KANLA YAZILAN DESTAN ÇANAKKALE

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • baymarti
    Member
    • 12-05-2005
    • 944

    KANLA YAZILAN DESTAN ÇANAKKALE

    KANLA YAZILAN DESTAN ÇANAKKALE

    Adına destanlar dizilen, şiirler, hikâyeler, romanlar ve menkıbeler yazılan efsaneler şehri Çanakkale savaşlarının yaşandığı mekânları görmek, o günleri yeniden ruhumuzda yaşamak için, Gelibolu’da kaldığımız otelden sabah saat 8,30 da ayrıldık. Rehberimiz emekli öğretmen Ahmet Tuna beyin öncülüğünde kanla barutla yazılan Gelibolu yarım adasını adım adım gezmeye hazırlanıyorduk.
    Mikrofonu eline alan rehberimiz “evliyalar ve şehitler yatağı Gelibolu’ya hoş geldiniz” diyerek söze başladı ve ilk Ahmet-i Bican ve Mehmet-i Bican kardeşlerin türbelerini ziyaretle duygularımızı ve yüreklerimizi temizledi.
    YAZICIZADE MEHMED VE AHMET-İ BİCAN KARDEŞLER
    Gelibolu’da tanınan ve sevilen zat Yazıcızade Mehmet-i Bican efendiyi halk sürekli ziyaret eder sohbetlerinde bulunurlarmış. Bu gelip gitme esnasında Hak aşıkları Yazcıcızade Mehmet efendiden Peygamber vasfında bir kitap yazmasını isterler. Bu tekliflerle harekete geçmeyen Mehmet-i Bican bir gün Resulullah efendimizi rüyasında görür ve bizzat ondan böyle bir kitap yazması için direktif alır. Muhammediye kitabını yazıp bitirdikten sonra devrin Şeyhülislamına “makbul kitaptır basılabilir” diye tasdik ve onay almak üzere bir ulakla gönderir. Yola çıkacak olan ulak’a birde ağzı mühürlü bir zarf verir ve: “Eğer Şeyhülislam kitabı önemsemeyip tasdik etmeden bir tarafa korsa bu zarfı kendisine takdim edersin” diye tembihler. Kitabı alan Şeyhülislam “Yazıcızade Mehmet efendinin nerede oturduğunu sorar. Ulak dan Gelibolu cevabını alınca da: “Gelibolu deniz kenarıdır, ahalisi balığı çok yer. Çok balık yiyen kişinin de aklı noksan olur, onlar böyle kitap yazamazlar” diyerek kitabı bir kenara bırakır. Bunun üzerine ulak elindeki zarfı Şeyhülislam’a uzatır. Şeyhülislam zarfı açtığında şu cümleyle karşılaşır: “Vallahi ebedi balık yemedim.” Bunun üzerine kitabı inceleyen Şeyhülislam basılmasına karar verir.
    Kendisi gibi ilim ve maneviyat ehli olan kardeşi Ahmet-i Bican ağabeyinin yazdığı kitapları Arapçadan Türkçeye çevirir halkla sürekli sohbet halinde bulunurmuş. Yine bir gün hizmetlerini sürdürdükleri camide vaaz ederken Mehmet-i Bican camiye gelir kapıdan bakar ve kardeşine gülümseyerek içeri girmeden geri dönüp gider. Ahmet-i Bican ağabeyinin bu hareketini kendi konuşmasını basite aldığı için güldüğünü ve içeri bile girmeden geri döndüğü şeklinde yorumlar ve annesine şikâyet eder. Anneleri iki oğlunu da çağırarak Yazıcızade Mehmet’e neden Ahmet i üzdüğünü sorar: Mehmet-i Bican annesine bunda üzülecek bir şey olmadığını aksine sevinilecek bir durum olduğunu söyler ve açıklar. “Kardeşim vaaz ederken içeri girecektim. Kapıdan baktığımda binlerce meleği kardeşimin vaazını dinlerken gördüm, memnun olup gülümsedim. Melekleri rahatsız etmemek için geri döndüm.” Bunun üzerine Ahmet-Bican ağabeyinden özür diler ve Annesine: “ikimizi de terbiye edip emziren sensin. Neden ağabeyim melekleri görüyor da ben neden göremiyorum, bendeki eksiklik nedir” diye sorar. Annesi düşünür ve “Oğlum her ikinizin de yetişmesinde çok dikkatli oldum ve abdestsiz süt vermedim. Fakat bir gün ben çok meşgulken sen çok ağladın. Susman için komşumuz seni abdestsiz olarak emzirmiş. Sendeki bu eksiklik bundan olsa gerek.” Diye izah eder.
    BAYRAKLI BABA
    Otobüsümüz ağır ağır hareket ediyor ve biz biraz önce aldığımız manevi huşu ile şehitler diyarına doğru yol alıyoruz. Yol boyunca daha birçok, Kum Baba, Piri Baba, Kalender Baba, Şerbetçi Baba, Hoca Hamza, Hallacı Mansur ve Hacı Keçeci gibi gönül erlerinden menkıbeler anlatıyor Ahmet Tuna. Fener meydanı girişi denilen Hamzakoy’a bakan yamaçta bayrakların altından yürüyerek geçtiğimiz küçük bir bahçenin içinde türbenin her tarafı bayraklarla donatılmış bir mezar dikkatimizi çekti. Asıl adı Karacabey olan Bayrak Baba Osmanlı ordusunda bayraktarlık yaparken şehit olmuş. Gelibolu’nun kuzey kapısında şehre giren ordumuzla birlikte çarpışırken bulunduğu mevki düşman tarafından sarılır. Yanındaki bütün arkadaşları şehit olmuştur. Kendisinin de ya şehit ya da esir düşebileceğini anlayan Karacabey bayrağı düşmana vermek istemez. Çünkü bayrak bir milletin namusu demektir. Karacabey bu namusu çiğnetmemek için ilginç bir çareye başvurur. Bayrağı küçük parçalara ayırarak yutar. Daha sonra yaralı olarak arkadaşları tarafından bulunan Karacabey’e bayrağı ne yaptığı sorulur. O da bayrağın düşman eline geçmemesi için yaptığı uygulamayı anlatır. Bazı arkadaşları ona inanmayacak gibi olurlar. Bunun üzerine kendi palasıyla karnını yarar. Midesinden bayrak parçaları çıkar. Karacabey Son nefesinde “Benim mezarımı hiçbir zaman bayraksız bırakmayın” der. O günden beri adı Bayraklı Baba olarak kalan Karacabey’in mezarında hiçbir zaman bayrak eksilmemiş, aksine bayrakla dolup dolup taşmış.
    Şehitler diyarında gezmeye Yazıcızade Mehmet, Ahmet-i Bican ve Bayraklı Babayla başlamak bizlerin moralini yükseltti ve Çanakkale aslanlarına hazırladı diyebilirim.
    TOMBİŞ LAMBA VE İNSANLIK DERSİ
    Bir İngiliz subayının hatıratını anlatıyor rehberimiz. “Çanakkale muharebeleri esnasında Türk cephelerinin birinde sıhhiye işlerinden anlayan tıknaz etine dolgun, bodiş bodiş yürüyen bir asker vardı. Bizim askerler ona Tombiş lamba lakabını takmışlardı. Yaralı bir asker gördü mü, onu mutlaka tedavi etmek için bütün gayretini sarf ederdi. Yaralı asker bizden de olsa onun için fark etmezdi. İyileştikten sonra kendilerinden birini vuracağımızı bildiği halde sürüne sürüne gelir bizim askeri tedavi ederdi. Anladık ki acı çeken bir insana yardımcı olmak onda huy halini almıştı. Benim bölüğün askerleri onu ne zaman görseler gülerler ateş etmezlerdi. O da bunun farkına vardığı için artık ortalıkta rahat dolaşır olmuştu. Bir ara gözükmez oldu. Bizimkiler merakla onu arar oldular. Savaşın o acımasızlığında bizimkiler için bir eğlence kaynağı haline gelen Tombiş Lambayı bir gün dahi görmemek askerlerimde değişik bir hava yaratıyor meraklanıyorlardı. Gözükmeme süresi uzadıkça bizimkiler iyice meraklanmaya başladılar. Nihayet dayanamayıp, “Sıhhiye er Tombiş Lambayı birkaç gündür göremiyoruz nerde olduğunu merak ettik.” Diye bir pusula yazarak taşa sarıp Türk tarafına attık. Takriben yarım saat sonra cevap geldi. “dört gün önce sizin askerlerden birini tedavi ederken bir İngiliz tarafından şehit edildi” Bu haber bizi çok üzdü. Sanki içimizden birini kaybetmişiz gibi ağladık. Savaş ne kadar acımasız ve vahşet dolu bir oyundu.” Rehberimiz bu olayı anlatırken hepimiz acı bir tebessümle gülüyoruz. Yine bunun benzeri bir olay Fransızların çıkartma yaptığı seddülbahirde yaşanır. Süngü süngüye çarpışan bir Türk askeri ile Fransız askeri aynı anda yaralanırlar. Vuruşma esnasında galip gelen Türk askeri tüfeğini bırakıp Fransız askerini tedavi etmeye başlar. Sargı bulamayınca da üniformasını yırtarak düşmanının yarasını sarmaya çalışır. Bunu gören Fransız askerler koşarak gelip Türk askerini esir almak isterler. Ancak merak ettikleri bir husus vardır.”Neden galip geldiği halde öldürmeyip de tedavi etmeye kalktı.” Buldukları bir tercüman vasıtasıyla bu soruyu Türk askerine iletirler. Türk askerinin cevabı çok ilginç ve ders verici bir niteliktedir. “Onu tam öldürmeye kalkarken koynundan bir resim çıkartıp bana gösterdi. Yaşlı bir kadının resmiydi. Anası olduğunu anladım. O anda bari ben anama kavuşamayacağım, hiç olmazsa o anasına kavuşsun diye düşündüm ve yarasını sardım.” Sonradan bu olayı duyan Fransız General Grov tarihe geçecek şu sözleri söyler: “Biz Türkleri yok etmeye geldik, ama onlar bize insanlık dersi verdiler” İşte İslâm’ı çok iyi kavrayan Türk milletinin tarih boyunca dünyaya verdiği en güzel mesaj bu olsa gerek.
    Bastığımız toprağa sanki ayağımızın altında karınca varmış gibi yumuşakça basmaya çalışarak adımladığımız Gelibolu topraklarının her karesinde bir şehidin yattığını düşünüyor tüylerim diken diken oluyor ve buğulu gözlerle şehitlerin isimlerini okuyordum. Genelde 16 ile 20 yaşları arasında olan bu gencecik fidanların çoğu sevgilisinin, karısının, anasının koynunu bırakıp toprağın koynuna girmek için koşmuşlardı Çanakkale’ye. O yıl Kayseri Lisesi gibi birçok lise hiç mezun vermemiş. Çünkü öğrencilerin hiçbiri de Çanakkale’den dönmemiş.
    SINIFTA KALAN MÜTTEFİKLER
    Yukarda daha birçok örneklerle çoğalabilecek olan insanlık dersine rağmen bu dersten sınıfta kalan müttefikler aslında kendi içlerindeki barbarlığı da ortaya dökmüş oldular Çanakkale’de. Bunu da, bizzat kendilerinin çıkardıkları ve Osmanlı’ya da imzalattırdıkları, uluslar arası anlaşmada: “Savaş esnasında Hastanelere, tedavi merkezlerine ve sivillerin bulundukları yerlere ateş edilmeyecek” denilmesine rağmen, kendi askerlerinin de tedavi gördüğü Sargı Yeri denilen tedavi merkezini bombalayarak göstermişlerdir. Bütün yaralı ve sivillerin de öldüğü bu bombalama esnasında Sargı Yerinin önündeki derede o gün su yerine kan akmış. Binlerce acıyla kıvranan insanların feryadına dayanamayarak büklüm büklüm burulan çam ağacı hâlâ o günden beri dönerek, burula burula büyümektedir. Kökü kıvrım kıvrım duran Çam ağacını görünce yapılan bu zulme dayanamayıp ürperdik. Aman Allah’ım, tarih boyunca Türklere barbar nitelemesinde bulunan bu insanların yaptıkları nasıl bir vahşetti böyle.

    ÇANAKKALE’DEKİ UHREVİ YARDIM
    Diken üstünde yürür gibi itina ile basarak gezdiğimiz topraklarda Seyit Onbaşı’nın heykeline rastlıyoruz. Pehlivan yapılı babayiğit görünümlü bir insan heykeli: Rumeli Mecidiye Tabyaları ağır bir düşman taarruzuna maruz kalır. Birçok er şehit olur. Cephaneliğin bir kısmı havaya uçar. Havralı Seyit, Niğdeli Ali ve batarya komutanı Yüzbaşı Hilmi bey taarruzdan kurtulanlar arasındadır. Bütün toplar ateş alarak parçalanmıştır. Ayakta kalan bir tek top var. Ancak onun da vinci çalışmamaktadır. Yüzbaşı Halil yardım istemek için iki erin yanından ayrılır. Havralı Seyit boğazdan sinsice ilerleyen İngiliz Ocean (Oşin) gemisini görür ve üzülür. Eğer o gemi boğazı geçerse bu İslamın Anadolu’da sonu olabilirdi. Bir tarafta toz toprak içinde duran 270 okkalık mermiye bakar ve ellerini açıp gözyaşları içinde Allaha dua eder. Duadan sonra huşu ile kendinden geçmiş bir vaziyette kalkar ve 270 okkalık mermiyi “Ya Allah bismillah” diyerek omzuna alır. Topun ağzına kadar sırtında taşır ve mermiyi topa sürer. Yine Allaha sığınarak ateşler. Mermi bütün hıncıyla İngiliz Oşin gemisinin böğründe patlar. Hedef vurulmuş, Çanakkale boğazı üstündeki pisliklerden kurtulmak ister gibi ateşler içinde yanmaya başlamıştır. Bu durumu gören Yüzbaşı Hilmi koşarak yanlarına gelir ve bunu kimin becerdiğini sorar. Niğdeli Ali, Seyit’i gösterir ve durumu anlatır. Yüzbaşı Seyit’in alnından öper ve olayı üstlerine rapor eder. Havralı Seyit’e bir madalya ile onbaşılık rütbesi verilir. Madalyayı verirken resim çekmek için mermiyi bir kere daha kaldırmasını söylerler. Ancak Onbaşı Seyit, o zaman mermiyi kaldırırken bambaşka bir alem içinde olduğunu şimdi aynı şeyi yapamayacağını belirtir. Bunun üzerine bir mermi maketi yapılır ve kaldırırken resmi çekilir
    Bu hikâyeyi Çanakkale’ye gelmeden öncede birkaç kez dinlemiştim. Ancak yerinde mevzii görerek dinlemek beni nedense daha çok etkiledi. Gelibolu’da Çanakkale boğazını geçirmemek için kellesini ortaya koyarak savaşan Mehmetçiğe yapılan uhrevi yardım bununla bitmiyor. Daha birçok ilahi yardım irili ufaklı kendini gösteriyor. Bunlardan biri de savaş esnasında yaz mevsimine rastlayan Ramazan bayramında yaşanmış. 11 Ağustos Arafe günü Bomba sırtı mevkiindeki askerler topluca Hüseyin Avni Paşaya çıkarak Bayram namazını mutlaka kılmak istediklerini belirtirler. Hüseyin Avni Paşa eratın toplu bir şekilde bir yerde bulunmalarının çok tehlikeli ve bunun da düşman askerleri için bulunmaz bir fırsat olabileceğini belirtir. O arada cepheler arasında dolaşan ve askerlerimize dini telkin veren yaşlı bir adam gelir. Paşa daha durumu izah etmeden yaşlı adam: “Sakın askerlerin bayram namazı kılma isteğini engelleme, görelim Mevla’m ne eyler” der. Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa bayram namazı kılınmasına razı olur. Bayram sabahı erat erkenden saf tutmak için toplanır. O arada gökyüzünden hevenk hevenk bir beyaz bulutun üzerlerine doğru geldiğini görürler. Az sonra bulutlar askerlerin üzerine iyice çöker. Bu durumu gören askerler coşkuyla “Allahu Ekber” diyerek secdeye varır yüzlerini toprağa sürerler. Yaşlı adam namazdan önce Fetih suresini okur ve dua eder. Sonra hep birlikte gözyaşları içinde namaza dururlar. Bulutlar dağıldığı zaman görünen manzara daha ilginçtir. Çalıların üzerinde ve her tarafta beyaz çamaşırlar çıkarılarak atılmış durmaktadır. Hüseyin Avni Paşa merakla çavuşa sorar. Aldığı cevap tüyler ürpertecek kadar manalıdır. “ Bu gün bayram kumandanım. Ve biliyoruz ki hepimiz belki biraz sonra şehit olacağız. Askerlerim Allahın huzuruna kirli çamaşırlarla gitmek istemedikleri için, hepsi birden kirli çamaşırlarını çıkarıp yenilerini giydiler.” Hüseyin Avni Paşa gözyaşları ile çavuşu öper.
    Rehberimiz bu hikâyeyi anlatırken göz ucuyla guruptaki arkadaşlara baktım. Hepsi mendillerini çıkarmış gözyaşlarını siliyordu. Bense o anda mendilim olmadığı için elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken burnumu çekip duruyordum
    SON GAZİNİN SÖZLERİ
    Yoğun bir duygu atmosferi içerisinde süren gezimizin son noktasına doğru yaklaşıyorduk. Oldukça yaşlı görünen uzun sakallı bir dedenin heykeli dikkatimi çekti. Yavaşça rehberimize yaklaşıp sordum. Ahmet Bey o heykelin 110 yaşındaki son Çanakkale Gazisi Halil Koç’a ait olduğunu söyleyerek bir hatıratını anlattı. Halil Dede ölmeden birkaç gün önce samimi gördüğü bir arkadaşına toplumun önünde yüksek sesle derki: “Beni iyi dinle evladım!.. Sizler o şehit arkadaşlarımızın üzerinde çok kutsal bir vazifede bulunuyorsunuz. Bir zaman gelecek, o şehit topraklarının üzeri gelen ziyaretçileri almayacak. Milletimiz ecdadını tanıyacak. Tanıyınca inşallah gelecek milletimizin olacak. Onun için sizlere çok işler düşüyor. Bana kâinatın efendisi (SAV) geldi. Kendisiyle görüştüm. ‘oraya ziyarete gelenlere benden selam söyle, onlar benim müjdeme layık insanlardır. Rab’lerine çok dua etsinler. Gelecekte bayrağı tekrar onlar ellerine alacak, en güzel bir şekilde temsil edecekler” dedi. Bunları hepinizde duyun birkaç gün sonra ben aranızdan ayrılacağım.”
    Tüylerimiz diken diken olmuştu. Âlemlerin efendisinin selamına nail olmak dünya saadetlerinin en büyüğü olmalıydı. Sevincimden “Çok şükür” diyerek rehberimizin yanaklarından öptüğümü hatırlıyorum.
    Ümif Fehmi SORGUNLU
  • baymarti
    Member
    • 12-05-2005
    • 944

    #2
    Konu: KANLA YAZILAN DESTAN ÇANAKKALE

    ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ!
    18 Mart 1915, saat 17.00: Deniz savaşı bütün şiddeti ile devam etmektedir. Düşmanın zırhlı gemileri gök gürültüsünü andıran bombardımanlarına devam etmektedir. O ana kadar Türk topçusunun maharetli atışları ve Nusret Mayın Gemisi’nin gizlice döktüğü mayınların yardımı ile düşmanın Bouvet zırhlısı batırılmış, Inflexible ve Irresistible zırhlıları ise ağır yaralanarak savaş dışı kalmıştır. Irresistible’ın hemen yanından Ocean isimli zırhlı gemi, sağa sola ateş kusarak ilerlemeye başlamıştır. Ocean’ın fırlattığı bir mermi Rumeli Mecidiye Tabyası’na düşmüş, cephanelik isabet aldığından büyük bir patlama meydana gelmiştir. Tabyada topçu yardımcısı olan Balıkesir’in Havran Köyü’nden Seyit, patlamanın tesiriyle üzerine yığılan toprakları silkeleyip başını kaldırdı, sağa sola bakındı. Yanı başında takım arkadaşı Niğdeli Ali’yi gördü:
    -Arkadaşlar nerdeler?
    -Arkadaşların hepsi şehit oldular. Sadece sen ve ben kaldık.
    Seyit, doğrulup Boğaz’a göz attığında çok heyecanlandı. Düşman gemilerinden biri alev kusarak hızla ilerliyordu. Hemen istihkamdaki topları kontrol etti. Bir top dışında diğerleri kullanılamayacak derecede hasara uğramıştı. Çalışır vaziyette olan topun da, mermiyi kaldıran vinç tertibatının parçalanmış olduğunu fark etti. Yerde dört mermi vardı. Topun atış yapabilmesi için yerde duran mermilerin, birkaç basamaklı top merdiveninden yukarı çıkarılıp namluya sürülmesi gerekiyordu. Ani bir kararla mermilerin yanına gitti. Arkadaşına:
    -Gel Ali! Yardım et de şu mermiyi sırtıma alayım, dedi. Ali şaşkın şaşkın bakarak:
    -Bu mermiler 215 okka (276 Kg.) çeker, kaldıramazsın Seyit’im! Dedi. Seyit:
    -Bir deneyelim! Diye cevap verdi.
    Gres yağına bulanmış olan mermi, ellerinden kaydığı için kaldıramadılar. Ellerini toprağa bulayıp tekrar tuttular. Bu sefer mermiyi Seyit’in sırtına koymaya muvaffak oldular. Seyit, kemiklerinin çatırdadığını duyar gibi oldu. Boyun damarları parmak gibi dışarı çıkmıştı. Hafif sendeledikten sonra topun merdivenlerini teker teker, yavaş yavaş çıktı, arkadaşının da yardımıyla mermiyi topun namlusuna sürmeyi başardı. Kamayı kapattılar. Seyit de, Ali de numara eri olduklarından, nişan almada pek usta sayılmazlardı. Seyit, nişan alıp besmele çekerek topu ateşledi. Mermi, geminin üzerinden geçerek denize düştü. İkinci mermiyi de aynı şekilde kaldırıp topa sürdüler ve yeniden ateşlediler. Mermi, bu sefer de gemiye ulaşamadan denize düştü. Üçüncü mermiyi getirip nişan tertibatını yeniden ayarlayarak besmeleyle ateşlediler. Bu mermi, geminin arka tarafına isabet edip dümenini parçalandı. Dümensiz kalan gemi geniş yaylar çizerek başıboş sürüklenmeye başladı.
    Sığınaktan çıkıp koşar adım yanlarına gelen batarya komutanı Hilmi Bey, takdir ve sevinçle: -Sen miydin Seyit? Vurdun gemiyi, dedi. Az sonra kulakları sağır eden bir patlama oldu. Denize baktıklarında Seyit’in dümenini tahrip ettiği geminin, Nusret’in mayınlarından birine çarparak hızla battığını gördüler. Siperlerden ve gözetleme yerlerinden tekbir sesleri yükseliyor, komutan ve askerler, sevinç gözyaşlarına boğuluyordu...
    Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, olayı haber alır almaz tabyaya koştu. Seyit’in gözlerinden öptü. Yanında alay fotoğrafçısı da vardı. Seyit’e yerdeki mermiyi göstererek:
    -Evladım, şu mermiyi bir daha kaldır da resmini çeksinler, aziz millete hatıra olsun, dedi. Seyit merminin başına gitti. Kucakladı, asıldı ama mermi yerinden bile kımıldamıyordu. Cevat Paşa:
    -Evladım ne oldu, şimdi niye kaldıramıyorsun? Dedi. Seyit mahcup bir vaziyette;
    -Ortalıkta düşman yok ki kumandanım, karşımda düşman olsun gene kaldırır, onu da vururum!
    Okuduğunuz zaman siz masal zannetseniz bile bu hikaye tamamen gerçektir. Hayatın seyrini belirleme açısından, insan hayatının her yılı birbirine eşit değildir; dönüm noktaları, hayati karar anları vardır: Okuldan tasdikname alıp tarlanın, sanayinin yolunu tutma kararı, üniversite ve şehir tercihi, en önemlisi evlilik kararı, iş kurma ve yatırım kararı gibi. Misal, Kırgızlar’ın “Kız evinde hepsi iyi, kötü gelin nerden çıkıyor” atasözünü doğrulayacak türden bir evlilik yapan delikanlının veya “Kızım seni Yaşar’a vereyim mi” türküsünün Yaşar’ı ve kıta arkadaşları ile hayatını birleştiren genç kızın, bundan sonraki hayatı, bu bir anlık kararın gölgesinde şekillenecek veya tersine bu anlardaki doğru tercihlerin, sadece iki kişiyi mutlu etmekle kalmayıp belki bir nesli kurtarması da mümkün olabilecektir. Benzer şekilde milletlerin tarihinde de kritik dönemeçler, tarihi fırsat dönemleri bulunuyor. Çanakkale Savaşı, Türk tarihi, İslam tarihi, Rus tarihi, dünya siyasi tarihi, dünya düşünce tarihi açısından böyle bir hayati kırılma noktasını temsil ediyor. Akıl yürütelim, eğer deniz savaşında Çanakkale geçilebilseydi, muhtemelen İstanbul işgal edilecek, Osmanlı devleti ve Almanya kolayca mağlup olabilecek, Rusya’da Gomonis yoldaşlar ihtilal yapamayacak, Rusya Boğazlar üzerinde söz sahibi olacak, İngiliz İmparatorluğu çökmeyecekti (Parantez açma hakkımı kullanıyorum. Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere, hep galipler safında gösterilir ama bendeniz, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun bu savaştan mağlubiyete eşdeğer bir hasarla çıktığını düşünüyor, bu durumu Eski Yunan’da çok zayiat vererek kazandığı bir savaştan sonra “Böyle bir zafer daha kazanırsak mahvoluruz” diyen kralın adından mülhem Pirüs Zaferi olarak görüyor ve genç tarihçi arkadaşlarımdan kırk kişiyi de kuyunun başına davet ediyorum). Bu liste uzatılabilir ve Çanakkale Savaşı’nın sonuçları üzerinde değişik yorumlar yapılabilir. Savaşın siyasi, askeri, tarihi yönü yeterince gündeme getirildiğinden, müsaadenizle farklı bir yönü üzerinde birkaç kelam etmek istiyorum.
    Çanakkale Savaşı, din, devlet ve vatan için yapılan bir savaştır. Çok milliyetli, çok dinli, çok kültürlü bir devletin bu üç kavramı kutsal sayan mensupları savaşa katılmış, savaşa katılmayan etnik gruplar, fiili durumu kendi lehlerine değerlendirmeye çalışmışlardır; bu suretle Çanakkale savaşı, safların netleşmesini sağlayan bir turnusol kağıdı vazifesi yapmıştır. Hilafetçiler, ittihatçılar, ittihatçıların muhalifleri, İslamcılar, Türkçüler, aydınlar, Anadolu’dan, Rumeli’den, Kafkasya’dan, Arabistan’dan Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut, Boşnak, Arap neferler bütün farklılıklarını bir tarafa bırakarak omuz omuza cepheye koşmuştur. Savaşı kazanan bir kumandan yoktur, tarihte çoğu savaş, bir veya birkaç kumandanın askeri dehası ve manevra kabiliyeti ile kazanılırken Çanakkale Savaşı’nı bütün bir ordu, hatta cephe ile iç içe olan bütün bir millet kazanmıştır. Dolayısı ile Çanakkale Savaşı’nı kazanan bu birlik ve beraberlik ruhudur ve varlığından şüphe duymadığımız bu yüksek ruh, isimlendirilmemiştir. Acizane bir isim teklif etmek istiyorum: Çanakkale Milliyetçiliği!
    “Lütfen tarih, edebiyat, siyaset kesmedi, şimdi de teorisyenliğe mi soyundun” diye düşünmeyiniz: Ben haddimi biliyorum. Ayrıca Çanakkale Savaşı’nı, kısır ideolojik ve siyasi yaklaşımlara malzeme yapmaktan da haya ederim. Sadece evrensellik-millilik, ümmet-millet, milliyetçilik-yerlilik, milli kültür-mozaik kültür, birey-vatandaş...gibi kimlik telakkilerinin içinde kaybolduğumuz şu dönemde, “Çanakkale ruhu bize ışık tutabilir mi” diye iyi niyetli bir akıl yürütme denemesi yapıyorum. Ayranımın ekşi olabileceğini baştan kabul ediyor, kendi teklifime yönelttiğim kendi eleştirilerimi de sizinle paylaşmak istiyorum:
    “Bizim böyle bir arayışımız yok, kendimize yeten, oturmuş ve sağlam bir milliyetçilik anlayışımız var.” Böyle düşünen birilerine ne diyebilirim “Güle güle kullanın, aman iyi saklayın da kaşına gözüne bir zarar gelmesin” demekten başka?
    “Bu öneri hiç bilimsel değil, ulus kavramını, ulusçuluğu bilimsel ve evrensel anlamda açıklayamaz, üzerinde konuşmaya bile değmez.” Evet, bilimsel olmak gibi bir iddiamız yok ancak ben de şunu anlamak istiyorum: Bir millet ve milliyetçilik tanımının, dünyadaki bütün milletleri ve bütün milliyetçilikleri izah etme mecburiyeti nereden doğuyor? Üç buçuk gram İsviçre ile milyarlık Çin, Kozmopolit ABD ile İsrail, neden aynı tanımın içine sığdırılmaya çalışılsın? Evrensel bir damak zevki, evrensel bir “Baba” kavramı var mı ki milliyetçilik teorisi olsun? Bence her topluluğun millete ve milliyetçiliğe bakışı da kendine has ve özeldir, benim için değerli olanın bir başkası için de değerli olması gerekmez.
    “Bu tanım, reaksiyoner bir nitelik taşıyor, milliyetçiliğin oluşmasını, düşmanın varlığına hatta saldırısına bağlıyor.” Ben, aksiyonun niçin bu kadar yüceltilip reaksiyoner yaftasından bu kadar kaçıldığını da inanın anlamış değilim. Siz hiç kalecisiz ve savunmasız oynayıp on bir kişi ile hücum eden bir futbol takımı, gardını almadan yumruk sallayan bir boksör gördünüz mü? Hayatın her kademesinde tehdidin varlığı, gelişmeyi sağlayan bir motivasyon unsurudur ve bunun ille de düşmanın tankı, tüfeği ile gelmesi biçiminde anlaşılması gerekmez; kültürel, ekonomik, siyasi saldırıları da önemser ve önlem alırsınız, mesele biter.
    “Bu bakış açısı, bireyin vatan, devlet, din gibi bir kutsal için kendini feda etmesi esası üzerine kurulu ilkel bir düşünüş biçimi.” Evet, dünyada ölümden beter durumlar, hayattan daha değerli varlıklar olduğuna inanıyor ve icap ederse kişinin kutsalı için, ortak akılın öngördüğü her türlü fedakarlığı göze alması gerektiğini düşünüyorum. Uğrunda kendini feda edebileceği bir kutsalı olmayan dünya vatandaşlarına da “İyi eğlenceler” diliyorum.
    “Bu teklif, milliyetçiliğin en temel öğelerinden kültürü devre dışı bırakıyor” El cevap: İki önceki paragrafı okuyunuz.
    “Milliyetçilik bir duygu, bir histir, sizinki ise haddinden fazla eylem kokuyor, ne yani bir insanın ne kadar milliyetçi olduğunu ispatlamak için ille de bir şeyler yapması mı gerekecek?” Hay, Allah razı olsun, ben de tam bu soruyu bekliyordum. Evet bir şeyler yapmak, hem de somut şeyler yapmak, kuru kuruya laf üreterek milliyetçilik / ulusçuluk yapma formatından kurtulmak gerekiyor. Rahmetli Orhan Veli, şair zarafeti ile bu durumu ne güzel özetlemiş: Neler yapmadık şu vatan için! / Kimimiz öldük / Kimimiz nutuk söyledik.
    Son söz olarak; bir 18 Mart sabahı, Çanakkale’de savaşan askerlerimiz gibi bir haftalık kuru yarım tayın, beş adet zeytin ile kahvaltı yaparak güne başlamayı, her saat başı savaşı yaşadıktan sonra saat 17.00’de çok değil şöyle 50-60 kiloluk bir yükü sırtımıza alarak birkaç basamak merdiven çıkmayı, ondan sonra Koca Seyit’e ve bütün Çanakkale şehitlerine fatihalar yollamayı teklif ediyorum
    Mustafa GÜNEŞ

    Yorum

    • ALÝ YILMAZ
      Junior Member
      • 17-03-2005
      • 2

      #3
      Konu: KANLA YAZILAN DESTAN ÇANAKKALE

      destanlarımız unutulmak içi değil hatırlamak içindir ;bu yazınız ile bir defa daha gönüllerimiz ve bu topraklarda şehit olan nice büyüklerimizi yad etmiş oldunuz tşk ler

      Yorum

      İşlem Yapılıyor
      X