Konuya “metot” ve “metodoloji” kelimelerinin tanımları ile başlamak uygun olacaktır. Bu iki kelimenin açıklığa kavuşmasından sonra probleme geçmenin daha verimli olacağı düşünülmektedir. Zikredilen kelimelerin belli başlı felsefe lügatlerindeki anlamlarını şöyle sıralayabiliriz:
Paul Foulquié’nin “metot” kelimesine verdiği anlamlar:
A-Soyut anlamda: Önceden belirlenmiş bir plana göre sergilenen bir hareketin özelliği.
B- Somut anlamda: Belirlenmiş sonucu, ekonomik olarak temin etmeye ayrılmış yöntemlerin bütünü.
C- Bilimsel metot: Bir hakikatin ispatını ve tesisini amaç edinen aklî yöntemlerin bütünü.
D- Tecrûbî metot: Kendileriyle genel yasaların elde edildiği rasyonel yöntemlerin bütünü.1
André Lalande (1867-1963)’ın metot kelimesine verdiği anlamlar:
A- Bir amaca ulaşmak için yapılan çaba, araştırma, etüt.
1- Önceden istenilmiş ve düşünülmüş şekilde tesbit edilmiş bile olsa, kendisiyle belli bir sonuca ulaşılmış olan yol.
2- Gerçekleştirilecek fiillerin seyrini önceden düzenleyen ve belirlenmiş bir sonuca ulaşmak için sakınılacak bazı hatalara işaret eden program.
B- Hesabın veya denemenin teknik yöntemi.
C- (Özellikle botanikte) sınıflama sistemi.2
Metot: Ya bilmediğimiz bir hakikati keşfetmek için veya bilgisine önceden sahip olduğumuz bir hakikati başkalarına ispat etmek için birçok düşüncenin seyrini iyidüzenlemek sanatı.3
- Bir hakikatin araştırılması ve ispatı için kullanılan aklî yöntemlerin bütünü.4
- Bir bilgiye veya hakikate ulaşmak için ortaya konulan aklî davranışların tümü.5
- :“Ferdi belli bir vazifeyi görebilecek, belli bir maksadı elde edebilecek hale getirmek için kullanılacak vasıtaların bütünü”.6
- :“İncelenen konunun zihinde yeniden yaratılmasını sağlamak için izlenen yol. Bilginin sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağlamanın öngereği, bilimsel bir metot uygulamaktır. Doğru ve objektif metot, incelenen konuya uygun düşen metot”.7
Başka bir ifadeyle metot, eski Türkçe’si ile usul: “Bir ereğe erişmek için izlenen, tutulan yol. Bilimlerde belli bir sonuca erişmek üzere bir plana göre gidilen yol”.8
- : Herhangi bir ilmin, uğraştığı konulardan çıkartılması, istenilen neticeleri elde etmenin vasıtaları ve yollarıdır.9
Metot kelimesine verilen belli başlı anlamların belirtilmesi metodoloji kelimesine verilen tanımı daha açık ve anlaşılır hale getirmiştir. Bu cümleden hareketle metodoloji kelimesinin anlamlarını da şöyle belirtebiliriz:
Metodoloji: “Özellikle felsefe ve bilim alanında yöntem araştırmak ve yeni yöntemler yaratmak üzere ilkeler geliştiren bilim. Bilim olarak ancak Yeni Çağda ortaya çıkmıştır”10 Metotların bilimi11 olarak da tanımlanan metodoloji için, “farklı bilimlerdeki özel metotların incelenmesi”12 tanımı da yapılmaktadır.
Lalande’a göre metodoloji: Metotların aposteriori etüdünü ve daha özel olarak bilimsel metodların etüdünü konu edinen mantığın bir bölümü. Başka bir tanımla metodoloji, mantığın, farklı bilimlerin metodunu a pasteriori olarak etüt eden kısmı. Bir bilimin veya tekniğin, kullanabildiği farklı metodların rasyonel etüdü.13 Metodoloji, “belirli bir bilimde başvurulan araştırma metodlarının ve yollarının tümü, bilimsel bilgi ve dünyayı dönüşüme uğratma metodlarına ait doktrin. (...) Metodoloji problemine duyulan ilgi, somut bilimler ile metodoloji problemleri arasında sıkı bir bağ kuran teori-ötesi araştırmalardan doğmuştur.”14
Metod ve metodoloji kelimelerinin tanımlarından sonra, İslâm Felsefesinde metodoloji probleminin daha iyi ele alınabileceği düşüncesindeyim. İlk müslüman filozoflara veya İslâm felsefesinin ilk filozoflarına baktığımız zaman, onların önce felsefeyi tam olarak öğrenmeye çalıştıklarını görürüz. Kindî (796-866), Farâbî (872-950), İbn Sina (980-1037), İbn Rüşd (1126-1198), Aristoteles (384-322)’in eserlerini Arapça çevirilerinden, tekrar tekrar okuyarak felsefeyi öğrenmişler, sonra da felsefe yaparak üretime geçmişlerdir. Rivayete göre “Aristoteles’in Kitâb el-Nefs (De Anima) ini elde edenler, üzerinde Farâbî’nin hattı ile ‘ben bu kitabı 200 kere okudum’ ifadesinin yazılı olduğunu görmüşlerdir. (...) Farâbî’nin ‘Aristoteles’in el-Sema’ el-Tabiî (Physica)sini 40 kere okuyup yine tekrara muhtacım’ dediği”15 bilinmektedir.
İlk Müslüman filozoflarının uyguladığı, bu tekrar tekrar okuyup hazmetme metodunun yanında, bir de azimle araştırmaktan yılmamaları ve başarıya ulaştığı zaman da çok önemli bir savaş kazanmış gibi şükretmeleri söz konusudur. Bu durumu İbn Sina’da da görmekteyiz. Filozofumuzun şu ifadeleri kullandığı naklediliyor: “Daha sonra İlm-i Kelâm ve Hikmet-i Nazariye (metafizik) tetkikine giriştim. Ne çare ki bu fende bâhis olan kitabı, hemen 40 defa tekrar ettiğim ve lafızlarını kâmilen ezberlediğim halde, bir türlü mana çıkaramıyor ve bir şey anlayamıyordum. Bu hâl beni pek me’yus ediyordu. Bir gün bir kitapçı dükkanına uğramıştım. Bir kitap müzayede olunuyordu. Baktım, kitap o zamana kadar anlayamamış olduğum bir fenne, Hikmet-i Nazariye’ye (Metafizik) ait idi. Bu fen anlaşılmaz ve hiçbir şeye yaramaz diye kitabı iade ettim. Kitapçı ısrarla, sahibinin paraya ihtiyacı olduğu cihetle pek ucuz, hatta üç dirheme kadar verebileceğini beyan etti. Kitapçının ısrarı üzerine nihayet almaya mecbur oldum. Bu kitap Hikmet-i Nazariyeye (Metafizike) ait Farâbî’nin bir eseri idi. Eve döner dönmez hırz-ı cân ile kitabı okumaya başladım. Kitabı ikmal ettiğim zaman evvelce ezberleyip de anlayamamış olduğum bahisleri kâmilen öğrenmiştim. Artık sevincime payan yoktu. Sevincimden secde-i şükrana kapandım ve birçok sadaka verdim.”16
İbn Rüşd, Aristoteles’in eserlerine büyük, orta, küçük şerhler yazarak felsefe bilgisini geliştirmiştir. Kur’an tefsiri model alınarak büyük şerhlere tefsir ismi verilmiştir. Küçük şerhler ise telhis olarak anlamlandırılmıştır. Bu şerhlerden mütevellit Aristoteles’e hayranlığı son derece artan İbn Rüşd, Fizik (Tabiiyyat) kitabına yazdığı önsözde Aristoteles’in, mantık, fizik ve metafiziğin hem kurucusu hem de tamamlayıcısı olduğunu belirterek şöyle diyor: “... Kurucusu dedim; çünkü ondan evvel, bu ilimlere dair ortaya konulan kitapların hepsi onun eserlerinin yanında anmaya bile değmez. Tamamlayıcısı, dedim; çünkü ondan sonra yaşayan feylesofların cümlesi ozamandan bugüne kadar, yâni 1500 yıldan beri onun meydana koyduklarına bir şey ekleyemedikleri gibi onda yanlışlık da bulamamışlardır. Bir insanda bu kadar ilmin toplanması şüphesiz hayret verecek bir hâldir. Ona beşer değil, ilâhî bir melek denilse yeridir. İşte bunun için, eskiler onu, ilâhî Aristo diye anarlardı.”17
Felsefeyle uğraşmanın İslâm Dinine muhalif olmadığını Kur’andan kanıtlar getirerek savunan İbn Rüşd; “Ey basiret sahipleri iyice düşünüp değerlendirin (Haşr 3). Göklerin ve yerin melekutuna ve Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı? (A’raf 184). Bakmazlar mı deveye nasıl yaratılmıştır? Gök nasıl yükseltilmiştir? (Gâşiye 17) Onlar göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (Âli İmran 191)”, ayetlerini esas alıyor. “Tafakkuh” kelimesinden fıkhî kıyaslar yapıldığı gibi, zikredilen ve benzeri ayetlerden de aklî kıyaslar yapmanın vacib olduğunu kabul ediyor. Uğraştığı alanı tutarlı olarak kabul etmek için mantıkî çıkarımlar yapıyor. Ona göre Allah, yukarıda geçen ayetler gibi birçok ayetlerde var olanları akıl ile değerlendirmeyi, onlara akıl vasıtası ile bakmayı zorunlu kılmaktadır. Bu iş ise düşünmekle gerçekleşir. O zaman düşüncenin âletlerini bilmek zorunludur.18 Dolayısıyla felsefe öğreniminin zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar. Yapacağı işleri felsefî bir metodla temellendirdikten sonra filozofun, o sahada ilerlemesi daha kuvvetli olmuştur.
Gazâlî (1058-1111) felsefeyi, Arapça’ya çevrilen felsefî neşriyattan, özellikle Farabi ve İbn Sina’nın eserlerinden öğrenmiştir. Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceğini söyleyen düşünüre göre “mantık ilmi diğer bütün ilimlerin ölçüsü ve terazisi konumundadır. Terazide tartılmayan bir şeyin ağır olanı hafif olanından, kârı zararından ayırt edilemez.19 (...) Mantık olmadan bilgi elde etmenin de başka bir yolu yoktur. Öyleyse mantığın faydası bilgiden yararlanmaktır. Bilginin faydası da ebedî mutluluğun elde edilmesidir”20 Böylece görüldüğü gibi Gazâlî’ye göre ilme giriş, metot olarak mantıkla başlar.
Gazâlî, ilmî olgunluğuna ulaştıktan sonra, yaklaşık 50 yaşlarında, ortaya koyduğu günümüzde de önemini devam ettiren şu ilke gereğince felsefe çalışmaya başladı: “Yakinen anladım ki bir bilimde, o sahadaki en âlim kimsenin seviyesine gelip de onu aşacak derecede, o ilme vakıf olmayan kimse, herhangi bir bozukluğa muttalî olamaz. İnsan ancak bu şartlar altında iddia ettiği eksikliklerde haklı olabilir. Ben İslâm âlimleri içinde inayet ve himmetini buna teksif etmiş olan birini görmedim. (...) Nihayet anladım ki, mezhebi anlamadan ve kûnhüne varmadan reddetmek, karanlığa taş atmaktır.”21
Böylece Gazâlî, felsefeyi yasaklamak değil, onunla tam olarak uğraşmak gerektiğini seçkin zekalara zorunlu kılıyor.
Gazâlî’nin kullandığı metodun diğer önemli ilkelerini ise şöyle sıralayabiliriz:
1- Bir kavramın hangi anlamda kullanıldığını açık olarak belirtmek.
2- Önce hakkı tanımak, sonra ortaya atılan söz, hakka uygunsa, sahibi en kötü insan da olsa o sözü kabul etmek. Gazâlî’ye göre doğru olan, iyi olan bir şey, inkarcı bir filozofun ürünü de olsa alınır. “İyi para ile kötü paranın aynı kese içinde oluşu dolayısıyla yakınlık, kalp parayı iyi para yapmadığı gibi, iyi parayı da kötü para yapmaz. (...) Hak ve batıl arasındaki yakınlık da, hakkı batıl yapmayacağı gibi bâtılı da hak yapmaz.”22 Burada ölçü, Kur’an ve sünnete uygunluk, aklî delillerle teyit edilmektir.
3-Terkip ve tahlil yapan nazarî akıl, beş duyu verileri ile çalıştığı için sınırlıdır. Her şeyin çözümü, her şeyin bilgisi bu akıldan beklenemez.23 (...) “Aklın idrak edebildiklerinin dışında kalan bu gibi şeylerin idraki, nübüvvetin hassalarından biridir. 24 (...) Aklın faydası ve işi, bize bu hususu bildirmek, nübüvveti tasdike delâlette bulunmak, kendisinin nübüvvet gözüyle idrâk edemediğini kabul etmektir. O bizim elimizden tutar ve bizi (...) nübüvvete teslim eder. Aklın hududu ve sınırı buraya kadardır.”25
Gazâlî’ye göre Nübüvvet “aklın ötesinde, içinde aklın anlamaktan aciz kaldığı şeyleri idrak eden gözün açıldığı bir haldir. Nasıl işitme duygusu renkleri, görme duyusu sesleri anlamaktan âcizse, aklın ötesinde kalan haller de akılla idrâk edilemez.”26
Gazâlî’nin kullandığı metot, Modern Çağ batılı filozoflardan bazılarınca da benimsendi. Gazâlî’nin etkisi görülen bu filozofları şöyle sıralayabiliriz: René Descartes (1596-1650), Blaise Pascal (1623-1662), Wilhelm Gottfried Leibniz (1646-1716), Emmanuel Kant (1724-1804).
Bu filozoflardan Yeni Çağın babası sayılan Descartes’in metot anlayışına kısaca dokunmakta yarar olacağına inanıyorum. Filozofa göre metot “bir hakikat bulmak için zihin kuvvetlerini kendilerine doğru çevirmek gereken şeylerin sıra ve düzeninden ibarettir.”27 Bütün zihin kuvvetlerinin kullandığı metot, analiz ve sentez metodudur. Bu metot için Descartes şu dört kuralı esas alıyor ve şöyle diyor:
“Birincisi, doğruluğunu apaçık bilmediğim hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek. Yani acele hüküm vermekten ve peşin hükümlere saplanmaktan dikkatle çekinerek, verdiğim hükümlerde ancak kendilerinden şüphe edilmeyecek derecede açık ve seçik olarak kavradığım şeyleri bulundurmak.
İkincisi, inceleyeceğim güçlüklerden her birini, mümkün olduğu ve daha iyi çözümlemek için gerektiği kadar, bölümlere ayırmak.
Üçüncüsü, en yalınç (basit) ve bilinmesi en kolay şeylerden başlayarak, tıpkı basamak basamak bir merdivenden çıkar gibi azar azar en bileşiklerinin bilgisine kadar yükselmek için, hattâ tabiatları gereğince birbiri ardınca sıralanmayan şeyler arasında bile bir sıra bulunduğunu farzederek, düşüncelerimi bir sıraya göre yürütmek.
Sonuncusu da, hiçbir şeyi unutup ihmal etmediğimden emin olmak için, her tarafta birçok sayışlar ve tekrarlar yapmak.”28
Metodun bir ahlâk gerektirdiğini savunan29 Descartes ortaya koyduğu yukarıdaki metodu uygularken birtakım ahlâkî ilkeler kabul etmiştir. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1-Çocukluktan beri içinde yetişilen dine sağlamca bağlı kalarak, ülkesinin kanun ve âdetlerine itaat etmek.30
2-İşlerde elden geldiği kadar karar ve sebat sahibi olmak. En şüpheli kanaatleri bile, bir defa kabule karar verdikten sonra, pek sağlam ve şaşmaz kanaatlermiş gibi, daima sebatla takip etmek.
3-Daima talihten ziyade kendini yenmeğe ve dünyanın düzeninden çok kendi arzularını değiştirmeye, genellikle düşüncelerimizden başka hiçbir şeyin tamamıyla elimizde olmadığına inanmaya çalışmak.31
Descartes, zikredilen ilkeleri esas edindikten sonra nelerden şüphe edip etmemesi gerektiğini ise şöyle dile getiriyor: “Onları daima ilk hakikatler olarak inandığım iman hakikatleriyle bir yana koyduktan sonra, geri kalan bütün kanaatlerimden serbestçe kurtulmaya çalışabileceğime hükmettim. (...) Daha önce haberim olmadan zihnime girebilmiş olan bütün yanlışları zihnimden söküp atıyordum. Bu işte, ancak şüphe etmek için şüphe eden ve her zaman kararsız görünen şüphecileri taklit ettiğim sanılmasın: Zira tersine, benim bütün maksadım kendimi şüpheden kurtarmak, yani hakikati elde etmek ve kaya ile kili bulmak için oynak toprakla kumu atmaktı.”32
Hakikati bulmak için, doğru bir eser yazmak için giriştiği işin önemini ve ciddiyetini vurgulamak hususunda filozof şu ifadeleri kullanıyor: “Hakikatin bilgisine ulaşmamıza engel olan bütün güçlüklerle yanlışları yenmeye uğraşmak, gerçekten savaşlara tutuşmak olduğu gibi, biraz genel ve önemli bir konu üzerine yanlış bir kanaat edinmek de bir savaş kaybetmektir. (...) Bana gelince, eğer bundan önce bilimlerde bazı hakikatler buldumsa, bunların, yendiğim başlıca beş veya altı güçlükten çıkan sonuçlar olduğunu, onlara da kazandığım mutlu savaşlar gözüyle baktığımı söyleyebilirim. Hatta tasavvurlarımı tamamıyla gerçekleştirebilmek için, buna benzer iki veya üç savaş daha kazanmak ihtiyacında olduğumu söylemekten çekinmeyeceğim.”33
Görüldüğü gibi bir hakikati araştırmaya başlarken, metot olarak bir savaşa başlamak kadar ciddî davranmayı kabul eden Descartes, bir ilmi inceleme metodunu da şöyle ifade ediyor. “Bir ilmi incelemeye daima en kolay meselelerden başlamak, ve ilkin rasgele en apaçık olanları toplamak; bu ilk apaçıklıklardan çıkan neticeleri çıkarmaya çalışmak, bazılarını niçin başkalarından daha kolayca ve daha önce çıkardığımızı görmek için bu neticeler üzerine dikkatle düşünmek; bu da bizi, başka meseleleri ele aldığımız zaman, onların daha kolay meselelere bağlı olup olmadığını, ve onların neler olduğunu anlamaya muktedir kılar.”34
Buraya kadar verilen bilgilerden hareketle, İslâm Felsefesinde metodoloji nasıl olmalıdır? sorusuna cevap vermemiz biraz daha kolaylaşacaktır. Başta vermeye çalıştığımız metot tanımlarında bir amaç söz konusu idi. İslâm felsefesi için bu amaç hakikati, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde ortaya koymak olmalıdır. Varlık, bilgi ve değer üzerinde düşünürken Kur’an ve sünnet ölçüsü gözardı edilmemelidir.
İslâm filozoflarının yaptıkları gibi, önce bir felsefe eğitimi ve bilgisine sahip olmak gerekir. Bunun için de İlâhiyat Fakültelerinde şöyle bir Felsefe Tedrisatının uygulanmasının verimli olacağını düşünüyorum:
Gerek İslâm Felsefesinin Antik Felsefe dayanması, gerekse İslâm ve batı felsefeleriyle uğraşanların, aynı zamanda her ilâhiyat mezununun, gereken felsefî kültüre sahip olabilmesi için yukarıda belirtilen felsefe derslerini alması bir bakıma zorunluluk arz etmektedir. Çünkü İslâm Felsefesi ve yaşayan aydınlar, her çağın felsefesiyle iç içedir.
İslâm Felsefesiyle uğraşacak her elemanın Arapça ve bir batı dilini öğrenmek mecburiyeti vardır. Bu dilleri geliştiremeyen elemanın İslâm Felsefesi sahasında uğraşması uygun değildir.
Yüksek Lisans düzeyinde dört kredi saatlik bir dönem zorunlu bir “Felsefî Dissertasyon” dersi konulmalıdır. Çünkü felsefî düşünceyi elde etmek ve tüm kesinliği ile onu yönetmek için zorunlu iki çalışma vardır: 1- Dissertasyon, 2- Metin yorumlama. Felsefî çalışma, disiplinli, karmaşık ve düzenli, gelişmeyi ve formasyonu amaç edinen, bazı ilke ve anlaşmalara dayanan bir faaliyettir. Dolayısıyla bu çalışmalara uyarlı bir metod kesin olarak zorunludur.35
“Felsefî metod “iradeci” bir postulaya dayanır. Bu metod hazırlıksız konuşmak, doğuştan nitelikleri ve yetenekleri gün ışığına çıkarmak değil, dereceli davranarak ve iradeye dayanarak güçlüklere birer birer hakim olmaktır.”36
Jacquelin Russ felsefî dissertasyona uygulanacak metodun temel ilkeleri olarak şunları sıralıyor:
1-Her kavrama kesin olarak sınır koyma. Her düşüncenin objesinin ve her esas kavramın sınırlarını belirleyerek hareket etmek gerekir. Bu sınırlama ve tanımlama ilkesi metodun emredicisi ve oluşturucusudur.37
2-Analitik seyir: İlk önce ifadeyi veya eserin fragmentini, kurucu ögelerine ayırarak hareket etmek gerekir. Bu ögeler arasındaki ilişkileri yakalamak ve sonraki devreler için materyalleri hazırlamak. Kurucu ögelere ayrıştırma her araştırmanın, özellikle felsefî çalışma egzersizlerinin canlılığını temsil eder.
3-Sentetik seyir: Basit ögelerinden itibaren bir bütünü yeniden kurmayı amaçlayan sentetik seyir olmaksızın analiz hiçbir anlam taşımaz. Metodun önemli ilkelerinden biri, analizin çeşitli ögeleri arasındaki vasıtaları, köprüleri ve ilişkileri mükemmel bir şekilde yerleştirerek hareket etmektir. Bir dissertasyonda önemli olan şey, bölümler, cümleler, başlıklar v.s. arasındaki ilişkidir.
4-Düzenlenmiş seyir: Sentez ilkesi düzenin ilkesinden ayrılmaz. Bir felsefî çalışmayı gerçekleştirmek, en basitten en karmaşığa doğru giderek düzene göre hareketetmektir. Kavramların ve çeşitli ögelerin düzenli bir bağla irtibatlandırılması gerekmektedir. Her felsefî çalışmanın ve daha özel olarak, dissertasyonun kalitesi fikirler arasında kurulmuş düzene ve bu fikirlerin organizasyon biçimine bağldır.38
5-Birliği sağlayan yönetici bir fikre başvurmak: Metodlu olarak davranmak, öz birliğine başvurmaktır. Bir dissertasyon veya bir yorum, bu ana fikir etrafında birleştirilirse ancak bir değere sahip olur. Felsefî bir çalışmayı iyi yönetmek için, pek zekîce ve rasyonel olarak sonuca kadar ilerlemeye yardım eden düzenleyici fikrin ardından koşmak gerekir. Bu düşünce, bir bakıma bütünlüğün felsefî çatısını besler.
6-Bizzat kavramlarda iç dinamiği düzenlemek. Çok anlamlı ve hareketli olan bu kelimeler nadiren değişmez ve kesin bazı tanımlar gerektirir.
Zikredilen metodun bu ilkeleri, sınırlama, analiz, sentez, düzen, yönetici fikir araştırma, bir iç dinamiğin düzenlenmesi, zihnî çalışmaların bir çoğunda geçerli, zorunlu kılıcı formüller oluştururlar.39
Metodun esas ilkelerini özetleyen tablo ise şöyle gösterilebilir:
Paul Foulquié’nin “metot” kelimesine verdiği anlamlar:
A-Soyut anlamda: Önceden belirlenmiş bir plana göre sergilenen bir hareketin özelliği.
B- Somut anlamda: Belirlenmiş sonucu, ekonomik olarak temin etmeye ayrılmış yöntemlerin bütünü.
C- Bilimsel metot: Bir hakikatin ispatını ve tesisini amaç edinen aklî yöntemlerin bütünü.
D- Tecrûbî metot: Kendileriyle genel yasaların elde edildiği rasyonel yöntemlerin bütünü.1
André Lalande (1867-1963)’ın metot kelimesine verdiği anlamlar:
A- Bir amaca ulaşmak için yapılan çaba, araştırma, etüt.
1- Önceden istenilmiş ve düşünülmüş şekilde tesbit edilmiş bile olsa, kendisiyle belli bir sonuca ulaşılmış olan yol.
2- Gerçekleştirilecek fiillerin seyrini önceden düzenleyen ve belirlenmiş bir sonuca ulaşmak için sakınılacak bazı hatalara işaret eden program.
B- Hesabın veya denemenin teknik yöntemi.
C- (Özellikle botanikte) sınıflama sistemi.2
Metot: Ya bilmediğimiz bir hakikati keşfetmek için veya bilgisine önceden sahip olduğumuz bir hakikati başkalarına ispat etmek için birçok düşüncenin seyrini iyidüzenlemek sanatı.3
- Bir hakikatin araştırılması ve ispatı için kullanılan aklî yöntemlerin bütünü.4
- Bir bilgiye veya hakikate ulaşmak için ortaya konulan aklî davranışların tümü.5
- :“Ferdi belli bir vazifeyi görebilecek, belli bir maksadı elde edebilecek hale getirmek için kullanılacak vasıtaların bütünü”.6
- :“İncelenen konunun zihinde yeniden yaratılmasını sağlamak için izlenen yol. Bilginin sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağlamanın öngereği, bilimsel bir metot uygulamaktır. Doğru ve objektif metot, incelenen konuya uygun düşen metot”.7
Başka bir ifadeyle metot, eski Türkçe’si ile usul: “Bir ereğe erişmek için izlenen, tutulan yol. Bilimlerde belli bir sonuca erişmek üzere bir plana göre gidilen yol”.8
- : Herhangi bir ilmin, uğraştığı konulardan çıkartılması, istenilen neticeleri elde etmenin vasıtaları ve yollarıdır.9
Metot kelimesine verilen belli başlı anlamların belirtilmesi metodoloji kelimesine verilen tanımı daha açık ve anlaşılır hale getirmiştir. Bu cümleden hareketle metodoloji kelimesinin anlamlarını da şöyle belirtebiliriz:
Metodoloji: “Özellikle felsefe ve bilim alanında yöntem araştırmak ve yeni yöntemler yaratmak üzere ilkeler geliştiren bilim. Bilim olarak ancak Yeni Çağda ortaya çıkmıştır”10 Metotların bilimi11 olarak da tanımlanan metodoloji için, “farklı bilimlerdeki özel metotların incelenmesi”12 tanımı da yapılmaktadır.
Lalande’a göre metodoloji: Metotların aposteriori etüdünü ve daha özel olarak bilimsel metodların etüdünü konu edinen mantığın bir bölümü. Başka bir tanımla metodoloji, mantığın, farklı bilimlerin metodunu a pasteriori olarak etüt eden kısmı. Bir bilimin veya tekniğin, kullanabildiği farklı metodların rasyonel etüdü.13 Metodoloji, “belirli bir bilimde başvurulan araştırma metodlarının ve yollarının tümü, bilimsel bilgi ve dünyayı dönüşüme uğratma metodlarına ait doktrin. (...) Metodoloji problemine duyulan ilgi, somut bilimler ile metodoloji problemleri arasında sıkı bir bağ kuran teori-ötesi araştırmalardan doğmuştur.”14
Metod ve metodoloji kelimelerinin tanımlarından sonra, İslâm Felsefesinde metodoloji probleminin daha iyi ele alınabileceği düşüncesindeyim. İlk müslüman filozoflara veya İslâm felsefesinin ilk filozoflarına baktığımız zaman, onların önce felsefeyi tam olarak öğrenmeye çalıştıklarını görürüz. Kindî (796-866), Farâbî (872-950), İbn Sina (980-1037), İbn Rüşd (1126-1198), Aristoteles (384-322)’in eserlerini Arapça çevirilerinden, tekrar tekrar okuyarak felsefeyi öğrenmişler, sonra da felsefe yaparak üretime geçmişlerdir. Rivayete göre “Aristoteles’in Kitâb el-Nefs (De Anima) ini elde edenler, üzerinde Farâbî’nin hattı ile ‘ben bu kitabı 200 kere okudum’ ifadesinin yazılı olduğunu görmüşlerdir. (...) Farâbî’nin ‘Aristoteles’in el-Sema’ el-Tabiî (Physica)sini 40 kere okuyup yine tekrara muhtacım’ dediği”15 bilinmektedir.
İlk Müslüman filozoflarının uyguladığı, bu tekrar tekrar okuyup hazmetme metodunun yanında, bir de azimle araştırmaktan yılmamaları ve başarıya ulaştığı zaman da çok önemli bir savaş kazanmış gibi şükretmeleri söz konusudur. Bu durumu İbn Sina’da da görmekteyiz. Filozofumuzun şu ifadeleri kullandığı naklediliyor: “Daha sonra İlm-i Kelâm ve Hikmet-i Nazariye (metafizik) tetkikine giriştim. Ne çare ki bu fende bâhis olan kitabı, hemen 40 defa tekrar ettiğim ve lafızlarını kâmilen ezberlediğim halde, bir türlü mana çıkaramıyor ve bir şey anlayamıyordum. Bu hâl beni pek me’yus ediyordu. Bir gün bir kitapçı dükkanına uğramıştım. Bir kitap müzayede olunuyordu. Baktım, kitap o zamana kadar anlayamamış olduğum bir fenne, Hikmet-i Nazariye’ye (Metafizik) ait idi. Bu fen anlaşılmaz ve hiçbir şeye yaramaz diye kitabı iade ettim. Kitapçı ısrarla, sahibinin paraya ihtiyacı olduğu cihetle pek ucuz, hatta üç dirheme kadar verebileceğini beyan etti. Kitapçının ısrarı üzerine nihayet almaya mecbur oldum. Bu kitap Hikmet-i Nazariyeye (Metafizike) ait Farâbî’nin bir eseri idi. Eve döner dönmez hırz-ı cân ile kitabı okumaya başladım. Kitabı ikmal ettiğim zaman evvelce ezberleyip de anlayamamış olduğum bahisleri kâmilen öğrenmiştim. Artık sevincime payan yoktu. Sevincimden secde-i şükrana kapandım ve birçok sadaka verdim.”16
İbn Rüşd, Aristoteles’in eserlerine büyük, orta, küçük şerhler yazarak felsefe bilgisini geliştirmiştir. Kur’an tefsiri model alınarak büyük şerhlere tefsir ismi verilmiştir. Küçük şerhler ise telhis olarak anlamlandırılmıştır. Bu şerhlerden mütevellit Aristoteles’e hayranlığı son derece artan İbn Rüşd, Fizik (Tabiiyyat) kitabına yazdığı önsözde Aristoteles’in, mantık, fizik ve metafiziğin hem kurucusu hem de tamamlayıcısı olduğunu belirterek şöyle diyor: “... Kurucusu dedim; çünkü ondan evvel, bu ilimlere dair ortaya konulan kitapların hepsi onun eserlerinin yanında anmaya bile değmez. Tamamlayıcısı, dedim; çünkü ondan sonra yaşayan feylesofların cümlesi ozamandan bugüne kadar, yâni 1500 yıldan beri onun meydana koyduklarına bir şey ekleyemedikleri gibi onda yanlışlık da bulamamışlardır. Bir insanda bu kadar ilmin toplanması şüphesiz hayret verecek bir hâldir. Ona beşer değil, ilâhî bir melek denilse yeridir. İşte bunun için, eskiler onu, ilâhî Aristo diye anarlardı.”17
Felsefeyle uğraşmanın İslâm Dinine muhalif olmadığını Kur’andan kanıtlar getirerek savunan İbn Rüşd; “Ey basiret sahipleri iyice düşünüp değerlendirin (Haşr 3). Göklerin ve yerin melekutuna ve Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı? (A’raf 184). Bakmazlar mı deveye nasıl yaratılmıştır? Gök nasıl yükseltilmiştir? (Gâşiye 17) Onlar göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (Âli İmran 191)”, ayetlerini esas alıyor. “Tafakkuh” kelimesinden fıkhî kıyaslar yapıldığı gibi, zikredilen ve benzeri ayetlerden de aklî kıyaslar yapmanın vacib olduğunu kabul ediyor. Uğraştığı alanı tutarlı olarak kabul etmek için mantıkî çıkarımlar yapıyor. Ona göre Allah, yukarıda geçen ayetler gibi birçok ayetlerde var olanları akıl ile değerlendirmeyi, onlara akıl vasıtası ile bakmayı zorunlu kılmaktadır. Bu iş ise düşünmekle gerçekleşir. O zaman düşüncenin âletlerini bilmek zorunludur.18 Dolayısıyla felsefe öğreniminin zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar. Yapacağı işleri felsefî bir metodla temellendirdikten sonra filozofun, o sahada ilerlemesi daha kuvvetli olmuştur.
Gazâlî (1058-1111) felsefeyi, Arapça’ya çevrilen felsefî neşriyattan, özellikle Farabi ve İbn Sina’nın eserlerinden öğrenmiştir. Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceğini söyleyen düşünüre göre “mantık ilmi diğer bütün ilimlerin ölçüsü ve terazisi konumundadır. Terazide tartılmayan bir şeyin ağır olanı hafif olanından, kârı zararından ayırt edilemez.19 (...) Mantık olmadan bilgi elde etmenin de başka bir yolu yoktur. Öyleyse mantığın faydası bilgiden yararlanmaktır. Bilginin faydası da ebedî mutluluğun elde edilmesidir”20 Böylece görüldüğü gibi Gazâlî’ye göre ilme giriş, metot olarak mantıkla başlar.
Gazâlî, ilmî olgunluğuna ulaştıktan sonra, yaklaşık 50 yaşlarında, ortaya koyduğu günümüzde de önemini devam ettiren şu ilke gereğince felsefe çalışmaya başladı: “Yakinen anladım ki bir bilimde, o sahadaki en âlim kimsenin seviyesine gelip de onu aşacak derecede, o ilme vakıf olmayan kimse, herhangi bir bozukluğa muttalî olamaz. İnsan ancak bu şartlar altında iddia ettiği eksikliklerde haklı olabilir. Ben İslâm âlimleri içinde inayet ve himmetini buna teksif etmiş olan birini görmedim. (...) Nihayet anladım ki, mezhebi anlamadan ve kûnhüne varmadan reddetmek, karanlığa taş atmaktır.”21
Böylece Gazâlî, felsefeyi yasaklamak değil, onunla tam olarak uğraşmak gerektiğini seçkin zekalara zorunlu kılıyor.
Gazâlî’nin kullandığı metodun diğer önemli ilkelerini ise şöyle sıralayabiliriz:
1- Bir kavramın hangi anlamda kullanıldığını açık olarak belirtmek.
2- Önce hakkı tanımak, sonra ortaya atılan söz, hakka uygunsa, sahibi en kötü insan da olsa o sözü kabul etmek. Gazâlî’ye göre doğru olan, iyi olan bir şey, inkarcı bir filozofun ürünü de olsa alınır. “İyi para ile kötü paranın aynı kese içinde oluşu dolayısıyla yakınlık, kalp parayı iyi para yapmadığı gibi, iyi parayı da kötü para yapmaz. (...) Hak ve batıl arasındaki yakınlık da, hakkı batıl yapmayacağı gibi bâtılı da hak yapmaz.”22 Burada ölçü, Kur’an ve sünnete uygunluk, aklî delillerle teyit edilmektir.
3-Terkip ve tahlil yapan nazarî akıl, beş duyu verileri ile çalıştığı için sınırlıdır. Her şeyin çözümü, her şeyin bilgisi bu akıldan beklenemez.23 (...) “Aklın idrak edebildiklerinin dışında kalan bu gibi şeylerin idraki, nübüvvetin hassalarından biridir. 24 (...) Aklın faydası ve işi, bize bu hususu bildirmek, nübüvveti tasdike delâlette bulunmak, kendisinin nübüvvet gözüyle idrâk edemediğini kabul etmektir. O bizim elimizden tutar ve bizi (...) nübüvvete teslim eder. Aklın hududu ve sınırı buraya kadardır.”25
Gazâlî’ye göre Nübüvvet “aklın ötesinde, içinde aklın anlamaktan aciz kaldığı şeyleri idrak eden gözün açıldığı bir haldir. Nasıl işitme duygusu renkleri, görme duyusu sesleri anlamaktan âcizse, aklın ötesinde kalan haller de akılla idrâk edilemez.”26
Gazâlî’nin kullandığı metot, Modern Çağ batılı filozoflardan bazılarınca da benimsendi. Gazâlî’nin etkisi görülen bu filozofları şöyle sıralayabiliriz: René Descartes (1596-1650), Blaise Pascal (1623-1662), Wilhelm Gottfried Leibniz (1646-1716), Emmanuel Kant (1724-1804).
Bu filozoflardan Yeni Çağın babası sayılan Descartes’in metot anlayışına kısaca dokunmakta yarar olacağına inanıyorum. Filozofa göre metot “bir hakikat bulmak için zihin kuvvetlerini kendilerine doğru çevirmek gereken şeylerin sıra ve düzeninden ibarettir.”27 Bütün zihin kuvvetlerinin kullandığı metot, analiz ve sentez metodudur. Bu metot için Descartes şu dört kuralı esas alıyor ve şöyle diyor:
“Birincisi, doğruluğunu apaçık bilmediğim hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek. Yani acele hüküm vermekten ve peşin hükümlere saplanmaktan dikkatle çekinerek, verdiğim hükümlerde ancak kendilerinden şüphe edilmeyecek derecede açık ve seçik olarak kavradığım şeyleri bulundurmak.
İkincisi, inceleyeceğim güçlüklerden her birini, mümkün olduğu ve daha iyi çözümlemek için gerektiği kadar, bölümlere ayırmak.
Üçüncüsü, en yalınç (basit) ve bilinmesi en kolay şeylerden başlayarak, tıpkı basamak basamak bir merdivenden çıkar gibi azar azar en bileşiklerinin bilgisine kadar yükselmek için, hattâ tabiatları gereğince birbiri ardınca sıralanmayan şeyler arasında bile bir sıra bulunduğunu farzederek, düşüncelerimi bir sıraya göre yürütmek.
Sonuncusu da, hiçbir şeyi unutup ihmal etmediğimden emin olmak için, her tarafta birçok sayışlar ve tekrarlar yapmak.”28
Metodun bir ahlâk gerektirdiğini savunan29 Descartes ortaya koyduğu yukarıdaki metodu uygularken birtakım ahlâkî ilkeler kabul etmiştir. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1-Çocukluktan beri içinde yetişilen dine sağlamca bağlı kalarak, ülkesinin kanun ve âdetlerine itaat etmek.30
2-İşlerde elden geldiği kadar karar ve sebat sahibi olmak. En şüpheli kanaatleri bile, bir defa kabule karar verdikten sonra, pek sağlam ve şaşmaz kanaatlermiş gibi, daima sebatla takip etmek.
3-Daima talihten ziyade kendini yenmeğe ve dünyanın düzeninden çok kendi arzularını değiştirmeye, genellikle düşüncelerimizden başka hiçbir şeyin tamamıyla elimizde olmadığına inanmaya çalışmak.31
Descartes, zikredilen ilkeleri esas edindikten sonra nelerden şüphe edip etmemesi gerektiğini ise şöyle dile getiriyor: “Onları daima ilk hakikatler olarak inandığım iman hakikatleriyle bir yana koyduktan sonra, geri kalan bütün kanaatlerimden serbestçe kurtulmaya çalışabileceğime hükmettim. (...) Daha önce haberim olmadan zihnime girebilmiş olan bütün yanlışları zihnimden söküp atıyordum. Bu işte, ancak şüphe etmek için şüphe eden ve her zaman kararsız görünen şüphecileri taklit ettiğim sanılmasın: Zira tersine, benim bütün maksadım kendimi şüpheden kurtarmak, yani hakikati elde etmek ve kaya ile kili bulmak için oynak toprakla kumu atmaktı.”32
Hakikati bulmak için, doğru bir eser yazmak için giriştiği işin önemini ve ciddiyetini vurgulamak hususunda filozof şu ifadeleri kullanıyor: “Hakikatin bilgisine ulaşmamıza engel olan bütün güçlüklerle yanlışları yenmeye uğraşmak, gerçekten savaşlara tutuşmak olduğu gibi, biraz genel ve önemli bir konu üzerine yanlış bir kanaat edinmek de bir savaş kaybetmektir. (...) Bana gelince, eğer bundan önce bilimlerde bazı hakikatler buldumsa, bunların, yendiğim başlıca beş veya altı güçlükten çıkan sonuçlar olduğunu, onlara da kazandığım mutlu savaşlar gözüyle baktığımı söyleyebilirim. Hatta tasavvurlarımı tamamıyla gerçekleştirebilmek için, buna benzer iki veya üç savaş daha kazanmak ihtiyacında olduğumu söylemekten çekinmeyeceğim.”33
Görüldüğü gibi bir hakikati araştırmaya başlarken, metot olarak bir savaşa başlamak kadar ciddî davranmayı kabul eden Descartes, bir ilmi inceleme metodunu da şöyle ifade ediyor. “Bir ilmi incelemeye daima en kolay meselelerden başlamak, ve ilkin rasgele en apaçık olanları toplamak; bu ilk apaçıklıklardan çıkan neticeleri çıkarmaya çalışmak, bazılarını niçin başkalarından daha kolayca ve daha önce çıkardığımızı görmek için bu neticeler üzerine dikkatle düşünmek; bu da bizi, başka meseleleri ele aldığımız zaman, onların daha kolay meselelere bağlı olup olmadığını, ve onların neler olduğunu anlamaya muktedir kılar.”34
Buraya kadar verilen bilgilerden hareketle, İslâm Felsefesinde metodoloji nasıl olmalıdır? sorusuna cevap vermemiz biraz daha kolaylaşacaktır. Başta vermeye çalıştığımız metot tanımlarında bir amaç söz konusu idi. İslâm felsefesi için bu amaç hakikati, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde ortaya koymak olmalıdır. Varlık, bilgi ve değer üzerinde düşünürken Kur’an ve sünnet ölçüsü gözardı edilmemelidir.
İslâm filozoflarının yaptıkları gibi, önce bir felsefe eğitimi ve bilgisine sahip olmak gerekir. Bunun için de İlâhiyat Fakültelerinde şöyle bir Felsefe Tedrisatının uygulanmasının verimli olacağını düşünüyorum:
Gerek İslâm Felsefesinin Antik Felsefe dayanması, gerekse İslâm ve batı felsefeleriyle uğraşanların, aynı zamanda her ilâhiyat mezununun, gereken felsefî kültüre sahip olabilmesi için yukarıda belirtilen felsefe derslerini alması bir bakıma zorunluluk arz etmektedir. Çünkü İslâm Felsefesi ve yaşayan aydınlar, her çağın felsefesiyle iç içedir.
İslâm Felsefesiyle uğraşacak her elemanın Arapça ve bir batı dilini öğrenmek mecburiyeti vardır. Bu dilleri geliştiremeyen elemanın İslâm Felsefesi sahasında uğraşması uygun değildir.
Yüksek Lisans düzeyinde dört kredi saatlik bir dönem zorunlu bir “Felsefî Dissertasyon” dersi konulmalıdır. Çünkü felsefî düşünceyi elde etmek ve tüm kesinliği ile onu yönetmek için zorunlu iki çalışma vardır: 1- Dissertasyon, 2- Metin yorumlama. Felsefî çalışma, disiplinli, karmaşık ve düzenli, gelişmeyi ve formasyonu amaç edinen, bazı ilke ve anlaşmalara dayanan bir faaliyettir. Dolayısıyla bu çalışmalara uyarlı bir metod kesin olarak zorunludur.35
“Felsefî metod “iradeci” bir postulaya dayanır. Bu metod hazırlıksız konuşmak, doğuştan nitelikleri ve yetenekleri gün ışığına çıkarmak değil, dereceli davranarak ve iradeye dayanarak güçlüklere birer birer hakim olmaktır.”36
Jacquelin Russ felsefî dissertasyona uygulanacak metodun temel ilkeleri olarak şunları sıralıyor:
1-Her kavrama kesin olarak sınır koyma. Her düşüncenin objesinin ve her esas kavramın sınırlarını belirleyerek hareket etmek gerekir. Bu sınırlama ve tanımlama ilkesi metodun emredicisi ve oluşturucusudur.37
2-Analitik seyir: İlk önce ifadeyi veya eserin fragmentini, kurucu ögelerine ayırarak hareket etmek gerekir. Bu ögeler arasındaki ilişkileri yakalamak ve sonraki devreler için materyalleri hazırlamak. Kurucu ögelere ayrıştırma her araştırmanın, özellikle felsefî çalışma egzersizlerinin canlılığını temsil eder.
3-Sentetik seyir: Basit ögelerinden itibaren bir bütünü yeniden kurmayı amaçlayan sentetik seyir olmaksızın analiz hiçbir anlam taşımaz. Metodun önemli ilkelerinden biri, analizin çeşitli ögeleri arasındaki vasıtaları, köprüleri ve ilişkileri mükemmel bir şekilde yerleştirerek hareket etmektir. Bir dissertasyonda önemli olan şey, bölümler, cümleler, başlıklar v.s. arasındaki ilişkidir.
4-Düzenlenmiş seyir: Sentez ilkesi düzenin ilkesinden ayrılmaz. Bir felsefî çalışmayı gerçekleştirmek, en basitten en karmaşığa doğru giderek düzene göre hareketetmektir. Kavramların ve çeşitli ögelerin düzenli bir bağla irtibatlandırılması gerekmektedir. Her felsefî çalışmanın ve daha özel olarak, dissertasyonun kalitesi fikirler arasında kurulmuş düzene ve bu fikirlerin organizasyon biçimine bağldır.38
5-Birliği sağlayan yönetici bir fikre başvurmak: Metodlu olarak davranmak, öz birliğine başvurmaktır. Bir dissertasyon veya bir yorum, bu ana fikir etrafında birleştirilirse ancak bir değere sahip olur. Felsefî bir çalışmayı iyi yönetmek için, pek zekîce ve rasyonel olarak sonuca kadar ilerlemeye yardım eden düzenleyici fikrin ardından koşmak gerekir. Bu düşünce, bir bakıma bütünlüğün felsefî çatısını besler.
6-Bizzat kavramlarda iç dinamiği düzenlemek. Çok anlamlı ve hareketli olan bu kelimeler nadiren değişmez ve kesin bazı tanımlar gerektirir.
Zikredilen metodun bu ilkeleri, sınırlama, analiz, sentez, düzen, yönetici fikir araştırma, bir iç dinamiğin düzenlenmesi, zihnî çalışmaların bir çoğunda geçerli, zorunlu kılıcı formüller oluştururlar.39
Metodun esas ilkelerini özetleyen tablo ise şöyle gösterilebilir:
Yorum