--- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • izmirsat
    Member
    • 30-09-2006
    • 1543

    --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

    --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---
    Bu başlık altında özellikle öğrencilere yararlı olacağını umduğumuz ödev dosyaları olacak...
    Sizler de elinizden geldiğince ekleme yaparsanız sevinirim.
    Hepinize kolay gelsin...
    Sevgiler saygılar...
    by izmirsat
  • izmirsat
    Member
    • 30-09-2006
    • 1543

    #2
    Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

    Aya Sofya

    İmparator Jüstinyen’in saltanatı sırasında, Bizans’ın güç ve etkinlik açısından en güçlü olduğu zaman inşa edilmiştir (M.S. 532-537). Mimari yapısının önde gelen özelliği olan masif kubbesi camilerin mimarisinde örnek olarak alınmıştır. Gerçekte, Bizans’ın yıkılmasından sonra Aya Sofya bir Osmanlı camisine dönüştürülmüştür. Bugün müzeye dönüştürülen abide Müslümanlara olduğu kadar ve Hıristiyanlara da hizmet vermektedir.

    Yorum

    • izmirsat
      Member
      • 30-09-2006
      • 1543

      #3
      Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

      YERYÜZÜ DİLLERİ

      Yeryüzündeki diller yapıları ve kaynakları (Menşe) bakımından çeşitli gruplara ayrılır: Kaynakları (Menşe) bakımından birbirine yakın olan diller, ana dilden gelişme yoluyla ayrılmış akraba dillerdir. Böyle aynı kaynaktan gelen diller Dil Ailesi denilen topluluğu meydana getirirler.
      Yeryüzündeki başlıca dil aileleri şunlardır:

      Menşe ( kaynak ) Bakımından Dünya Dilleri

      Bu gün yeryüzünde kaç dil konuşulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, Prof. Dr. Doğan Aksan'a göre bu sayı 3000 ile 5000 arasındadır. Bu dillerin bir kısmı gelişmiş "imparatorluk dilleri"dir, bir kısmı da çok basit yazı dili bile olmayan kabile dilleridir. Bazı diller bu gün konuşulmamaktadır. Mesela Latince, Sümerce, Hititçe, Akadça bu gün hiçbir millet tarafından konuşulmamaktadır. Bir dilin gelişmiş büyük bir dil olabilmesi için o dilin köklü bir geçmişi ve bu geçmişini aydınlatacak yazılı belgeleri olması gerekir.

      Yeryüzündeki başlıca diller ve dil aileleri şunlardır:

      Ural-Altay Dilleri,
      Hint-Avrupa Dilleri,
      Hami-Sami Dilleri,
      Çin-Tibet Dilleri,
      Bantu Dilleri,
      Kafkas Dilleri.

      Ural - Altay Dilleri

      Ural ve Altay kolu olmak üzere ikiye ayrılır:
      Altay kolunda başlıca şu diller vardır: Türkçe, Moğolca, Japonca, Korece, Mançu ve Tunguzca.
      Ural kolunda başlıca şu diller vardır: Fince, Macarca, Samoyed ve Lapça.


      Hint-Avrupa Dilleri

      Hint ve Avrupa olmak üzere iki gruba ayrılır:
      Avrupa kolunda; Germen dilleri, Slav dilleri, Latin dilleri ve bu dillere bağlı olarak konuşulan İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça, Lehçe, Sırpça, Bulgarca, Romence...
      Hint kolunda; Hindistan'da konuşulan çeşitli diller, Pakistan'da konuşulan Urduca ile İran'da konuşulan Farsça


      Çin- Tibet Dilleri

      Çince, Tibetçe ve Vietnam dili.
      Hami-Sami Dilleri
      Arapça, İbranice, Habeşçe, Akatça.
      Bantu Dil Ailesi
      Afrika kıtasında konuşulan çeşitli diller bu gruba girer. Güney ve Orta Afrika'daki çeşitli diller.
      Kafkas Dilleri.
      Kafkasya'da konuşulan çeşitli diller ile İspanya Bask bölgesinde konuşulan Baskça.
      Yapı Bakımından Dünya Dilleri
      Diller, yapı bakımından üç grupta incelenmektedir:

      Eklemeli (Bitişken) Diller: Bu dil grubunda kelime kökleri bir ya da birden çok hecelidir ve kök -genellikle- kelime başındadır. Kökler sabittir. Kelime türetme ve çekim eklerle yapılır. İç ek yoktur. Ek sırası ve ünlüleri bellidir. Kelimelerinde cinsiyet farkı yoktur. Eklemeli diller, ön eklemeli diller ve son eklemeli diller olarak ikiye ayrılır. Türkçemiz bu yapı grubunda, sondan eklemeli bir dildir. Ural-Altay dilleri bu gruptandır.

      Çekimli Diller: Bu diller genellikle ön, iç ve son ekler alabilen, kelimeleri çekime girdiğinde kökü tanınmaz hale gelebilen bir yapıya sahiptir. Örneğin bu grupta yer alan dillerden Arapçada ktb= 'yazmak' kökünden kâtib (yazan), mektûb ( yazılan), katbûn(yazma), mekâtib ( mektepler ) ...gibi kelimeler türetilebilir. Kelime kökünü ve o kökün türevlerinin ne olabileceğini bilmeden kelimenin anlamını kavramak mümkün değildir. Aynı dil grubuna örnek olarak verilebilecek Hint- Avrupa dillerinden bazılarında ise kelimenin zamanlara göre çekiminde birbiriyle ilgisi olmayan kelimeler ortaya çıkar. Örneğin Fransızca'daki aller ( gitmek) fiilinin geniş zamanının tekil şahıs çekimi je vais/ tu vas / il va'dır. İngilizce'de aynı fiil üç ayrı zamanda üç farklı kelimeye döner; go / went /gone, Almanca'da da durum aynıdır; gehen/ gegangen / ging. Bu değişikliklerin yanında bir de yardımcı fiiller, kelimelerdeki erillik -dişilik-cinssizlik gibi durumlar kelimenin biçimini değiştirmekte öğrenimi epeyce zorlaştırmaktadır. Bu dil grubuna Hint-Avrupa dilleri ve Sami dilleri girer.

      Tek Heceli Diller: Bu gruba giren dillerde kelimeler, cümleler tek hecelerden oluşur. Kelimelerinde çekim yoktur.Çok zengin bir vurgu sistemine sahip olan bu dil grubunda bu özellik sebebiyle yazı işaretleri de oldukça karmaşıktır. Bazen bir kelimenin yirmiden fazla vurguya sahip olması, her hecenin yerinin değişmesi sonucunda ifade ettiği anlamın da değişmesi bu dillerin öğrenilmesini de zorlaştırır.

      Örneğin Çince'de Wo bu pa ta cümlesi Türkçe " Ben, değil korkmak sen " ( Ben senden korkmam ) anlamına gelir. Oysa aynı cümle, hece vurgularını değiştirerek ; "Sen benden korkmazsın", Ben senden korkarım", "Sen benden korkarsın", "Benden korkacak değilsin", "Senden korkacak değilim" gibi pek çok anlamı ifade eder duruma getirilebilir. Ta hecesinin cümledeki yeri ve vurgusunun değişmesiyle kelime; büyük, büyüklük, pek büyük, büyütmek gibi mânâları da kazanır. Çin -Tibet dilleri bu gruptandır.

      Dil Farklılaşması

      Yazı Dili, Konuşma Dili ( Lehçe, Şive, Ağız )
      Bir dilin konuşma ve yazı dili olmak üzere iki yönü vardır. Yazı dili eserlerde, kitaplarda, yazışmalarda kullanılan ve kültürü devam ettiren medeniyet dilidir. Ona edebî dil veya ortak dil de denir.

      Konuşma dili ise günlük hayatta kullanılan canlı bir dildir. Sözlü ifade/ konuşma dili, vurgular ve ses tonuna bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Konuşma dilindeki bölgesel farklılıklardan ağızlar ortaya çıkar.

      Ayrıca dil; coğrafî, tarihî, sosyal ve başka sebeplerle de farklılıklar gösterip ana dilden ayrılabilir. Bu ayrılık yazı diline de tesir ederek şiveleri ve lehçeleri ortaya çıkarır.
      İşte çeşitli sebeplerle ortaya çıkan dildeki bu değişikliklere, ağız, şive, lehçe denir.
      Ağız: Bir dilin konuşma dilindeki farklı söyleniş biçimleridir. Yazı diline bu farklı özellik yansımaz, yansımaması lazımdır. Bu farklılıklar mahallîdir. Karadeniz ağzı, İç Anadolu ağzı...gibi.
      Şive: Bir dilin ses ve şekil ayrılığına dayanan yazı ve konuşma şeklidir. Bir dilin bilinen tarihte bilinen sebeplerle ( tarihî, coğrafî, sosyal...) farklı özellikler göstermesine şive denir.

      Türkçenin değişik şiveleri vardır. Azeri şivesi, Özbek şivesi, Kazak şivesi, Türkmen şivesi, Tatar şivesi, Uygur şivesi, Kırgız şivesi, Başkurt şivesi...gibi.

      Lehçe:

      Bir dilin, ses ve şekil ayrılığından da ileri giderek kelime ayrılığına varan özelliğidir. Lehçe bir dilin bilinmeyen tarihte bilinmeyen sebeplerle farklılıklar göstermesine denir. Türkçenin üç lehçesi vardır: Yakutça, Çuvaşça, Halaçça.

      Bunlardan başka ortak dilin içinde konuşma dili olarak var olan, hemen hemen bütün dünya dillerinde de varlığını hissettiren özel konuşma biçimi diyebileceğimiz. "argo"dan bahsetmek gerekir. Argo sosyal şartlar neticesinde ortaya çıkan, özel konuşma biçimidir. Edebî dilin içinde yeri yoktur, argoya itibar edilmemelidir. Argo bir dil kusurudur.
      Argo Fransızca L'argot kelimesinden alınarak dilimizde kullanılan bu kelime, genel ve ortak (edeb&#238 dilin dışında bir toplumdaki küçük grupların kelimelere yükledikleri özel anlamlardan oluşan grup dilidir.

      Türkçe sözlükte, ikinci anlam olarak verilen; serserilerin dili, külhanbeylerin dili gibi anlamlar da argoyu bir yönüyle tanımlamaktadır.

      Öğrenci argosu, şoför argosu, külhanbeyi argosu...gibi pek çok çeşidi olan bu özel konuşma dili üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmaktadır. Başlangıçta iyi niyetli olarak bir grup içerisindeki kullanılan, kelime ve kavramların gizli ifadesi şeklinde ortaya çıkan bu konuşma dili, zamanla mizah ve müstehcenliği ağır basan bir dil hâlini almıştır. Ne yazık ki ortak dilin normal olarak kullanılabilecek pek çok fiilini ve ismini de kendi alanına çeken bu özel dil, gittikçe kullanımı yaygınlaşan bir hâl almaktadır.

      Argonun kapalı bir grup dili olma özelliğini yitirip genel dil içinde alabildiğine yaygınlaşması yüzünden genel dilin kullanım alanı gittikçe daralmaktadır. Günümüzde argo kullanımı, şaka- alay- hakaret- küfür kavramları arasındaki çizgileri ortadan kaldırmıştır.

      Türkiye Türkçesinin yazı dili, ( Ortak dili, Edebî dili ) "İstanbul Türkçesi'dir. Çünkü İstanbul, asırlardan beri medeniyet, kültür, sanat merkezi olmuştur. Şairler, edipler, düşünürler hep orada yetişmiş ve topluma yön vermişlerdir. Matbuat hayatı orada doğmuş, kültür hayatı orada gelişmiştir.
      Yazılı belgelere dayalı olarak yeryüzündeki diller incelendiğinde, bugüne kadar dünyada 2796 dil konuşulduğu tespit edilmiştir. Ancak bunların 120 kadarının devlet dili, bunlardan da 10 kadarının uygarlık dili seviyesine ulaştığı ifade edilmiştir.

      Yorum

      • izmirsat
        Member
        • 30-09-2006
        • 1543

        #4
        Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

        YEŞiLAY CEMiYETi

        5 Mart 1920'den beri milletimize hizmet eden Yesilay Cemiyeti'nin 54. Dönem büyük kongresi Pazar günü yapildi. Seçimler neticesinde yurdun muhtelif yerlerinden Yesilay'i hiç bir zümre ve partiye maletmeden politika üstü tutan Genel Baskan Selahattin Kaptanagasi ve arkadaslarini tekrar seçtiler.

        Sayin Baskan ve seçilen diger idarecileri tebrik ederken bu vesile ile Yesilay'in çalisma sahasi ve dertlerinden bir miktar bahsedelim...
        Milletçe son manzaramiz sudur;

        Içkili söferlerin sebep oldugu trafik kazalari, sarhos insanlarin isledigi cinayetler, alkolik ve içki müptelasi vatandaslar yüzünden dogan aile dramlari, içkinin yolaçtigi akil hastaliklari, sakat dogan çocuklar... bu manzara ile binlerce çatinin çökmesi; öksüzler, yetimler, dullar, cemiyete küsmüsler, tamamen sönmüs ocaklar... ve bunlarin gerisinde bir sisi tuzak; Biradan saraba kadar içki ve uyusturucu maddeler!

        Öbür taraftan bunca kazaya, cinayete,cinnete ragmen alkolün hala seller gibi akmasi.. Su rakamlara bakiniz; Türkiye'de 1979 yilinda 48 milyon litre raki, 11 milyon litre saraf içilmistir. Bu miktarlar bir önceki seneye göre %40 artisi ifade etmektedir. Raki ve sarabin biraz hafifi olan biranin ise bir karis çocuktan kirsaçli ihtiyara kadar nasil dehset verici bir yayginlikla içildigi gözler önündedir.

        Yesilay'in raporundan ögrendigimize göre yalniz Istanbul'da cinayetlerin % 40 'i içki yüzünden islenmektedir.Gene Istanbul'da kaza yapan veya süpheli görülen söförlerin yapilan muayenelerinde % 65'inin alkollül oldugu ortaya çikmaktadir. Ayrica yurdumuzda 1979 yilinda 26 milyar liralik tütün içilmistir.

        Toplumu süratle dejenere eden bu alkol felaketi ile Yesilay kendi dar imkanlariyla mücadeleye kendi çalismaktadir. Fakat, Yesilay kendi dar imkanlariyla mücadeleye çalismaktadir. Fakat, Yesilayin devlesen tehlikenin tek basina üstesinden gelmesi mümkün degildir. Devletin ve bilhassa Milli Egitim, Saglik hatta Tekel Bakanliklarinin bu kuruma yardimci olmalari milli bir borçtur. Maliye Bakanligi'nin her yil bütçeden belli mikdarda tahsisat ayirmasi isin ehemmiyeti geregidir.

        Bundan baska TRT'nin haftanin bir günü Yesilay'la elele vererek "Yesilay Saati" programi yapmasi ve vatandaslarimizi filmler, tiyatro oyunlari ve konusmalarla uyarmasi lazimdir.
        Özendirici yayinlarin, çoklugu karsi tedbirlerin alinmamasi sebebi ile alkol ve uyusturucu maddeler aliskanligi cemiyetimizi içten içe oymaktadir. Gidisat iyi degildir. Bu sebeple tek basina her türlü imkansizligi gögüsleyerek alkol ve bütün uyusturucu maddelerle mücadele veren Yesilay'i sadece devlet, bakanliklar, kurumlar degil, vatandaslarimiz da maddeten desteklemelidir.

        Kim kendi çocugunun da yarin bir eroinman olmayacagini garanti edebilir?

        Yorum

        • izmirsat
          Member
          • 30-09-2006
          • 1543

          #5
          Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

          Yeşilay Haftası

          İçki,sigara ve uyuşturucu maddeler insanın sağlına zararlıdır.Bu maddeleri kullanma alışkanlığı edinmiş insanların aileleri yoksullaşır ve parçalanır.Sigara ve alkollü içkiler,uyuşturucu maddeler sağlığımızın düşmanıdır.Vücudumuza girerek sinirlerimizi uyuşturur,Beynimizin çalışmasını engeller.Sonuçta sorumsuz davranışlar yapmamıza neden olurlar.Hem kendimize hem de çevremize karşı yanlış davranışlar göstermemize neden olurlar.

          Sağlığımıza zararlı olan bu maddeleri kullanmamalıyız.Kullanmaya özenen kişiler varsa onlar uyarmalıyız.Zararlarını anlatmalıyız.

          Yurdumuzda içki,sigara ve uyuşturucu kullanımını önlemek amacıyla "Yeşilay"kurulmuştur.Yeşilay görevlileri,insanları kötü alışkanlıklar konusunda eğitip bilinçlendirmektir.Yeşilay ın bu savaşında başarılı olabilmesi için bizlerden de destek görmesi gerekir.İşte bu amaçlarla 1 - 7 mart tarihleri arasında "Yeşilay haftası" düzenlenmiştir.

          Hafta boyunca okullarda içki konusunda konuşmalar yapılır.Öğrencilere içkinin zararları anlatılır.Radyo,televizyon,dergi ve gazetelerde bu konuda yayınlar yapılır.İçki ve uyuşturucu alışkanlığının zararları açıklanır.İçkinin zararları hakkında aydınlatıcı bilgiler verilir.Hafta süresince Yeşilay görevlileri de çalışmala-rını hızlandırır.

          Hiçbir zaman içki ve sigara içmeyelim,özenmeyelim,kullananlara engel olmaya çalışalım.

          GÜZEL SÖZLER

          • İçki güldürür, süründürür, öldürür.
          • İçki sağlığın düşmanıdır.
          • İçki kötülükler doğurur.
          • İçki aile bütçesini eritir.
          • İçki sinir ve sindirim sistemlerini bozar.
          • Alkol almak, gönüllü çılgınlıktır.

          YEŞİLAY HAFTASI
          ( 1 – 7 Mart )
          Yurdumuzda alkollü içki ve uyuşturucu madde kullanmaya karşı olanlar 5 Mart 1920 tarihinde Hilâli Ahdar Derneğini kurdular. Hilâl – ay , ahdar – yeşil anlamındadır. Hilâli Ahdar, daha sonra Yeşilay adını aldı. Yeşilay Derneğinin kuruluş tarihini içine alan 1 – 7 Mart arası ülkemizde Yeşilay Haftası olarak kutlanır. Yeşilay Haftasında alkollü içkilerin, uyuşturucuların topluma, aileye, bireye zararları anlatılır.
          Uyuşturucu denilince esrar, afyon, kokain, LSD gibi uyuşturma özelliği olan maddeler akla gelir. Alkollü içkiler ise içildiğinde insanı sarhoş eden her tür içkilerdir. Alkollü içki veya uyuşturucu alanlar önce rahatlık, baş dönmesi duyar, sonra sarhoş olurlar. Sarhoşlar doğru düşünüp doğru karar veremezler. Kolay suç işlerler, içkili iken araç sürenler taşıt kazalarına neden olurlar. Alkollü içkiler, uyuşturucular insanda zamanla alışkanlık yaratır. Alkol almayı alışkanlık haline getirenlere alkolik denir. Alkolikler kazançlarını içkiye verirler. Çevrelerini rahatsız ederler. Bu yüzden alkolikler toplum içinde sevilmezler, sayılmazlar. İçki ve uyuşturucu kullanımı aile düzenini bozar.
          Uyuşturucu ve alkollü içkiler sağlığa da zararlıdır. Vücudumuzda önemli görevler yapan beyin, mide, kalp, akciğer gibi organlar içki ve uyuşturucudan etkilenir. Ülser, siroz, felç gibi hastalıkların nedeni uyuşturucu ve alkollü içkilerdir.
          Sigara : Toplumumuzda kullanımı yaygın olan bir keyif maddesidir. Sigara iştahı keser, sindirimi güçleştirir, dişleri sarartır, ülsere sebep olur. Akciğerde bronşları doldurur, öksürmeye yol açar. Sigaranın kansere de neden olduğu ileri sürülüyor.
          Ülkemizde uyuşturucu maddelerin yapımı, satışı, kullanılması, taşınması, bulundurulması yasaktır. Bu yasağa uymayanlar suç işlemiş olur. Suç işleyenlere ağır hapis cezaları uygulanır.
          Uyuşturucu maddelerin bir bölümü ilaç yapımında kullanılır. Bu amaçla bazı uyuşturucu maddelerin hükümet belirli koşullarla izin verir.
          Topluma, aileye, bireye zararlı olan içki ve uyuşturucuların kullanımını eğitim yoluyla engellemek için kurulan Yeşilay Derneği'nin simgesi; beyaz üstünde yeşil bir aydır. Yeşilay Derneği Genel Merkezi, Yeşilay adlı aylık bir dergi yayınlıyor. Bu dergi düzenli olarak alkollü içkilerin, uyuşturucuların, sigaranın topluma ve sağlığa olan zararlarıyla ilgili yayın yapıyor.
          Yeşilay Haftası boyunca öğrendiklerimizi yaşam boyu uygulayalım. Kötülükle-rin anası olan uyuşturucu ve alkollü içkilerden uzak duralım.

          YEŞİLAY
          Geldi yine bak Yeşilay Haftası
          İçki düşmanlarının yüzü güldü.
          Dolup boşalırken bu şerbet tası,
          İnsanların yüzlerine kan geldi.

          İçki yerine süt ayran içmeli,
          Bol bol üzüm,elma,armut yemeli,
          Bunlar sağlık kaynağı bilinmeli,
          Süt içenlerin tümüne can geldi.

          İçki evleri temelinden yıkar,
          İnsanları birbirine düşman eder,
          Kişi bilincini yok edip gider,
          Bol meyve yiyenlere dermen geldi.
          Etem ÜTÜK

          YEŞİLAY
          Yeşil bir ay bembeyaz.
          Bayrağının tek süsü.
          Sağlığımız,canımız,
          Yeşilay' ın ülküsü.

          Korumaya çalışır,
          Yurttaşları içkiden,
          İnsanlıktan sıyrılır,
          Çünkü sarhoş bir beden.

          Vatanını sevenler,
          Korumalı milleti.
          Ocakları söndüren
          İçki , kumar illeti.
          İ.Hakkı Talas

          Yorum

          • izmirsat
            Member
            • 30-09-2006
            • 1543

            #6
            Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

            Yön Bulma

            Dünya üzerinde bulunduğumuz yeri harita ve aletler kullanarak belirliyebiliriz.Bulunduğumuz noktadan diğer bir noktaya giderken, yürüdüğümüz yönü rota olarak adlandırırız.İki nokta arasında birçok engeller,tepeler,ormanlar,göller ve nehirler yer alabilir.Önemli olan bir yerden diğerine giderken, saydığımız bu engelleri aşarken rota dediğimiz yönümüzü kaybetmememizdir.Yapılan araştırmalarda bir kişi bilmediği bir arazide hareket ediyorsa bir müddet sonra yön duygusunu kaybettiği görülmektedir.Yürüyüş sırasında, yaşamlarında sağ ayağını kullanan insanların kuvvetli olan bu ayakları ile sola göre daha uzun adım attıkları görülmektedir.Bu nedenle düz bir doğru üzerinde yürüdüklerini zanneden kişilerin rotalarından sola doğru saptıkları ve zaman içinde sola doğru çok geniş bir yay çizdikleri görülmektedir.Sonuçta umdukları yere ulaşamadıkları gibi nerede olduklarını bilememektedirler.Son yıllarda ülkemizde doğada etkinlik gösteren kişilerin sayısı artmıştır.Bu sayı artışı beraberinde kazaları ve kaybolma olaylarını getirmektedir.Yön saptama çok kesin ve net bir hadisedir.Doğada yürüyen bir kişi net olarak nerede olduğunu bilmeli veya kaybolduğunu kabul etmelidir.
            Pusula ve şimdi öğreneceğimiz yöntemlerle yeryüzeyinde ancak yön saptaması yapılabilir. Yani ancak istenen rotada yürümek mümkün olabilir.Yeryüzü üzerinde nerede olduğumuz sorusunun cevabı farklı aletler gerektirir.Bu aletlerden elde ettiğimiz sonuç ile enlem ve boylamımızı derece,dakika ve saniye cinsinden öğrenebiliriz.Bu bilgi ancak bir haritaya aktarıldıktan sonra o anki haritadaki yerimizi bilebiliriz.
            Sonuç olarak doğada yönümüzü belirlemeden önce kabaca nerede olduğumuzu bilmek zorundayız.Ancak bundan sonra nereye gideceğimizi düşünüp sonra yönümüzümü saptamalıyız.

            Yön Saptama Yöntemleri
            Pusula Yardımı İle
            Yönümüzü en kolay pusula yardımı ile saptıyabiliriz.Pusula ibresinin koyu renkli ucu manyetik kuzeyi gösterir.Kuzeyinin nerede olduğunu belirledikten sonra,hangi yöne gidecek isek o yönde yer alan bir cismi (örneğin ağaç,iri kayalar gibi)hedef alıp oraya kadar gitmek ve o noktada gitmek istediğimiz yönde yeni bir cisim saptamak gerekir.Bu yöntemle mümkün olduğu kadar düz bir çizgide yol alınabilir.
            Doğada gidilecek yön için belirli cisim ve işaretleri hedef alıp yürüyün.
            Kutup Yıldızı İle
            Dünyamızın kutup noktalarından geçen hayali eksen çizgisi kutup yıldızının çok yakınından geçmektedir.Bu nedenle geceleyin yıldızlar ve gezegenler hareket halinde iken(dünyanın kendi etrafında dönüşünden dolayı)kutup yıldızı sabit kalır.Doğada herhangi bir yıldızı hedef alıp yürür iseniz,yıldızın hareketinden dolayı düz bir çizgide yürüyemezsiniz.
            Dünyanın dönüşünden ötürü kutup yıldızı çevresinde diğer yıldızların dönüşü."Görüntü fotoğraf filminin uzun pozlandırılması ile elde edilmiş.(Corbis.com)"
            Bu nedenle gökyüzünde yanlızca kutup yıldızını bularak onun kuzeyi gösterdiğini bilerek,amaçladığınız yönde yürüyebilirsiniz.Kutup yıldızını bulmak için belirgin bazı yıldız guruplarını bilmek zorundasınız.(Bu bilgiler kuzey yarım küresinde geçerlidir)
            Büyük Ayı yıldız gurubu 7 yıldızdan oluşur.Görünümü eğik duran kahve cezvesine benzer.Sapın karşısında yer alan kenarın uzunluğunu 5 le çarptığımızda ve kenar yönünde kutup yıldızını buluruz.Kutup yıldızını doğru bulduğumuzdan emin olmak için yan yatmış ve beş yıldızdan oluşan bir W harfine benzeyen Cassiopeia yıldız gurubunu kullanırız.Büyük W nun ortasındaki yıldız, kutup yıldızı doğrultusundadır.(Lütfen çizimleri inceleyiniz)
            Büyük Ayı Yıldız Gurubu
            Cassiopeia Yıldız Gurubu
            US Army FM 21-76 da Kutup Yıldızının Bulunması

            Güneş İle Yön Bulma
            Parlak güneşli bir günde bir sopa ve gölgesi yardımı ile yön tayini yapılabilir.Sopanın gölgesi işaretlenir.Bir süre sonra yer değiştiren gölge ucu tekrar işaretlenir.Bu iki işareti birleştiren çizgiye dik doğru S - N eksenidir.Birinci işareti sola ve ikinci işareti sağınıza aldığınızda yüzünüz kuzeye bakmaktadır.



            Saat Yardımı İle Yön Tayini
            Güneşli bir günde bileğimizdeki saat yardımı ile yön tayin edebiliriz.Saatin akrebi güneşe döndürülür.Saatin 12 rakkamı ile akrebin oluşturduğu açının açı ortayı Güney-Kuzey Hattıdır.Güneş tarafı güney yönüdür.

            Yorum

            • izmirsat
              Member
              • 30-09-2006
              • 1543

              #7
              Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

              YUNUS EMRE VE GERÇEK HAYATI
              1.YUNUS EMRE’NİN YAŞADIĞI DEVİRDE ORTA ASYA VE ANADOLUDAKİ GENEL DURUM:


              Anadolu Selçuklu devletinin zamanla zayıflaması, özellikle Kösedağ savaşında Moğollar’ a yenilmesi Anadolu’daki Moğol felaketinin başlangıcı olmuştur. 1260 yılından sonra zayıflayan otorite kuramayan Anadolu Selçuklu Devleti’nin yerine Moğol egemenliği hüküm sürmeye başlamış, ancak Moğollar da her tarafta askeri üstünlük sağlayamamış, gönderilen Moğol güçleri merkezlerini tanımayarak isyan etmiş ve bağımsızlıklarını ilan etme gibi girişimlerde bulunmuşlardır. Bunun nedeni olarak o devir her iki yerde; gerek Anadolu gerekse Orta Asya’da karışıklar ve belirsizlikler hakim durumdaydı. Çünkü Yunus Emre’nin yaşadığı zaman olan (12.asrın sonları ve 13 asrın başları) Anadolu’da; Selçukluların dağılması ve beyliklerin otaya çıkmasıyla ortada tam bir kargaşalık vardı. Kısmen Anadolu’ya Moğollar hakimdi. Bu durum Karamanoğulları’ nın bağımsızlık ilan etmesine sebep olmuştur. Ve Karamanoğulları Beyliği 1256 yılında bir Kolonizatör Türkmen dervişi olan Nure Sofi’ nin oğlu olan Kerimüddin KARAMAN önderliğinde kurulmuştur. Diğer taraftan Orta Asya’da da yine Moğollar her tarafı yıkıp döküyorlardı. Özellikle bu devirlerde Anadolu’da bir iç isyanın çıkmamasında ve Moğolların onca istilalarına ve baskınlarına rağmen ayakta durmalarında başta Yunus Emre olmak üzere Anadolu’da bulunan birçok Türk dervişinin Alp-Erenlerinin ve Türkiye mutasavvıfların tesiri büyüktür. Bu bakımdan tekke ve dergahta bulunan dervişler ve onların erlerine büyük görevler düşüyordu. Çünkü Anadolu'da devlet otoritesi iyice zayıflamış ve Moğollar gibi dış güçlere karşı her zaman hazırlıklı ve moralli olmak gerekiyordu. Bunu da Yunus Emre gibi dervişler ve Erenler sağlıyordu. Orta Asya’da durum bundan farklı değildi. Hoca Ahmet Yesevi bir taraftan Orta Asya’ da durumu düzeltmeye çalışırken diğer taraftan yetiştirdiği yüzlerce Türkiye Mutasavvıflarını Anadolu'ya gönderiyor ve Anadolu'nun Müslümanlaşmasını sağlıyordu. 12. asırda başlayan bu İslamlaştırma hareketi gerek Selçuklu gerekse Osmanlı devletinin Anadolu’da yerleşmesi bakımından büyük kolaylık sağlamış bir çok yöre kılıçsız ve kalkansız birden İslam’ı kabul etmişlerdir. Bu konuda en büyük görevi tartışılmaz bir şekilde bir çok ilim adamımızın da belirttiği gibi kolonizatör Türkiye dervişleri üstlenmişlerdir. Anadolu’nun Müslümanlaşmasında daha Türkler Malazgirt savaşından önce Anadolu’ya ayak basmamışken ve Anadolu bir Rum diyarı iken Orta Asya’da bulunan Hoca Ahmet Yesevinin telkinleriyle burulara gelen ve burada aileleriyle yerleşen geldikleri yöreleri Müslümanlaştıran Alp-Erenler yani Türk dervişleridir.


              2. YUNUS EMRE’NİN HAYATI VE YAŞADIĞI YER :


              Anadolu Moğol istilasıyla ezilmiş, çökmüş bir vücut halinde idi. Kılıçla kargının son şakırtılarının şimşeklendiği bedbaht bir iklimde kuvvet son sözünün söylemiş gibi görünüyordu. Böyle bir beldede bir güneşin doğması bekleniyordu. Bu beldenin üç asırlık gerçek sahipleri bekleniyordu. Ve beklene gün gelmiş, Yeşildere vadisinin kenarında bulunan Aşıklar Öreni’nde yepyeni bir ses yepyeni bir soluk dünya’ya teşrif etmek üzere idi. Hoca Ahmet Yesevi’nin irşatları ve Anadolu'ya Alp erenler göndermesi ve buranın Müslümanlaştırılması faaliyetlerinin bir sonucu olarak Horasan’dan buraya göç eden Türkemen Dervişi olan İsmail Hacı’ya Allah bir torun daha nasip ediyordu. Yıl: H38/M:1240. Ve nefesiyle, sözüyle tüm çağları aşacak olan bir çocuk dünyaya geliyordu. Bu ıssız vadide. Bu çocuk farklı mı idi ne? Anadolu’nun üstünü kaplayan o kapkaranlık bulutlar birden dağılmış ortaya yepyeni pırıl pırıl, berrak berrak bir gökyüzü çıkıvermişti.
              “Ben yürürem yane yane. Aşk boyadı beni kane
              Ne akılem ne divane, gel gör beni aşk neyledi.”
              diyordu bu çocuk. “sevelim sevilelim bu dünyaya kalmaz” diyordu... Önemli olan sevmektir diyordu. Bu çocuk. Adını da yıllardır bir balığın karnında kalan ve sonra ortaya peygamber olarak çıkan Yunus Peygamber’den alıyordu. Adı Yunus idi. Yunus Emre... soyadı ise Sevgi, Dostluk ve Gönül idi..

              Yunus Emre’nin dedesi İsmail Hacı Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş ve Karaman oğullarından halen Karaman’a 29 km. uzaklıkta bulunan eski yerde geniş bir arazi satın aldığını Başbakanlık arşivlerindeki Yavuz Sultan Selim İl yazıcı defterinden öğreniyoruz. Bulunan belgedeki isimler az değişikle halen günümüzde kullanmaktadır. Karaman oğulları beyliğini seçmelerinde onlarla olan akrabalık bağlarının bulunmasından kaynaklanmaktadır. İsmail Hacı topluluğu Horasan’dan gelip Larende’ nin 29 km doğusunda, şu anda Yeşildere Kasabası sınırları içerisinde bulunan vadiye yerleştikten sonra burada bir zaviye kurdu. (1) Yunus Emre İsmail Hacının torunudur ve Karaman’da H38/M:1240 yılında dünyaya gelmiştir. Doğum ve vefat tarihlerin tam olarak bilinmemekle birlikte bu tarihler tahmini olarak yazdığı kitap olan Risüaletünnushıyye’ den çıkarılmaktadır (2) Buradan şu sonuç ortaya çıkıyor. Yunus Emre’nin dedeleri bu bölgeye göç etmişler ve bu bölgede sürekli kalmak için geniş arazi satın almışlardır. Bu kadar geniş arazileri olan bir zatın Hacı Bektaşi kapısına gidip buğday istemesi biraz düşündürücüdür. Ki daha sonraları Yunus Emre bizzat kendisinin Karamanoğlu Mehmet Bey’den eski adı Yerce olan bir köyden arazi satın almıştır. Bu aldıkları arazilerde zaviyeler kurmuş olan Yunus Emre aynı zamanda buradan elde ettiği gelirlerle her gün yüzlerce muhtaca yardım etmiştir. Daha sonraları gerek kendi köyü olan Karye-i Yunus Emre’de gerekse Karaman’da kiriş haneleri ve vakıflar zaviyeler kurmaya devam etmiştir. Bu arada ortaya atılan ve kaynağı sadece birtakım menkıbelere dayanan ve ilmi hiçbir belgeye dayanmayan bir iddia vardı ki o da Yunus Emre’nin Hacı Bektaşi-ı Veliye buğday istemesi için gitmiş olma iddiasıdır. Bu iddia tamamen bin hurafedir ve asırlardır Anadolu’da yaygın olan efsanevari söylentilerden başkası değildir. Çünkü bu iddianın asılsız olduğunu tarih otoritelerinin hepsi kabul ediyor. Kaldı ki Yunus Emre zaten dönümlerce araziye sahip olan bir vadide yerleşmiş ve yanında işçileri ve dervişleri olan varlıklı bir şeyhtir. Yunus Emre Bektaşi değildir, şiirlerinde Bektaşilik ve Hacı Bektaşi-i Veliden de bahsetmemiştir. Demek oluyor ki her ne kadar Yunus Emre çeşitli İslam diyarlarını gezmiş ise bile bu onun oralarda bulunduğu veya mezarını oralarda olduğunun bir delili olamaz. Zaten Anadolu’da onlarca şeyhlik veya müridlik yapan Yunus Emre veya Yunus adında zatlar vardır. Şu anda tarihçilerin kesin gözüyle baktığı iki yer vardı. Bunlardan bincisi Eskişehir’de bulunan Sarıköy'de ki mezar diğeri ise Karaman’da bulunan Yunus Emre camisinin yanında buluna türbedir. Karaman’daki mezara türbe diyorum, çünkü diğer mezarın değil Yunus Emre büyük zatlarla hiç alakası yoktur. Cumhuriyetten sonra Sarıköy’de bir mezar açılmış ve içinden bir sürü cesetler çıkmış ve içlerinden en büyük kafa tasını alarak bu Yunus Emre’nindir denilerek onun için bir abide yaptırılmıştır. Bunun hiç ilmi dayanağı yoktur. Elde bulunan belgeler ise Yunus Emir Bey’ine ve Emrullah Yunus Sami tekkesine ait belgelerdir (3) Bu arada Konya Valiliğinden Yunus Emre’nin Karaman’da olduğuna dair pek çok rapor gelmesine rağmen bu durum kamuoyundan gizlenmiştir. Bütün bu olanlardan sonra anlaşılıyor ki YUNUS EMRE KARAMAN’LIDIR VE MEZARI KARAMAN’DA BULUNMAKTADIR. Zira Osmanlı devleti zamanında bile Yunus Emre’nin mezarının Karaman’da olduğuna dair belgeler ve deliller mevcut ve o zamanlar aksini söyleyen bir kimse yoktu. Çünkü herkes Yunus Emre’nin Karaman’da olduğunu biliyordu. Bu yüzdendir ki Osmanlı Devleti kayıtları Yunus Emre’nin hep Karaman’da olduğunu tasdik ederler. Sözde Sarıköy’de ki Yunus Emre mezarlığı sonradan yapılmış ve içine görgü şahitlerinin bile inanmadığı birtakım hileler karıştırılmıştır. Yunus Emre‘nine mezarı diye açılan mezarda bir sürü cesetleri görenler orada tutulan tutanağı bile imzalamamışlardır. Bu birtakım kimselerin sırf Yunus Emre’yi Eskişehirli yapmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Şurası da bir gerçek ki Sarıköy’deki yatan zatın ismi bile Yunus Emre değildir. Yunus Emir Beydir. Öte taraftan yine tarih araştırmacıları Yunus Emre’nin tahsilini Konya’da yaptığını ve kendisinden 35-40 yaş büyük olan Mevlana’dan ders aldığını belirtiyorlar. Bu durum ister istemez Yunus Emre’nin Karaman’da bulunduğunu kuvvetlendiriyor. Zaten Yunus Emre bu durumu şiirlerinde: “Mevlana hüdavendigar bize nazar kılalı, anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır....Mevlana meclisinde saz ile işret oldu, Arif maniye daldı, çok biledir ferişteh” diye belirtir. Ama bir kere Hacı Bektaşi Veliden bahsetmez. Osmanlı Devletinin aşağı yukarı her tarafını gezen ünlü Türk Seyyahı Evliya Çelebi 1648 yılında Karaman’a gelmiş camileri ve türbeleri gezmiştir.İşte Evliya Çelebi burada Yunus Emre’den de bahsetmiş ve şöyle demiştir:”Kirişçi Baba Camiinde, Yunus Emre hazretlerinin mezarı bulunmaktadır. vs.
              Bu arada diğer bir belge var ki hayli ilgi çekicidir. Halen Başbakanlık arşivi 18304 numarada kayıtlı bulunan bu belge; özetle Yunus Emre’nin türbesinin aydınlatılması için ödenek ayrılması hakkında 1235 tarihinde yazılmıştır. Nihayetinde biz tarihçi olmadığımız için sonuç olarak derlediğimiz ve kaynağını da gösterebileceğimiz bilgileri aşağıda sunuyoruz:


              a) Yunus Emre’nin ataları Horasan’dan gelmişler ve başlarında dedesi İsmail Hacı vardır.
              b) Yunus Emre’nin Karamanlı olduğunu gösteren belgelerin hemen hepsi resmi ve sağlam belgelerdir. Bu belgeler Osmanlı Devleti zamanında sıkı bir şekilde korunmuş ve mühür ile mühürlenmiştir.
              c) Yunus Emre’nin Karamanlı olduğuna dair ilk bilgiler diğerlerinin aksine Osmanlı Devleti belgelerinden gelmektedir. Ama Yunus Emre’nin başka yerlerde bulunduğuna dair hiçbir resmi ve sağlam kaynak yoktur. Bilakis Yunus Emre’nin Karamanlı olduğuna dair sağlam kaynaklar halen mevcuttur. Ve bizzat kendi ismi geçmektedir. Osmanlı Devletinde Yunus Emre’nin mezarını yeri olarak hep Karaman gösterilmiş ve bu türbenin giderleri için ödenek bile sağlanmıştır.
              d) Başta Mevlana olmak üzere Yunus Emre ile defalarca görüşmüşler ve onun bir Türk olduğunu ona Türkmen Kocası demişler ve Karamanoğulları sarayında sözü geçen bir zattır.
              e) Yunus Emre çevredeki bütün Türkmenlerin özellikle de Şehzadelerin de şeyhidir.
              f) Aynı zamanda varlıklı bir şeyh olan Yunus Emre vakıflar ve zaviyeler kurarak bölgenin sosyal yönden kalkınmasın sağlamış ve diğer kolonizatör Türk dervişleri gibi Moğolların saldırıları karşısında milleti örgütlemişler ve onlara manevi destek olarak morallerini yüksek tutmuşlardır.
              g) Belgelerde geçen yer ve köy isimleri halen mevcuttur. Ve hepsi Karaman’ın birer köyü veya kasabasıdır.
              h) Bütün bunlardan tek bir sonuç çıkıyor: YUNUS EMRE KARAMAN’LIDIR VE MEZARI KARAMAN’DA BULUNMAKTADIR..

              Yorum

              • izmirsat
                Member
                • 30-09-2006
                • 1543

                #8
                Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                YURTDIŞINA GİDİŞ TERCİHLERİ

                Ulusal ve uluslararası göç olgusu tarih boyunca toplumların ve bireylerin yaşamını
                ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal ve psikolojik bakımdan çok yönlü ve karmaşık bir
                biçimde etkilemiştir

                Göç olayı, yalnızca son 40-50 yıllık süreyi içeren bir geçmişe sahip değildir. Ulusal
                sınırı aşan yabancı insangücünün kullanılması olayı yüzyıllarca geriye giden bir
                geçmişe sahiptir. Örneğin, Afrika'dan 15 milyonu aşkın köle, işgücü olarak 15., 16., 17.
                ve 18. Yüzyılda Güney ve Kuzey Amerika'ya gönderilerek orada çalıştırılmıştır. 19.
                Yüzyılda, önce bazı Avrupa ülkelerinden Kuzey Amerika'ya ve aynı yüzyılın sonlarında
                özellikle, Doğu ve Güney Avrupa'nın bazı ülkelerinden daha çok Polonya, Rusya ve
                İtalya'dan Almanya'ya önemli ölçüde insan gücü transferi olmuştur. 1870'lerden itibaren
                İngiltere ve Fransa'dan sonra gerçekleşen sanayi devriminin bir sonucu olarak Batı
                Avrupa ülkeleri tarafından artan oranda işçi alımına gidilmiştir. Alman sanayisinin
                1914'lerde hızlı bir şekilde tırmanışa geçmesinde iki milyona yaklaşan yabancı işçinin
                önemli rolü olmuştur

                1950'lerden itibaren Batı Avrupa ülkelerine gereksinim oranında insangücü alımı
                özellikle bu ülkeleri çevreleyen Güney Avrupa ülkelerinden ve İngiltere, Fransa,
                Hollanda ve Belçika'nın eski sömürgeleri olan Uzak Asya ve Afrika ülkelerinden
                yapılmıştır. İkinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan ve büyük zararlar gören Almanya,
                yeniden kendini onarabilmek ve hem de üstün rekabet gücüne sahip olup dünya
                pazarlarına açılabilmek için 1954 yılında başlayarak, sırasıyla Yunanistan, İspanya,
                Portekiz, Türkiye, Yugoslavya ve Tunus gibi ülkelerden hareketli, genç, ucuz ve sağlam
                insangücü transferi yapmıştır.

                Bu göçün temel nedeni, hızla endüstrileşen bölgelerde ortaya çıkan işgücü ihtiyacı ile
                ekonomik güçlükler içinde bulunan bölgelerde sosyal ve ekonomik yaşam koşullarının
                iyileştirilmesi ihtiyacından kaynaklanmıştır.
                Yine bu görüşe göre, yabancı ülkelere giden işçilerin kendi ülkelerinin ekonomisine
                katkıları ülkelerine döndükten sonra da devam edecektir. Abadan-Unat (1975), “Dış
                ülkelerden dönecek olan, dış ülkelerde iken yetişme olanağı bulan, hiç değilse bir sanayi
                ekonomisine katılmış olan işçilerin ülke ekonomisinin gelişmesinde etkin bir biçimde
                rol alacaklarını” belirtmektedir (Akt: Erdoğan 1988:8). Yine bu yaklaşıma göre, yurt
                dışına giden işçilerin, çalıştığı ülkede mesleki ve teknik alanda bilgi ve becerisini
                geliştirecekleri ve ülkesine dönerek ülkesinin ekonomik kalkınmasına katkıda
                bulunacakları savunulmaktadır

                Yorum

                • izmirsat
                  Member
                  • 30-09-2006
                  • 1543

                  #9
                  Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                  Seyirlik Türk Oyunları
                  Karagöz
                  Gölge oyunu olan Karagöz, karanlıkta beyaz bir perdenin arkasında yakılan ışıkla, deriden kesilmiş ve renklendirilmiş insan ve hayvan tasvirlerinin perdeye aksetmesi şeklinde oynatılmaktadır.
                  Karagöz, deve veya manda derisinden yapılan tasvir adı verilen insan, hayvan veya eşya şekillerinin çubuklar yardımıyla arkadan verilen ışıkla beyaz perde üzerinde hareket ettirilmesi esasına dayanan gölge oyunudur. Oyun adını, baş kişisi olan Karagöz'den almaktadır.
                  Geleneksel Türk tiyatrosunun önemli türlerinden biri olan Karagöz, Perde Oyunu, Gölge Oyunu, Hayal Oyunu gibi isimlerle de anılmıştır. Tasvirlere hareketle anlatım kazandıran ve ses veren kişi aynı kişidir.
                  Yavuz Sultan Selim çağının güvenilir yazılı kaynaklarına göre gölge oyunu XVI. asırda Türkiye'ye Mısır’dan gelmiştir. XVII. asırda teknik ve muhtevada millî özelliklere bürünerek Karagöz adını almıştır. Bu oyunun iki önemli kişisinden biri olan Karagöz açık sözlü sade bir halk adamıdır. Hacivat ise, okumuş, dalkavukluğa yatkın, çıkarını bilen bir kişidir. Bunların dışında konulara göre rol alan yardımcı tipler vardır.
                  Karagöz oyunlarında çoğunlukla toplum yaşayışının ve kişilerin aksak yanları işlenmekte ve güldürü havası içinde sergilenmektedir. İstanbul Türkçesinin dışındaki farklı şivelerle, taklit ve yanlış anlamalarla güldürü unsuru sağlanmaktadır.
                  Gölge oyununun kaynağı Güneydoğu Asya ülkeleri olarak kabul edilir. Türkiye'ye gelişi hakkında ise değişik görüşler vardır. Bunlardan birisi Orta Asya'da "kor kolçak", "çadır hayal" olarak bilinen oyunların gölge oyunu olduğu ve oradan göçlerle Anadolu'ya getirildiği görüşüdür. Diğer görüşe göre 1517 yılında Mısır'ı alan Yavuz Sultan Selim'in Türkiye'ye getirdiği gölge oyunu sanatçıları yolu ile girdiğidir.
                  18. yüzyıldan itibaren kesin biçimini alan Karagöz, halkın en sevilen eğlence türlerinden biri olmuştur. Karagöz, tek sanatçının yeteneğine bağlı olarak oynatılır. Perdedeki tasvirlerin hareket ettirilmesi, değişik tiplerin seslendirilmesi, şive ve taklitlerin hepsi bir sanatçı tarafından yapılır.
                  Karagöz'de işlenen konular komik öğelerle verilir. Çifte anlamlar, abartmalar, söz oyunları, ağız taklitleri belli başlı güldürü öğeleridir.
                  Hacivat'ın semai söyleyerek perdeye geldiği, perde gazelini okuduktan sonra Karagöz'ü çağırdığı ve Karagöz’le Hacivat'ın kavga ettikleri giriş bölümüne “mukaddime” denir. Bu bölümde Hacivat'ın söylediği perde gazelinde oyunun bir öğrenme aracı ve gerçeklerin göstergesi olduğu belirtilerek felsefî ve tasavvufî anlamı vurgulanır.
                  Muhavere bölümünde, bu oyunun baş kişileri olan Karagöz ve Hacivat arasında geçen salt söze dayanan olaylar dizisinden sıyrılmış somutlaştırılmış ikili konuşma yer alır. Muhavere tekerleme biçiminde de olabilir. Bu bölümde Karagöz ve Hacivat'ın kişilik özellikleri ve yaratılış açısından birbirlerine karşıt özellikleri vurgulanır. Muhavereler oyunla ilgili olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir. Bunun yanı sıra çifte Karagözlü muhavere, gelgeç muhaveresi ve ara muhavere çeşitleri de vardır.
                  Asıl hikâyenin anlatıldığı, diğer tiplerin perdeye geldiği bölüme fasıl adı verilir. Oyun buradaki konuya göre isim alır. Faslın sonunda oyuncular bir biçimde perdeden ayrılır. Hacivat ve Karagöz kalır.
                  Oyunun sonunun seyirciden, yapılan hatalar için özür dilenip bir sonraki oyunun duyurusu yapılır ve oyun sona erer. Karagöz'de hiciv ve taşlama vardır. Bu taşlamalar mizahi bir üslûpla devlet yöneticilerine kadar uzanmıştır.
                  Oyunun baş kişileri Karagöz ve Hacivat'tır. Karagöz halkın ahlâk ve sağduyusunun temsilcisidir. Özü sözü birdir. Hacivat ise medrese eğitimi görmüş, kaypak, düzene uyan birisidir. Diğer tipleri Tuzsuz Çelebi, Matiz, Beberuhi, Arnavut, Yahudi, Çerkez, Kürt, Laz, Tiryaki, Zenneler vb. oluşturur.
                  Karagöz, saray tarafından ilgi görmüş ve desteklenmiştir. Yapılan şenliklerde, şehzadelerin sünnet düğünlerinde Karagöz gösterilerine yer verilmiştir.
                  Karagöz özellikle İstanbul merkezli Osmanlı kültürüyle bütünleşmiştir. İstanbul'un yaşamını Karagöz oyunlarında görmek mümkündür. Ağalık, Büyük Evlenme, Kayık ve Tahmis bunlardan bazılarıdır. Ferhat ile Şirin, Balıkçı, Cazular, Kanlı Nigâr, Leylâ ile Mecnun, Ters Evlenme, Tahir ile Zühre, Yalova Sefası, Karagöz'ün Yazıcılığı, Karagöz'ün Âşıklığı, Karagöz'ün Hekimliği vb. Karagöz'ün bilinen diğer oyunlarıdır.
                  Karagöz'ün Tekniği
                  Karagöz'ün oynatıldığı beyaz perdeye "ayna" adı verilir. Perdeler önceleri 2 x 2,5 m iken sonraları 110 x 80 m ebadında yapılmaya başlamıştır. İç tarafta perdenin altında kurulmuş "peş tahtası" vardır. Oyunda bunun dışında zil, tef, kamış, nareke (düdük), perdeyi aydınlatacak kandil veya ampul vardır. Bunlar peş tahtası üzerinde bulunur. Oyunda kullanılan tasvirler 32-40 cm büyüklüğünde olup genellikle manda, sığır ve deve derisinden yapılır. Deriler özel bir yöntem ile şeffaf hâle getirilir. Daha sonra "nevregân" adı verilen ucu keskin bıçaklarla işlenir. Parçalar birbirine kiriş veya katküt adı verilen iplerle bağlanır. Daha sonra tasvirler çini mürekkebi veya kök boya ile boyanır.
                  Osmanlı döneminin en önemli eğlence türlerinden olan Karagöz, Ramazanlarda, sünnet düğünlerinde, şenliklerde, kahvehanelerde ve bahçelerde oynatılmaktaydı. Dönemin toplumsal olaylarını eleştirel bir gözle konu edinen Karagöz'ün yaygın olarak İstanbul'da oynatıldığı bilinmektedir. Anadolu'nun diğer kentlerine ise turneye giden sanatçılar aracılığı ile yayılmıştır.
                  Günümüzde ülkemizi tanıtıcı sanatların başında gelen Karagöz turistik otel ve restoranlarda oynatılmaktadır. Daha çok televizyon aracılığı ile seyirciye ulaşmaktadır.
                  Sınırlı sayıdaki sanatçı tarafından güç koşullar altında yaşatılmaya çalışılan Karagöz sanatı ile ilgili çalışmalar Uluslararası Kukla ve Gölge Oyunu Birliği (UNIMA) Türkiye Millî Merkezi Başkanlığı ve Kültür Bakanlığı'nca yürütülmektedir.
                  Kukla
                  Kukla oyunu Orta Asya'dan itibaren biliniyordu. Bu oyun 18. asırda "kukla" adı ile anılmaya başlamışsa da daha önceki asırlarda bebek anlamında Türkçe "kavurcuk" kelimesi ile tanınıyordu. Ayrıca Türk kelime hazinesinde kukla oyununa bağlı pek çok kelime ve deyim bulunmaktadır. Kukla oyunlarında İslâmiyet’ten sonra tasavvufî yorum ve bilgiler yer almış, Tanrı-kâinat bağlantısı anlatılmaya çalışılmıştır.
                  Batı kuklasının Türkiye'ye gelmesiyle iskemle kuklası, ipli kukla denilen türler Türk kültür hayatına girmiştir. Bu dönemde Emin ve Cemil Mehmet Bey gibi Türk kuklacıları şöhret kazanmıştır. XIX. asırda sokaklarda, bahçelerde oynatılan kuklaların yanı sıra İstanbul'un başlıca eğlence yeri olan Direklerarası'nda kukla temsili veren tiyatrolar da kurulmuştur.
                  Türkçe bebek anlamına gelen ve bugün Anadolu'da yaşayan korçak, kudurcuk, kaburcuk, koğurcak, kaurcak, lubet, vb. gibi isimlerle yaşayan kukla, seyirlik oyunların en eskilerindendir. "Korkolçak", "çadır hayal" (ipli kukla) adı ile yaşayan kukla, Orta Asya’da da aynı isimle yaşatılmakta ve Orta Asya'dan getirildiği sanılmaktadır.
                  Birçok Türk boyunda kendine özgü basit teknik içinde görülen ve 17. yy.dan beri Türkiye'de şehirlerde kukla adı ile bilinen oyun Anadolu'da köylüler arasında "bebek, çömce gelin, karaçör" gibi isimlerle yaygındır. Konusu günlük yaşamdan ve edebî hikâyelerden alan kukla bir hareket ve hacim oyunudur. 14. yy.dan bu yana oynatıldığı bilinmektedir. Bu oyunun baş kahramanı İbiş ve İhtiyar’dır. İbiş kurnaz ve hazır cevaptır. İhtiyar ise varlıklı bir kişidir.
                  Ülkemizde ipli kukla, el kuklası, araba kuklası, iskemle kuklası gibi türlerle bilinen kukla sanatı 19. yy. sonlarında önemini kaybetmeye başlamıştır. Cumhuriyet döneminde sınırlı sayıda sanatçı yaşatmaya çalışmıştır. Günümüzde ise İhsan Dizdar, Selim Başeğmez, M. Tahir İkiler, Haluk Yüce ve Duygu Tansı bu sanatı sürdürmektedirler.
                  Meddah
                  Geleneksel tiyatro içinde yer alan Meddah, gerçekte bir anlatım türü olmakla beraber söyleşmeli, taklitli kişileştirmeli bölümleri sebebiyle dramatik türlerden sayılmaktadır. Meddah hikâyelerinde rol alan bütün kişileri, hikâyeyi anlatan ve meddah adıyla anılan tek kişi canlandırırdı. Önceleri tarihî ve dinî konuları nakleden meddahlar, sonraları günlük hayattan alınan kesitleri komik bir üslûpla nakletme yoluna yönelmişlerdir.
                  Hikâye anlatmak olan meddahlık taklit yapma sanatıdır. Perdesi, sahnesi, dekoru, kostümü bir sanatkârda toplanmış bir temaşadır.
                  Meddah bir sandalyeye oturarak dinleyicilerine hikâyeler anlatır. Meddahın anlatışını, günlük yaşamdaki olaylar, masallar, destanlar, hikâyeler ve efsaneler oluşturur.
                  Meddahın aksesuarını bir mendil ile bir sopa (baston) oluşturur. Genellikle güldürücü, ahlâkî ve edebi sonuç çıkarılacak hikâyelerine klişeleşmiş "râvıyân-ı ahbar ve nâkılân-ı âsar ve muhaddisân-ı ruzigâr şöyle rivayet ederler ki" şeklinde söz başı ile başlar, daha sonra kahramanları sayıp hikâyesini anlatır. Meddah hikâyenin kahramanlarını kendi yöresinin dili ve şiveleri ile konuşturan insandır.
                  Meddah çok oyunculu bir tiyatro eserinin tek sanatçısı, oyuncusu konumundadır. Okumanın gelişmediği, dinlemenin rağbet gördüğü zamanlarda Osmanlı sarayında şehirlerde, kasabalarda, ramazan gecelerinde, sünnet düğünlerinde, kahvehanelerde bu sanatı sürdürürdü. Bu sanatın günümüzdeki uzantısı stand-up yapan showmenlerdir.
                  Köy Seyirlik Oyunu
                  Köy Seyirlik Oyunları veya Köy Tiyatrosu adıyla anılan ve kırsal kesimde geleneğe bağlı belirli günlerde ve düğün, bayram gibi törenlerde sahneye konan oyunların kaynakları tarih öncesi devirlere ait ritüellere ve yaşama süreci içindeki günlük hayat sahnelerine dayanır.
                  Köy tiyatrosu özel bir sahneye ve kostümlere sahip değildir. Sahne kostümler makyaj malzemeleri, dekorlar, kırsal kesimin tabiî yaşama imkânları çerçevesi içinde sağlanmaktadır. Oyuncular amatördür, oyunculardan kabiliyetli olan rejisörlük görevini de üstlenmektedir.
                  "Köylü Tiyatrosu" adı ile de bilinen köy seyirlik oyunları; düğünlerde, bayramlarda ya da yılın belirli günlerinde köylülerimizin genellikle "oyun yapma", "oyun çıkarma" adı altında bereket bolluk, sağlık ve yeni yılı karşılamak amacıyla oynadığı törensel içerikli oyunlardır.
                  Bu oyunlar meydanlarda oynandığı gibi kışın, oda içerisinde de oynanmaktadır. İlkel toplumlardan günümüze değişim göstererek ulaşan bu oyunlar önceleri yaşantının daha verimli olabilmesi için doğaüstü güçlere, tanrılara ya da Tanrı’ya şükran belirten, bilinçli olarak gerçekleştirilen törenlerdir. Çeşitli inanış ve mitlerin kaynaklık ettiği bu oyunlar, eski Anadolu uygarlıklarının, Anadolu toprakları üzerinde yaşayan halkımızın Orta Asya'dan getirdiği kültürel ögeler ve İslâmiyet’i kabulünden sonraki İslâmî ögelerle birleşen bir kültürel sentezin izlerini taşır.
                  Seyirlik oyunlar ilkel bir tiyatro örneğidir. Sanat kaygısından çok toplumsal ve dinsel açıdan işlevseldir.
                  Seyirlik oyunları günlük yaşamı taklit eden (kalaycı, berber, çift sürme vb.), hayvanları taklit eden (deve, ayı, tilki, kartal vb.), mevsim değişiklikleri, yıl değişimleri için oynanan oyunlar (köse gelin), bolluk ve berekete dönük oynanan oyunlar (saya gezme, koç katımı törenleri, cemal oyunu vb.), yağmur yağdırmak için oynanan oyunlar (çömçe gelin vb.) oluşturur.
                  Cemal Oyunu
                  Tohumun toprağa atıldığı ilk gün veya hasat sonunda oynanır.
                  Koç Katımı
                  Hayvan yavrularının, kışın soğuğa ve açlığa dayanıksız oluşlarından dolayı yavrulama zamanlarının kontrol altına alınmasıdır. Bir tür mevsimlik bayram niteliğindedir.
                  Deve yüzü, koyun yüzü
                  Hayvanın anne karnında tüylenmeye başladığı gün oynanır.
                  Tulûat Tiyatrosu
                  Orta oyunu ile Batı tiyatrosu karışımı irticalen oynanan kozmopolit bir tiyatro türüdür. Karagöz, orta oyunu, meddah, tulûat tiyatrosu, Osmanlı döneminde İstanbul merkez olmak üzere büyük yerleşim merkezlerinde gelişmiş tiyatro şekilleridir. Daha çok kırsal bölgelerde yaşayanların geçmişten günümüze kadar getirdiği kültür birikiminden kaynaklanan, millî usul, tavır, üslûp ve makam kurallarına dayalı olarak doğan ve halk arasında anonim tarzda yayılan Türk halk müziği millî kaynaklı müzik türüdür.

                  Orta Oyunu
                  Orta oyunu, kukla ve Karagöz’den farklı olarak oyuncular tarafından oynanır. Orta oyunu Karagöz'ün perdeden yere inmiş şekli gibidir. Muhteva ve anlatım tarzı bakımından Karagöz oyununa çok benzer.
                  Orta oyunu, etrafı seyircilerle çevrili yuvarlak veya elips bir alanda oynanır. Oyun başlamadan önce saz ve raks grubu seyircileri eğlendirir. Curcuna adlı bu bölümde değişik kılıklarda oyuncular müzik eşliğinde komiklikler yaparlar. Orta oyununda, Karagöz oyununda olduğu gibi ana karakter vardır. Kavuklu Karagöz'ün, Pişekâr Hacivat'ın karşılığıdır. Curcuna bölümünden sonra Pişekâr sahneye gelir, seyircileri selâmlar, çalgıcılara işaret verir, müzikle beraber sahneye tek tek gelen oyuncuları seyirciye tanıtır. Pişekâr, oyunun hem baş oyuncusu, hem de yöneticisidir. Oyunun süresini seyircinin ilgisine göre uzatır veya kısaltır. Pişekâr içten pazarlıklı ve becerikli; Kavuklu ise açık yürekli, derbeder, beceriksiz bir tiptir. Orta oyununda kadın rollerini kadın kılığına giren erkekler oynarlardı.
                  Osmanlı İmparatorluğu'nun geniş sınırları içinde yaşayan farklı etnik grupların şive ve davranış özellikleri orta oyunu içinde canlandırılırdı. Oyunlar yazılı metne dayanmaz, önceden öğrenilen konu irticalen oynanır, kelimelerin iki anlamlı olanları seçilerek güldürü sağlanırdı.
                  Karagöz'ün perdeden yere inmiş bir türü olan ortaoyunu 15. yy.dan itibaren gelişmeye başlamış ve dramatik karakterini 19 yy.ın birinci yarısında kazanmıştır. Çevresi seyirciler ile çevrili bir alanda oynandığı için bu ismi almıştır.
                  Şehir halk tiyatrosu olan "Orta oyunu"nun belli başlı iki kahramanı Kavuklu ve Pişekâr'dır. Orta oyunu bu iki karakterin arasında geçen söz düellosuna dayanır. Kavuklu cahil görünüp, ahmak geçinen telâşlı, kurnaz neşeli bir halk adamıdır. Pişekâr ise okumuş işgüzar, iyiyi kötüden ayırt eden yaşlı bir kişidir.
                  Kavuklu ve Pişekâr dışında Karagöz oyunundaki diğer tipleri: Acem, Karadenizli, Arnavut, Tuzsuz Deli Bekir, Zenneler vb.
                  Orta oyununda "Yeni Dünya" adı verilen basit paravana, evi yuvarlak masada dükkânı temsil eder. İki iskemle de dekoru tamamlar.
                  Kaynaklar:
                  Sevilen, Munittin,Karagöz, MEB Yayınları
                  Şener, Sevda, Türk Tiyatrosu, İş Bankası Yayınları
                  http://10lineinternetcafe.sitemynet.com/10line/

                  Yorum

                  • izmirsat
                    Member
                    • 30-09-2006
                    • 1543

                    #10
                    Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                    TÜRKİYE TARİHİ, MOĞOLLAR VE DİĞER TÜRK DEVLETLERİ
                    A- TÜRKLERİN ANADOLU’YU YURT EDİNMELERİ


                    1- Anadolu’ya Türk akınları:
                    Anadolu’ya ilk Türk akınları, 4. yüzyılda Hunlar, 6. yüzyılda Sibirler tarafından yapıldı. Bu akınlar, Anadolu’ya yerleşme amacıyla yapılmamıştır.
                    Anadolu’yu yurt edinmek amacıyla gelen ilk Türkler ise Oğuzlardır. Oğuzların Anadolu’ya akınları Çağrı Bey zamanında başlatıldı. Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasına kadar sürdü. Bu akınlar, keşif yaparak yeni bir yurt arama amacına yönelikti.

                    PASİNLER SAVAŞI
                    Selçuklu Devleti’nin Sultanı Tuğrul Bey’in komutanlarından Musa Yabgu’nun oğlu Hasan’ın, Bizans kuvvetleri tarafından tuzağa düşürülerek şehit edilmesi üzerine İbrahim Yinal ile Kutalmış Anadolu’ya sefer yapmakla görevlendirildi. Türk ve Bizans ordusu Pasinler ovasında karşılaştı.
                    Sonuç:
                    • Bizanslılar bozguna uğratıldı
                    • Selçukluların Bizans’a karşı kazandığı ilk büyük zaferdir.


                    TUĞRUL BEY VE ALPARSLAN ZAMANINDA ANADOLU’YA YAPILAN AKINLAR
                    Pasinler Savaşından sonra Anadolu’ya akınlar devam etti. Tuğrul bey zamanında Sivas’a kadar olan yerlerde Bizans’ın savunma gücü kırıldı.
                    Alp Arslan Azerbaycan’a geldi. Van şehrini aldı, Gürcistan’ı fethettikten sonra Kars yakınlarındaki Ani kalesini ele geçirdi.
                    Selçuklu Türkleri zamanında 1071’e kadar Anadolu’ya yapılan bu akınlar keşif hareketi niteliğindeydi.Bu akınlar Bizans’ın direncini yıpratmış. Türklerin Anadolu’yu yakından tanımalarını sağlamıştır.

                    2- Malazgirt Meydan Savaşı(1071)
                    Nedenleri:
                    • Bizans imparatoru Romanos Diogenes’in , Türklerin akınlarını durdurmak istemesi
                    • Türklerin Anadolu’ya yerleşmesine engel olmak istemesidir.
                    Sonuçları:
                    • Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı.Türkler Anadolu’ya yerleşmeye başladılar.
                    • Türkiye Tarihinin başlangıcı kabul edildi.
                    • Anadolu’da ilk büyük beylikler kuruldu.

                    3- Anadolu’da Kurulan İlk Türk Beylikleri
                    Anadolu’nun fethine katılan beyler burada aldıkları yerlere yerleştiler ve beylik kurdular. Kurulan bu ilk Türk devletleri, Anadolu’nun Türkleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

                    DANİŞMENTLİLER (1071-1178)
                    Sivas, Tokat, Çorum, Yozgat ve Malatya dolaylarında kurulmuştur. Kurucusu Danişmed Gazi’dir.Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan, Danişmentliler Beyliğine son verdi.


                    SALTUKLULAR (1072-1202)
                    Anadolu’da kurulan ilk Türk Devleti’dir. Erzurum ve çevresini ele geçiren Ebülkasım tarafından kurulmuştur.Beyliğin en güçlü hükümdarı İzzettin Saltuk oldu. Anadolu Selçuklu devleti Erzurum’u alarak bu beyliğe son verdi.

                    MENGÜCEKLİLER (1072-1277)
                    Alp Arslan’ın komutanlarından Mengücek Gazi’nin Erzincan ve çevresinde kurmuş olduğu bir beyliktir. Anadolu Selçukluları tarafından yıkılmıştır.

                    ARTUKLULAR (1102-1408)
                    Selçuklu komutanlarından Artuk Bey’in oğulları tarafından Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulmuştur. Bu beylik üç kola ayrılmıştır.
                    • Hasankeyf Artukoğulları: Eyyubiler bu kola son verdiler.
                    • Mardin Artukoğulları-Karakoyunlular bu kola son verdiler.
                    • Harput Artukoğulları : Anadolu Selçukluları tarafından ortadan kaldırılmıştır.


                    B- ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ (1075-1308)
                    1- DEVLETİN KURULUŞU

                    Devletin kurucusu Süleyman Şah (1015-1086)’ tır.

                    Süleyman Şah;
                    • Anadolu’yu fethetmekle görevlendirilen Büyük Selçuklu komutanlarındandır.Bizanslıların iç karışıklığından yararlanarak İznik’i aldı ve Anadolu Selçuklu devletini kurdu.
                    • Melikşah’ın üzerine gönderdiği Komutan Porsuk’u yendi.
                    • Anadolu Selçuklu Devleti’nin sınırlarını Fırat’a kadar genişletti.
                    • Suriye Selçuklu sultanı ile yaptığı savaşta yenildi ve öldü.
                    I. Kılıç Arslan;
                    • Melikşah’ın ölümünden sonra Anadolu’ya geldi ve babasının kurduğu devletin başına geçti.Başkenti İznik’ten Konya’ya taşıdı.
                    • Birinci Haçlı Seferleri sırasında Haçlılarla mücadele etti.
                    I. Mesut;
                    • Bizanslılarla ve II. Haçlı seferleri sırasında Haçlılarla savaştı.
                    II. Kılıç Arslan
                    • Döneminin en önemli olayı Miryokefalon Savaşıdır.

                    MİRYAKEFALON SAVAŞI
                    Nedeni: Haçlıların Anadolu’da yarattığı huzursuzluktan yararlanıp Türkleri Anadolu’dan atmak istemeleridir.
                    Sonuç:
                    • Bizanslılar Türkleri Anadolu’dan atma düşüncesinin hayal olduğunu anladılar.
                    • Bu zafer Anadolu’nun Türk yurdu olduğunu ve hep böyle kalacağını kesinleştirdi.





                    2- DEVLETİN YÜKSELİŞİ
                    I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile gelişme dönemi başlar.
                    I. Gıyaseddin Keyhüsrev;
                    • Antalya Şehrini ele geçirdi.

                    I. İzzettin Keykavus
                    • Trabzon Rum İmparatorluğu’ndan Sinop’u aldı. Burada bir tersane yaptırdı.

                    Alaaddin Keykubat zamanı devletin en parlak dönemidir.Bu dönemde:
                    • Anadolu Türk birliği sağlanmış.
                    • Alanya fethedilerek burada bir tersane yaptırılmıştır.
                    • Celaleddin Harzemşah ile 1230 yılında Yassı Çemen’ de karşılaşılmış ve Harzemşahlar yenilmiştir.

                    I. Alaaddin Keykubat zehirlenerek öldürülünce yerine oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev sultan oldu.
                    3- ANADOLU SELÇUKLULARI VE HAÇLILAR
                    Haçlı Seferlerinin Nedenleri:
                    A. Dini nedenler: Hıristiyanların başta Hz. İsa’nın doğum yeri olan kutsal toprakları geri almak istemeleridir.
                    B. Ekonomik nedenler: İslam ülkelerine göre fakir olan Avrupalılar zengin İslam ülkelerini ele geçirmek ve rahat etmek istiyorlardı.
                    C. Siyasi neden: Selçuklu Türkleri Anadolu’nun büyük bir bölümünü ele geçirmişlerdi Bunun üzerine Bizans İmparatoru Papa’ya başvurarak yardım istemiş, İstanbul Türklerin eline geçerse Avrupa’nın da tehlikeye gireceğini bildirmişti.

                    Karadan ve denizden sekiz Haçlı Seferi yapılmıştır. En önemli olanları birinci, üçüncü ve dördüncü olanlarıdır.
                    Haçlı Seferlerinin Sonuçları:
                    a) Siyasi Sonuçları
                    • Avrupa’da derebeylik rejimi zayıfladı. Krallar güçlendi.
                    • Anadolu’daki Türk ilerleyişi bir süre durdu.
                    b) Dini sonuçlar
                    • Avrupa’da din adamlarına ve kiliseye güven sarsıldı.
                    c) Ekonomik sonuçlar
                    • Akdeniz’de ticaret gelişti. Akdeniz limanları gelişti.
                    d) Teknik sonuçlar
                    • Haçlı Seferleri sonunda matbaa, pusula, kağıt, barut gibi birçok yenilikler Avrupalılar tarafından öğrenildi.


                    4- ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİNİN DAĞILIŞI

                    I. Alaaddin Keykubat’ın ölümünden sonra başa geçen sultanlar devleti iyi yönetemediler.
                    II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Baba İshak adında bir Derviş’in çıkardığı isyan zorla bastırıldı.Zamanında devlet iyice zayıfladı bu dönemde İran’ı alarak Anadolu’ya giren Moğollarla Kösedağ Savaşı (1243) yapıldı.


                    Kösedağ Savaşı’nın sonuçları:
                    Ø II. Gıyaseddin Keyhüsrev Moğollara karşı yenildi.
                    Ø Anadolu birliği bozuldu.
                    Ø Anadolu Selçuklu Devleti üstünlüğünü kaybetti. Moğollar Erzincan, Sivas ve Kayseri’ye geldiler.

                    II. Mesut’un 1308’de ölmesiyle Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmıştır.



                    C- ANADOLU TÜRK BEYLİKLERİ
                    Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol baskısıyla dağılma dönemine girmesiyle sınırlardaki uç beyleri bağımsızlıklarını ilan ettiler.Kurulan bu beyliklerin bazıları şunlardır:

                    Karamanoğulları: Konya-Karaman
                    Germiyanoğulları: Kütahya-Emet-Tavşanlı
                    Aydınoğulları: Aydın-Birgi-İzmir
                    Candaroğulları: Kastamonu-Sinop
                    Osmanoğulları: Söğüt-Domaniç
                    Karesioğulları: Balıkesir-Çanakkale
                    Hamitoğulları: Isparta-Burdur, Eğirdir-Antalya
                    Menteşeoğulları: Muğla
                    Ramazanoğulları: Adana’nın batısı ve İçel
                    Saruhanğulları: Manisa-Menemen ve Turgutlu
                    Dülkadiroğulları: Adana-Maraş-Elbistan
                    Eretna Devleti: Erzurum-Erzincan, Sivas ve Tokat

                    Beyliklerin ortak özellikleri:
                    § Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve Moğol egemenliğinin Anadolu’da sona ermesiyle kurulmuştur.
                    § Yıldırım Beyazıt döneminde bir çoğu Osmanlı egemenliğine girmiş. Ancak Ankara Savaşından sonra tekrar kurulmuşlardır.
                    § Bu beyliklerin, yasal parçalanmaya neden olmalarına rağmen Anadolu’da Türk kültür ve uygarlığına olumlu katkıları olmuş Anadolu’nun Türkleşmesine ve bulundukları yörelerin bayındır hale gelmesi için çalışmıştır.

                    D- ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ VE BEYLİKLER DÖNEMİNDE TÜRK DENİZCİLİĞİ

                    Türk denizcilik tarihinde ilk donanma Çaka Bey tarafından oluşturuldu.
                    Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Antalya, Alanya ve Snop’ta tersaneler kuruldu.
                    Anadolu Beylikleri döneminde Aydın, Menteşe, Karesi, Saruhan, Hamitoğulları, Candaroğulları beylikleri donanma kurmuşlardır.






                    E- ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ VE BEYLİKLER DÖNEMİNDE KÜLTÜR VE UYGARLIK

                    DEVLET YÖNETİMİ:
                    Devletin başında Sultan ünvanı verilen bir hükümdar bulunurdu. Devlet ve ülke hükümdar ailesini ortak malı sayılırdı. Devlet işleri Divan denen kurulda görüşülürdü. Divana vezir başkanlık yapardı.
                    Ülke eyalet adı verilen bölümlere ayrılmıştı.Eyaletleri hükümdar ailesinden olan Melikler yönetirdi. Eyaletlerde askerlik işlerine Subaşılar , adalet işlerine Kadılar bakardı.

                    ORDU VE DONANMA
                    Anadolu Selçuklularda ordu, sultanın şahsına ait askerler (hassa ordusu) Türkmenler ve ikta
                    sahiplerinin besledikleri askerlerden oluşurdu.Anadolu Selçukluları donanmaya önem verdiler. Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında tersaneler kuruldu. Oluşturulan donanma ile hem deniz ticareti geliştirildi hem de kıyıların güvenliği sağlandı.

                    SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT
                    Türklerin Anadolu’yu yurt edinmeleriyle burada her bakımdan gelişmeler oldu.
                    Halk şehirli, köylü ve göçebe olmak üzere üçe ayrılıyordu.
                    Şehirlerde ticaretle uğraşanlar tarafından kurulan Ahi teşkilatları vardı. Bu teşkilatın içinde zanaatkarların iş kollarına göre Loncaları olurdu. Ahi teşkilatı şehirlerin güvenliğini sağlar yönetimde etkili olurdu.
                    Ticaret yolları güvenceye alındı.Kervansaraylar yaptırıldı.
                    Anadolu Selçuklularında topraklar, devlet malı olarak kabul edilir ve “Miri arazi” olarak adlandırıldı.
                    Miri arazi; Has, ikta, mülk ve vakıf arazi olarak ayrıldı.

                    YAZI, DİL VE EDEBİYAT
                    Anadolu Selçuklu Devleti döneminde halkın Türkçe konuşmasına karşı bilim dili Arapça’ydı. Edebiyat ve devletin resmi dili Farsça idi.
                    Karamanoğlu Mehmet bey Anadolu Selçuklu Devleti’nin veziri olduğu sırada devletin resmi dilinin Türkçe olduğunu ilan etti.
                    Mevlana Celaleddin Rumi, yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli’nin Türk düşünce ve edebiyat hayatında önemli yerleri vardır.

                    BİLİM VE SANAT
                    Anadolu Selçuklu sultanları bilim adamlarına, yazar ve şairlere çok değer verirlerdi. Medreselerde dini bilgilerin yanında matematik, tıp, felsefe ve gökbilimiyle ilgili derslerde okutuldu.
                    Türkler Anadolu’nun her tarafında saraylar camiler, mescitler, medreseler, imaretler, hastahaneler, kervansaraylar, hamamlar, köprüler, surlar, kaleler ve tersaneler yaptırdılar. Bu eserler çok güzel çiniler, taş ve tahta oymalar, kabartma yazılar ve nakışlarla süslendi. Halıcılık ve maden işçiliğinde de ileri gitmişlerdi.

                    F- MOĞOLLAR VE DİĞER TÜRK DEVLETLERİ

                    1- MOĞOLLAR
                    Moğol devleti Cengiz Han tarafından kurulmuştur(1196). Moğolistan’da kurulan bu devletin başkenti Karakum’du.
                    Cengiz Han’ın ölümünden sonra imparatorluk; Kubilay hanlığı, Altınorda Devleti, Çağatay Devleti ve ilhanlılar olmak üzere dörde ayrıldı.

                    2- ALTINORDA DEVLETİ
                    Altınorda Devleti , Moğol İmparatorluğunun parçalanmasından sonra Karadeniz’in kuzeydoğusunda kuruldu(1227). Devletin kurucusu Batu Han başkenti Saray şehriydi.
                    Timur’un arka arkaya yapmış olduğu seferler bu ülkenin gücünü yitirmesine neden oldu. Altınorda Devleti’nin topraklarında , Kırım, Kazan, Özbek ve Sibir Hanlıkları ortaya çıktı.

                    3- TİMUR DEVLETİ
                    Devletin kurucusu Timur’dur. Belh şehrinde emir ilan edildi(1369).
                    Timur doğuda Hindistan’dan batıda Anadolu’ya güneyde Basra Körfezi’nden kuzeyde Ukrayna’ya kadar uzanan ülkelere egemen oldu. Osmanlı Devleti Padişahı Yıldırım Beyazıt’la yaptığı Ankara savaşını kazandı. Ölümünden kurduğu devlet parçalanarak küçük beyliklere ayrıldı. Özbekler, 1507 yılında Timur hanedanının hakimiyetine son verdiler.

                    4- BABÜR DEVLETİ
                    Kuzey Hindistan ile Afganistan’da kurulan bir Türk devletidir.Devletin kurucusu olan Babür Timur ailesindendir.
                    Babür devletinin bir diğer ünlü hükümdarı olan Şah Cihan Agra’da dünyanın en güzel anıtlarından biri olan Taç Mahal’i yaptırdı.Babür devleti Hindistan’ı sömürge haline getiren İngilizler tarafından yıkıldı.(1858)

                    5- AKKOYUNLULAR
                    Devlet 15 y.y.’da Doğu Anadolu’da Kara Yülük Osman Bey tarafından kuruldu. Akkoyunlu hükümdarlarından uzun Hasan Otlukbeli Savaşında Osmanlı Padişahı Fatih’e yenildi.
                    Uzun Hasan’ın ölümünden sonra ülke zayıf düştü. Şah İsmail , Tebriz’i alarak bu ülkeye son verdi.

                    6- KARAKOYUNLULAR
                    Oğuz boyundan olan Karakoyunlular 14. yüzyılın ikinci yarısında Erzurum’dan Musul’a kadar olan bölgede bir Türk devleti kurdular. Kurucusu Bayram Hoca’dır.
                    Akkoyunlular, Tebriz’i alarak bu devleti yıktılar (1469).


                    G- MOĞOLLAR VE DİĞER TÜRK DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE UYGARLIK

                    DEVLET YÖNETİMİ
                    • Moğollar devlet yönetiminde Uygur Türklerine görev verdiler. Moğol Devleti’nin başında çok geniş yetkilere sahip bir hükümdar bulunurdu.Devlet Cengiz Han’ın koyduğu yasalara göre yönetilirdi.
                    • Moğollarda hükümdarın başkanlığında toplanan devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı bir kurultay bulunurdu.
                    • Moğollar askerlik teşkilatında Türklerden öğrendikleri onlu sistemi esas almışlardır.
                    • Altın Orda Devleti’nde yönetim anlayışı Moğollardaki gibidir.
                    • Timur, hükümdarda bulunması gereken bütün yetkilere sahipti.Emir ünvanını kullanıyordu. Yönetimde hem Cengiz yasaları uygulanıyor hemde Türk töresine bağlı hareket ediliyordu.
                    • Timur’un ordusunda fillerden yararlanılıyordu.
                    DİN VE İNANIŞ
                    Moğollarda birden çok din ve inanç anlayışı olduğu bilinmektedir. Totemizm , Şamanizm, Budizm ve Hıristiyanlık bunlar arsındaydı.
                    Altın Orda Devleti zamanında Berke Han İslamiyet’i kabul etti.

                    SOSYAL VE EKONOMİK YAŞAM
                    Moğolların göçebe bir yaşam tarzı vardı.Daha sonraları sanat ve ticaretle de uğraştılar.
                    Moğollarda sosyal yapı dört gruptan oluşuyordu.Bunlar; han ailesi, noyanlar, askerler, halk ve köleler olarak sıralanırdı.
                    Timur Devleti zamanında tarıma önem verildi. Kanallar açıldı.

                    YAZI DİL VE EDEBİYAT
                    Moğollar Uygur alfabesini kullandılar. Dönemin en ünlü eseri “Moğolların Gizli Tarihi”dir.
                    Çağatay edebiyatının en ünlü temsilcisi Ali Şir Nevai, Türk dilinin Farsça’dan daha zengin olduğunu anlatmak için Muhakemetü’l-Lügateyn adlı eseri yazmıştır.
                    Babür Şah , Babürname adlı eseri yazmıştır.

                    BİLİM VE SANAT
                    Altın Orda Devleti zamanında tıp konusunda çalışmalar yapılmıştır.
                    Babür Devleti zamanında mimari gelişmiş, Taç Mahal adlı türbe Şah Cihan tarafından eşi için yapılmıştır.

                    Yorum

                    • izmirsat
                      Member
                      • 30-09-2006
                      • 1543

                      #11
                      Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                      TÜRKİYE
                      Asya ve Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları, Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu’daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.
                      Geçmişte Osmanlı devleti, bugün de Türkiye, bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı çeşitli entrikaların çevrildiği bir alan olmuştur. Osmanlı devletini parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler, bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri kullanmışlardır.
                      Osmanlı-Rus Harbi'nden (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) önce bir Ermeni meselesi yoktur. Bu mesele, Rusya'nın, bazı Türk şehirlerini işgal ettikten sonra, buradaki Ermenileri kendi emellerine alet ederek istiklal amacı ile Babıâli'ye karsı kıskırtmasıyla baslamıstır. Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları' na, Ermenilerin bulunduğu yerlerde ıslahat yapılmasına dair hükümler konulmasından sonra, bu hükümlere dayanılarak, büyük devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç islerine müdahalelerde bulunmasıyla Ermeni meselesi ortaya çıkmıştır.
                      Aslında Ermeni meselesi, 'Şark Meselesi'nin bir parcasını teşkil etmektedir. Ermeni meselesinin ortaya çıkış sebeplerinin, Osmanlı Devleti toprakları üzerinde yasayan Ermenilerin sosyal, kültürel, ekonomik, idari ve siyasi statülerinden kaynaklanmadığı; bu meselenin temelinde, suni olarak yaratılan ve 'Şark Meselesi' adi ile anılan milletlerarası bir emperyalist stratejinin, güçler dengesi politikasının yattığı bilinmelidir.
                      Ermeni meselesinin ortaya çıkışını hazırlayan sebeplerin başında Rusya, İngiltere, Fransa ve Amerika'nın Osmanlı Devleti'ne ve Ermenilere karşı takip ettikleri siyaset gelmektedir.


                      19.YÜZYILDA RUSYA VE İZLEDİĞİ POLİTİKA
                      Car I. Petro (1682-1725) zamanında kendisini Avrupa'da nüfuzlu bir devlet haline getiren Rusya'nın gözü daima Boğazlarda olmuştur. Balkanlara karşı da aşırı sempatisi olan ve bu ülkeleri ya ele geçirmek veya kendi yönetimine tabi kılmak isteyen Rusya, bu gaye ile Balkan ülkelerinde konsolosluklar kurarak onları Osmanli Devleti'ne karşı teşkilâtlandırmış, böylece Slav-Ortodoks birliğinin ve halkının hamisi rolünü elde etmişti. Bu politikasını tatbik için bölgedeki bütün karışıklıklardan ve bozulan dengelerden istifadeyi de ihmal etmeyen Rusya, 1806'daki Sırp İsyanı'nın 1827'deki Yunan İsyanı'nın ve 1875-1876'daki Bosna-Hersek ile Bulgar ve Sırp isyanlarının çıkarılmasını temin etmiş ve bunların yayılmasını körüklemiştir. Şüphesiz bu isyanların sonunda, kışkırttığı bölgeler namına Osmanli Devleti'nden toprak da edinmek isteyen Rusya'nın bu siyaseti, zaman zaman İngiltere ve Fransa'nın menfaatleri ile çatıştığı için her zaman başarılı olmamıştır.
                      Sıcak sulara inmek, Akdeniz ve Orta Doğuda hakim güç olmak emelini, Anadolu topraklarını parçalamakla gerçekleştireceğine inanan Rusya, bu maksatla Ermenilerin çokluk halinde yaşadığı Erzurum-İskenderun Hattı'nı ele geçirmeye teşebbüs etmiştir. Böylece Rusya'nın Osmanli Devleti'ndeki Ermeni kiliseleriyle teması ve Ermeni terör unsurlarını desteklemesi başlamıştır.
                      19.YÜZYILDA İNGİLTERE VE FRANSA' NIN
                      İZLEDİKLERİ SİYASET POLİTİKALARI
                      İngiltere'nin Osmanli Devleti'ne, dolayısıyla da Ermenilere ilgi duyması; sürekli olarak Rusya'nın İngiliz çıkarlarını tehdit eder vaziyette güneye sarkması ve güçlü bir Karadeniz devleti olmasıyla yakından alakalıdır.
                      İngiltere'nin, Rusya'nın kendi çıkarlarını tehdit edecek şekilde gelişmesine mani olmak gayesiyle, Osmanli Devleti'ni Rusya'ya kârsa desteklemesi, bilindiği gibi, 1873 yılından, 1877-1878 Osmanli-Rus Savaşı'na kadar sürmüştür. Rusya'nın, Osmanli Devleti'ne karşı tecavüzkar hareketlerine tek basına karşı koyamayacağını ve kendi çıkarlarını gözetemeyeceğini gören İngiltere, böylece Ermeni meselesini fiilen kabul etmiştir. Bu yolda ilk adımı da hemen atmış ve Osmanli hükümetini tehdit ederek, Rusya'ya karşı üs olarak kullanmak üzere Kıbrıs'ı almıştır.
                      Diğer taraftan,İngiltere ve Fransa Osmanlı Ermenilerini Protestanlık ve Katolikliğe kazandırmak amacındadır ve bu amaçlar bağlamında, İstanbul'da 1830'da Ermeni Katolik, 1847'de Ermeni Protestan kiliselerini kurdurmuşlardır. Bu ilginin gerisinde esas itibariyle azınlıkları himaye görüntüsü altında Osmanlı Devleti'nin içişlerine müdahale edebilmek ve imparatorluğu parçalamak amacı yatmaktadır.
                      AYASTEFANOS VE BERLİN ANLAŞMALARI
                      1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonunda 3 Mart 1878'de Ayastefanos' ta (şimdiki Yeşilköy) imzalanan Ayastefanos Anlaşması gereğince, Karadağ, Romanya ve Sırbistan egemenliklerini kazanacak, Osmanlı Devleti' ne bağlı bir Bulgaristan Devleti kurulacak; Rusya da Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıtı' ı alacaktı. Avrupa Devletleri bu anlaşmayı ağır buldular ve Berlin' de yeniden masa başına oturuldu.
                      13 Temmuz 1878 de Türkiye, Rusya, İngiltere, Almanya, Avusturya, Fransa ve İtalya arasında imzalanan bu anlaşma Avrupa siyasi tarihinin önemli dönüm noktalarından biridir. Bu anlaşma ile Osmanlı, Romanya, Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri' ni kaybetmiş; Moldavya Rusya'ya, Tesalya Yunanistan' a bırakılmıştır. Ayrıca, Türkiye' nin Doğu Anadolu'da Ermenilerin önemli bir azınlık işgal ettiği illerde, Ermeniler lehine ıslahat yapılmıştır.
                      ERMENİ AYAKLANMALARI
                      Berlin Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı devleti üzerindeki baskı ve müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Kilikya'da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır.
                      İlk kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiştir. Doğu Anadolu'daki İngiliz Konsolosluklarının sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir.
                      Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden şikâyeti olmayan, barış ve refah içinde yaşayan Ermeni halkının ilgisini çekmediğinden başarılı olamamıştır.
                      Osmanlı Ermenilerini, içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak; 1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır. Bu komitelere, “Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması" hedef olarak gösterilmiştir.
                      İstanbul'da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklarınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır.
                      İlk isyan 1890'daki Erzurum’da gerçekleşti. Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Samsun isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytunî isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te ikinci Samsun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir.
                      1906-1922 yılları arasında Anadolu’da ve Kafkaslarda, 517.955 bin Türk, Ermeniler tarafından katledilmiştir. Sayısı tespit edilemeyenlerle birlikte bu rakam 2 milyonu bulmaktadır.

                      1.DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA ERMENİ İSYANLARI
                      Ermeniler, Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir. Bu dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir.
                      Daha seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyünün bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.
                      İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna propaganda maksatlı olarak "Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek daha geniş çapta bir uluslar arası sorun niteliğine büründürülmüştür. Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, “Ermeni ihtilalcilerin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak” olduğunu kaydetmektedir.
                      Öte yandan büyük devletlerin diplomatik ve konsolosluk temsilcilikleri Anadolu'nun her köşesine dağılmış Hıristiyan misyonerler ile birlikte, Ermeni propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır.
                      24 NİSAN 1915
                      Osmanlı hükümeti, Ermenilerin çıkardığı isyan ve yaptığı katliamlar karşısında, Ermeni Patriği, Ermeni milletvekilleri ve Ermeni halkının ileri gelenlerine “Ermenilerin Müslümanları arkadan vurmaya ve katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını” bildirmiştir. Ancak, olayların durmak yerine giderek yoğunlaşması, savunmasız kalan Türk kadın ve çocuklarına yönelik saldırıların artması ve ordunun bir çok cephede savaş halinde bulunması nedeniyle cephe gerisinin emniyete alınması ihtiyacı doğmuştur.
                      Bu nedenle, 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni Komiteleri kapatılarak, yöneticilerinden 2345 kişi devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklanmıştır. Tutuklular Ankara ve Çankırı hapishanelerine yollanmıştır. Dışarıdaki Ermenilerin her yıl "Ermeni soykırımının yıldönümü" diye andıkları 24 Nisan, işte bu 2345 komitecinin tutuklandığı tarihtir ve yer değiştirme uygulamasıyla hiç bir şekilde ilgili değildir.
                      GÖÇ ETTİRME YASASI
                      Ermenilerin binlerce Türk'ün canına mâl olan isyan ve katliamları karşısında bile, Osmanlı Hükümeti'nin ortaya koyduğu sakin ve sağduyulu tavır, belgeleriyle sabittir. Ancak, tedhiş hareketleri bir türlü durmak bilmeyince hükümet, ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim merkezlerine götürmek zorunda kalmıştır. Kafkas, İran ve Sina cephelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi, onları imha etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür ve dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır.

                      Her şeyden önce, yer değiştirme kararı bütün Ermenilere uygulanmamıştır. Katolik ve Protestan mezhebinde bulunan Ermenilerin yanı sıra, Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiye sınıflarında hizmet gören Ermeniler ile Osmanlı Bankası şubelerinde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermeniler devlete sadık kaldıkları sürece göçe tabi tutulmamışlardır. Öte yandan, hasta, özürlü, sakat ve yaşlılar ile yetim çocuklar ve dul kadınlar da sevke tabi tutulmamış, yetimhaneler ve köylerde koruma altına alınarak ihtiyaçları devletçe, Göçmen Ödeneği'nden karşılanmıştır. Bu tablo, Osmanlı'nın yer değiştirme konusundaki iyi niyetini göstermesi açısından önemlidir.

                      27 Mayıs 1915 tarihli yer değiştirme kanunu ve bu kanuna dayalı olarak çıkarılan emirler çerçevesinde; Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinden çıkarılan Ermeniler, Musul'un güney kısmı, Zor ve Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermeniler ise Suriye'nin doğu kısmı ile Halep'in doğu ve güneydoğusuna nakledilmişlerdir.

                      SOYKIRIM
                      Yer değiştirme uygulaması Ermeni çevreleri ve hasım devletlerce "Ermeni katliamı ve soykırımı" olarak adlandırılmış ve Osmanlılara karşı büyük bir propaganda kampanyası başlatılmıştır.
                      Oysa soykırım; “ırk, milliyet, etnik ve din farklılıkları nedeniyle insan gruplarının yok edilmesidir. Ermeni iddialarının ve yalanlarının aksine, 1915 yılında Doğu Anadolu bölgesindeki Ermenilerin daha güvenli topraklara göç ettirilmesi uygulaması, Ermenilerin ve cephelerin güvenliğini sağlamaya yönelik bir harekettir ve soykırımla hiç bir ilgisi yoktur. Ermenilerin Doğu Anadolu'da savaş ve göç sırasında kayıplar verdikleri doğrudur. Ancak bu kayıplar, Doğu Anadolu'da yaşanan savaş ve isyanlar nedeniyle asayişin sağlıklı olarak sağlanamaması, araç, yakıt, gıda, ilaç yetersizliği, ağır iklim koşulları ile tifüs gibi salgın hastalıklar nedeniyle meydana gelmiştir. Hiçbir şekilde kasıtlı ve planlı bir katliam söz konusu değildir.
                      SONUÇ
                      Tarihte olduğu gibi günümüzde de Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımla suçlayan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde sözde soykırımı tanımaya yönelik kararlar parlamento gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmektedir. Gerçekte tarihçilere bırakılması gereken bu konular, siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülmektedir.
                      Ermeni sorununun ortaya çıkışından bugüne kadar, katliamı ve katletmeyi meslek edinen Ermeni terörünün amacı; tarihi gerçekleri tamamen görmezlikten gelerek, sözde Ermeni soykırımı iddialarını ve Ermenilerin taleplerini dünya kamuoyuna duyurmaktır. Ulaşmak istediği son ise, "Büyük Ermenistan" rüyasıdır.
                      Ermeniler ve destekçileri, Büyük Ermenistan rüyasını gerçekleştirmek amacıyla, Ermenilerin göç ettirilmesini soykırım şeklinde istismar eden “Dört T Planı”nı uygulamaya koymuşlardır. Bu plan, Ermeni iddialarının dünyaya “tanıtılması”nı, Türkiye tarafından “tanınması”nı, Türkiye’den “tazminat” alınmasını ve nihayet “Batı Ermenistan” olarak adlandırılan “toprak” parçasının Türkiye’den koparılmasını amaçlamaktadır.
                      Ermeni sorunu, Osmanlı devletini parçalayarak çıkarlarına ulaşmayı amaçlayan ülkelerce ortaya çıkarılmış, bugün ise isimleri değişmekle birlikte aynı çıkar çevrelerinin Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için sıcak tuttukları temelsiz, yapay ve maksatlı bir sorundur.
                      Bu temelsiz iddia ve iftiralarla çıkar elde edenler, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kendi örf-adetlerini ve dinlerini özgürce yaşayan Ermeni asıllı Türk vatandaşları değil; açlıkla karşı karşıya bulunan Ermenistan topraklarından fiziken ve ruhen çok uzakta bulunan diaspora Ermenileri ve oy avcılığı yaparak halkını boş ve tehlikeli emeller uğruna peşinden sürükleyen fırsatçı politikacılardır. Bu fırsatçıların, tarihi gerçekleri hiçe sayarak tamamen politik ve ekonomik çıkarlar amacıyla Türkiye’ye yaptıkları haksızlıklara son verilmelidir.
                      Tarihi gerçekleri ve haklı davamızı dünya kamuoyuna anlatmak, her Türk vatandaşının, özellikle de devlet idarecilerimiz, bilim adamlarımız ve basın-yayın organlarımızın vazgeçilmez görevidir. Tarihimizi okuyup, geçmişimizi tüm gerçeklikleriyle bilmek, hem bu asılsız iddialara karşı sessiz kalmamak, hem de bu gibi olaylara karşı tedbirli olmak açısından çok önemlidir.

                      Yorum

                      • izmirsat
                        Member
                        • 30-09-2006
                        • 1543

                        #12
                        Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                        Türkiye ve Depremler

                        Yerküre üzerinde oluşan depremlerin büyüklüğü ve neden oldukları zararlar gözönüne alındığında iki ana deprem kuşağı en çok ilgi çeken bölgelerdir. Bunlardan biri Büyük Okyanusu çevreleyen ve özellikle Japonya üzerinde etkili olan Pasifik Deprem Kuşağı, diğeri ise Cebelitarık’tan Endonezya adalarına uzanan ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz-Himalaya deprem kuşağıdır.

                        Türkiye’nin bulunduğu bölgede büyük levhalar arasında küçük birçok levhanın olması, Türkiye’nin büyük bir bölümünün deprem kuşağı içinde yer almasına neden olur.
                        Türkiye, üç büyük levhanın etkisi altındadır. Avrasya, Afrika ve Arap levhaları. Anadolu’nun büyük bir kısmının yer aldığı Anadolu levhası, Avrasya levhasının küçük bir bölümüdür.

                        Bu levhalar arasındaki etkileşim şöyledir: Afrika levhası, Akdeniz’de Helenik-Kıbrıs Yayı denilen bölgede, Avrasya (veya onun bir parçası olan Anadolu) levhasının altına dalar. Arap levhası ise Kızıldeniz’deki açılma nedeniyle kuzeye doğru hareket eder ve Anadolu levhasını sıkıştırır. Bu sıkıştırma sonucu Bitlis Bindirme Zonu (Bitlis Kenet Kuşağı) oluşmuştur.

                        Sıkıştırma halen sürdüğü için, Anadolu levhası kuzey ve güneydeki fay hatları boyunca batıya doğru hareket eder. Anadolu levhasının kuzey sınırı, bir bölümünde 17 Ağustos depreminin oluştuğu Kuzey Anadolu Fayı’dır. Güney sınırını ise, Helenik-Kıbrıs Yayı ile Doğu Anadolu Fayı oluşturur. Arap levhasının sıkıştırması sonucu batıya kayan Anadolu levhasının sınırlarında ve Afrika levhasının Avrasya levhasının altına dalması sonucu Akdeniz’de ve Ege Graben Sistemi içersinde depremler meydana gelir.

                        Ancak Arap levhasının sıkıştırması bu bölgelerdeki hareketlenme ile tamamen telafi edilemediği için İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde de içsel deformasyon nedeniyle depremler olabilmektedir.

                        Yorum

                        • izmirsat
                          Member
                          • 30-09-2006
                          • 1543

                          #13
                          Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                          TÜRKİYEDE EROZYON


                          Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de toprak kaybı sürecinin en önemli etkeni erozyondur. Arazi eğimi, iklim, bitki örtüsü ve toprak özelliklerinin etkileşimi sonucu oluşan doğal erozyonun yanısıra, insanın doğaya müdahalesi temeline dayanan bir dizi yapay etgen, erozyonu bir afet niteliğine dönüştürmektedir.

                          Türkiye kara yüzeyinin %90'ında çeşitli şiddetlerde erozyon cereyan etmektedir. Arazinin %63'ü çok şiddetli ve şiddetli, %20'si ise orta şiddetli, % 7'si ise hafif şiddetli erzyonla karşı karşıyadır. Ülke genelinde yaklaşık 67 milyon hektarlık bir arazide toprak giderek yok olmaktadır. Erozyon büyük ölçüde tarım alanlarında yaşanmaktadır.
                          İşlenen tarım alanların %75'inde (yaklaşık 20 milyon Ha) yoğun erozyon görülmektedir. Diğer bir anlatımla Türkiye tarım alanlarının ancak 5.0 milyon hektarlık bölümünde erozyon yoktur. Su ve rüzgar erozyonu tüm ülke topraklarının %86.5'inde cereyan etmekte, rüzgar erozyonu 506 bin hektarlık bir yayılımla daha çok kural iklime sahip olan Konya ve dolaylarında görülmektedir.
                          Türkiye'de akarsularla birlikte alandan taşınan toprak, ABD'nin 7, Avrupa'nın 17 ve Afrika'nın 22 katı daha fazla düzeydedir. Fırat Nehri, yılda 108 milyon ton, Yeşilırmak 55 milyon ton toprak taşımaktadır. Her yıl Keban barajı'na 32 milyon, Karakaya Barajı'na 31 milyon ton toprak birikmektedir. Erozyonla yılda 90 milyon ton bitki besin maddesi toprak birlikte yitirilmektedir. Her yıl tarım alanlarından 500 milyon ton, tüm ülke yüzeyinden 1,4 milyar ton verimli üst toprak, erozyonla kaybedilmektedir. Kaybedilen bu topraklar, 25 cm kalınlığında, yaklaşık 400 bin hektar genişliğinde bir araziye eşdeğerdir.
                          Amaç dışı arazi kullanımı, hatalı tarım teknikleri, kent, sanayi, ulaşım ve benzeri yatırımların yanlış konumlanması süreci ise erozyonun hızını arttırdı. Afet nitelikli erozyon yetmezmiş gibi, tarım arazileri, özellikle de verimli tarım arazileri, tarım dışı kullanımlarla açık bir saldırı ve talanla karşı karşıya. 1978-1996 yıllarında amaç dışı tarım toprağı %33 artmış ve betonlaşarak elden çıkan verimli tarım toprağı 600 bin hektara, yani verimli alanların yaklaşık onda birine yaklaşmıştır.

                          Yorum

                          • izmirsat
                            Member
                            • 30-09-2006
                            • 1543

                            #14
                            Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                            ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI (23 Nisan) KOMPOZİSYON

                            ATATÜRK VE ULUSAL EGEMENLİK
                            Ulusal egemenlik, devlet gücünün bir niteliğidir. Devle¬tin iç uygulamalarda egemen olması, uluslararası hukukta da bağımsız, özgür bir gücü ifade etmektedir. Yani milletin kendi kendisini yönetmesi,kendini yönetecek kişi ve kurul¬ları seçmesi anlamına gelir. İç görünüşü ile egemenlik, de¬mokratik rejimin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ifade eder.
                            Egemenliğin milletin elinde olması demek, yönetimin ba¬şındaki kral, hükümdar, padişah egemenliğinin sona ermesi demektir. Millet soyut bir kişi oluğu için, iradesini temsil¬cileri kanalıyla kullanması söz konusudur. Ulusal egemenlik ilkesi, aynı zamanda temsili demokrasinin eksiksiz, kusursuz, en net bir biçimde kullanılmasını gerektirir.
                            Ulusal egemenlik anlayışının devlet hayatımıza kazandı¬rılmasını sağlayan, onu kamu hukukunun temel bir ilkesi ha¬line getiren Atatürk olmuştur. O, daha Anadolu'ya ayak ba¬sar basmaz bu fikir ve ideali gerçekleştirmek kararı ile hare¬ket etmiştir.
                            Atatürk'ün, daha 21-22 Haziran 1919'da yayınladığı Amas¬ya Genelgesi'nde : "Milletin bağımsızlığım yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır." yargısıyla ulusal egemenlik esa¬sına dayanan hükümet fikrinin ilk tohumu atılıyordu.

                            ATATÜRK BU BAYRAMI TÜRK ÇOCUKLARINA ARMAĞAN ETTİ
                            Atatürk, çocukları çok seven, onlara değer ve Önem veren bir liderdi. Cumhurbaşkanlığı sırasında da gittiği yerlerde okulları ziyaret eder, çocuklarla yakından ilgilenirdi. Ülke¬nin gelişip yükselmesinin çocukların iyi şekilde yetiştirilme-siyle sağlanabileceğine inanır, bu nedenle de millî eğitim işle¬riyle yakından ilgilenirdi.
                            TBMM'nin açılması, çocuklarımızın daha özgür bir ortamda yaşamasını, geliştirmesini ve eğitim görmesini sağlayacak¬tı. Kurtuluş Savaşında kararlıca canlarını verenler, bunu va¬tanlarının geleceği için yapmışlardı. Bu memleketin geleceği de çocuklar değil miydi? Onun için Atatürk: "Bu bayramı Türk çocuklarına armağan ediyorum." diyerek TBMM'nin açılış sevincini çocuklarla paylaşabilme yüceliğini gösterdi. Bu nedenle, 23 Nisan bir anlamda "Çocuk Bayramı" olarak gelenekleşti, töre halini aldı. Fakat biz, milletçe sevincimizi başkalarıyla paylaşabildiğimiz zaman mutlu olabilecek bir yapıya sahibiz. Ulusal Egemenlik sevincimizi tüm dünya ço¬cuklarına da tattırabilmek için, her 23 Nisan'da dünyanın birçok ülkesinden çocuklar törenlerimize çağırılmaktadır. Bayramımız bir anlamda dünya çocuklarının ortak şenliğine dönüşmektedir. Bu arada Türk çocukları da, dünyada özel bayramı olan tek ülkenin çocukları olmanın kıvancını yaşa¬maktadır. Bir bakıma, 23 Nisan, ulusallıktan evrenselliğe yük¬selmektedir.

                            Yorum

                            • izmirsat
                              Member
                              • 30-09-2006
                              • 1543

                              #15
                              Konu: --- * ÖDEV DEPO/bilgi bankası * ---

                              UNICEF HAKKINDA

                              Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu UNICEF, dünyada çocuk haklarının başlıca savunucusudur. Hükümetlerle çalışarak kalıcı sonuçlar elde eden bir örgüttür. Bütün çocukların bedensel, zihinsel ve sosyal bakımdan mümkün olan en üst seviyeye erişecek şekilde gelişebilmeleri için gereken haklarını belirleyen Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, UNICEF'in çalışmalarının temelini oluşturur.

                              UNICEF bugün Türkiye dahil 158 ülke ve bölgede çocukların sağlık ve beslenme, eğitim, acil yardım, korunma, temiz su ve temiz ortamda yaşama haklarını sağlamak için çalışıyor. Ortaklarla çalışan UNICEF, bütün dünyada hükümetler ile öğretmenlerden gençlere ve annelere kadar çeşitli grupların çocuklara daha iyi bir gelecek vermek için yaptığı çalışmalarda teşvik edici rol oynuyor.

                              UNICEF'in misyonu “Çocuklara Uygun Bir Dünya” yaratmaktır. Böyle bir dünya için geliştirilen projelerdeki vizyonu da UNICEF Genel Müdürü Carol Bellamy'nin Birleşmiş Milletler'in Çocuklar için Özel Oturumu'nda söylediği şu sözlerle özetlenebilir: “Çocuklar sadece geleceğimiz değil, şimdiki zamanımızdır. Çocuklar için yapılan programlar harcama değil, yatırımdır.”

                              Çocuk Vakfı Tanıtımı

                              Çocuk Vakfı, 23 Aralık 1990 tarihinde kuruldu. Her doğan çocuğun güzel bir dünyada yaşama hakkına sahip olduğu düşüncesini benimsemek Çocuk Vakfı'nın varoluş gerekçesidir. Çocuk Vakfı, bu amacı esas felsefesi olarak benimseyen çocuk akademisyenleri ve çocuk entellektüellerinin öncülüğünde, dünyada çocuk ve yetişkinlerin küresel bir kuşatma ortamında benzer sorunları yaşadıkları gerçeğinden hareketle medeniyet merkezli yeni bir çocuk paradigmasının temellendirilmesi yönündeki çalışmalarını sürdürüyor. Çocukların kardeşliği inancından hareketle bütün çocuklar arasında eğitim, sağlık ve hukuk alanlarında eşitliğin sağlanması; risk altındaki çocukların durumunu iyileştirici projelerin gündeme getirilerek uygulanabilmesi; ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan çocukların gelişmelerini sağlayıcı yeni stratejilerin geliştirilmesi; Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin ana kriterleri olan Çocuğun Yaşama ve Gelişme Hakkının Korunması, Çocuğa Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi, Çocuğun Öncelikli Yararının Gözetilmesi ve Çocuğun Görüşünün Alınması (Katılım) ilkelerinin eksiksiz hayata geçirilmesi ve Türkiye Çocuk Acil Eylem Planı çerçevesinde toplumsal çocukluk projesinin hazırlanmasına yönelik çocuk merkezli çalışmalar Çocuk Vakfı'nın yoğunlaştığı ilgi alanlarıdır.

                              Yorum

                              İşlem Yapılıyor
                              X