Beyin Tüm Zihni Faaliyetlerin Kaynağı mıdır?

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • Sniper®
    Senior Member
    • 22-06-2005
    • 12987

    Beyin Tüm Zihni Faaliyetlerin Kaynağı mıdır?

    Sun'î zekâ, en son ortaya atılan bilimsel kavramlardan biridir. Bu kavramın inceleme sahasına, 'insanlar tarafından yapıldığında zekâ gerektiren görevleri yerine getirmede kullanılabilecek kompütür tekniklerini kapsayan zihnî melekeler üzerinde yapılan çalışmalar' girmektedir. Modern bilimsel çalışmalar, yalnızca değişik iş sahalarında insan gücünün yerine konabilecek değil, aynı zamanda, insanın zihnî faaliyetlerinin de yerini tutabilecek yeni teknikler geliştirmeyi hedeflemektedir. İnsan sadece fizîkî-maddî bir varlık; fizikî, biyolojik ve kimyevî işlemler ve unsurlar bütünü olarak görüldüğü için, bugün pek çok bilim adamı, insanın fonksiyonlarının tamamının yerini tutabilecek teknoloji üretme peşindedir. Bu bilim adamları, en azından mevcut fizik çerçevesinde, beyinde kompütürize edilemeyecek, yani kompütürlerce modellendirilemeyecek, matematikî veya fizikî formüllerle izah edilemeyecek, dolayısıyla da taklit edilemeyecek herhangi bir fonksiyon bulunmadığı varsayımından hareketle, insanın bütün zihnî faaliyetlerinin formüle ve makinalar tarafından taklit edilebileceği görüşündedirler.

    Çoğu bilim adamının paylaştığı bu görüşe karşı çıkanlar da yok değildir. Meselâ, meşhur İngiliz matematikçi Roger Penrose bu teoriye karşı çıkmakta ve karşı çıkarken, Gödel teoreminden hareket etmektedir. Bu teoreme göre, aritmetik yapma gücündeki her tutarlı formal sistem için daima doğru bir ifade olacaktır. Yani, formal bir sistem, mantıkî ve hesaplanabilir (matematikî) kurallar bütünüdür; eğer antitezi veya çelişiği bir ifade üretmezse, 'tutarlı' tabir edilir. İnsan, bir sistem veya ifadenin doğruluğunu görebildiği ve onu değerlendirebildiğine göre, zihnimiz formal sistemlerin ötesine de gidebilmektedir.

    Penrose, sözünü ettiğimiz teoremden hareketle, insanın her türlü zihnî faaliyetlerinin matematik ve fizik kaideleri içine alınabilir ve kompütürlerce taklit edilebilir olduğu görüşüne karşı çıksa da, görüşlerini paylaşan daha pek çok bilim adamı gibi (materyalist) fiziğin kalıplarından kurtulamadığı ve mevcud fizikî teorilerden hiç biri insanın zihnî faaliyetlerinin kompütürize edilemeyeceğini ispatlamadığı için, görüşüne fizikî bir teme! bulma gayesiyle quantum mekaniği teorisinin geleceğine bel bağlamakta ve bu teorinin bir gün kendi görüşünü doğrulayacağını ümit etmektedir. Penrose, bugün, hayat ve irade gibi, bilimin on bilinmeyeninden biri kabul edilen şuuru açıklama sadedinde, bu konuda çözülemez en büyük, en girift esrarın, beyindeki elektrikî faaliyetlerin nasıl şuura yol açtığı probleminde yattığına dikkat çekmektedir. Ona göre, ne kadar kompleks olursa olsun, belli hesaplar çerçevesinde yürüyen mekanikî bir faaliyetin zihnî hayata nasıl geçit verdiğini anlamak gerçekten zordur. Fakat bu konuda kendisinin yaptığı alternatif açıklama, reddettiğinden daha inandırıcı değildir. O, şuuru, mikrotübül denilen, beyin stoplazmasındaki en hassas mikroskoplarla bile zor görülebilen silindirik yapılardaki quantum işlemleriyle, yani, sinir hücrelerinin iskeletlerinde bulunan protein yapılarda yıkılan quantum dalga fonksiyonları, bir diğer ifadesiyle, bir zerreciğin (partikül) ivmesini ve pozisyonunu tanımlayan matematikî fonksiyonlarla açıklamaya çalışmaktadır.


    SUNÎ ZEKÂ VE BİLGİSAYAR NE KADAR ZEKÎ?

    Penrose'da olsun, şuurun mahiyetini anlamaya ve açıklamaya çalışan başkalarında olsun, ana mesele, insanın zihninin tüm faaliyetlerinin kaynağı olarak maddî-fizikî yapıyı kabul etmeden kaynaklanmaktadır. Aynı mesele, bilimin sunî zekâdan beklentileri için de söz konusudur. Bu beklentilerle ilgili olarak, yukarda sunî zekânın tarifini iktibas ettiğimiz Dr. Ş. Aksoy, şu basit itirazı yapmaktadır: "İnsan yapısı bir sistem, çok iyi ve sunî olarak çok zeki olabilir. Fakat şimdiye kadar böyle bir sisteme 'yaratıcı' kabiliyetlerinden dolayı başarı ödülü verildiği görülmemiştir. Ödülü alan, daima o sistemi yapan insandır. Ödüllendirilen, her zaman daha değerli bulunan, sistem değil, onu yapandır." Kasparovla satranç oynayan bilgisayar da, herhalde kendine yüklenen programı uygulamaktan başka bir şey yapmamaktadır.

    Bu noktada daha basit ve belki daha açık bir itiraz da şu olabilir: Meselâ, bilgisayarda herhangi bir yazı için yazım kontrolü yaparken, programın tanımadığı, yanlış olduğu halde doğru gördüğü pek çok hata ile karşılaşabiliriz. Meselâ, çok basit bir "Ali okula gitti." cümlesinde gayemiz, Ali'nin o-kula gittiğini söylemektir. Bu cümleyi, "Alim okula gitti; Asi okula gitti; Ani okula gitti; Ati okula gitti; Ali okulla gitti; Ali okulu gitti; Ali okullu gitti; Ali okulda gitti; Ali okula git; Ali okula gitmedi..." gibi, çok çeşit yanlış şekillerde yazdığımızda, bilgisayar hepsini 'doğru' tanıyacak ve 'doğru' raporu verecektir. Çünkü ona göre doğru, programına 'doğru' olarak yüklenmiş kelime ve kelime gruplarından ibarettir. O, şuur sahibi olmadığı için, hiçbir zaman lâfızlarıyla doğru görünen kelimelerle yanlış manâların kastedildiğini bilemeyecektir.

    ÖÐRENME KONUSUNDA EVRİMCİLİK

    İnsanın zihnî faaliyetleriyle ilgili bir diğer husus da öğrenme ve eğitim meselesidir. Materyalist yaklaşım, bütün zihnî faaliyetlerin menşei olarak beyni kabul eder. Bu durumda, evrim teorisine göre. daha çok gelişmiş kabul edilen hayvanlar, duyularını ve dolayısıyla beyinlerini kullanmada da daha çok gelişmiş olmalı, bir başka deyişle, duyuların ve dolayısıyla diğer beyin fakültelerinin kullanımındaki gelişmişlik, evrimin çizgisine paralel yürümelidir. Halbuki, bu konuda çeşitli du-yulardaki gelişmişlik, evrim teorisinin iddia ettiği çizgiyi takip etmemektedir. Meselâ köpek balıkları, en gelişmiş hayvan grubuna dahil olmadığı halde, hayvanlar arasında koku alma duyusu en çok gelişmiş olanlarıdır. Pek çok hayvan, arılar ve sinekler, bazı duyularını kullanma konusunda insandan da çok ileridir. Ayrıca, bazı hayvanların diğerlerine nispetle daha çok gelişmiş duyularında veya fakültelerinde milyonlarca yıl öncesine göre daha öte bir gelişme olup olmadığı ve hayvanların hayat şartları veya yaşama ortamları değiştirildiğinde, yeni ortamlarına veya şartlara adapte olabilmek için daha başka duyularını geliştirip geliştiremeyecekleri de, yine cevap isteyen meselelerdir. Meselâ, balıklar karada yaşayabilecek bir özellik kazanabilirler mi? Halbuki insan, hangi şartta ve ortamda olursa olsun, o şart ve ortama uygun olarak adaptasyon için fizikî bir değişim ve gelişme beklemeden, farklı aletler yapmaya girişmekte ve çevresini kendisine uygun hale getirmenin yollarını aramaktadır. Bütün bunlar gösteriyor ki, beynin gelişmesi fizikî gelişmeye paralel değildir ve evrim çizgisini takip etmemektedir veya zihnî faaliyetlerin kaynağı bizatihî beynin kendisi değildir.

    Bu konuda ileri sürülen cevabî bir iddia, hayvan türlerinin kendi hayat şartlarına göre adaptasyon kabiliyetlerini geliştirdiği, bazı hayvanlarda bazı duyuların gelişmesinin de buna bağlı olduğu faraziyesidir. Bu iddia da doğru olmaktan uzaktır. Çünkü, aynı ortamda ve şartlarda yaşayan pek çok hayvan türü vardır. Bu durumda, her şeyden önce bu türler arasındaki ve beslenme şekillerin-deki çeşitlenme izah gerektirdiği gibi, insanın da neden bazı hayvanlar gibi, adaptasyon açısından duyularını geliştirmeyip, aletler yapmaya ve teknoloji üretmeğe yöneldiği de cevap isteyen bir diğer sorudur. Şuuru ve iradeyi, hattâ hayatı kendi kabulleri çerçevesinde izah edemeyen materyalist biyolojik ve fizikî teoriler, bu sorulara da ikna edici cevaplar veremeyecektir.

    DAVRANIŞÇILIK VE BİLİŞİMCİLİK

    Materyalist ve evrimci psikoloji, öğrenmeyi, ya sürekli takviye ile oluşan davranış modelleri veya davranışları modellendirme konusu olarak ele alır, ya da bilginin depo edilip, kullanılması süreci olarak görür. Birinci görüşe 'davranışçılık (bihevyorizm)', ikinci görüşe ise 'bilişimcilik (kognitivizim)' denmektedir. Adları ve özellikleri ne olursa olsun, iki görüş de, öğrenenin 'şuurlu' insan değil, beyin ve sinir sistemi olduğu konusunda ittifak halindedir. Yani öğrenme, âdeta insan irade ve şuurundan bağımsız cereyan etmekte ve insan varlığının zihnî boyutunu tamamen beyin teşkil etmektedir. Aynen yukarda kısaca temas edildiği şekliyle, hayvanlardaki belli duyuların ve fakültelerin diğerlerine nispetle daha çok gelişmesini, o hayvana baştan biçilen hayat görev ve fonksiyonlarıyla, yani yapıyı maksada ve fonksiyona göre izah etmek yerine, yapıya göre görev ve fonksiyon aramakla düşülen hataya, burada da, insanın nasıl öğrendiği ile, öğrenenin ne olduğu karıştırılarak, bir başka deyişle, özne veya suje, âdeta hareket ile özdeşleştirilerek düşülmektedir.

    İnsanın zihnî fakülteleri konusunda materyalist ve evrimci psikologların bizden inanmamızı istedikleri ile, bir fabrikanın nasıl çalıştığını tarif etmek arasında fark yoktur. Onların mantığınca, kendisini inşâ eden bizzat fabrikanın kendisidir ve fabrika, ya yine bizzat kendisi veya fabrikaların şahsı manevîsi, yani kolektif şahsiyeti tarafından tespit edilmiş kanunlara göre çalışmaktadır. Onlar da, öğrenen, düşünen, konuşan, karar veren özneden bahsederken 'ben, sen, o, biz' gibi şahıs zamirleri kullanmalarına rağmen, beynin kendisini tanımadığını, varlığından, çalışmasından ve neyi niçin yaptığından habersiz olduğunu, ayrıca, çalışan, konuşan, yorumlayan, hattâ beyin üzerinde her türlü operasyon yapabilenin 'biz', yani insanlar olduğunu da unutarak, insanın tüm zihnî faaliyetlerini ve melekelerini, dolayısıyla onun varlığının şuur boyutunu beyne vermeyi bilimsellik sayabilmektedirler. Eğer gerçek bu ise, neden eğitim ve öğretim çalışmalarımızı sadece beyin üzerinde yoğunlaştırmıyor ve çok masraflı, çok zaman alan eğitim-öğretim usûlleri ve programlarıyla uğraşıyoruz. Yine, insanın zihnî faaliyetlerini beyne atfetmek, insanın hayatta hissettiği bütün ihtiyaçlarının ve arzularının, ayrıca, beklentilerinin, duygularının, geçmişin elemleriyle, gelecek için duyduğu endişelerin önceden beyne kodlanmış olduğu ve duruma fsitüasyon) veya dışardan gelen uyarıcılara göre beynin bunları cevaplar halinde ortaya koyduğu mânâsına gelmeyecek midir? Bizden inanmamız beklenen varsayıma göre, beyin kendisini sürekli olarak organize etmekte, öğrenmekte ve hayat boyu yeni yeni adaptasyonlar yaşamaktadır.

    Milyonlarca sinir hücresinin karmaşık geri beslemeli etkileşimlerle kendi kendilerine tekrar ber-tekrar nasıl organize olduklarını anlamak, sinir ağları matematiğini ve bu matematiğin beyinle davranış arasındaki bağı anlamamıza nasıl yardım ettiğini tam olarak bilmemizi gerektirmektedir. Olanca karmaşıklığı içinde insanın bütün zihnî fakültelerini ve faaliyetlerini, şuurumuzu, kültürümüzü ve dînî hayatımızı, kendilerinden, varlıklarından ve neyi niçin yaptıklarından habersiz kör, sağır, bilgisiz bir et, kan ve sinir hücreleri yığınına vermek, bu konudaki cehaletimizi daha da artırmak ve içinden çıkılmaz hâle getirmek demek olmayacak mıdır? Sonra, böyle bir kabûl, insan iradesini bütün bütün inkârdan başka bir mânâ ifade eder mi? Köhler ve Tolman gibi bazı psikologlar her ne kadar en azından bazı durumlarda öğrenmenin bir maksada yönelik olduğunu, hayvanların ve insanların neyi öğrendiklerinin farkında bulunduklarını ve çevreden aldıkları uyarıcıları bir dereceye kadar yorumlayabildiklerini kabul etseler de, onlar da bunu yine bağımsız olarak beyne vermektedirler. Bu psikologlar, beyinde öğrenme ile ilgili birden fazla sistemin var olabileceği düşüncesindedirler. Kısaca, insanı ve onun zihnî faaliyetlerini açıklama gayesiyle geliştirilen bütün materyalist yaklaşımlar, insanın, bütün davranışları beyninin otomatik reaksiyonlarına bağlı bir hayvan, evet, hayatını yönlendirme ve kontrol etme adına özgür iradeden yoksun bir hayvan olduğu noktasında birleşmektedir.

    Davranışçılara göre olsun, bilişimcilere göre olsun, öğrenme faaliyeti son derece basit ise de, aslında o. yeterince karmaşık bir hâdisedir. Öğrenmede duyuların yanı sıra, hayal etme, tasavvur, kavramlaştırma, muhakeme, karşılaştırma, kavrama, hafızaya alma. hatırlama, tasdik etme ve itikad gibi, pek çok başka faaliyetlerin ve bu faaliyetler için de pek çok fakültenin rolü ve payı vardır. Bu fakültelerden her birinin fonksiyonu diğerini takip eder ve her biri, öğrenilen şeye kendi rengini verir. Önce hayal etme, sonra tasavvur, sonra akıl yürütme ve muhakeme, sonra tasdik, sonra iz'an ve sonra da itikad gelir. Sadece hayal, safsataya yoi açar; tasavvur, belli belirsiz bir şekil vermekten ibarettir, dolayısıyla onda gerçeğin payı çok azdır. Muhakeme, tarafsız olur ve gerçeğe varmada ve öğrenmede sadece basamaklardan biridir. Tasdik, taraftarlıktır; tutma, benimseme iz'andan, yani kavrama ve kabullenmeden gelir; taassupsa, subjektif taraftarlıktan doğar. İtikada gelince, o, sağlam bağlanma demektir. Bütün bunlardan sonradır ki, öğrenilen, "başkalarına sunulabilecek safî süt haline gelmiş" demektir. Ayrıca, ilim ile malûmat da birbirine karıştırılmamalıdır. Yine, öğrenmenin hemen her basamağında şuurun ve iradenin rolü vardır ve bunların hiç biri maddî değildir. Beyin ve fakülteleri, öğrenmede sadece pasif, edilgen ve kullanılan birer vasıtadır. Kaldı ki, ilmin bir de vahye dayalı "haberi mütevatir" denilen bir başka sebebi vardır ki, onda beynin rolünün ne olduğu, hattâ olup olmadığı ayrıca üzerinde durulacak bir husustur.

İşlem Yapılıyor
X