Politik Ekonomi ve Ekonomik Liberasyon

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Politik Ekonomi ve Ekonomik Liberasyon

    İç ve dış ekonomik dengenin sürdürülememesi ve bu dengesizliği gidermek için gerekli görülen liberasyon politikalarının ekonomik istikrar programları ile birlikte uygulamaya konulması, 1980'li yıllarda az gelişmiş ülke hükümetlerinin karşılaştıkları en önemli politika sorunları arasında yer almıştır. Bu makalede, ekonomik kriz ve sonrasında gündeme gelen politika reformları tartışılmaktadır. Yapılan incelemeler sabit para değişim oranının kabul edildiği ekonomi düzeni içinde, ödemeler dengesi ve mali açık sorununun, yanlış muhasebe yöntemlerinin kullanılması ve kamu teşekküllerinin ekonomik imkanlarının ötesinde genişlemesi sonucunda ortaya çıktığını göstermektedir. Sadece transfer işlevini yürütebilen bir devlet yapısının genişlemesi ile birlikte vergi tahsilatında ortaya çıkan güçlükler ve vergi kayıplarının bulunması durumunda, devletler yönlendirme kabiliyetini yeniden kazanabilmek için ekonomik liberasyon politikasını uygulamayı tercih etmektedirler. Kamu kesiminin ekonomik işlevinin azaltılması, bu yöndeki sıkıntıları hafifletmek açısından faydalı görülmektedir. Belli bir süreç içinde yeniden yapılanma faaliyetlerini yürütmek yerine, önceki politik uygulamalardan süratle vazgeçmek politik açıdan gerekli bulunabilir. Uzmanların bu konudaki görüşlerinin aksine, ekonomik uyum faaliyetlerinin maliyetini önemli ölçüde azaltacak tutarlı ve güvenilir bulunan bir reform tasarısında, uygulama sırasına göre, ilk olarak, mali bütçe açığının düzeltilmesi ve yerli sermaye piyasasında liberasyon uygulaması gereklidir. İkinci olarak döviz ve mal piyasasında liberasyon tedbirlerinin sağlanması gerekmektedir.

    Uluslararası Para Fonunun istikrar programları ve Dünya Bankasının yapısal uyum programlarının öneminin artması ile birlikte, bu programlarda yer alan istikrar ve liberasyon tedbirlerinin uygulama sırasının doğru olarak tespiti hususunda, çelişkilerin ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle, 1970li yılların sonunda ve 1980li yılların başında Latin Amerikanın güneyindeki ülkelerde liberasyon denemelerinin gelir ve istihdam üzerinde karmaşık ve bazı hallerde son derece olumsuz etkiler oluşturduğu yönünde ciddi tereddütler mevcuttur.Liberasyon politikasının uygulama aşamalarının belirlenmesine ilişkin mevcut tartışmaların çoğunluğu, istikrar ve uyum tasarılarında öngörülen, refah maliyetinin azaltılmasına yönelik tedbirler ile ilgili kararların belirlendiği geleneksel teknokratik çerçeve içinde incelenmektedir(1). Bu durumda , gündeme gelen en iyi refah politikası alternatifi sorusuna kesin bir cevap bulmanın mümkün görünmemesi şaşırtıcı gelmemektedir.

    Bu çalışma ile birlikte diğer bir çalışmada, (Lal 1986 a) bu konular, parasal bir tasarı ile birlikte, iki mal ve iki etkenin bulunduğu Avustralya ekonomi disiplininde yer alan “gerçek” ticaret kuramı kullanılarak incelenmektedir(2). Kısa ve uzun dönemde farklı politikaların, ücret, rant ve para değişim oranları üzerindeki etkisi incelenmiş fakat en uygun politika tasarısının tespiti ile ilgili olarak mutlak ve genellenebilir bir cevap bulunamamıştır.

    Liberasyon tedbirlerinin genel ekonomik denge üzerindeki nispi durağan etkileri, mal ve hizmet sektörü ürünlerinin nispi etken yoğunluklarına, ücret esnekliğinin düzeyine ve üretim dallarındaki sermaye hareketliliğinin boyutuna bağlı olmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak, hizmet sektörü ile mukayese edildiğinde ticari malların sermaye yoğun nitelikte olduğu ve sermaye kullanımı için teşvik tedbirlerinin öngörüldüğü bir durumda, mukayeseli durağan ekonomik sonuçlar ekte yer alan tabloda özetlenmiştir. Söz konusu etkilerin çeşitliliği, piyasalardaki uyumun nispi süratine bağlı olarak, nominal ve gerçek ekonomik değerlerde doğrusal olmayan gelişmelere neden olabilen ekonomik değişkenlerin zaman içindeki yönlerine göre bütün olarak incelenebilir.

    Mamafih, Güney Latin Amerika ülkelerinin tecrübelerine göre, yabancı para, yurtiçi krediler, işgücü pazarı ve döviz piyasasının liberasyonunu müteakip, sermaye hesabının en son olarak serbestleştirilmesi gerektiği hususunda ortak bir görüş ortaya çıkmaktadır. Diğer piyasalar serbestleştirilirken sermaye girişi düşük seviyede sabit tutulabilir veya tamamıyla durdurulabilir (bakınız Edwards 1984 ve Krueger 1984).

    Bu makalede, liberasyon politikalarının uygulama sırası ile ilgili olarak yukarıda belirtilen ortak görüş çerçevesinde konuyu incelemekteyim. Uygulanan liberasyon reformlarının, devletin politik tavrı ve programların niteliği itibari ile inandırıcı olmadığını öne sürüyorum ve bu anlamda, ekonomik liberasyon tedbirlerinin zamanlaması ve sıralaması ile ilgili sorulara cevap bulmak açısından olumlu ve farklı bir politik ekonomi yaklaşımının daha faydalı olabileceğini düşünüyorum.

    İstikrar ve uyum programları, genellikle, ülkede, ekonomik kriz olduğunda ve cari harcamalar seviyesinde indirimi gerektiren gerçek bir ödemeler dengesi sorunu ile karşılaşıldığında uygulamaya konulmaktadır(3). Yurtiçi kapasitenin, verimli olarak kullanılamaması durumunda, yerli paranın değerinin düşürülmesi gibi harcamaların yönlendirilmesini amaçlayan politik uygulamalar, yurtiçi aktif talep miktarında gerekli görülen kısıtlamanın olumsuz etkisini kısmen veya bazen tamamen dengeleyebilmektedir. Doğru politik tedbirlerin alınması halinde, gerçek harcamalarda yapılacak indirimin birden bire değil aşamalı olarak yürürlüğe konmasına imkan sağlamak üzere, yabancı kaynak girişini temin etmek mümkün olabilecektir.

    Dış borçlanma maliyetinden daha yüksek oranda sosyal zamanlama tercihine bağlı maliyet sözkonusu olduğunda, aşamalı politika uygulaması yaklaşımı birden bire ortaya çıkacak ekonomik şokları giderme tedbirlerinden üstün tutulmalıdır(4) (Bu hususdaki uygulamanın geçerliliği, esas itibari ile devletin genel tavrı ile ilgili olmaktadır).

    Yabancı kredi kuruluşlarından daha fazla kredi temin etmek suretiyle ekonomik kriz hafifletilebilir. Ancak, yabancı kredi kuruluşlarının, borç talep eden ül***i, önerilen uyum tedbirlerinin uygulanması hususunda güvenilir bulması gerekmektedir. Bu konudaki güvenilirlik, ülkenin geçmişteki politik uygulamalarındaki tutarlılığına bağlıdır(5).

    1970'li ve 1980li yıllarda, bir çok Latin Amerika ülkelerinin aksine, Güneydoğu Asyadaki yeni gelişmekte olan ülkelerin, faiz oranları, mal fiyatları ve dış talepdeki değişimler gibi dışsal etkilerden kaynaklanan tüketim maliyetini hafifletebilmek üzere dış kredi temin etmeleri nispeten kolay olmuştur. Bu ülkelerin açıkladıkları uyum programlarının güvenilir bulunması ve geçmişdeki kredi itibarlarının olumlu olması kredi teminini kolaylaştırmıştır. Bu örneklerin tersine Latin Amerika ve Afrika ülkeleri tarafından yapılan resmi açıklamalar güvenilir bulunmamıştır. Hükümetlerin ilan ettikleri uyum programlarını, alternatif maliyeti nedeniyle yürütemedikleri ve tersine bir uygulama geliştirebildikleri görülmektedir ( enflasyondaki artış ve kamu sektörü açığının finansmanı, örnek olarak verilebilir). Devlet, tavrını değiştirmiş olsa dahi, dönemsel tüketimi düzenlemek için yabancı sermaye akışını temin etmek üzere her zamankinden daha fazla yurtiçi talebi azaltıcı önlemlerin taahhüt edilmesi ve kreditörler nezdinde güven sağlanması gerekli olacaktır. Hükümetler, güvenilirliklerini arttırmak üzere, Macaristan ve Avusturya’nın Uluslar Ligi Konseyi ile 1920 yılında imzaladıkları anlaşmaya benzer nitelikte uluslararası taahhütlerde bulunmak suretiyle yeni bir rejim oluşturabilirler. Macaristan ve Avusturya, imzaladıkları bu anlaşmaları müteakip, mali ve para sistemlerini yeniden düzenlemişler, hazırladıkları istikrar tasarıları güvenilir bulunmuş ve yüksek enflasyonu kısa sürede durdurmada başarı sağlamışlardır (bakınız, Sargent 1985).

    Bu hususda, uyum programının uygulama zamanlaması, istikrar ve yapısal tedbirlerin güvenirliğini tespit etmekte önemli bir etken olarak görülmektedir. Teknokratik açıdan incelendiğinde, harcamalardaki aşamalı kısıtlama bir süre için normal bulunmakta ve böylece kısıtlamalardan etkilenen kesimin, zaman kazanması öngörülmektedir. Politik yönden uzun dönem hesaplanarak, gerçek harcamalarda kısıtlama oluşturacak tedbirlerin uygulamaya konulması, kısa vadeli tasarılardan daha zor olabilmektedir. Uyum önlemlerinin makul sürelerde uygulamaya konulması ile ilgili olarak devletin belli hareket ve kararlılık içinde olması beklenebilir. Çok önemli olmasına rağmen, bu konuya, makalede daha fazla yer vermek istemiyorum. Gelişmekte olan ülkelerin ekonomik yönden daha nazik bir yapıya sahip oldukları dikkate alındığında, uzun dönemde harcama kısıtlaması bu ülkelerin çoğunluğunda makul bir uygulama olarak görülmemektedir.

    Gerçek harcamaları azaltmak ve politik kararlar neticesinde oluşan mikroekonomik müdahaleleri gidermek üzere aşamalı olarak tedbirler alma yöntemi, problemi hafifletme önerisi olarak değerlendirilmektedir. Bu müdahaleler ekonomiyi potansiyel üretim imkan sınırında tutmaktadır. Ekonominin genel olarak verimliliğini arttırmak üzere alınan politik tedbirlerin gelecekdeki gerçek gelir ve üretimde, büyümeyi teşvik etmesi olasılığı bulunmaktadır (büyüme süreci, üretim imkan sınırındaki değişimler, üretim imkanlarının genişletilmesi gibi). Toplam talepdeki fazlalığı karşılamak üzere toplam arzın artması durumunda, ortaya çıkan büyüme, mevcut ve gelecekdeki harcamalarda öngörülen indirime engel olabilecektir(6). Kuramsal açıdan, bu husus, tartışmasız kabul edilmektedir.

    Ekonomik müdahalelerin giderilmesi neticesinde, önceki duruma göre faydalarından vazgeçmek zorunda kalan bazı grupların yaşadığı ekonomik sıkıntı, yüksek verimlilik ve sonrasında geleceğe dönük fayda düşüncesinden daha yakın ve gerçek olduğunda, hükümetlerin, planlanan politik reformları tamamlama istekleri, tutarlılıkları ve güvenilirlikleri üzerinde farklı değerlendirmelerin öne sürülmesi genel bir tartışmayı gündeme getirmektedir.Bu konu aynı zamanda, pozitif politik ekonomi çerçevesinde gözlemsel açıdan incelenen bir sorundur.

    Ülkeler niçin ekonomik krize girerler ve bu ülkelerden bazıları, istikrarı sağlamanın yanı sıra ekonomilerine nasıl serbestiyet kazandırabilirler. I. Bölüm bu konuyu incelemektedir. Ekonomik krizin yaşandığı ülkelerde, refah maliyetini en aza indirmeyi hedefleyen uyum ve istikrar programlarını belirlemek üzere, teknokratik çerçeve içerisinde(7) tanımlanan liberasyon politikasının uygulama önceliklerini tekrar incelemek amacıyla ekonomik liberasyon tedbirlerinde zamanlama ve sıralama hususu, II. bölümde yer almaktadır. Son bölümde ise, konu hakkındaki tespitlere değinilmektedir.

    I- DEVLETLER NİÇİN EKONOMİK LİBERASYON TEDBİRLERİNİ UYGULARLAR ?
    Liberasyon programlarının uygulama sırası hakkında literatürde yer alan çalışmaların çoğunda, konu, kaynak ve teknolojik imkanlara göre sosyal fayda çoğaltmaya yönelik kamusal tedbirler çerçevesinde değerlendirilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin birbirlerinden farklı özelliklere sahip oldukları dikkate alındığında, bu tanım çerçevesinde, devlet kavramı yanıltıcı anlamlar ifade edebilir.

    Aksine, “yeni politik ekonomi” kavramı çerçevesinde, devleti, kendi çıkarlarını düşünen kişiler ve özel teşebbüslerle stratejik yönden karşılıklı etkileşim içinde olan grupların oluşturduğu görüşünü benimsemenin çok daha faydalı olduğu anlaşılmaktadır (Staniland 1985 , Findlay 1986, Lal 1984a, Srinivasan 1985). Bu açıdan bakıldığında, vatandaşının refahını değil kendi faydasını (gelirini, imtiyazlarını ve gücünü) arttırmaya çabalayan bir devlet görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Mamafih, devlet ve halkı arasındaki münasebette, (farklı zamanlarda hem işbirliğine yönelik hareket tarzı hem de birbirinden farklı hareket tarzlarına ait unsurlara sahip olmak suretiyle), halk, çeşitli stratejileri öngörür ve devlet de bu öngörüye uygun olarak halkının çıkarlarına hizmet eder(8) . Böylece, bir çok durumda, karşılıklı olarak faydalı sonuçlar elde etmek mümkündür.

    Modelleme yapmaksızın, ülkelerin ekonomik kalkınma tercihlerini dikkate alarak, kalkınmakta olan ülkelerin hükümetlerinin niçin ve ne zaman ekonomik liberasyon politikasını (ve özellikle yapısal uyum programlarını) seçtiklerini ve bu politika çerçevesinde sürdürülebilir istikrar ve liberasyon programlarının temelini teşkil eden önemli unsurları hatırlatmak istiyorum. Liberasyon politikasının uygulamaya konulması aşamaları ile ilgili olarak bazı gözlemsel yargılar bu analiz çerçevesinde değerlendirilmektedir.

    Alışılmış “Krizler” ve Kriz Ne Zaman “Krizdir”?

    Ekonomik dengede, genellikle krize neden olan arzı aşan talep kapasitesindeki fazlalığın üç temel kaynağına dayalı bir sınıflandırma yaparak konuya başlamak faydalı olacaktır. İlk olarak politik kararlar neticesinde kamu harcamalarındaki artış ile birlikte parasal genişleme sonucunda ortaya çıkan talep miktarındaki fazlalık durumunu incelemekte yarar vardır(9). Esnek ücret politikası uygulandığında, talep miktarındaki artış, başlangıçda gerçek gelirdeki artışa neden olacaktır(10).Ancak, ödemeler açığı nedeni ile yurtiçi para arzındaki müteakip kontrolsüzlükler (burada sabit döviz kuru öngörülmektedir) veya devalüasyon nedeni ile gerçek para dengelerinde ortaya çıkan azalma durumlarında, tüm gerçek değişkenler, sonuçta orijinal değerlerinde olacaklardır.

    Bu süreçte, gerçek ücretlerde, başlangıçdaki artış, talep düzeyi, ilk durumdaki sürdürülebilir seviyesine gerilediğinde, tersine bir yön izleyecektir. Talep potansiyelindeki geçici fazlalık sürecinde, ülke, rezervlerini kısmen kaybedecektir, ki bu durum ciddi bir problemdir. Talep potansiyelindeki fazlalık durdurulmazsa veya rezervler yeterli olmazsa (dış borçlanmayı dahil etmek gerekmektedir), ülke, bir şekilde kriz ile karşılaşacaktır. Nominal ücret ve sabit fiyat sözkonusu olduğunda, devalüasyon gibi harcamaları azaltmak ve yönlendirmek amaçlı politikalar krizin çözümünde önemli rol oynayacaktır. Bütün bunlar bilinmekle birlikte, burada üzerinde durduğumuz soru, özellikle Latin Amerika'da ve diğer bazı ülkelerde yüksek talep miktarından kaynaklanan ve dramatik dönemsel krizlere neden olan enflasyonist makro ekonomik politikaların neden uygulanmakta olduğudur.

    İkinci olarak, muhafazakar makro ekonomik politikalar uygulamış olan bazı Güney Asya ülkeleri, geleneksel krizler için önemli bir örnek olmaktadır.

    Bu ülkeler, istihdam ve üretimde hareketsizliliğe neden olan yurtiçi fiyat mekanizmasının işleyişinde ortaya çıkan müdahalelerin teşvik edilmesine yönelik bir dizi politika uygulamaya koymuşlardır. Tüketim şekillerinde ve teknolojideki bir değişim veya ticaret hadlerindeki gerileme veya istenilen ürün miktarının elde edilememesi gibi bir nedenden dolayı, bu ülkelerde dönemsel istikrar bozucu krizler yaşanmaktadır(11). Bu ekonomik değişimlerin her biri, iç ve dış dengeyi sağlamak üzere, harcamalarda ve üretimdeki gerekli değişimi temin etmek üzere, yurtiçi nispi fiyatların değişmesini gerektirmektedir.Yurtiçi nispi fiyatların değişmemesi durumunda, talep miktarı fazlası nedeniyle ekonomik kriz kaçınılmaz olabilecektir. Bilindiği gibi harcamaları kısıtlamak ve yönlendirmek üzere, uygun politik önlemlerin alınması, krizi sona erdirebilecektir. Tekrar etmek gerekirse, bu ülke ekonomilerinde aralıklarla yaşanan ve istikrar krizlerine neden olan yurtiçi ekonomik dengesizliklerin nedeni ve zamanı bu konu ile ilgili önemli bir mesele olarak ortaya çıkmaktadır.

    Üçüncü olarak ekonomik kayıplar ve yabancı paradan elde edilen gelirler diğer önemli kriz nedenleri arasında yer almaktadır. Bu konular, detaylı olarak, bu bölümde incelenmektedir. Özel sektörün aksine, kamu sektörüne yönelen dolaylı gelirleri, diğerlerinden ayırmak gereklidir. Yer altı kaynaklarından elde edilen kira bedellerinin yabancı para olarak tahsilatı (Endonezya ve Nijerya gibi petrol ihraç eden ülkeler)(12) ve yurtdışında çalışan işçilerin tasarruflarından oluşan yabancı para mevduatları, bu tür dolaylı parasal gelirlere örnek olarak verilebilir. (Pakistan, Filipinler, Sri Lanka, ve Türkiye bu konuda örnek ülkelerdir)(13). Sonraki alt bölümde, teknokratik literatür çerçevesinde, devletin olumlu ve çıkarlarını çoğaltmaktan yana olduğunu ancak, doğru bilgi alamama veya geleceği görememe durumlarında krize girebildiğini farz ediyoruz.

    Özel Sektörün Dolaylı Gelirleri. İlk olarak işçi dövizlerini inceleyelim. Döviz kurlarının sabit olduğunu ve döviz kontrolünün mevcut olduğunu farz edelim. Özel sektör, merkez bankasında yerli para ile değiştirilebilen işçi dövizlerini kullanabilmektedir. Bankaların yabancı para aktiflerindeki artış, başlangıçda, yerli paradaki ve yurtiçi para arzının mevduat kısmındaki benzeri bir artışla karşılanmaktadır. Mali açığı aşağıya çekmek suretiyle kamu kesiminin kredi talebinin azaltılması veya rezerv oranının arttırılması ve ticari kredilerde indirim sağlanması amacıyla devlet tarafından karşı önlem alınmaz ise bu durumda parasal tabanda artış görülmekte ve yurtiçi para arzında da aynı oranda artış olmaktadır.

    Yurtiçi para arzı üzerindeki etkinin, Merkez Bankasınca uygulanan açık piyasa işlemleri ile giderilemediğini ve diğer değişkenlerin eşit olduğunu varsaydığımızda, sabit döviz kurunda, para arzındaki genişlemenin, ticari açıkta ve hizmet sektörü fiyatlarında artışa neden olacağını tahmin edebiliriz. Standart ticaret kuramı çerçevesinde baktığımızda, gerçek ücretler üzerindeki etkinin ne şekilde olacağı belli değildir. Ticaret açığı ile birlikte yabancı para rezervlerinde oluşan kayıp neticesinde, parasal taban ve yurtiçi para arzı, ilk denge durumu yeniden tesis edilinceye kadar, otomatik olarak azalacaktır. Bu süreçte, sermaye hesabında yer alan işçi dövizi transferlerinin gerçek mal olarak karşılıkları, ticari açık kanalıyla etkilenmiş olacaktır.

    Böyle bir ekonomik ortama sahip bir ülkede, bir sorun veya krizden bahsedilebilir mi? Enflasyon ve ödemeler dengesi açığı ilk olarak beklenilecek olumsuz gelişmelerdir. Bunlar genellikle krizin belirtileri ise de, söz ettiğimiz durumlarda, bu yönde bir tanı yanıltıcı olabilecektir.

    Tahmin edilebileceği gibi, işçi dövizlerinin sermaye hesabına aktarılması ile bu dövizlerin detaylı olarak ticari hesap kanalı ile harcanması arasında bir zaman aralığının olduğunu farz edelim. Bu zaman aralığında, döviz rezervleri artmış olacaktır. Bir çok gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi, devletin bütçe planlamasında, parasal taban ekonomisini uygulamadığını varsayalım. Bu durumda, yüksek bütçe açığına neden olabilecek yönde, kalkınma amaçları için döviz rezervlerinin arttırılması politikasının kullanılması, hazinenin önündeki seçenekler arasında olmaktadır. Genelde yapıldığı gibi, hükümet yabancı para girişini açık piyasa işlemleri ile dengelemediği takdirde, bütçe açığının artması sonucunda ortaya çıkan parasal tabandaki artış, para arzının daha fazla artmasını temin edecektir. Mali açıkta artış olmaksızın, hem yurtiçi enflasyonist süreç, hem de ticaret açığı kendiliğinden dengeye gelebilecektir. Fakat, bu genişleme daha fazla enflasyona ve daha fazla ticaret açığına neden olacaktır. Bu noktada dış ödemelerin, altın standardına göre uyumlaştırılması durumunda, işçi dövizlerinden elde edilen döviz miktarından daha fazla, yabancı para rezervlerinde kayıp ortaya çıkacaktır. Rezervlerin başlangıç düzeyini tekrar temin etmek amacına yönelmeyen hükümet, kendisini, başlamakta olan bir kriz içinde bulabilir. Bu durumda, çözümü, daha önce tartışmış olduğumuz talep miktarının azaltılması olan ödemeler dengesi problemi ortaya çıkmaktadır(14).

    Fakat bu kriz, yabancı para akışını açık piyasa işlemleri ile dengelemek istemeyen veya dengeleyemeyen bir hükümet ile sabit döviz kurunun uygulandığı ekonomik düzen içinde, doğru muhasebe sisteminin tespitindeki yanlışlıkdan ve özellikle, parasal taban, mali açık, ve döviz rezervlerindeki artış arasındaki ilişkinin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Hükümet, finansman ve uyum önlemlerini uygulamak sureti ile böyle bir krizi kontrol altında tutabilse dahi, sözkonusu ekonomik işleyiş tam olarak anlaşılmaz ve doğru muhasebe sistemi uygulanmaz ise bu tür problemlerin sürekli olarak tekrar etmesi muhtemeldir. Bütçe ve para yönetiminde, doğru muhasebe sisteminin uygulanmasında yanlışlık yapılması, uluslararası veya diğer nedenlerle ortaya çıkan krizlerde olduğu gibi çok önemli bir neden olmaktadır(15).

    Kamu Sektörünün Dolaylı Gelirleri. İkinci tür ekonomik kriz, dolaylı yabancı para kazanımları veya kamu sektörünün kayıplardan ortaya çıkmaktadır. Hükümetin, prensipte rant gelirlerini harcamakta olduğu ekonomik düzen içinde birbirinden tamamiyle farklı iki yöntemi değerlendirelim. İlk olarak, her yıl bu gelirlerin en uygun eşitlik kriterine göre dağıtılmasına karar verildiğini farzedelim(16). Bu durumda, yıllık olarak elde edilen rant gelirleri ile harcamaları arttırmak veya vergilerde genel indirim yapmak, hükümet için, görünüşde, bir birine denk iki politika uygulaması olacaktır. Artan kamu harcamalarının sosyal değeri, vergi indirimi veya artı gelirin halka dağıtılmasından kaynaklanan değerden daha yüksek olarak tespit edilmesi halinde, bu gelirlerin doğrudan, kamu kesimi tarafından kullanılması istenebilir. Kamu harcamalarındaki artışın yabancı paraların merkez bankasına satışı ile karşılanması durumunda, yurtiçi borçlanma ile kapatılması gereken mali açığın artması gerekmeyecektir. Her halükarda, hükümet yurtiçi kredileri düşürmez ise, yani açık piyasa işlemleri ile dengelemede bulunmaz ise, bu durumda, parasal taban, yabancı para girişi ile daha da artacaktır.

    Sabit döviz kurunda, hizmet sektörü fiyatlarının artması nedeniyle, yurtiçi harcamalardaki artış, fiyat seviyesini yükseltecektir, para talebindeki fazlalığın bir kısmı, yeni oluşturulan yabancı para rezervlerini kullanmak suretiyle finanse edilen ticaret açığının içinde yer alacaktır. Hizmet sektörü fiyatlarının esnek olduğunu farz ettiğimizde, yerli para arzının düşmesi ve genel fiyat seviyesi ile birlikte, hizmet sektörü fiyatlarının önceki seviyelerinde bulunması beklenebilir.

    Fakat, sabit döviz kuru sisteminde, yabancı para girişinden elde edilen rant geliri devam ettiği takdirde, ticari mallara olan talebin ithalat ile karşılanması nedeniyle, yurtiçi ticari mal sektörünün kapasitesinde gerileme olması muhtemeldir ve hizmet sektörünün nispi fiyatlarındaki yükseklik aynı kalacaktır. Hizmet sektörünün nispi olarak genişlemesini teşvik etmek ve bu durumu muhafaza etmek için, hizmet sektörünün ticari mallara göre nispi fiyatı olarak tanımlanan gerçek döviz kuru oranı, bir süre, uygun bir seviyede durdurulabilecektir; bu durum döviz getirilerinin ne kadar sürede biteceğine bağlıdır. Hükümetin, nominal döviz kurunu uygun oranda arttırmayı tercih etmesi halinde, hizmet sektörünün nispi fiyatlarında gerekli görülen artışın, enflasyonist süreç ile birlikte ortaya çıkması gerekmeyecektir.

    Uzun dönemde, hükümet harcamaları seviyesindeki artış sürdürülemez konumda olduğu takdirde, sorunla karşılaşılması muhtemeldir. Hükümetin, yıllık yabancı para arzının miktarını yanlış hesap etmesi ve beklenen döviz getirilerinde düşme görülmesi halinde, kısıtlanması gerekli olan ve sürdürülemeyen tüketimi teşvik programları veya uzun dönemli yatırımların desteklenmesi durumunda yukarıda bahsedilen türde sorunlar yaşanabilir. Bu nedenden dolayı, kamu sektörü harcama tasarısı yürütülemez olabilir.

    Halbuki, rant gelirlerinin halka transfer edilmiş olması durumunda, fertler eski gelirlerini arttırmış ve gelirlerindeki geleceğe dönük artış beklentilerini gerçekleştirebilmiş olabileceklerdi. Sonuç olarak, en uygun özel tüketim ve yatırım tercihlerinin tespiti ile ilgili kararlar yurtiçi ve yurtdışındaki menkul ve gayrimenkul yatırım araçları arasındaki seçenekler üzerinde yoğunlaşabilecektir. Bu durumda,ödemeler dengesi cari hesabı ve yatırım hesabındaki açık ve fazlalıklar genel refah açısından bakıldığında, bir anlam ifade etmeyecektir.

    Ekonominin Yönlendirilmesi, Mali Krizler ve Devlet Denetimi

    Yukarıdaki örnekler, ödemeler dengesi krizi olarak tanımlanan ekonomik krizlerin, büyük ölçüde kamu sektörü ile ilgili olduğunu ve boyutu ve içeriğinin yanlış değerlendirilebildiğini, göstermektedir(17). Çıkarlarını ön planda tutan devletlerin, önceki makro ve mikro ekonomik müdahaleleri kapsayan yönlendirmelerden vazgeçerek, liberal uygulamaları tercih etme nedenleri de, üzerinde durulan konular arasındadır.

    Kalkınmakta olan ve bazı gelişmiş ülkelerde, geçmişdeki müdahalelerin çelişkili etkilerinden birisi, ekonomik hayatın her yönü üzerinde politik denetimi tesis etmek yönündeki uygulamaların belli bir aşamadan sonra, özel sektör uyumsuzluğu nedeniyle, devletin denetim etkinliğinin azalmasına doğru bir seyir izlemesidir. Bu noktada, ilgilendiğimiz husus, devlet müdahalesinin, Laffer eğrisinde belirlendiği şekilde gözlemsel olarak tespit edilmesidir. Buna göre belli bir aşamadan sonra, devlet müdahalelerindeki artış, devletin denetim sahalarında, artış yerine azalışa neden olmaktadır. Hatalarını gören ve en uygun alternatif refah politikası olarak sıkı ekonomik rejimden pazar ekonomisine geçişi tercih eden politikacıların entelektüel dönüşleri, liberasyon uygulamaları açısından çokça rastlanmayan bir durumdur. Ekonomik liberasyon ve/veya istikrar önlemleri genellikle devletin ekonomi üzerindeki otoritesini vurgulamak üzere tercih edilmektedir. Burada, ekonomik liberasyon politikasını uygulamamanın devlete maliyetini tespit etmek önemli bir husustur. Liberasyon politikasının başarılı olarak sürdürülmesi yönünden bakıldığında, bu politikayı uygulamamanın maliyetinin, liberasyon politikalarının tahmin edilen maliyetinden yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Sözkonusu yüksek maliyet, gelir dağılımı ve rant gelirlerindeki değişiklikleri müteakip ortaya çıkan kaçınılmaz politik baskıları gündeme getirmektedir(18). Bu altbaşlıklarda yukarıda bahsedilen hususlara yer verilmektedir.

    Gelişmekte olan bir çok ülkede, devletlerin bakış açısına göre, ekonomik liberasyon politikalarının temel motivasyonunu, olağan denetim araçları ile yönlendirilemeyen ekonominin kontrolünü yeniden kazanma yönündeki çabalar oluşturmaktadır. Bu tür rahatsızlığın en önemli belirtisi, geçtiğimiz on yılda, gelişmekte olan ülkeler de dahil olmak üzere, bir çok ekonomiyi farklı şekillerde etkilemiş olan yavaş fakat kronik bir mali krizdir (Her zaman değilse de bazen ödemeler dengesi krizlerinde de benzeri belirtiler görülmektedir.Daha geniş bilgi için bakınız: Lal ve Wolf 1986). Ekonomideki çeşitli grupların şimdiki ve gelecekdeki gelir durumları ile ilgili politik olarak belirlenen transfer ödemelerinin (yoksullara yapılan yardımlar, sanayi için işgücünün oluşturulması , bölgesel çıkarların korunmasına yönelik harcamalar , emeklilik ile ilgili haklar, emekleyen, gerileyen veya zarar eden sanayilerin desteklenmesi gibi) oluşturulması meselenin çıkış noktasındaki önemli bir konudur. Sözkonusu kamu transferlerinin doğrudan veya dolaylı olarak belli gruplara tanınan ekonomik destek niteliğinde olması nedeniyle, ekonomideki diğer grupların doğrudan veya dolaylı olarak vergilendirilmesi suretiyle karşılık temin edilebilmektedir. Sosyal refah anlamında kabul edilen bir görüş olarak “transfer devlet” in aşamalı olarak genişlemesi bazı şaşırtıcı sonuçları ortaya çıkartmaktadır.

    Politik olarak belirlenen kamu transferlerinin aşamalı olarak genişlemesi, özel mülkiyet haklarını ortaya çıkarmaktadır. Bu durumun finansmanı için gerekli vergi yükü, bazı aşamalarda yeni bir vergi direnişine veya kaybına veya yer altı ekonomisinin kaçınılmaz olarak büyümesine neden olduğu bilinmektedir. Son on yılda, bu durum, hem az gelişmiş hem de gelişmiş ülkeler için aynı şekilde olmuştur. Esnek olmayan ve düşmekte olan gelirler ve harcama taahhütlerindeki artış; gerçek veya başlamakta olan mali açığı kronik hale getirebilir. Bu durumda, üç şekilde finansman sağlanabilir; yurtiçi borçlanma, yurtdışı borçlanma veya enflasyon vergisi uygulaması.

    Özellikle Latin Amerika Ülkeleri dahil, bir çok ülkede, bu üç finansman kaynağı tüm sonuçları ile birlikte denenmiştir. Mali açığı kapatmak için yurtiçi borçlanma uygulamasının kullanılması, özel teşebbüs yatırımlarında azalmaya neden olabilir (bakınız: Blejer ve Khan 1984) ve gelirin gelecekdeki büyüme oranını ve gelecekdeki vergi tabanını azaltabilir. Mali açık, özellikle 1970'li yıllarda olduğu gibi, gerçek faiz oranlarının düşük ve hatta negatif olduğu dönemlerde, yurtdışı borçlanma ile de finanse edilebilir. Fakat bu tür finansman tabii olarak istikrarlı bulunmamaktadır. 1970'li yılların sonunda olduğu gibi, dünyada uygulanan faiz oranlarının yükselmesi ve hedeflenen ihracatın gerçekleştirilememesi ve kamu tarafından taahhüt edilen borçların yüksek faiz maliyetini karşılamak üzere mali dengeyi sağlamak amacına yönelik ekonomik potansiyelin sınırlı olması durumunda, dış borç ve ihracat oranının istenilen düzeyde olması mümkün değildir. Bu sorunlar genelde, ihracatı kısıtlama politikalarının neticesinde ortaya çıkan müdahalelerden ve borç faizlerini karşılamak için mali kaynak oluşturmadaki güçlüklerden kaynaklanmaktadır. İhracat üzerinde dolaylı vergi niteliğinde olan yüksek ve farklılaştırılmış koruma oranları ve yabancı paranın yerli para karşısında değerinin yükseltilmesi, ihracatı kısıtlama politikaları için örnek olarak verilebilir.Böyle bir durumda yabancı para kaynakları birdenbire imkansız olabilir ve 1980li yıllarda, Latin Amerikadaki ciddi ekonomik sorunlara neden olan borç krizine benzer bir kriz ortamının yaşanması kaçınılmaz olabilir. Enflasyon vergisi uygulamak suretiyle, mali açığı finanse etmek üçüncü bir yol olarak gündeme gelse de, orta vadede başarılı bir politika tercihi olarak görülmemektedir. Varlığa dayalı yabancı paranın doğrudan ve dolaylı olarak değer birikimi amacıyla milli para yerine ikame edilmesi ve paralel ekonominin genişlemesi nedeniyle, enflasyon vergisi uygulaması mümkün olmamaktadır. Bu durumda, enflasyon vergisi için oluşturulan vergi tabanı süratle küçülecektir.

    Vergi kayıplarının bulunması,yerli ve yabancı kredi kaynaklarının tükenmesi ve özel teşebbüsün enflasyon vergisini ödememek üzere enflasyona göre uyum sağlaması durumunda, hükümet, ekonominin mali kontrolünü kaybetmekle karşı karşıya kalacaktır. Kamu transferlerindeki artış, hükümetin kullanabildiği ihtiyari fonların değerlerinin düşmesine neden olacaktır ki bu fonlar esas itibariyle hükümet için gerçek bir ekonomik güç oluşturmaktadır. Geleneksel devletin görev sahası içinde yer alan hukuki düzeni sağlama, savunma ve gerekli görülen altyapı faaliyetlerinin devam ettirilebilmesi için memurlara ödeme yapmak üzere yeterli kaynağı toplamak dahi kriz döneminde çok güç olabilmektedir. Transfer devletin genişlemesi, beklenmeyen ve tamamiyle anti Marksist bir karakterde, devletin işlevini yitirmesine neden olmuştur. Bu dinamik süreç, bazı Latin Amerika ülkelerinde çok yaklaşmış da olsa, bütün sonuçlarına nadiren ulaşabilmiştir(19).

    Fakat, ekonomi, kötü bir noktaya gelmeden önce, devletin politik denetimi, tekrar kazanması için teşebbüslerde bulunmak, mümkün olabilmektedir. Devletin iki şekilde müdahalesi sözkonusu olabilir; ekonomik liberasyona yönelik tedbirler almak veya sıkı ekonomi tedbirlerini uygulamaya koymak. Sıkı ekonomi tedbirleri, doğrudan denetimleri arttırmaya yönelik kısıtlayıcı uygulamalar olmaktadır. Tanzanya, bu tür uygulamalar için örnek verilen bir ülkedir. Sıkı ekonomi politikasının etkili olması ve yasal üretim faaliyetlerinden elde edilen vergiden sonraki gelirin özel faydası, vergilendirilmeyen faaliyetlerin tercih edildiği bir seviyeye gerilemesi durumunda, üreticiler, vergilendirilen ürünleri üretmekten vazgeçerek, denetimden kaçma yöntemleri bulabilirler. Denetimin sıkılaştırılması ve mecburi olması ekonominin işlemez hale gelmesine yol açabilir(20). Üreticilerin, vergilendirilmeyen faaliyetlere yönelmeleri durumunda, devlet kontrol altında tutmak istediği üretim tabanının zayıfladığı ve hatta yok olduğu sonucuna varabilir.

    Hükümetler karşı tedbir olarak mali denetimi tekrar kazanmak üzere liberasyon tedbirlerine müracaat edebilirler. Bu tip liberasyon teşebbüsleri, bazı vergi reformlarını, parasal tedbirleri (kısıtlamaları) ve ihracatı teşvik tedbirlerini kapsamaktadır. Amaç ekonomik büyümenin yanısıra vergi gelirlerini arttırmak , dış borç ve ihracat oranını makul düzeye getirmek ve böylece, dış borç kaynaklarını yeniden temin edebilme imkanını elde etmek olmaktadır. Yerine getirilemeyen kamu harcama taahhütlerinden kaynaklanan mali sorunların çözümlenmemesi durumunda, bu liberasyon girişimleri genellikle başarısızlıkla neticelenmektedir(21).

    Sürdürülemeyen transfer ödemelerini azaltma yönünde bir taahhütte bulunmaksızın, liberasyon programını uygulamaya koymak mali durumu kötüleştirecektir.

    Vergi oranlarının düşürülmesi ve toplam arzdaki tepkinin belli bir zaman aralığı içinde yansıması durumunda gelirlerde artış olması mümkün değildir, hatta başlangıçda düşmesi bile muhtemeldir. Enflasyonu kontrol altında tutmak üzere para arzındaki gerekli indirim, daha önce çıkartılan senyoraj vergilerini de düşürecektir(22). Liberasyon uygulaması, ekonomik davranmayan firmaların üzerinde rekabet baskısı yaratacağından, zararda olan bazı kamu işletmelerinin ve kamu teşebbüslerinin zararlarının karşılanması zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır. Genelde, kamu sektörü açıklarını finanse etmek üzere, kamu ve özel sermaye girişi ile liberasyon uygulamalarının desteklenmesi durumunda, nominal döviz kuru uygulamalarındaki başarısızlıklardan kaynaklanan ve enflasyonist baskıları da beraberinde getiren gerçek döviz kurlarında değer artışı olabilmektedir (Sri Lanka örneği için bakınız; Lal 1985). Reel döviz kurlarının değer kazanması, ihracatdaki potansiyel büyümeye engel olabilecektir, bu durumda sermaye girişi azalacak ve geçerliliğini yitirmiş eski yöntemlerle, hükümetin, aşmayı deneyeceği, yeni bir mali açık ve kronik bir ödemeler dengesi sorunu ile karşılaşılabilecektir ve tabii olarak, liberasyon süreci tersine bir yön izleyecektir.

    Yukarıda izah edilen örnekler, 1970'li yıllarda liberasyon politikası uygulayan bir çok ülkede gözlemlenmiştir(23). Bu tecrübelerden elde edilen ders, liberasyon politikasının genellikle mali denetimi sağlamak üzere uygulanmakta olduğudur. Fakat, ekonomik olmayan kamu harcamaları ve transfer ödemelerinin durdurulması amacına yönelik tedbirler alınmadığı takdirde, ekonominin liberasyonu için engel teşkil edecek olan ödemeler dengesi ve istikrar krizi ortaya çıkacaktır. Liberasyon politikalarının şartı, ekonomik görülmeyen kamu harcama taahhütlerinde indirime gidilmesi suretiyle mali denetimin sağlanması olmalıdır(24). Ekonomik istikrar programlarının başarıya ulaşabilmesinde, politik olarak belirlenen transfer ödemelerinin iptal edilmesine karşı, çıkarları zedelenen grupların direnişlerinin üstesinden gelme zorunluluğu, liberasyon politikalarının uygulanmasında olduğundan daha az önemli değildir.

    Ekonomik liberasyon politikalarının uygulanmasına yönelik olarak, hükümetlerin genellikle karşılaştıkları politik problem, yeni düzenlemeler nedeniyle ekonomik açıdan gelecekde kayıp içinde olmaları muhtemel kişi ve grupların baskıları olmaktadır. Bir çok durumda, yapısal uyum ve istikrar politikaları neticesinde nispi fiyatlardaki değişmelerden ve/veya talep ve arz dengesindeki değişimlerden, kısa dönemde kaybedenler olacaktır.

    Özellikle, bu değişimler sonucunda sektöre özel insan kaynağı ve fiziki sermaye karlılığında düşüş görülen ürünler ile ilgili sektörler etkileneceklerdir. Liberasyon politikası, uygulamada başarılı olduğu takdirde, bir çok grubun menfaat temin edebileceği gibi, gelirde yüksek ve yeterli bir büyüme sağlanması beklenebilir. Devletin iskonto oranı dikkate alındığında, (ki bu oran diğer iskonto oranlarından çok yüksektir) sonuç itibariyle tamamiyle teknokratik olarak belirlenen ekonomik refah entegrali pozitif olsa dahi, politikacılar, geçiş dönemindeki politik baskılara dayanma güçleri konusunda emin olmadıkları takdirde, reformları uygulama konusunda da isteksiz davranabileceklerdir (25).

    II. YAPISAL UYUM POLİTİKASININ REFAH MALİYETİNİN AZALTILMASI

    Bu noktada ilk olarak kendisini kriz içinde bulan kalkınmakta olan bir ülke devletinin, istikrar ve uyum programlarında yer alan politika önerilerini uygulamaya koyma yönünde politik isteğe sahip olduğunu farz edelim(26). Bu durumda, hükümetin alabileceği tedbirler aşağıda belirtilmiştir. 1-Yurtiçi kredileri kısıtlayarak ve harcama şekillerinde değişikliğin gerekli olması halinde, paranın değerinin düşürülmesi suretiyle, mali açıkta kesinti yaparak, talep miktarını azaltmak için alınan tedbirler. 2-Dış ticareti ve ücret-fiyat denetimlerini azaltarak,ekonominin arz yönünü kuvvetlendirme tedbirlerini uygulamaya koymak ve faiz oranları tavanını kaldırmak sureti ile, rezerv şartlarını değiştirmek ve döviz kontrollerini kaldırmak.

    Talebi azaltma yönündeki önlemler kriz durumunda kaçınılmaz olmaktadır. Bu önlemlerin boyutu önemli bir konudur ve yabancı finansman kaynaklarını temin etme imkanına bağlıdır (Bu konu makalenin ilk bölümünde ele alınmıştır.). Söz konusu yabancı kredilerin uygun miktarını belirlemek hususu teknokratik açıdan karar verme kabiliyeti gerektiren bir meseledir ve daha önceki tartışmalara, burada ekleyeceğimiz çok az şey bulunmaktadır.

    Diğer sorular, arz politikaları ile ilgili reformların uygulama sıralaması ve ekonomik liberasyon sürecinde yapısal uyum maliyetlerini en aza indirebilme imkanı oluşturacak politik araçların bulunup bulunmadığı hakkındadır.

    Politika Reformlarının Uygulama Sırası

    Bu bölümde, teknokratik çerçeve içinde yer alan refah kuramına ilişkin sorulara cevap verilmektedir. Devleti sosyal refahı arttırma yönünde çalışan olumlu bir kurumsal yapı olarak farz ediyoruz. Hem sermaye ve hem de işgücü piyasasında uyum sürecinin süratle gerçekleştiği bir ekonomi için, yeniden denge sağlanıncaya kadar, uyum programında yer alan politik değişim tasarıları, verimliliği arttırmak ve ulusal gelir düzeyini yükseltmek amacına yönelik olmak zorundadır.

    Konuyu standart ticaret kuramı çerçevesinde, Avustralya okulu tarafından geliştirilen ekonomi tasarısı çerçevesinde ele aldığımızda, özellikle, uzun dönemde politika reformlarının gerçek ücretler üzerindeki etkisi, tahmin edileceği gibi, faktör piyasasındaki müdahalelerin, sermaye yoğun ticaret malları sektöründe olması durumunda, pozitif olmaktadır.Marshallian teoreminde, uzun dönemde öngörülen uyum dengesine tekabül eden ekonomi öğretisi çerçevesinde, standart uyum programında herhangi bir verimlilik veya denklik kaybının olmadığı görülmektedir(27). Piyasalardaki liberasyon aynı anda ve derhal olması gerektiğinden, bu şartlar altında, esas itibari ile, liberasyon tedbirlerinin zamanlaması ve sıralamasının incelenmesinde pek fayda görülmemektedir.

    Sermayenin kısa dönemde hareketsizliği ve fiyat artışlarına direnen ücret seviyesi, gerçek gelir ve gerçek ücrette kısa dönemde düşüşlere neden olabilir. Hükümetlerin, tüm piyasaları aynı anda serbestleştirmek istememesinin bir nedeni de budur (bakınız: Krueger 1984). Bu durumda, iki soru ile karşılaşmaktayız; birincisi, geçiş sürecinde, verimlilik ve/veya denklik kayıplarını en aza indirebilecek politik tedbirlerin bulunup bulunmadığı, ikincisi, geçiş sürecinin sıkıntısını hafifletecek uyum programı çerçevesinde politik sıralama olup olmadığıdır. Sermaye hesabının son olarak serbestleştirilmesini öngören politika sıralamasını savunan görüşler aşağıda sunulmaktadır. Teknokratik literatürde yer alan liberasyon politikalarının uygulama sıralamasına ilişkin önerilerin dikkatle değerlendirilmesi gerektiği hususunun burada altını çizmemiz gerekmektedir.

    İlk soru ile ilgili olarak, sabit ücret durumunu ele alalım. Fiyatlara göre ücretlerin düşük olması ve uyum sağlayamaması, nispi ücretleri gerçek ücret oranlarından daha fazla düşürebildiği, proje değerlendirmelerine ilişkin literatürde iyi bilinen bir hususdur (Nispi ücret oranlarının belirlenmesi üzerine, literatür çalışması için bakınız: Lal 1974). Teoriye göre, götürü olarak alınan vergiler ile finanse edilen ücretlerin teşviki, geçiş sürecinde en iyi sonuçlardan biridir. Bu mümkün olmadığı takdirde, netice itibariyle işgücü yoğun sanayi ürünlerine teşvik unsuru olan en iyi vergi – teşvik kombinasyonunu temin etmek icap etmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, serbest meslekler yoğunlukda olduğu için, genel bir ücret teşvikini kurumlaştırmak uygun bulunmamaktadır, bu durumda üretime sağlanacak vergi teşviki tek akılcı politika olabilecektir. İşgücü yoğun sektörlere uygulanacak genel teşvik programı, sermaye yoğun sektörlerdeki üretimin vergilendirilmesi ile mümkün olabilir ve gerçek döviz kurlarında gerekli değişikliklerin yapılması da icap etmektedir. Bhagwati (1979) ve Krueger (1978) gerçek döviz kurlarında gerekli görülen değişikliği sağlamak üzere nominal döviz kuru oranlarındaki değişiklikleri ve ticari müdahaleleri kaldırmak üzere bazı yöntemleri detaylı olarak incelemişlerdir.

    Sermayenin kısa dönemde hareketsiz olması durumunda, döviz kurlarında değişiklik yapmak üzere üretimdeki müdahalelerde azalmanın ve devalüasyon uygulamasının kısa dönemde gerçek ücretler üzerinde tam belirgin olmayan bir etkisinin olması muhtemeldir (bakınız: Lal 1986a bölüm: 4). Buna mukabil olarak, sermaye yoğun ticari mal sektöründe, sermaye piyasasındaki müdahaleleri gidermek (işgücü ve mal piyasasında bazı müdahaleleri öngörerek) hem gerçek üretim verimliliğini hem de gerçek ücretleri kısa ve uzun dönemde arttıracaktır. Bu tespite göre aşağıda belirtilen uyum sıralaması önerilmektedir. İlk önce, sermaye piyasalarındaki müdahalelerin kaldırılması gerekecektir ve böylece gerçek üretim ve gerçek ücretdeki artışlar daha belirgin olarak görülebilecektir. Mal piyasasındaki müdahaleleri azaltmak üzere aşamalı bir programa başlamak gereklidir(özellikle ticari mallarda). İkinci aşamada, gerçek ücretlerde ortaya çıkan kısa dönemdeki muhtemel düşüşler, politika reformlarının ilk aşamasının uygulanması ile birlikte gerçek ücretlerdeki artışla hafifletilebilecektir.

    Sermaye piyasası müdahalelerinin giderilmesi, mali yönden baskı altındaki bir ekonomi için zor bir problem olarak gözükmektedir (McKinnon 1981). İlk aşamada, mevduat ve kredi faiz tavanlarını kaldırmak gerekmektedir. Bu değişikliklerin genel ekonomik etkisinin belli bir döneme yayılması isteniyor ise, bazı özel sektöre verilen sermaye teşvikleri şeklindeki kredi kontrollerinin, doğrudan teşvik olarak değerlendirilmesi ve hükümet bütçesinin bir kısmı olarak gösterilmesi gereklidir. Hükümet harcamalarında artış olmaksızın , mali bütçe açığının artması durumunda enflasyon vergisi ihdas edilmesi ve yurtiçi vadeli mevduatlardaki rezerv oranlarının uyumlaştırılması gereklidir (uyumlaştırma, rezerv oranlarının yükseltilmesi anlamına gelmemektedir, bakınız; Mc Kinnon ve Mathieson 1981).

    En önemli husus, istikrarlı bir enflasyon oranı ile aynı şekilde nominal döviz oranlarını düzenlemek için ekonomiyi fiyat artışı yönünden istikrarlı bir konumda tutmakdır. Sözkonusu koşullarda sabit nominal döviz kurunu uygulamak mümkün görülmemektedir. Yüksek rezerv oranları ile ilgili mali baskılardan kaynaklanan verimsizliği azaltmak için, mali açığı azaltmak ve enflasyon oranını düşürmek gerekecektir. Enflasyon oranında istikrar sağlanmasının refah arttırıcı bir etkisi olup olmayacağı hususu, kamu harcamalarını azaltmanın alternatif net sosyal maliyetine ve mali açığı azaltmak üzere vergilerin arttırılmasına bağlıdır. Ancak bu durumda, faiz tavanlarının kaldırılmasından sonra enflasyon kontrol programını uygulamaya koyma sıralaması uygun bulanabilecektir. Esnek döviz kuru uygulaması ve aşamalı olarak ticari liberasyon programının başlatılması daha sonra gündeme alınacak uygulamalardır. Politika değişimlerine uygun olarak milli gelirde artış olduğu sürece, kamu gelirleri de bir ölçüde artacaktır. Kamu harcamaları değişmediği takdirde, gerçek mali açık ve hem rezerv oranı hem de enflasyon oranının düşmesi gerekmektedir.

    Kuramsal olarak istikrarlı enflasyon oranı beklentisi normal bir öngörü olmasına rağmen hükümetin bilgili ve olumlu olabildiği ülkelerde dahi sürdürülmesi zor bir politika olmaktadır. Bundan dolayı, yurtiçi sermaye piyasası reformları ile enflasyon ve mali açığın daraltılmasını aynı kapsamda mütalaa etmek gerekir. Bütçe açığının bir kısmının, krizi aşmak için gerekli olan talepdeki kısıtlamalar dahilinde yer alma olasılığı nedeniyle, programın son kısmı, nispeten kolay gerçekleştirilebilecektir. Uyum programının ilk aşamasında, herhalde, mali açık ve enflasyonda indirim sağlanması, yurtiçi sermaye piyasasındaki müdahalelerin giderilmesi ile müştereken değerlendirilmesi gereken konular olmaktadır.

    Geçiş sürecinde ve geçişden sonra, liberasyon politikalarını uygulamaya koyan hükümet tarafından hangi döviz kuru rejiminin uygulanması gereklidir? Hükümetin aldığı kararların mal ve hizmet piyasasında etkili olmasının beklendiği ve ekonomik denge hakkında bilgi eksikliğinin bulunduğu ve müdahalelerin giderilemediği belirsizlik ortamında, döviz kuru rejiminin ödemeler dengesi mekanizması ile birlikte uygulanmasının gerekli olduğuna başka bir makalede değinmiştim (Lal 1980). Bu durumda, sabit kur veya esnek kur rejimi mevcut iki politika seçeneği olmaktadır.

    Arjantin ve Uruguay'ın aksine Şili'nin geleneksel liberasyon sıralamasını takip etmiş olduğunu burada not etmekte fayda vardır. Önce, mali açık kontrol altına alınmış ve ikinci olarak, ticaret rejimi ve üçüncü aşamada, yurtiçi sermaye piyasası serbestleştirilmiş ve ödemeler dengesinin sermaye hesabı, bu politikalara uyumlaştırılmıştır. Şili hükümeti döviz kuru politikası üzerinde uluslararası para uzmanlarının tavsiyelerini uygulamış ve geçiş sürecini takiben sabit kur sistemini yürürlüğe koymuştur(28). İlk tahlilde, Şili'nin ekonomik çözülme tecrübesi, tercih edilen döviz kuru sistemine karşı gerçek hayat içinden dramatik bir görüntü olarak ortaya çıkmaktadır.

    Benim görüşüme göre, dalgalı kur rejimi Şili ekonomisine çok daha faydalı olabilirdi; ki bu uygulama, 1980li yılların başında ekonomiyi istikrarsızlığa sürüklediği düşünülen kısa dönem sermaye hareketlerinin bir kısmını durdurabilirdi(29). Dahası , Black (1976) ve Lal'ın (1980) çalışmalarında belirttikleri gibi, dalgalı kur sisteminin kurumsal şartları, herhalde biraz fazla abartılmıştır. Benzeri bir durum, Afrikadaki ülkelerin para birimlerini dalgalanmaya bırakmaları hususunda gündeme gelmiştir.

    Özetle, liberasyon politikası uygulamasının sıralaması, bana göre, şu şekilde olmalıdır; ilkönce, yurtiçi sermaye piyasası müdahalelerinin giderilmesi ile desteklenen mali açığın azaltılması, ikincisi, mal piyasası müdahalelerinin kaldırılması yönünde aşamalı bir programın kamuoyuna sunulması ile birlikte döviz denetiminin kaldırılması ve dalgalı döviz kuru oranlarının uygulanması, üçüncü aşamada ise, önceden ilan edilen aşamalı programın uygulanmaya konulmasıdır.

    Sermaye Hesabının Liberasyonu

    Yukarıda belirtilen sıralamaya göre ve özellikle, aşamalı olarak uygulamaya konulacak ticari liberasyon programının, sermaye hesabının liberasyonu ile birlikte aynı anda gerçekleştirilmesi hususuna karşı bazı itirazlar olabilir. 1970'li yıllarda Latin Amerika'nın güneyinde yer alan bazı ülkelerin sermaye hesaplarının serbestleştirilmesini müteakip ortaya çıkan ekonomik gelişmeler neticesinde, bu itirazlar yerinde bulunmuştur(30).

    Fakat, ilk bakışta, bu tecrübelerin, benim tercih ettiğim liberasyon sıralaması hususunda, karşı fikir oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Yukarıda belirttiğim gibi, Şili, sermaye hesabından önce ticaret hesabını serbestleştirmiştir ve bazı zorluklar ile karşı karşıya kalmıştır. Bu sorunun nedeni sabit döviz kuru ve gerçek ücret endeksi ile yurtiçinde mali kurumların vergi düzenlemelerinin bir arada yürütülmesidir. Arjantin, kapsamlı bir ticari liberasyon veya mali istikrar programı uygulamaksızın sermaye hesabını serbestleştirmiş ve döviz kurlarının önceden ilan edilmesi sistemini kurumsallaştırmıştı. Bu program uyumlu ve güvenilir veya sürdürülebilir bulunmamıştı (bakınız: Fernandez 1985; Calvo 1986). Uruguay ise, ticari liberasyon uygulamasına geçmeden önce sermaye hesabının serbestleştirilmesi ve yurtiçi mali sistemin yeniden düzenlenmesi ile politik reformlara başlamıştı. Hanson ve de Melo'nun (1985) belirttiği gibi mali liberasyonun tamamlandığı 1979 senesinden önce herhangi bir dengesizlik ortaya çıkmamıştı ve gerçek döviz kuru, uzun dönemde, gerçek kaynakların dağılımı açısından dengesiz olarak görülmemişti. Bu tecrübe, sermaye hesabından önce cari hesabın serbestleştirilmesi gerektiği yönündeki ortak görüşü desteklemez görünmektedir (S. 934).

    Önceden ilan etmek suretiyle döviz kuru oranlarının uygulanmasından dolayı, Ekim 1978'de, Uruguay'da, ekonomik çözülme meydana gelmiştir. 1982 ve 1983'de ise, sosyal güvenlik ödemeleri ve memur maaşlarındaki artış ile işgücü vergilerindeki indirime bağlı olarak mali açıkta artış görülmüştür (Hanson ve de Melo 1985, S. 933). Bu politikaların uyumlu bulunmadığı söylenebilir. Sermaye hesabının serbestleştirilmesinden dolayı değil fakat, döviz kurlarının önceden ilan edilmesi veya sabit kur sisteminin uygulanması, reform programlarını tutarsız yapmaktadır.

    Bu tecrübeden benim edindiğim ders, liberasyon programının sürdürülebilmesi için mali istikrarın muhafaza edilmesi ve liberasyon sürecinde uygun döviz kuru rejiminin uygulanmasının gerekliliğidir. Daha önce belirtilen nedenlerden dolayı, yurtiçi mali liberasyon ve sermaye hesabının açılmasını gerektiren dalgalı kur oranı, liberasyon programı uygulamaya konulduğunda, sabit veya merkezden idare edilen döviz kuru rejimine tercih edilebilecektir. Ödemeler dengesi cari hesabından önce sermaye hesabının serbestleştirilmesi yönünde öne sürülen bazı teknokratik iddiaları incelemekte fayda vardır.

    Yurtiçi mal piyasasında müdahalelerin bulunduğu sırada sermaye hesabının serbestleştirilmesi neticesinde sağlanan yabancı sermaye girişi, ilk itiraz noktasıdır. Kuramsal olarak, yurtiçi müdahalelerinin olduğu bir ekonomide, sermaye girişi, en uygun faydayı sağlamakdan uzak olabilir (Brecher ve Diaz – Alejandro 1977). Bu noktada benim önerim, sermaye hesabının serbestleştirilmesinin, mal piyasasındaki müdahaleleri gidermek üzere ileriye dönük aşamalı indirim programları ile desteklenmesidir. Beklentilerin gerçekçi olduğu ve kamu açıklamalarının doğru ve güvenilir olduğunu farz ettiğimizde, müteşebbislerin, ticari liberasyon aşamasının ötesinde öngördükleri yatırım zamanlamasına bağlı olarak, uzun dönemde, sermaye hareketlerinin, şartlara göre en uygun durumda olmaması ihtimal dışıdır. Kısa vadeli bazı yabancı sermayenin, ticari liberasyon aşamasında özel ve sosyal kar oranlarında farklılaşmaların olduğu faaliyetlere yönelmesi muhtemel olduğu için, vade tarihleri itibariyle, bu tip sermaye hareketleri için, geçici ve önceden bildirilen vergi uygulaması yapılabilir ve bu vergiler ticari liberasyon süreci ilerledikçe aşamalı olarak sıfıra indirilebilir.

    İkinci itiraz noktası, ticari liberasyon uygulamasına geçilmeden önce, döviz denetiminin kaldırılması ile gerçek döviz kuru oranlarındaki başlangıçdaki yükselme ihtimali ile alakalıdır. Bu iddiayı şöyle izah edebiliriz. Yurtiçi sermaye piyasasının liberasyonunu takiben, yurtiçi gerçek faiz oranları yükselecektir. Kalkınmakta olan ülkelerdeki nispi sermaye kıtlığı dikkate alındığında, yurtiçi faiz oranlarının, ilk durumdaki döviz kurundaki yabancı faiz oranlarından daha yüksek olması muhtemeldir.

    Bundan dolayı, döviz denetiminin ve serbest dalgalı kur sisteminin kaldırılması, faiz oranı paritesini oluşturmak üzere nominal döviz kuru oranlarının değerini arttıracaktır. Ödemeler dengesindeki uyum sürecinde, yabancı sermayenin ül***e girmesi durumunda, ödemeler dengesi sermaye hesabındaki fazlalığı karşılamak üzere, ticaret dengesi açık vereceğinden, gerçek döviz kuru oranları yükselecektir(31). Bu durum, gerçek döviz kuru oranlarında düşme ihtimali olduğunda, kaynak hareketlerinin ticari liberasyon sürecinde gerekli görülen yönün tersine yönelmesine neden olacaktır. Ticari liberasyonun tamamlanmasından önce sermaye hesabının serbestleştirilmesinin kaynaklarda gereksiz bir değişikliğe neden olacağı ileri sürülebilir ve bu değişim ticari ürünlerden hizmet sektörüne doğru olabilecektir.

    Kaynakların yön değiştirmesi iddiasını tartışmadan önce, ticaret ve sermaye hesaplarının serbestleştirilme sıralaması hususunda alternatif bir düşünce şekli geliştirilebilir. Dalgalı kur yerine, sermaye denetimini gerekli kılan merkezi olarak döviz kurunun yönlendirilmesi sisteminin , ticari liberasyon sürecinde, uygulandığını farz edelim. Geçiş sürecinin her aşamasında en uygun gerçek döviz kuru oranını tespit için gerekli olan nominal döviz kuru değişiminin tam olarak tespiti, hükümet tarafından yapılmak zorunda olacaktır. Nominal döviz kuru değişim oranlarının yanlış tespit edildiğini ve geçiş sürecinin bir aşamasında, gerçek döviz kuru oranlarının tespiti için gerekenden daha az oranda nominal devalüasyonun taahhüt edildiğini farz edelim. Bu durumda, devletin ithalatı kontrol etmek suretiyle azaltmaya yöneleceği gerçek bir ödemeler dengesi açığına neden olunacaktır ki, sonuçta, ticari liberasyonun iptal edilmesi gerekecektir.

    Bundan başka, ekonominin dinamik yapısına, ticari malların ve hizmet sektörünün nispi faktör yoğunluklarına ve kısa dönem sermaye hareketlerinin düzeyine bağlı olarak konuyu ele aldığımızda, ticari liberasyon sürecinin, nihai denge durumunda öngörülenden daha yüksek oranda değer kaybına neden olabileceği anlaşılmaktadır. Bu durumda, sermaye hesabının serbestleştirilmesi neticesinde ortaya çıkan duruma benzer bazı gereksiz kaynak hareketleri ile birlikte gerçek döviz kuru oranında önce düşüş ve daha sonra yükseliş görülmesi muhtemeldir. Gereksiz kaynak hareketlerinin ekonomik boyutunun ve alternatif politikalar arasındaki önceliğin belirlenmesi hususunda nasıl bir değerlendirme yapılması gerektiği ise çok açık değildir.

    Buna mukabil, ticaretin libere edilmesinden önce serbest dalgalı kur sisteminin kurumsallaştırılmasının temel avantajlarından birisi, liberasyon sürecinde gerekli olan nominal döviz değişimlerinin otomatik olarak yürütülmesidir. Uyum süreci ile ilgili dinamiklerdeki belirsizliği dikkate aldığımızda, ticari liberasyon sürecinde, merkezi olarak döviz oranlarının tespit edildiği bir sistemde, nominal döviz oranı değişimlerinin tam boyutunu ve bazı durumlarda yönünü tayin etmek uygulamada çok zordur.Mal piyasasında liberasyon tam olarak uygulandıktan sonra, sabit döviz kuru rejimi ile yabancı ve yerli para oranlarının yurtiçi fiyat dengesini geriden takip etmesine yönelik politika anlayışına göre, yukarıda bahsedilen hususlar önemsenmemektedir (bakınız,McKinnon 1982). Bu iddialar,belli bir dönemde nominal döviz oranlarını sabit tutabilen merkezi idarenin aynı şekilde gerçek döviz oranlarını da sabit tutulabileceği yönündeki yanlış görüşlerden kaynaklanmaktadır (bakınız,Stockman 1982,s.189). Güney Latin Amerika'da yaşanan krizlerin temel nedeni, nominal döviz oranlarının yanlış idare edilmiş olmasıdır. Nominal döviz kuru yönetimine işlerlik kazandırmak suretiyle, dalgalı kur sisteminde, ekonomik liberasyon tedbirlerinin ödemeler dengesi üzerindeki diğer olumsuz sonuçları hakkındaki tereddütler nispeten giderilebilmektedir.

    Liberasyonun ilk aşamasında sermaye piyasasının serbestleştirilmesi hususunda üçüncü itiraz, yabancı sermaye girişlerinin muhtemel dinamik etkileri ile ilgilidir. Bu konu, “Hollanda Problemi” ile aynı kapsamda tartışılan konularla alakalıdır (Corden ve Neary 1982). Yurtiçi sermaye piyasasının ve ödemeler dengesi sermaye hesabının liberasyonunu takiben yabancı sermaye hesabının sürdürülebilir düzeyde tutulabilmesi durumunda, gerçek döviz kuru oranlarının değer kazanmasının, ülke için bir problem oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Bu durum neticesinde, kaynaklardaki sektörel değişmeler, sektöre özel üretim faktörlerinin kar dağılımında değişmeyi icap ettirecek olsa dahi gerçek gelir daha yüksek olacaktır. Fakat, bu değişimler, baskı altındaki ekonomiyi serbestleştirmeyi gerekli kılan politikalardan da kaynaklanmaktadır.Bu çerçevedeki tartışmada, liberasyona karşı bir iddia öne sürülmemekte, fakat özellikle bazı liberasyon önlemlerine karşı muhtemel görüşlere değinilmektedir.

    Sermaye hesabının liberasyonuna muhalif olanların gerçek tereddüdü, sermaye akışı ve gerçek döviz oranlarındaki nominal artışlara rağmen reel değerlerde azalmaların olmasıdır(32). Böyle bir durumun meydana gelmesi tamamiyle ihtimal dahilindedir ve dengedeki döviz kuru oranlarında, kaynakların, öngörülenden ters yöne doğru kaymasına neden olacaktır. Fakat yurtiçi sermayede, kısa dönemdeki hareketsizlik neticesinde, ticari liberasyon programı da , kaynak hareketlerinde tersine yönelişleri gerektirebilecektir . Gerçekte, nisbi fiyatlardaki değişmelerle birlikte dinamik ekonomilerde, kaynak hareketlerindeki tersine yönelişin sürekli olarak devam etmesi beklenebilir. Kaynaklardaki olabilecek her türlü hareket, uyum maliyetini gerektirecektir. Kaynak hareketlerindeki tersine yöneliş ile ilgili olarak sosyal ve özel uyum maliyeti değerleri arasındaki farklılık tespit edilemez ise, dinamik bir süreçte, kaynakların belirli sektörlere yönelmesinin, liberasyon sıralamasını gerektirecek bir politika problemini oluşturup oluşturmadığını belirlemek mümkün değildir.

    Beklentileri gerçekçi olan özel müteşebbisler ve devletin platonik müşavirleri tarafından iyi bilinen bir durumu inceleyelim. Tavsiye ettiğim, sermaye ve cari hesap liberasyonu sıralamasına göre, gerçek döviz kuru ilk önce, değer kazanacak ve zaman içinde değer yitirecektir, böylece, hizmet sektörünün ticari mallara göre nispi karlılık oranı önce artacak daha sonra düşebilecektir. Beklenilen gerçek döviz hareketleri ile ilgili olarak, değişken giderlerin maliyetini karşılayamayan yatırımlar neticesinde, cari gelirdeki azalma da dahil edilerek, geçiş sürecinin her hangi bir döneminde, nisbi fiyatlar değişdiği müddetçe, özel müteşebbisler, yatırımlarının şimdiki değerini hesaplayabileceklerdir. Bu durum, hizmet ve mal sektöründe zaman içinde kaynakların dağılımında kar maksimizasyonuna yönelinmesini gerektirecektir.

    Mal ve hizmet sektöründe, ilkönce genişleme ve daha sonra, hizmet sektöründe gerileme beklenebilir. Yatırım ve sektörel üretim sıralamasının, gerçek döviz oranlarındaki hareketlere bağlı olarak gerçekleştirilmesi öngörüldüğünden,(ki bu öngörü, devlet bürokrasisi tarafından uygun bulunmaktadır.) izah ettiğimiz sıralama, en uygun tercih olarak görülmektedir(33). Geçici bir sermaye girişi dahi, yurtiçi kaynak imkanlarını arttırmak suretiyle cari ve gelecekdeki ulusal gelirin şimdiki değerini arttırmalıdır. Yurtiçi ekonomik zamanlama tercihleri ile ilgili oranlar (sermaye girişi, tüketimi finanse ediyor ise) veya sözkonusu sermaye ile finanse edilen yatırımların yurtiçi karlılık oranı, sermayenin gerçek faiz oranından yüksek olduğu müddetçe, bu tespit doğrudur. Hükümetlerin döviz oranları ile ilgili olarak doğru zamanlamayı biliyor olmasına rağmen, özel firmaların bilgi eksikliği ve piyasa şartlarını takip etmekte ihmalkar davrandıkları farz edilirse, bu dinamik süreçte özel ve sosyal uyum maliyeti arasındaki farklılığa dayalı yeni bir sıralamanın gerekliliğini öne süren bir iddia tartışılabilir.

    Frenkel (1982), alternatif liberasyon sıralaması üzerinde, özel ve sosyal maliyet arasındaki farklılıklara dayalı bir iddia öne sürmemektedir. Ona göre, sermaye hesabı ilk önce serbestleştirilmediği takdirde, portföy kararlarının uzun dönemde, müdahalelerin olmadığı şartlara yönelik olması muhtemeldir. Fakat ticari hesap serbestleştirilmediği müddetçe, gerçek yatırımlar, müdahalelerin yer aldığı ticari ortamda gerçekleştirilmek durumundadır. Müdahaleler nedeniyle,yatırımların sosyal maliyetinin özel maliyeti aşması muhtemeldir. Ticari hesapların serbestleştirilmesini müteakip, gerçek yatırımlarda ters yönde bir hareketlilik olmak zorundadır. Özel ve sosyal maliyetlerdeki farklılık nedeniyle, ilk sıralamanın tercih edilmesi muhtemeldir (s.200).

    Yerli yatırımcıların ihmal ve bilgisizlikleri ve yabancı portföy yatırımcılarının uzak görüşlülüklerinden kaynaklanan bilgi edinme farklılığı, bu iddia ile ilgili en önemli hususdur. Her iki taraf da eşit bilgi edinme imkanına sahip olmadığı takdirde, tam ters yönde netice almak muhtemeldir. Frankelin iddia ettiği gibi, yanlış portföy kararlarını düzeltmek yanlış yatırım kararlarını düzeltmekden çok daha kolay olmaktadır. Bu husus, gerçek fiziksel yatırımlar dikkate alındığında, mali yatırımcıların öngördüklerinden daha uzun süreleri kapsayan üretim kararlarına ilişkin yatırımcıların çıkarları ile ilgili olmaktadır.

    Sonuç itibariyle, sermaye denetiminin kaldırılmasına karşı nominal ve reel değerlerin uyumsuzluğu ile ilgili iddia doğru ise, ticari liberasyonun gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılmaksızın, sermaye hesabının her hangi bir zamanda serbestleştirilmesi gerekli olmaktadır. Buradan anlaşılan husus, sermaye denetimlerinin sürekli olarak devam ettirilmesi gerektiğidir. Zira, sermaye hesabının liberasyonu ile birlikte ortaya çıkan bir piyasa uyumsuzluğuna, bilgisiz müteşebbislerin tepkisi olarak gelişebilecek kaynak hareketlerinin, karlı olmadığı varsayılmaktadır. Fakat bu iddia, esası itibari ile inandırıcı olamamaktadır.

    Aşamalı olarak yürürlüğe konulması öngörülen ticari liberasyonun ilan edildiği tarihde, sermaye hesabının serbestleştirilmesine karşı geleneksel iddiaların bazılarının, özel sektörün şartları takip etme kabiliyetinin kısıtlı olduğu ve devletlerin basiretli oldukları yönündeki yanlış ve aynı zamanda genel bir görüşe dayandırılması gerektiği anlaşılmaktadır.

    III. SONUÇ

    Yapısal uyum ve istikrar politikası gerektiren ekonomik krizlerin çoğunluğu temelde kamu sektörü krizleridir. Son otuz yılda, kalkınmakta olan ülkelerin bir çoğunda, devlet bürokrasisinin ve kamu sektörünün genişlemesi ile sanayi, fiyatlar ve dış ticaret üzerindeki denetimlerin artması, ciddi huzursuzluklara neden olmuştur. Çeşitli grupların rant elde etmeleri amacıyla politik olarak oluşturulan mülkiyet hakları, nüfusun büyük bir kısmından alınan dolaylı veya doğrudan vergilerle karşılanmaktadır, ki bu yeni bir ikincil feodalite meydana getirmektedir. Bürokrasinin önemli bir kısmı, kamu sektörü çalışanları, sanayi işçileri ve tekel ürünlerinin üretiminde devlet tarafından sağlanan ayrıcalıklara sahip sermayedarlar, bir çok ülkede yukarıda bahsettiğimiz grupları oluşturmaktadırlar.

    Sözkonusu transfer ödemelerini finanse etmek imkanı ortadan kalktığında, kriz ortaya çıkmaktadır. Ekonomik liberasyon politikaları, bu durumda, ekonominin ve mali hesapların devlet tarafından denetiminin sağlanması için bir yol olarak görülmektedir. Kamu harcamalarını sürdürülebilir düzeye indirmek suretiyle mali denetimi kazanma süreci ve nihai liberasyon programı kaçınılmaz olarak yukarıda söz ettiğimiz kazanılmış hakların iptal edilmesini veya bu haklar için ödemede bulunulmasını gerektirecektir. Devleti gelecekte diğer kazanılmış haklar için suni rant yaratmakdan alıkoyabilecek yeterli denetim ve denge sistemine, ekonomik ve hukuki çerçevede sahip olunması durumunda, sözkonusu haklar için ödemede bulunulması, en doğru çözüm olarak görülmektedir. Ekonomik verimlilik ve piyasa ekonomisinin desteklenmesi açısından , bu en güçlü politika ve uygulama tercihi olarak görülmektedir.

    Bu nedenle, devlet, mali denetimi sağlamakta politik gücünü ispat edebildiği takdirde,piyasa ekonomisine geçişte, sektörel çıkarların zedelenmesi neticesinde ortaya çıkan sıkıntıları en aza indirmek üzere uygulamaya konulacak liberasyon programının öncelikleri sorunu, politik açıdan daha az önemli olacaktır. Liberasyon sürecinin güvenilirliği açısından, özellikle baskı altındaki piyasalarda liberasyon uygulamasının süratliliği mühim bir konudur. Hükümetlerin önceki taahhütlerini iptal etmeyi tercih etmeleri durumunda, teknokratik programların zamanlama tutarsızlıklarının düzeltilmesini ve liberasyon uygulamaları neticesinde, ekonomik kayıba uğrayanların durumunun iyileştirilmesini teminen uygulamada süratlilik gerekli olmaktadır(34). Güvenilirliği sağlamak üzere, devlet tüm politik denetimlerin süratle düzenlenmesi yönünde kurumsal oluşumlar için kararlar alabilir ve uluslararası bir kuruluş ile yapısal uyum ve istikrar programının uygulanması konusunda anlaşma imzalayabilir. Bu tür bir program, yeterli kaynak girişi ile desteklenmesi halinde, gelecekde liberasyon politikasından vazgeçme temayülündeki kararları önleme açısından gerekli bir engel niteliğinde olacaktır ve ilan edilen liberasyon uygulamalarının sürdürülmesini sağlayabilecektir.

    Bu açıdan bakıldığında, yabancı para piyasasının sermaye hesabının son olarak serbestleştirilmesi yönündeki görüşler ile ilgili bazı karşı iddialar öne sürmüş olmama rağmen, liberasyon politikası hakkındaki teknokratik literatürün çoğunluğu, konunun ana fikrini ve detayını tespit etmekden uzak görünmektedir. Hükümetin, geçiş sürecinde uygulaması gereken döviz kuru rejimi ile liberasyon uygulaması tamamlandıkdan sonraki rejim (eğer farklı ise) hakkında teknik anlamda bazı sorunların olduğu anlaşılmaktadır. Güney Latin Amerika ülkelerindeki ekonomik çöküşün nedeni olarak, döviz kuru politikasındaki tutarsızlıklar gösterilmektedir. Otomatik olarak uyumun sağlanabildiği dalgalı kur sisteminin neden doğru bir uygulama olduğu hususunda bazı gerekçeleri izah ettim. Bu açıklamalar, esasen, itibari değerleri en doğru seviyelerde tutmak üzere gerek duyulan bilgiyi en aza indirmeye yöneliktir ve hata yapma riskinin büyük ölçüde ortadan kaldırılması ve nominal döviz oranlarındaki değişimin yönünün doğru tespit edilmesi amaçlanmıştır.

    Şili’de yaşanan tecrübenin özellikle ortaya çıkardığı henüz çözümlenmemiş önemli bir sorun daha vardır. Bu sorun, yurtiçi sermaye piyasasını serbestleştirmeyi hedefleyen hükümetlerin, genel ekonomik politikalarının bir parçası olarak, geçiş sürecinde, yerli mali kurumların düzenlenmesi hususunda en uygun sistemin tespiti hakkındadır. Ücret endeksi ve döviz kuru politikalarının yanısıra, Şilideki ekonomik çözülmede ekonomik liberasyon ile ilgili olarak en önemli üçüncü sorunun mali liberasyon olduğu gözlemciler tarafından ifade edilmektedir (Congdon 1985). Fakat sözkonusu politikalar, bu makalenin konusu dışında kalan sorunlarla ilgilidir.
İşlem Yapılıyor
X