Peki neden krizler bölgesel dalgalar halinde olmaktadır? Bu sorunun cevabı krizlerin bulaşıcı özelliğinin ardında aranmalıdır.

    Bulaşıcılığın en basit ve mantıklı anlatımı, ülkeler arasındaki bağlar ve ilişkilerdir: A ülkesindeki para krizi B ülkesindeki ekonomiyi yapısal olarak olumsuz etkilemektedir. Örneğin Güney Doğu Asya ülkelerinin farklı oranlarda spekülatif müdahalelere maruz kalmalarının nedeni, dünya pazarlarına benzer ürünleri ihraç ediyor olmalarıdır. Tayland Baht’ındaki devalüasyon, Malezya’nın ihracatı üzerinde bir baskı unsuru oluşturacak ve zamanla ül***i krizin içine itecektir. 1992-93 yıllarında Avrupa’da görülen para krizinde de rekabete dayalı devalüasyon etkeninden söz etmekte yarar vardır. Sterlin’in devalüasyonu Fransa’nın dış ticaretini ve istihdamını olumsuz etkilemiş, ya da zamanla etkileyeceği düşünülmüş, böylelikle Fransız hükümeti üzerindeki sabit kur rejiminin terkedilmesine yönelik baskılar artmıştır.

    Ancak gerçekte, gerek Avrupa’daki gerekse Asya’daki kriz tecrübelerinde, ülkeler arasındaki ticari bağımlılıklar teoride öngörülene nazaran daha zayıftır; 1995’teki Latin Amerika krizinde ise, yok denecek kadar azdır. Meksika, Arjantin için ne önemli bir ihracat pazarı ne de dış dünyada ciddi bir rakiptir. Peki neden bir Peso krizi diğerinin tetiğini çekmiştir?

    Bu noktada, bağlantıları zayıf olan ekonomiler arasında krizin bulaşması konusunda iki ilginç rasyonel açıklama geliştirilmiştir (Drazen 1997). Bunlardan birincisi, ülkelerin tam olarak gözlenemeyen benzer özellikler taşıdıklarıdır. Bu durumu tasvir etmek gerekirse, Latin Amerika ülkeleri “Latin Mizacı” olarak adlandırılabilecek ortak bir kültürü paylaşırlar, ancak bu kültürün ekonomik aktivitelere olan yansıması belirsizdir. Yatırımcılar, bu kültürel geçmişi paylaşan ülkelerden birinin sabit kuru terketme konusunda baskı hissettiğinin farkına varırsa, hemfikir etmişcesine diğer ülkelerin de benzer bir baskıya maruz kalacakları kanısına kapılırlar. (1982 yılında Latin Amerika ülkelerinin dolar ağırlıklı borçları yüzünden yaşadıkları kriz, para krizi psikolojisine iyi bir örnek teşkil etmektedir. Kriz Meksika’dan bölgenin diğer ülkelerine çok büyük bir hızla yayılmıştır. Filipinler ise, ekonomik durumu ve dış borç stoku en az Meksika, Brezilya ve Arjantin kadar kötü olmasına rağmen başlangıçta krizden etkilenmemiştir. Ancak bir yıl sonra yatırımcılar, Filipinler’in bir Asya ülkesi olmaktan ziyade eski bir İspanyol kolonisi olduğuna karar vermişler ve spekülatif saldırılara başlamışlardır.

    Alternatif bir görüş olarak, sabit kuru sürdürmek için izlenen politikalar sürü psikoloji etkisini kendi içinde barındırmaktadır. Bu etki en iyi Avrupa krizinde gözlenebilir. İngiltere ve İtalya Avrupa Döviz Kuru Mekanizması’nı terk ettikten sonra, benzer bir hareket Alman Markı karşısında para birimini sabitleyen İsveç için ekonomik ve politik açıdan daha az maliyetli hale gelmiştir.

    Diğer bir yaklaşım da, krizin bulaşıcılığının, bireylerin rasyonel olmayan davranışları veya para yöneticilerinin karşılaştıkları asimetrik güdüler nedeniyle yatırımcılarda oluşan rasyonel olmayan beklentileri yansıttığıdır. Güney Kore’nin bölgedeki sorunlu ekonomilerle olan ticaret bağı oldukça azdır; bu duruma güvenerek yatırımlarını bu ülkeden çekmeyen bir fon yöneticisi, yakalandığı devalüasyon nedeniyle fon sahipleri tarafından yeterli çabayı göstermemekle suçlanabilir.

    Sürü psikolojisinde olduğu gibi, olumsuz olayların yanında, olumlu beklentiler ya da etkiler de ülkeler arasında kolaylıkla yayılabilir. 1990’lı yılların başında Meksika ve Arjantin’deki reformlara bağlı olarak bölgeye hakim olan iyimserlik havası, ekonomik açıdan daha az çaba gösteren Brezilya’yı da pozitif yönde etkilemiştir. Aynı şekilde, Asya ekonomileri hakkında piyasalarca beslenen iyimser düşünceler de bölge ekonomisinin düzlüğe çıkmasında tüm ülkeler adına önemli rol oynayacaktır.

  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    #2
    Konu: Para Krizleri

    Piyasa Manipülasyonu

    İster kendi kendini besleyen akılcı beklentilerle yaratılmış olsun, ister akıldışı sürü psikolojisi sonucu patlak versin tüm kriz senaryolarında büyük spekülatörlerce yönlendirilen piyasa manipülasyonlarının kar etme olasılığı mevcuttur (1996 yılında Krugmann tarafından yapılan bir çalışmada kriz sırasında kar güden bu tür aracılar “Soroi” olarak adlandırılmıştır). Herhangi bir ülkenin, para birimine yapılacak spekülatif bir saldırıdan olumsuz etkileneceği ya da bölgede yapılan devalüasyonları takiben parasını devalüe edeceği varsayılırsa, büyük bir yatırımcı önce kısa pozisyon alarak daha sonra ise blok satışlarla veya farklı bir stratejiyle krizin tetiğini çekerek, çok büyük karlar elde eder.

    Bu klasik strateji 1992 yılında George Soros tarafından İngiliz Sterlini’ne karşı kullanılmıştır. Aşağıda da analiz edileceği üzere, Sterlin zaten döviz kuru mekanizmasının dışına çıkacaktı, ancak Soros’un müdahalesi bu süreci hızlandıran bir etki yaratmıştır.

    Piyasa manipülasyonlarıyla nasıl kriz yaratılacağına dair klasik stratejinin son yıllardaki hemen hemen tek örneği Soros’un İngiliz Sterlini karşısında sergilediği tutumdur. Bunun dışında gösterilebilecek bir örnek bulunmamaktadır. Çünkü, kanıt olmadıkça, genelde korunmuş politikacıları özelde de Soros gibileri piyasa manipülasyonuyla suçlamak mümkün değildir.

    Neden önceden planlanmış spekülatif müdahalelere sıkça rastlanılmamaktadır? Cevabı; kendi kendini besleyen krizlerin gerçek hayatta nispeten sınırlı olmasıdır: para birimlerinin bir çoğu ancak, spekülatif bir saldırıdan zarar göreceği aşikar olduktan sonra böyle bir saldırıya maruz kalmaktadır. Önceden de belirtildiği gibi bu durum, ekonomik yapıda sürekli bir bozulma yaşandığında tahmin edilebilir hale gelecektir; döviz kurunun çöküşü kaçınılmaz olacak, yatırımcılar bu çöküşü bekleyecek, çöküşün zamanı gündeme gelecek ve saldırıların başarıya ulaşabilmesi için bir an önce başlatılması gerekecektir. “Soroi” lerin varlığı da zaten spekülatif saldırıların tarihini öne çekmektedir: kendi kendini besleyen spekülatif ataklarla devalüasyona uğrayabilecek bir para biriminin büyük yatırımcılara yüksek kar fırsatı yaratacağı herkes tarafından bilindiğinden, yatırımcılar para biriminin değeri gerçekten düşmeye başlamadan diğer oyunculardan erken davranarak bir an önce kısa pozisyon almak isterler, böylece Soros gibi birinin yardımına ihtiyaç olmadan da yatırımcıların çabalarıyla çöküş hızlandırılmış olur.

    Para biriminin, “Soroi” lerin potansiyel kar beklentileri ortaya çıkmasıyla aynı anda çöküşe geçmesi “Soroi” lerin kar etme fırsatlarını ellerinden alacaktır; zaten, ancak kimsenin bu oyunu oynamaya yanaşmaması durumunda, spekülatörlerin çökebilecek bir para biriminin çöküşü hakkındaki beklentileri kaybolacaktır. Bu ikilem, herhangi bir şirketin kontrolünü ele geçirmek için verilen mücadelede yaşananları anımsatmaktadır. Şirketin hisselerinin borsada değer kazanacağına dair bir beklenti yoksa şirket kontrolünü ele geçirmeye kimse teşebbüs etmez, ancak şirketi ele geçirmeye yönelik herhangi bir faaliyet piyasalara hissettirilmezse, hisseler de oldukları yerde kalırlar. Pratikte hangi nedenden dolayı olursa olsun Sterlin’i manipüle ederek Soros tarafından kazanılan kar ve başarı bir defaya mahsus bir olay olarak gözükmemektedir.

    4- 1992-93 Yıllarındaki Avrupa Döviz Kuru Mekanizması (ERM) Krizi

    1992 sonbaharındaki dev boyutlu sermaye akışı İngiltere, İtalya ve İspanya’nın Avrupa Para Sistemi’nin döviz kuru mekanizmasının dışına çıkmasına neden olmuştur (bir başka deyişle sistemin içinde olmalarına rağmen mekanizmanın öngördüğü dalgalanma bantlarının dışına çıkmışlardır). 1993 yazında ise, ikinci bir dalga, Fransız Frangı’nın öngörülen değişim bandında kalmasını sağlamak amacıyla döviz kuru bandının genişletilmesi yönünde bir kararının alınmasına yol açmıştır. Takip eden yıllarda olayların gelişimi piyasalarda şaşkınlık yaratabilecek şekilde olmuştur; Fransa kısmen zayıflamış olan Frangı kullanmayı reddetmiş ve Alman Markı karşısındaki dar dalgalanma bandına dönmüş, bu sırada ERM’den çıkışın ardından yükselişe geçen İngiltere ekonomisi Pound’u ERM’den çıktığı düzeylere geri getirmiştir. ERM’de meydana gelen krizler spekülatif saldırılara iyi birer örnek oluşturmakta ve genellikle bu bağlamda incelenmektedir.

    ERM krizlerini klasik hale getiren etken, bu krizlerin “İkinci Nesil Modellerin” önemini ortaya koymasıdır. Avrupa ülkelerinin 1992 ve 93 yıllarında maruz kaldıkları spekülatif saldırılar Kanonik kriz modeliyle tam olarak açıklanamaz. Hükümetler bütün örneklerde ister yerli ister yabancı olsun sermaye piyasalarına erişme yeteneklerini kaybetmemişlerdir. Herşeyden önce bu, hükümetlerin bütçe açıklarını para basmak suretiyle finanse etmeye ihtiyaç duymadıkları anlamına gelmektedir; gerçekten de yurtiçi kredilerde marjinal ve hızlı bir artış olmamıştır (Eichengreen, Rose and Wyplosz). Bu aynı zamanda döviz kuru rezervlerinde bir kısıtlamayla karşılaşılmadığına da işaret etmektedir. İngiltere ve Fransa uluslararası piyasalardan borçlanmak için gerekli kredibilitelerini korumuşlardır. Para birimlerini dalgalanmalardan korumak için gereken tek şey yalnızca yurtiçi faizleri artırmaktır.

    Peki İkinci Nesil Modellerin öngördüğü devalüasyona yol açan motivasyon ne olmuştur? Cevap; açık bir şekilde yetersiz talebe bağlı olarak oluşan işsizliktir, hükümetlerin genişlemeci politika (bu politikayı sabit kur sistemi altında uygulamak neredeyse imkansızdır) uygulama konusunda maruz kaldıkları baskı krizlerin itici gücünü oluşturmuştur. Gerçekten de Avrupa hükümetlerinin doğal ve yapısal seviyesinin üstünde olan işsizliğin politik maliyetleriyle, ERM’den çıkmanın politik maliyetleri arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıklarını düşünebiliriz.

    İşsizlik probleminin ardında, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Alman Markı’nın Avrupa Para Sistemi’nde de facto olarak kilit bir rol oynamasının etkileşime girerek alışılmadık bir duruma yol açması yatmaktadır. Doğu’yla birleştikten sonra Almanya ağır harcamaları karşılayabilmek için genişlemeci politikalara başvurmuş, Bundesbank da tıpkı 1980’lerde Federal Reserve gibi harcamaların yarattığı açığı kapatmak için sıkı para politikası izlemek zorunda kalmıştır. Ancak paralarını Alman Markı’na sabitleyen diğer Avrupa ülkeleri kendilerini mali genişleme olmaksızın sıkı para politikasına uyum göstermek mecburiyetinde hissetmişler, bu durum da beraberinde kaçınılmaz olarak durgunluğu getirmiştir.

    Böylelikle krizin tüm bileşenleri yerli yerine oturmuştur. Tüm bunların yanısıra, ERM krizlerine özgü dört özelliği de belirtmekte yarar vardır:

    Bunlardan birincisi, para sihirbazı olarak anılan George Soros’un krizin tetiğini çekmede oynadığı roldür. Soros daha işin başında Sterlin’deki devalüasyon olasılığını farketmiş, kısa dönemli krediler şeklinde yaklaşık 15 milyar dolarlık kısa pozisyon almıştır. Kısa pozisyonun amacı döviz kuru rejimindeki bir çöküşten kar etmektir ve Soros kendi satışlarıyla bu çöküşü hızlandırmaya çalışmıştır. Hala, Soros’un bu çabalarının çöküşte ne derece önemli rol oynadığı kesinlik kazanmamıştır, Soros’un çabaları olmasa da zaten krizi yaratacak şartların mevcudiyeti ortadadır.

    İkincisi, bu tecrübe göstermiştir ki, sermaye hareketlerinin yüksek olduğu bir dünyada döviz rezervleriyle krizler arasındaki ilişki yok denecek kadar azdır. İngiltere ve İtalya merkez bankalarının yeterli rezervleri vardı, üstelik ERM düzenlemeleri çerçevesinde Almanya’dan kredi alma haklarını da kullanabilirlerdi. Döviz kuruna büyük meblağlarda müdahale edebilecek konumdaydılar (İngiltere’nin birkaç gün içerisinde 50 milyar dolar değerinde Sterlin aldığı sanılmaktadır). Üstelik bu müdahaleyi para tabanında bir azalmaya meydan vermeyecek şekilde açık piyasa işlemleriyle dengeleyerek sterilize şekilde yapmışlardır. Doğal olarak bu işlem beklenen etkiyi yaratmamıştır. Sterlin sadece para tabanındaki kısıtlamayla korunmaya çalışılmış, başka enstrüman kullanılmamıştır, nitekim faiz oranlarının yükselmesinden yalnızca iki gün sonra Bank of England sabit pariteyi terketmiştir.

    Üçüncüsü, ERM’deki geçmişe dönük krizler şaşırtıcı bir gerçeği daha ortaya çıkarmıştır; krizler finans piyasaları tarafından beklenmedikleri anda ortaya çıkmaktadır. Rose ve Svensson (1994) yaptıkları çalışmada spekülatif hareketlere maruz kalan para birimlerinin bandın dışına doğru genişlemeye, ancak çöküşten bir ay kadar önce başladığını göstermiştir.

    Son olarak, ERM krizlerinden alınacak dikkate değer bir ders de, krizden etkilenen ve para birimleri bandın dışına çıkan ülkelerin süregelen dönemde aldıkları önlemlerle, para birimlerini korumaya çalışan ülkelere nazaran ekonomik açıdan daha iyi konuma geldikleridir. Özellikle İngiltere enflasyon oranında bir artış olmadan işsizliği önemli ölçüde azaltabilmiştir.

    5-1994-95’teki Latin Amerika Krizleri

    1994-95 yıllarındaki Latin krizleri bazı açılardan diğer krizlerden farklılık gösterse de, çoğu açıdan ERM krizlerine benzemektedir. Ancak sonuçları bakımından bu krizlere maruz kalan ülkeleri ciddi şekilde etkilemiştir.

    Latin ülkeleri para birimlerinin, özellikle de Meksika ve Arjantin Peso’larının bir krize yakalanma risklerinin arttığına dair söylentiler ekonomistler arasında 1993’lerin başlarında yayılmaya başlamıştır (Bkz. Dornbusch 1993). Bu iddialar yapılan üç gözlemin bir ya da daha fazlasına dayandırılmıştır: Ticari ortaklar arasındaki fiyat ve maliyet dengelerinin bozulduğunu öngören satın alma gücü paritesi (purchasing power parity) hesaplamaları, cari işlemlerdeki büyük açıklar; buna bağlı olarak düşük büyüme (Meksika örneğinde olduğu gibi) ya da yüksek işsizlik (Arjantin örneğinde olduğu gibi) ve tüm bu sorunların sabit döviz kuru kısıtlarından kurtulup geçilecek bir genişlemeci para politikasıyla aşılacağına dair genel inanış.

    Latin Amerika’da da Avrupa’da olduğu gibi krizin emareleri finans piyasaları tarafından öyle ya da böyle görmezlikten gelinmiştir. Hükümet yetkilileri bir devalüasyonun gündemde olmadığını söylemişler, piyasalar da bu söze inanmıştır. 1993 yılı boyunca pesoya uygulanan faiz oranları düşük kalmış, böylelikle cari işlemler açığı kolaylıkla finanse edilebilmiştir.

    Meksika için çözülme süreci 1994 yılında başlamıştır. Beklenmeyen iki olayı takiben istikrarsızlık başgöstermiştir: Chiapas bölgesindeki köylüler ayaklanmış ve iktidar partisinin başkan adayı bir suikasta kurban gitmiştir. Başkanlık seçimleri nedeniyle de para politikası gevşetilmiş, mali disiplin terkedilmiştir. Yabancı sermaye girişleri durma noktasına gelmiş, döviz rezervlerinde hızlı düşüşler yaşanmıştır. Hükümet, dolara endeksli kısa vadedeki borçları içeren “tesobono”ları ödemekte aciz kalınca kritik nokta aşılmıştır.

    Meksika, dış bankaların da etkisiyle başkanlık seçimlerinden kısa bir süre sonra pesoyu devalüe etme kararı almıştır. Üstelik devalüasyon bazı yönlerden ekonomi üzerinde yıkıcı etkilere yol açmıştır. İlk olarak, %15 oranında yapılan devalüasyon yetersiz olarak algılanmış, devalüasyonun arkasında yeralan piyasalar tatmin edilememiş, hükümetin sabit pariteye endekslenen kredibilitesi kurban edilmiştir. İkincisi, devalüasyon konusunda işadamlarına danışan hükümet, bu kişilere yurtdışındaki yatırımcılara nazaran ekstra kar etme imkanı tanımış, böylelikle uygulanan politika hem içte hem dışta huzursuzluk yaratmıştır. Son olarak da, resmi yetkililer krizi izleyen günlerde yabancı yatırımcılarda bir güvensizlik, kendileri hakkında bir yetersizlik duygusu doğmasına neden olmuşlardır.

    Belki de bu nedenlerle başlangıçtaki küçük oranlı devalüasyonun ardından Meksika Hükümeti’nin politikalarına karşı güven kaybı oluşmuştur. Peso, kriz öncesindeki değerine nazaran %50 değer kaybına uğramış, pahalılaşan ithalat sebebiyle de bir zamanlar tek haneli olan enflasyon rakamı yükselmeye başlamıştır. Pesoyu ve enflasyon oranını istikrara kavuşturabilmek için hükümet yurtiçi faiz oranlarını %80 seviyelerine çıkarmak zorunda kalmıştır. Yüksek faiz oranlarıyla da iç talep gerilemiş, krizi izleyen yıl içerisinde de Gayri Safi Yurtiçi Hasıla %7 oranında azalmıştır.

    Krizin Meksika’daki politik istikrarı tepetaklak edebileceği korkusu, ABD Hükümeti’ni, Meksika’ya, hiç olmazsa güven ortamı tekrar tesis edilene kadar nefes alacak bir boşluk bulabilmesi umuduyla yüklü miktarda uluslararası borç vermeye zorlamıştır. Bu çaba başarıya ulaşmıştır. 1996 yılı boyunca büyüme artmış, Meksika tekrar uluslararası sermaye piyasalarına entegre olabilmiş, acil ihtiyacı varken aldığı borçları programa uygun bir şekilde ödeyebilmiştir.

    Arjantin başlangıçta izlediği farklı kur rejiminin (para kurulu sistemi -peso bire bir parite ile Amerikan Doları’na bağlanmıştır ve para arzına eklenecek her pesonun rezervlerde karşılığı olması ilkesi getirilmiştir) kendisini Meksika krizinin olumsuz etkilerinden koruyacağını düşünmüştür. Gerçekten de Arjantin Kanonik Kriz Modeli’yle tanımlanan tipteki krizlerden kendisini koruyabileceğini ispatlamıştır. Aynı zamanda da, ülkenin Meksika ile olan zayıf ticari ilişkilerinin Arjantin’i krizin bulaşıcı etkilerinden koruyacağı beklenmiş olabilir. Yine de spekülatörler Arjantin’in yüksek oranlara ulaşan işsizliği azaltmak için para kurulunu terkedeceğinden şüphelenerek, Arjantin pesosuna karşı pozisyon almışlardır (bu tip bir spekülatif hareket İkinci Nesil Modeller’le açıklanabilmektedir).

    Para kurulu sistemi uygulamasında, sermaye kaçışı para hacminde hızlı bir düşüşe yol açmıştır. Bu da bankacılık sisteminde Meksika krizi kadar olmasa da, ciddi sonuçlar doğurabilecek bir krize neden olmuştur. Her ne kadar Meksika örneğindeki miktarlara ulaşmasa da, bankacılık sektörünü desteklemek için uluslararası resmi borçlara ihtiyaç duyulmuştur.

    Arjantin, Meksika’nın aksine para birimini savunmayı seçmiş, baskıların duracağına ve izlenen yöntemin doğruluğuna finans piyasalarını inandırmak için mücadele etmiştir. Nihayetinde 1996 yılında pozitif büyümeye ulaşılmıştır.

    Latin krizi Avrupa örneğinin bazı özelliklerini taşırken, çoğu yönden de Avrupa’dan farklılıklar sergilemektedir. Ortak özelliklerden en çok göze çarpanı, krizin ya da kriz olasılığının finans çevrelerince çok geç farkedilmesi, çoğu kez de ekonomistlerin uyarılarına karşın hiç farkedilmemesidir. En önemli ayrılık ise, krizin etkileri konusunda ortaya çıkmaktadır. Baskı altında kalıp kalmama kriterine göre İngiltere ve Fransa bir çift, Arjantin ve Meksika ise diğer bir çift olarak algılanacak olunursa; ilk çiftte, birinci ülke devalüasyon sonrasında çok başarılı bir şekilde toparlanırken, devalüasyon yolunu seçmeyen ikinci ülke trajik sonuçlar yaşamamış, fakat ilk ülke kadar da iyi bir ekonomik performans sergileyememiştir. İkinci çiftte ise, her iki ülkede de ciddi durgunluklar yaşanmış, devalüasyon yapılan ülkede en azından başlangıçta büyük çöküşlerle karşılaşılmamıştır.

    6-Asya Krizleri

    Asya’nın durumu bu makalenin yazıldığı tarihte belirsizdi, enformasyon kısıtlıydı ve henüz ciddi ekonomik çalışmalar yapılmamıştı . Bu nedenle, konuya bu bölümde kısa ve yüzeysel olarak değinilecektir.

    1995 yılında uzmanlar, Güney Doğu Asya ülkelerinin Latin Amerika tipi bir krizden etkilenip etkilenmeyeceğini tartışmaya başladılar. Tartışmalarda dikkatleri üzerinde toplayan en önemli gösterge bu ülkelerin cari işlemler açığıydı. Ayrıca, benzer bir endişe birkaç ülke açısından finansman sisteminin zayıflığı konusunda da duyulmaya başlandı. Sektör hakkında yeterli enformasyona sahip olmayan yabancı yatırımcılar ve tam anlamıyla libere edilmemiş yerli finans kurumları tarafından emlak gibi hayli spekülatif bir alana dev yatırımlar yapılmıştı. 1996 yılı boyunca Tayland, Malezya ve diğer ülke hükümetlerinin, finansal durumlarının yarattığı risk ve bu riski azaltma yönünde uygulanacak uygun politikalar hususunda, IMF ve Dünya Bankası yetkililerince uyarıldıkları bilinmektedir. Ancak, bu uyarılara sözü geçen hükümetlerce pek kulak asılmamıştır.

    Diğer bölgesel para krizlerinde olduğu gibi, bu krizde de finans piyasaları krizi çok geç farkedebilmişlerdir. Bölge genelinde kaydedilen rekor sayılabilecek nitelikteki büyüme oranları yetkilileri herhangi bir önlem almaya gerek olmadığı husunda ikna etmeye yeterli olmuştur (bu durumu tasvir etmek için Krugmann tarafından bir anekdot aktarılmaktadır. Endonezya hakkındaki verilerin ve finans raporlarının güvenilirliliği, hikayenin kuklalardan ziyade kuklaların gölgeleriyle anlatıldığı Java gölge tiyatrosuyla tasvir etmektedir).

    Bölge ekonomilerinin krize doğru sürüklenişleri, birçok para biriminin kendisine karşı sabitlendiği ABD Doları’nın Yen karşısında değer kazanmasına, anahtar konumundaki sektörlerdeki gelişmelere ve Çin’in artan rekabet gücüne bağlı olarak azalan ihracat potansiyeliyle hız kazanmıştır. İhracattaki artışın dalgalanmasıyla da emlak sektöründeki gelişmeler (özellikle Tayland’da) göze batmaya başlamıştır. Sonrasında, emlak fiyatlarındaki düşüş hisse senedi fiyatlarını çökertmiş ve finans kurumlarının çözülmeye başlamasına, bir başka deyişle, bu kurumların borçlarını ödemeye ne kadar muktedir olduklarının sorgulanmasına yol açmıştır.

    Bu noktadan sonra gelişmeler, ülke içi bir krizin özelliklerini yansıtmakta ve genel hatlarıyla 1990’lı yılların başında “balon ekonomisi” olarak tanımlanan Japonya’nın yaşadıklarına benzemektedir. 1997 yılının ilk yarısında ise spekülatörler, Tayland başta olmak üzere kriz belirtilerinin iyiden iyiye su yüzüne çıktığı ülkelerin, ekonomilerini tekrar harekete geçirmek için devalüasyon yolunu seçip seçmeyeceklerini merak etmeye başlamıştır. Hükümet her ne kadar gerek duyulmadığını iddia etse de, gittikçe artan şüpheler faizlerin artırılmasına neden olmuş, bu artış da finans kurumlarının nakit akışlarında problem yaratmış ve deflasyonist etkisiyle piyasadaki tansiyonu yükseltmiştir.

    2 Temmuz’da Tayland baskılara dayanamayarak Baht’ın dalgalanmasına izin vermiş, bu durum diğer krizlerde olduğu üzere bölgedeki diğer paralara karşı spekülatif hareketleri artırmış ve Baht’taki değer kaybını Malezya, Endonezya ve Filipinler’deki devalüasyonlar izlemiştir. Devalüasyon dalgası ve bu dalganın gözler önüne serdiği finans piyasalarının durumu yatırımcılarda güven kaybına neden olmuş, kaybedilen güvenin yeniden tahsis edilebilmesi içinse ülkeler katı maliye politikaları uygulamaya koyulmuşlardır. Tayland, finans sistemini revize etmek koşuluyla IMF’den acil durum kredisi almıştır.

    Bu noktada dahi krizin sonuçlarını kestirmek mümkündür. Genel kabul gördüğü üzere, Tayland da tıpkı Meksika gibi büyüme oranında bir düşüşle karşılaşacaktır. Geçmişte kaydedilen yıllık ortalama %9 gibi yüksek bir büyüme oranı gelecek yıllarda %0’lara kadar düşebilecektir. Bu düşüşün komşu ülke ekonomileri üzerindeki etkisi hala tartışma konusudur; IMF etkinin sınırlı olacağını savunurken, ekonomistler çok daha ciddi gerilemelerden söz etmektedir.

    Krizin ne kadar genişleyeceği hala belirsizliğini korumaktadır. Güney Kore en ilginç örneği oluşturmaktadır; ciddi yurtiçi finansman problemleri ve yüksek cari işlemler açığı olmasına rağmen, Güney Doğu Asya ekonomileriyle gerçek anlamda çok az bağı vardır. Yurtiçinde yüksek miktarda batık kredi bulunduğunu açıklayan Çin üzerinde krizin herhangi bir baskısı hissedilmemektedir. Hong-Kong ise, Çin’in özel idaresine geçtikten sonra dahi, Arjantin gibi parasını dolara endeksleyerek ve para kurulunu oluşturarak Latin Amerika tecrübesiyle ilginç paralellikler göstermiş, finans piyasalarında da Hong-Kong Doları’nın riskli olmadığı ve Özel Yönetimli Bölge’nin krizden yalıtıldığı fikri oluşmuştur.

    Asya krizinin kendine özgü diğer bir özelliği de bölge ülkelerinden bazılarının krize gösterdikleri reaksiyondur. Krizden dolayı George Soros’u suçlayan Malezya Başbakanı Mahathir Bin Mohammed bu liderlerin başını çekmektedir. Bir takım yeni gerçekler gün ışığına çıkmadıkça bu iddia tuhaflığını sürdürecektir, çünkü Soros krizde rol almadığı gibi üstüne üstlük yanlış tahminde bulunarak Ringit lehine uzun pozisyon almıştır. Malezya Başbakanı hisse senetlerindeki spekülatif hareketleri önlemek için işlemlere geçici olarak sınırlamalar getirmiş ve finans piyasalarının daha fazla baskı altında kalmasını engellemek amacıyla halka döviz ticaretini durdurma hususunda çağrıda bulunmuştur.

    7-Makroekonomik Sorular

    90’ların para krizlerinin birçok ekonomik araştırmaya ilham vermesine rağmen, bir konu hala ihmal edilmektedir; krizin makro ekonomik etkileri nelerdir ve neden bölgeden bölgeye bu kadar farklılık göstermektedir ?

    Başlıca krizler yeniden gözden geçirilecek olunursa, varılacak sonuç 90’lardaki krizlerin en iyi “İkinci Nesil Modeller”le açıklanabileceğidir. Devalüasyona neden olan motivler bütçe açığı ve enflasyondan ziyade genişlemeci para politikalarıdır. Bu nedenle devalüasyona yol açacak motifler ağırlık kazandıkça, politik sermayenin maliyetine ya da uzun dönemli enflasyon kredibilitesine bakılmaksızın kısa vadeli genişlemeci politikalar yönünde tercih kullanılmaktadır. Ancak, bu kısa vadeli politikaların da bir maliyeti olmalıdır. Avrupa yaşananlar da teorik yaklaşımın öngördüğü şekilde cereyan etmiştir, fakat, ilginçtir ki bu ülkeler kısa döneme yönelik aldıkları kararların ve çiğnedikleri prensiplerin maliyetlerini ödememişlerdir.

    Latin Amerika krizinde ve şimdiye kadar ki gelişmeler ışığında da Asya krizinde, göze çarpan en önemli özellik devalüasyon kararının kısa vadede her açıdan ciddi sonuçlara yol açtığıdır. Devalüasyon, toparlanmaya yol açacağı yerde ekonomi üzerinde ciddi kısıtlamalar ve küçülmeler doğurmuştur.

    Bu sorunu çözümleme yolundaki sistematik çabalar hala yetersizdir. Ancak, ülkeler arasında farklılığı yaratan piyasaların izlenecek politikalar açısından ne derece bilgilendirildiğidir. Örnek olarak, İngiltere’deki devalüasyonda bir nebze olsun güven kaybı yaşanmamış, genel anlamda İngiliz resmi kurumlarına duyulan güven pek sarsılmamıştır. Piyasalarda, hükümetin serbest piyasa kurullarından ve işleyişinden ödün vermeyeceğine dair bir inanç birliği oluşmuştur. Böylece borçlanma konusunda kredibilite korunmuştur.

    Meksika’da ise, olaylar biraz daha farklı gelişmiştir. Devalüasyonun hemen başında piyasalarda artık ülkenin güvenilir bürokratlar tarafından yönetileceğine dair bir kanı oluşmuştur. Ancak kriz derinleştikçe, işler reformistlerin aleyhine gelişmeye başlamış, sermaye kaçışıyla da sorunlar büyümüştür. 1995 yılında Meksika’da, yatırımcıların politik gelecek konusunda duydukları endişeleri yatıştırmak için faizler yükseltilmekte, yükselen faizler ise ülkenin politik geleceğine zarar vererek endişeleri artırmaktaydı. Zaten Amerika’nın organize ettiği acil yardım paketinin amacı da bu fasit dairenin kırılmasıydı.

    Asya krizi ise, piyasaların ül***e duydukları temel güvenin sarsılması açısından Latin Amerika krizine benzemektedir. Yatırımcılar, krize maruz kalan ülkelerdeki politik ve kurumsal çürümüşlüğe işaret etmektedir (gevşek bankacılık düzenlemeleri, kurumların yapısal zayıflığı, ayrımcı devlet politikaları gibi). Krize yol açan bu gelişmeler daha önce gözlemlense de, Asya mucizesi hız kesene kadar ciddiye alınmamıştır. Bu noktada spekülasyonlardan ziyade, ciddi analizlere ihtiyaç duyulmaktadır.

    8-Para Krizleri Önlenebilir mi ?

    Ortalama her ondokuz ayda bir para krizinin yaşandığı bir dünya herhalde siyasilerce karar alma açısından pek de rahat bir dünya olarak tasvir edilemez. Eğer mümkünse, krizleri önlemek ya da en azından bu kadar sık gündeme gelmesini engellemek için ne yapılabilir ?

    Bir alternatif dünyayı, günümüzde krizlere yol açan sıcak para hareketlerinin engellendiği 60’ların başındaki döneme geri götürmektir. Bu tür bir hareket, Malezya Başbakanı tarafından da teklif edilmekte, ancak yakın gelecekte mümkün görünmemektedir.

    Diğer bir alternatif de, spekülatörlerin müdahale edemeyecekleri kadar sağlam ve tutarlı ekonomik politikalar izlemektir. Bu konuda söylenecek çok şey vardır; krizlerin büyük bir çoğunluğu yurtiçi politikalarla döviz kuru rejimi arasındaki tutarsızlıklardan kaynaklanmaktadır. Zaten “İkinci Nesil Modeller”in de çıkış noktası budur. Krizlerin gerçek nedeni, ne yapıyor olmanız değil, finans piyasalarının bunu yapmaya istekli olduğunuzdan şüphelenmeleridir. İngiltere’nin ERM altında izlediği para politikası doğru olabilir, ancak Soros ve diğerleri haklı olarak zamanı geldiğinde hükümetin işsizliği azaltmayı politik olarak döviz kuru istikrarına tercih edeceğinden şüphe etmişlerdir. Bu tip bir spekülatif saldırıdan korunmak için İngiliz Hükümeti’nin yapması gereken uyguladığı politikalardan ziyade tercihlerini değiştirmektir.

    Aynı zamanda bu yaklaşım para kurulu gibi yapısal düzenlemelerin neden spekülatif hareketlere karşı korunma sağlamadığını da açıklamaktadır. Rezervlerle desteklenen bir para birimi mekanik olarak bir devalüasyona zorlanamazsa da, bu geçmişte sabit kur sistemi izlemiş olan bir ülkenin gerektiğinde devalüasyona başvurmayacağını garanti etmez.

    Bu varsayımlar Avrupa’nın içinde bulunduğu durumu aydınlatmaktadır. Büyük bir olasılıkla Avrupa ülkelerinden çekirdek sayılabilecek bir grup 1999 yılı itibariyle Avrupa Para Birliği’ne geçecek ve Mayıs 1998’de de para birimleri arasındaki pariteleri sabitleyeceklerdir. Doğal olarak “Euro” banknotlarının tamamiyle yerel paraların yerini alması birkaç yıl sürecektir. Gittikçe artan sayıda uzmanın da farkettiği gibi bu süreç içinde bazı ülkelerin EMU dışına çıkması olasılık dahilindedir. Bu yorum, EMU sonrasında da para krizleriyle karşılaşılabileceği anlamına gelmektedir.

    Bir ülke spekülatif hareketlerden korunmayı nasıl garanti edebilir ? Uluslararası finans kurumlarıyla hükümetin prestijini artırmaya yönelik ciddi anlaşmalar imzalayabilir. Para birimine karşı yapılacak spekülatif saldırılardan korunmanın en iyi yolu bağımsız bir para birimine sahip olmamaktır. Para krizlerine karşı çözüm oluşturulabilecek tek şey doğru para birliğidir. Diğer bir seçenek de, para birimini savunmakta özellikle ısrar etmeyerek spekülatörlere kolay bir hedef yaratmaktan kaçınmaktır. Dalgalı kura sahip olan bir ülkede, gelecekteki politikaların sonuçları da döviz kuruna yansıyacağından spekülatörlerin beklentilerine gem vurulabilecektir. Dalgalı kurla belirlenen bir para birimine karşı pozisyon alan spekülatör gerçek anlamda sabit kurda olduğundan çok daha fazla risk taşımak zorunda kalacaktır.

    90’lı yılların krizleri bu konuda çalışan ekonomistlerin son bir ders çıkarmalarına neden olmuştur; sabit kur sisteminden kaçınmalı, dalgalı kur ya da para birliği seçilmelidir.

    Yorum

    İşlem Yapılıyor
    X