900 Adet Kitap Özetleri

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • orbay
    Senior Member
    • 11-02-2005
    • 5871

    900 Adet Kitap Özetleri

    İndeks

    1 küçük ağa
    2 robin cook
    3 BİR TEREDDÜTÜN ROMANI
    4 SİMYACI
    5 BİZ İNSANLAR
    6 Çatıdaki Rüzgar
    7 ERMENİ İDDİALARI VE GERÇEKLER
    8 HUZUR
    10 ÇÖLDE BİR İSTANBUL KIZI
    11 VERONİKA ÖLMEK İSTİYOR
    12 KÜÇÜK AĞA
    13 ATEŞTEN GÖMLEK
    14 AŞK-I MEMNU
    15 AKŞAM GÜNEŞİ
    16 ÇATIDAKİ NEFES
    17 EKSİK PARÇALAR
    18 KAŞAĞI
    19 THE SUCCESSFUL LIEUTENANT
    20 SEMERKANT
    21 BİR KADIN DÜŞMANI
    22 BUGÜNÜN SARAYLISI
    23 ANKARA
    24 TOPRAK UYANIRSA
    25 ACIMAK
    26 MAİ ve SİYAH
    27 VAHŞİ BİR KIZ SEVDİM
    28 Yaprak Dökümü
    29 ADI AYLİN
    30 TOPRAK UYANIRSA
    32 YILANLARIN ÖCÜ
    33 VERONİKA ÖLMEK İSTİYOR
    34 ÜMİT DÜNYASI
    35 BOMBA
    36 ÇALIKUŞU
    37 KİRALIK KONAK
    38 YALNIZIZ
    39 YABAN
    41 KAN VE ONUR
    42 ŞİŞHANEYE YAĞMUR YAĞIYORDU
    43 FARELER VE İNSANLAR
    44 CEZMİ
    45 BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ
    46 OLIVER TWIST
    47 Taif’te Ölüm
    48 Ankara
    49 KURTULUŞ SAVAŞÇILARI
    50 YÜKSEK ÖKÇELER
    51 GAZİ VE FİKRİYE
    52 Gerileme Hipotezlerini Onaylama Testleri
    53 CEZMİ
    54 EYLÜL
    56 SİLAHLARA VEDA
    57 SODOM VE GOMORE
    58 İKİ GÜZEL GÜNAHKAR
    60 HEPSİNDEN ACI
    62 ANAHTAR
    63 KAYIP ARANIYOR
    64 BEYAZ KALE
    65 ALDATACAĞIM
    67 DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
    68 Korkunç Yıllar
    69 İHTİYAR DOST
    72 AŞK-I MEMNU
    73 MUTLU ÖLÜM
    74 Simyacı
    75 İnce Memed
    76 BİZ İNSANLAR
    77 Anamın Kitabı
    78 HUZUR
    79 Benövşeler Üstte Göz Yaşları
    81Yezidin Kızı
    82 ANAHTAR
    83 DAĞLARI BEKLEYEN KIZ
    85 ÖLÜM DİYETİ
    86 Ankara Ekspresi
    88 DAĞA ÇIKAN KURT
    89 SODOM VE GOMORE
    90 MARTI
    92 DAMGA
    94 ADI AYLİN
    95 KİRALIK KONAK
    96 BEYAZ GEMİ
    99 KORKUNÇ YILLAR
    100 FATİH-HARBİYE
    101 Mikinler Tekkesi
    102 GÜNEŞ ÜLKESİ
    103 YÜZÜKLERİN EFENDİSİ
    104 KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ
    107 İDEOLOJİK DEVLET FAALİYETİNİN ÖNEM KAZANMASI
    108 DAĞLARI BEKLEYEN KIZ
    111 Zulüm Dağları Aşar- Çanakkale İçinde
    112 LÜZUMSUZ ADAM
    113 Sessiz Ev
    114 YABAN
    115 Ankara’da Savaş Rüzgarları
    116 DAMGA
    118 Güneydoğu’dan Öyküler III Geride Kalanlar
    119 DUDAKTAN KALBE
    120 Yaprak Dökümü
    127 Mikinler Tekkesi
    128 Gulyabani
    138 SAVAŞÇI
    139 AGO PAŞA’NIN HATIRATI
    140 NEMİDE
    141 GÖDELİ MEHMET
    142 Ateş Geçitleri
    143 KIRIK HAYATLAR
    147 BALTACI MEHMET PAŞA VE KATERİNA
    149 The Cyprus Peace Operation:
    150 GÖLGELİ BAHÇE
    152 SERGÜZEŞT
    153 TÜRKÜN ATEŞLE İMTİHANI
    154 DOĞUNUN LİMANLARI
    155 Cemal Paşa’nın karargahı(4. Karargah)
    156 ESKİ HASTALIK
    157 The Balkan Wars (1911- 1913)
    159 HANDAN
    160 ÇANAKKALE ASKERİNE RÜTBE GEREKMEZ
    163 cengiz aymatov Bütün Eserleri-2
    164 Korkunç Yıllar
    165 NEHİR TANRISI
    166 The Battle of Arnhem (Operation Market Garden)
    167 KENTE GİDEN YOL
    168 İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
    170 Ramses, Kadeş Savaşı
    171 U.S. WOMAN IN VIETNAM
    173 ATEŞ GEÇİTLERİ
    175 PEARL HARBOR(On 7 December 1941)
    176 KUSURSUZ KADINLAR
    177 YÜREĞİMİ SANA BIRAKTIM
    181 HAYVAN ÇİFTLİĞİ
    185 ZAMBAKLAR AÇARKEN
    187 NESL-İ AHİR
    191 FATİH-HARBİYE
    193 KORKUNÇ YILLAR
    194 NEVA
    197 Lider ve Demagog
    198 ATAÇAĞ
    199 YALNIZIZ
    201 Üç İstanbul
    202 Sarıkamış Dramı
    203 Çanlar Kimin İçin Çalıyor
    204 YAPRAK DÖKÜMÜ
    205 İçimizdeki Çocuk
    207 İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ
    208 SEVDALİNKA
    210 DİRİLİŞ
    212 ONLAR DA İNSANDI
    213 KÖPRÜ
    216 SUÇLU
    219 Değişen Stratejilerin Odağında Türkiye
    221 MAVİ TÜY
    224 KEŞANLI ALİ DESTANI
    225 SİLAHLARA VEDA
    226 Tek Adam
    227 ANADOLU NOTLARI
    229 OYUN
    230 ZELİŞ
    235 BİR ÇİFT YÜREK
    238 Değişen Stratejilerin Odağında Türkiye
    239 NAKARAT
    241 Kurt İzi
    247 ATEŞTEN GÖMLEK
    251 KAN DAVASI
    252 YÜREĞİNİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT
    253 FÜREYA
    254 KENDİ AYAKLARI ÜSTÜNDE
    255 İBNİ SİNA’NIN TALEBESİ HEKİM
    256 CEMİLE
    257 EYLÜL
    258 DOĞUNUN LİMANLARI
    259 ANA
    260 BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ
    262 AYLAK ADAM
    263 ÇALIKUŞU
    265 Sınıf Arkadaşım ATATÜRK
    267 İNTİBAH
    268 MATEMATİĞİN AYDINLIK DÜNYASI
    269 NAMUS (ANDY JESSUP)
    270 Ankara Ekspresi
    273 RAMSES ,KADEŞ SAVAŞI
    276 MİLİİ SAVAŞ HİKAYELERİ
    277 EYLÜLÜN GOLGESiNDE BiR YAZDI
    279 ÖLÜDEN MEKTUP VAR
    280 İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ
    281 KUMARBAZ
    283 ÇATIDAKİ NEFES
    284 MAHŞER
    286 GÜN OLUR ASRA BEDEL
    287 TOPRAK ANA
    288 İZMİR HİKAYELERİ
    292 MEMLEKET HİKAYELERİ
    295 SARAY VE ÖTESİ
    297 ARMAĞAN
    298 GURBET HİKAYELERİ
    300 Handan
    301 Davud
    302 Zambaklar Açarken
    304 Çölde Bir İstanbul Kızı
    306 Bir Kadın Kayboldu
    307 Ölü Ozanlar Derneği
    308 GELİBOLU
    310 MARTI
    315 Ümit Dünyası
    316 YÜKSEK ÖKÇELER
    318 Yemin
    320 GÖDELİ MEHMET
    321 Gençliğim Eyvah
    323 İNTiBAH
    326 HAYVAN ÇİFTLİĞİ
    327 ERİKLER ÇİCEK AÇTI
    329 Saray Ve Ötesi
    330 Hıçkırık
    331 KARLI DAĞDAKİ ATEŞ
    332 TREN
    333 BİR DEVRİN ROMANI
    334 Zeytindağı
    335 Doğu Ekspresinde Cinayet
    336 Tek Çarık Yüzbaşı
    338 Solan Umut
    339 YAPRAK DÖKÜMÜ
    345 İBN BATUTA SEYAHATNAMESİ’NDEN SEÇMELER
    346 HAREM
    347 PANORAMA
    348 GÖNÜLÇELEN
    349 SİNEKLİ BAKKAL
    350 Benim Adım Kırmızı
    351 SON SIĞINAK
    352 Yağmur Beklerken
    353 YALNIZ EFE
    355 Eski Hastalık
    357 FİLLER DE HATIRLAR
    358 SÜRGÜN
    360 KİRALIK KONAK
    364 GECE UÇUŞU
    367 ERİKLER ÇİÇEK AÇTI
    368 Ayaşlı İle Kiracıları
    369 AŞK BEKLİYOR
    371 Bir Devrin Romanı
    373 Solan Umut
    374 Fırtınaya Karşı
    375 Bir Kadın Düşmanı
    377 Son Tren
    378 İÇİMİZDEKİ BİZ
    381 CANAN
    387 GELİBOLU, YENİLGİNİN DESTANI
    389 ÖLÜ CANLAR
    391 İSTANBUL’UN BİR YÜZÜ
    392 DAĞA ÇIKAN KURT
    394 CADI
    396 DOSTLUĞUN GÜCÜ
    399 ATEŞTEN GÖMLEK
    400 FERDİ VE ŞÜREKÂSI
    403 KIRIK HAYATLAR
    404 KÖPRÜ
    407 KURTLAR SOFRASI
    409 Suç ve Ceza
    413 SARI ZEYBEK
    417 BEYAZ GECELER
    418 Güneydoğu’dan Öyküler 1
    422 ATEŞ GECESİ
    428 KIZILCIK DALLARI
    429 YÜZBAŞI SELAHATTİN’İN ROMANI
    432 Subay Ve Centilmen
    434 AY BATTI
    435 DAVA
    442 SİNEKLERİN TANRISI
    444 Toprak Kurşun Geçirmez
    446 Robinson CRUSOE
    447 SON YENİÇERİ
    448 Zulüm Dağları Aşar ÇANAKKALE İÇİNDE
    452 CANBAZ
    456 Hayvan Mezarlığı
    457 Korkunç Yıllar
    462 KUMARBAZ
    474 DOĞUNUN LİMANLARI
    481 Ölü Canlar
    482 MİLLİ SAVAŞ VE HİKAYELERİ
    484 Uzun-Beyaz-Bulut GELİBOLU
    486 Veronika Ölmek İstiyor
    489 Yağmur Beklerken
    491 AŞK-I MEMNU
    492 Cahit KÜLEBİ Bütün Şiirleri
    494 BUDALA
    495 Çarpışma
    496 MİSKİNLER TEKKESİ
    497 KIZIL ELMA
    500 İhtiyar DOST
    501 Yüzleri Arayan Adam
    502 BİR KADIN DÜŞMANI
    504 BİR AKŞAMDI
    505 GÜNEŞE DÖN YÜZÜNÜ
    507 FİGAN
    509 YAPRAK DÖKÜMÜ
    510 HABABAM SINIFI
    511 ALEMDAĞ ’ DA VAR BİR YILAN
    512 YEŞİL GECE
    513 ŞIPSEVDİ
    514 HÜKÜM GECESİ
    515 DAVA
    516 Safiye Sultan
    518 TANRININ KIRBACI ATTİLA
    519 NİMETŞİNAS
    520 Cezmi
    521 Sergüzeşt
    522 KİRALIK KONAK
    523 ALDATACAĞIM
    524 MEZARINDAN KALKAN ŞEHİT
    525 RAMSES, KADEŞ SAVAŞI
    526 MAVİ-II,GÖRSEL SANATLAR ÜZERİNE DENEMELER VE ELEŞTİRİLER
    530 Hayatınızın Amacı
    531 BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK
    532 BEYAZ LALE
    533 YEŞİL GECE
    534 Vurun Kahpeye
    535 SULARI ÜRPERTEN GECE
    537 Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini
    538 GENÇLİĞİM EYVAH
    541 Biz İnsanlar
    542 MİLLİ SAVAŞ HİKAYELERİ
    545 YÜZÜNCÜ AD
    546 PASİFİK DRAMI
    548 Dağ yolu
    549 Sarıkamış Dramı
    552 GELİBOLU – UZUN BEYAZ BULUT
    553 GÜNEBAKAN
    554 Ak Topraklar
    555 Gülen Ada
    556 Eğil Dağlar
    558 BOŞLUKTA SALANAN ADAM
    559 Mustafa Kemal ve Latife
    560 Ateş Gecesi
    561 DOĞUNUN LİMANLARI
    562 SAVAŞ PİLOTU
    563 BİR SÜRGÜN
    564 KADIN PENÇESİ
    565 YEZİD’İN KIZI
    566 KALP AĞRISI
    568 PANORAMA
    569 ATEŞ GECESİ
    571 Nehrin Dönemeci
    572 ESKİCİ VE OĞULLARI
    574 “KAR”
    575 “FERDİ VE ŞÜREKASI”
    576 SOFİ’NİN DÜNYASI
    577 RUHSAR HANIM
    580 Kırık Hayatlar
    582 Yüzüncü Ad
    584 KAMİL VE MERYEM’E DAİR
    586 ZAMBAKLAR AÇARKEN
    588 Tek Adam 1
    589 KOKU
    592 MEYYALE
    593 BİR YAZIN TARİHİ
    596 GÜLNİHAL
    597 CANAN
    599 Dağa Çıkan Kurt
    600 FÜREYA
    601 BİR KUCAK ÇİÇEK
    604 Geçmişin Geleceği
    606 BİR İÇİM SU
    607 KANUNSUZLAR
    608 YEŞİL GECE
    609 BOGAZİÇİ ŞINGIR MINGIR
    610 Fazladan Bir Adam
    611 KORKUNÇ YILLAR
    613 Bir Kadın Düşmanı
    615 FARELER VE INSANLAR
    616 MEDYUM
    617 TARİHİN TANIKLIĞINDA ERMENİLER VE RUMLAR
    618 Kosova Balkanları Anlamak İçin
    620 BİR DÜĞÜN GECESİ
    625 DÖNÜŞÜM
    626 KERTENKELENİN UYKUSU
    627 BİR TEREDDÜTÜN ROMANI
    629 BOMBA
    631 Miskinler Tekkesi
    635 Zulüm Dağları Aşar- Çanakkale İçinde
    637 TANRI DAĞI ZİYARETİ
    639 Nehir Tanrısı
    640 YÜZBAŞI SELAHATTİN’İN ROMANI
    641 HÜKÜM GECESİ
    642 FERDİ VE ŞÜREKASI
    644 HEPSİNDEN ACI
    645 BİR YAZIN TARİHİ
    646 YANLIŞ ADRES
    647 ESKİ HASTALIK
    650 İrtica ve Bölücülüğe Karşı Militan Demokrasi
    651 BEYAZ KALE
    652 Benövşeler Üstte Göz Yaşları
    654 İNCİ
    657 SARAY VE ÖTESİ
    659 ATEŞ GECESİ
    661 MAHŞER
    662 SİNEKLİ BAKKAL
    663 KADIN PENÇESİ
    664 Yavuz Sultan Selim Ağlıyor
    666 DUDAKTAN KALBE
    667 KALP AĞRISI
    669 Panorama
    670 SON TREN
    673 BİR TEREDDÜTÜN ROMANI
    676 BEYAZ GECELER
    681 EUGENİE GRANDET
    683 İHTİYAR BALIKÇI
    685 YAĞMUR BEKLERKEN
    687 STAR
    688 KURTLAR SOFRASI
    691 Hıçkırık
    692 FEDAİLERİN KALESİ ALAMUT
    694 GÜNEŞ ÜLKESİ
    695 SÜRGÜN
    696 VAHŞİ BİR KIZ SEVDİM
    698 Ölü Canlar
    702 ERİKLER ÇİÇEK AÇTI
    703 KAN DAVASI
    705 ÇETE
    706 Yeşil yol
    709 EYLÜL
    713 Zeytindağı
    717 Acı Kahve
    720 Ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya’da
    721 Ada
    726 BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR
    728 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
    731 AERITH'Lİ MORGAN
    733 AGO PAŞA’NIN HATIRALARI
    737 Ağaç Kurdu
    738 AH BEYOĞLU VAH BEYOĞLU YANDI GİTTİ KÜL OLDU
    740 TANRININ KIRBACI ATTİLA
    742 Şeytan Dönemeci
    745 AJAN
    746 AK DAĞLAR
    754 HITLER'S PROBABLE BEHAVIOR IN THE FUTURE
    756 CEMİLE – SULTAN MURAT
    757 Al Midilli
    759 Altın Postu Ararken
    767 Anamın Kitabı
    769 ANIT AĞAÇLAR
    772 ARABA SEVDASI
    779 Aşk-ı Memnu
    781 Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği
    782 Atatürk’ün Fikir Sofrası
    783 ATATÜRK’ün İzinde Bir Arpa Boyu
    784 ATATÜRK'ÜN ÜSTÜN KİŞİLİĞİ
    785 Atatürk Olmasaydı
    786 Atatürk'ün Avrasya Devleti
    792 Ayaşlı ve kiracıları
    794 GENİŞ ZAMANLAR
    795 HUZUR
    797 Yaralı Aşklar
    798 BABALAR VE OĞULLAR
    799 ONLAR DA İNSANDI
    804 Satranç
    808 BENİM ADIM KIRMIZI
    814 BEYAZ DİŞ
    817 BEYAZ KALE
    821 Uzun Beyaz Bulut Belibolu
    824 BİR AVUÇ SAÇMA
    825 Bir Bardak Süt
    830 BİR DEVRİN ROMANI
    832 Bir Dinazorun Anıları
    833 BİR DÜĞÜN GECESİ
    836 BİR İÇİM SU
    837 Bir Kadın Düşmanı
    839 BİR KADIN KAYBOLDU
    841 Bir Mahzun Büyücü
    849 BİR TEREDDÜTÜN ROMANI
    851 BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ
    854 Akşam Güneşi
    855 Harem
    858 PRIMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL OLDU
    863 EKMEK ELDEN SU GÖLDEN
    864 Bugünün Saraylısı
    867 BİR SÜRGÜN
    870 BUYUK ÜMİTLER
    872 BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK
    882 Çatıdaki Rüzgar
    891 Yağmur Beklerken
    892 Cinayet Nedeni
    897 BİR KADIN DÜŞMANI
    899 DUDAKTAN KALBE
    900 KUMARBAZ
    901 ÖLÜDEN MEKTUP VAR
    902 BİR TEREDDÜTÜN ROMANI
    903 İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ
    904 KAN VE ONUR
    905 CUMBA’DAN RUMBA’YA
    906 Cüceler
    907 Cüzzamlı
    908 DAMGA
    914 ÇANKAYA
    918 ÇÖLDE BİR İSTANBUL KIZI
    922 Dağların Gözyaşları II. Cilt
    923 Dağların Gözyaşları 1
    926 Dağ yolu
    933 KırkYıl
    934 DİRİLİŞ
    939 Doğunun Limanları
    946 Dördüncü Protokol
    948 DUDAKTAN KALBE
    951 ATEŞ GECESİ
    955 RAMSES BATI AKASYASININ ALTINDA
    956 Mefküreci Zabit
    957 ÜÇ İSTANBUL
    959 Eğil Dağlar
    967 YALNIZIZ
    969 BİR KUCAK ÇİÇEK
    971 DELİKANLI ADAMIN EL KİTABI
    977 AŞİNA YÜZLER
    979 AY BATTI
    985 Nehir Tanrısı
    986 OLIVER TWIST
    987 Yağmur Beklerken
    990 ŞEKER PORTAKALI
    991 BUGÜNÜN SARAYLISI
    993 Osmanlıların stratejik sorunları
    998 Eski Hastalık


    mutlaka arşivinizde bulunsun birgün mutlaka lazım olacakbeer
    (rarlı klasörün içindeki word dosyaları numaralara göre ayrılmıştır.Örnek 914 nolu word dosyası çankaya kitap özeti,1nolu word dosyası küçük ağa kitap özetleri gibi)
    Buradan
    Son düzenleme orbay; 19-11-2006, 00:17.
  • abelen
    Member
    • 21-02-2005
    • 1511

    #2
    Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

    Faydalı olabilir.İndirip bilgisayarıma koyacağım.Ancak özetlerle yetinmeyip aslını okumak gerekir.

    Yorum

    • uzman63
      Member
      • 11-11-2005
      • 528

      #3
      Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

      teşekkürler kardeş faydası dokunacak eserler var..

      Yorum

      • uzman63
        Member
        • 11-11-2005
        • 528

        #4
        Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

        kardeş şifre istiyor...şifreyi verebilirmisin...

        Yorum

        • uzman89_2
          Junior Member
          • 17-04-2005
          • 15

          #5
          Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

          indirilemiyor arkadaşım bi ilgilenebilirmisin saygılar...

          Yorum

          • uzman63
            Member
            • 11-11-2005
            • 528

            #6
            Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

            Originally posted by uzman89_2 View Post
            indirilemiyor arkadaşım bi ilgilenebilirmisin saygılar...

            dosya silinmiş isterseniz ben buraya upload ederim fakat rar şifresi istiyor onu nasıl yapalım...

            Yorum

            • uzman63
              Member
              • 11-11-2005
              • 528

              #7
              Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

              ok bir dak şifreyi buldum düzenleyip upload edeyim hemen verecem...

              Yorum

              • orbay
                Senior Member
                • 11-02-2005
                • 5871

                #8
                Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                Originally posted by uzman63 View Post
                ok bir dak şifreyi buldum düzenleyip upload edeyim hemen verecem...
                arkadaşlar linki değiştirdim şifreye gerek kalmadı direk indirip açabilirsiniz

                Yorum

                • uzman63
                  Member
                  • 11-11-2005
                  • 528

                  #9
                  Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                  ok arkadaşım paylaşım için yeniden teşekkürler...

                  Yorum

                  • tedirgins
                    Junior Member
                    • 30-11-2006
                    • 2

                    #10
                    Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                    sağol kardeş.

                    Yorum

                    • izmirsat
                      Member
                      • 30-09-2006
                      • 1543

                      #11
                      Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                      Allah razı olsun arkadaşım senden çok faydalı bir link

                      Yorum

                      • eyavascan
                        Junior Member
                        • 04-11-2006
                        • 11

                        #12
                        Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                        saol kardeş işime çok yarayacak tşk ederimbeer

                        Yorum

                        • orbay
                          Senior Member
                          • 11-02-2005
                          • 5871

                          #13
                          Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                          arkadaşlar önemli olan paylaşım işiniz görülsün yeter arşivinizde bulunsun : )

                          Yorum

                          • orbay
                            Senior Member
                            • 11-02-2005
                            • 5871

                            #14
                            Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                            SEFİLLER
                            Bay Myriel genç yaşında evlenmiştir. Eski parlamento üyeleri dağıtıldıktan sonra Bay Myriel İtalya’ya göç etmiştir ve burada uzun süredir hasta olan eşini Fransız İhtilali ile birlikte kaybetmiştir.

                            Uzun bir aradan sonra Bay Myriel tekrar Fransa’ya dönmüştür. Burada rahip olmuştur ve Digne piskoposluğuna atanmıştır. Bu atamayla Bay Myriel kendisinden on yaş küçük olan kız kardeşini ve hizmetçilerini alarak görev yerine gitmiştir.

                            Piskoposluk sarayı çok görkemli bir konaktır fakat bunu yanında hastane tek katlı çok küçük bir yerdir. Bay Myriel bir akşam hastanenin başhekimini evine yemeğe çağırır ve ona evi ile hastaneyi değiştirmeyi önerir. Bu öneriyi sevinçle karşılayan başhekim bu öneriyi kabul eder ve kısa bir sürede hastane ile piskoposluk sarayının yeri değişir.

                            Bay Myriel yaptığı yardımlarla kısa sürede halkın kalbinde taht kurmuştur. Halka verdiği vaazlarda hasta olan insanlara kötü gözle bakılmaması gerektiğini bunu aksine hastalığı yaratan koşulları görüp onları iyileştirmenin bir çaresini bulmanın gerektiğini anlatmıştır.

                            1815 yılının Ekim ayında Digne kentine kırk yaşlarında bir adam gelmiştir. Bu adam ilginç giyimiyle garip bir görüntü oluşturuyordur. Adam kentin en gösterişli bir hanına doğru yürür ve orada kalmak istediğini han sahibine iletir fakat kalacak yer olmadığı için buradan geri döner. Halbuki bu handa yer vardır fakat hancı sahibinin gözü tutmadığı için adama yalan söyler ve onu başından atar.

                            Adam, girdiği diğer meyhanede de handaki olaylara benzer davranışlarla karşılaşır ve bir cezaevinin kapısını çalar. Küçük pencereden bakan gardiyana bir gecelik yatak istediğini söyler fakat gardiyan oraya sadece suç işleyenlerin girebileceğini söyler ve pencereyi kapatır.

                            Gece yaklaştıkça adam iyice titremeye başlamıştır. Yürüdüğü yolun sonunda yıkık bir kulübe görür ve geceyi geçirmek için oraya sığınmaya karar verir. Fakat içeri girer girmez kocaman bir köpekle karşılaşır ve haykırarak oradan uzaklaşır. Bütün umutlarını yitirmiş bir vaziyette kilisenin bahçesindeki taş kanepeye uzanır. Tam o sırada kiliseden çıkan yaşlı bir kadın adamı görerek ona yaklaşır. Bu kadın Bay Myriel’in hizmetçisi Bayan Magloire’dir. Adama yaklaşarak ona bir kaç soru sorar ve sonunda adamın elini tutarak bahçenin öbür ucundaki kulübeye gitmesini önerir ve daha sonra oradan uzaklaşır.

                            Adam hiçbir şey söylemeden kendisine gösterilen yere doğru yürür ve kulübenin kapısını çalar. İçerden bir ses kapının açık olduğunu ve içeri girebileceğini söyler.

                            Yabancı adam kapıyı itip içeri girer. Kısa bir süre sonra adam Bay Myriel’in yanına gelerek boğuk bir sesle adını Jan Valjan olduğunu ve kürek hükümlüsü olduğunu anlatır ve devam eder. Tam on dokuz yılının zindanda geçirdiğini, Paterliye kasabasına gittiğini ve dört gündür yolda olduğunu söyler

                            Piskopos (Bay Myriel) sakin bir sesle hizmetçiye dönerek misafirlerine yiyecek ve yatacak bir mekan hazırlamalarını söyler. Kısa bir süre sonra Bayan Magloire elinde gümüş şamdanlarla içeri girer. Misafirin önüne altın, gümüş çatal-bıçakları ve tabakları koyar.

                            Bayan Magloire çok güzel bir yemek hazırlamşıtır ve Piskopos bir de bunlara özel günler için sakladığı Bordo şarabını ilave ederek misafirine:

                            -Buyurun sofraya! demiştir.

                            Adam, açlığın vermiş olduğu hisle hemen sofraya oturup yemeklerini yemiştir ve yemekten sonra meyve yerken piskoposa teşekkürlerini bildirir.

                            Adam yemekten sonra kendisine ayrılan yatağa giderek deliksiz bir uykuya dalar.

                            Jan Valjan gece yarısı uyanır ve tekrar yatmak ister fakat bir türlü uyuyamaz. Aklı yaşlı, hizmetçinin birkaç saat önce masaya koyduğu gümüş ve altın yemek takımlarında kalmıştır. Geceyarısı kalkıp gizlice papazın odasına girer ve sanki bunu daha önceleri yapıyormuş gibi çabucak papazın başucundaki sepeti kavrar. Bu sepetin içinde o akşam yemek yediği gümüş takımlar vardır.

                            Jan Valjan kısar sürede odadan çıkar ve kaçmaya başlar.

                            Ertesi sabah Bay Myriel bahçeye dolaşmaya çıkar Bu sırada sararmış bir yüzle hizmetçi Magloire çıkagelir ve dünkü adamın gümüş takımlarını alarak kaçtığını söyler

                            Myriel kadına dönerek gümüş takımların kendilerinin mi olduğunu sorar. Hizmetçi tam cevap vermeye hazırlanırken Jan Valjan ve onu yakalayan üç jandarma kapıyı açarak içeri girerler. Jandarmalar piskoposa askerce bir selam vererek:

                            - Piskoposum... bu sefil...

                            Myriel jandarmanın sözünü keserek Myriel’e niçin sadece çatal-bıçak ve tabakları aldığını oysa ki kendisinin ona gümüş şamdanları da verdiğini söyler. Bu sözler karşısında Jan Valjan Myriel’e büyük bir şaşkınlıkla bakar. Bu sırada piskopos jandarmalara Jan Valjan’ı serbest bırakarak gitmelerini emrederek Jan Valjan’a şamdanları da verir.
                            Jan Valjan, hayretten ve korkudan sapsarı kesilmiştir. Piskopos şamdanları uzatırken ona yaklaşarak gümüşleri alarak kötü geçmişini unutmasını ve iyi bir insan olma yolunda kendisine verdiği sözü tutmasını söyler.

                            Jan Valjan koşarcasına Digne kentinden çıkar ve akşama kadar kırlarda yürür.

                            Aynı yüzyılın içinde Montfermei’de bir otel vardır. Bu oteli Tenardiye adında bir karı-koca çalıştırmaktadır. Kapının önünde iki kız çocuğu oynamaktadır. Çocukların annesi oturmaktadır. Tam bu sırada kucağında çocuğu ile birlikte çok yoksul bir kadın kapıya gelir. Üzgün ve birazda hasta görünümlü olan bu kadın Bayan Tenardiye’ye kendi öyküsünü anlatmaya başlar. Konuşması bitince kucağındaki çocuğu öperek uyandırır ve kapının önünde oynayan iki kız çocuğun yanlarına yollar ve iki kadın konuşmalarına devam ederler.

                            Bu sırada Bayan Tenardiye küçük kızın adının Cosette olduğunu öğrenir. Üç küçük kız kardeş gibi kapının önünde oynuyorlardır. Bu durum karşısında yabancı kadın Bayan Tenradiye’nin elinin tutarak kızının onların yanın kalmasını ister. Bayan Tenardiye kadının bu isteğini geri çevirmez.

                            Yabancı kadın onlara ayda altı frank verebileceğini söyler. Bu sözü duyan Bay Tenardiye yedi franktan aşağıya olmayacağını üstelik altı aylığının da peşin olacağını,çocuğun giyimi içinde on beş frank vermesi gerektiğini ancak bu koşullar altında çocuğu kabul edeceğini söyler.

                            Kadın ****en frankı olduğunu ve adamın istediklerini vereceğini söyler ve böylece pazarlık kısa sürede sona erer. Kadın o gece otelde kalır ve ertesi sabah kısa zamanda dönmek umuduyla oradan ayrılır.

                            Otel sahibi bir ölü soyucudur. Kadından aldığı paralarla borçlarını ödemiştir fakat çocuğa gereken ilgiyi göstermemiştir.

                            Çocuğunu otel sahiplerine bırakan Bayan Fantine, Monteil-Sur-Mer kentine gelince her şeyi değişmiş bulur ve bu sırada kendisi gitgide yoksullaşmıştır.

                            1815 yılının sonlarına doğru yabancı biri şehre gelip yerleşmiş ve yeni buluşlarıyla yeni bir sanayi geliştirmiştir. Üç yıl sonra bu adam hem kendisini hem de çevresindekileri zengin etmiştir.

                            Adam köye geldiğinde bir yangın başlamıştı ve adam ölümü hiçe sayarak jandarma komutanının iki çocuğunu alevler çıkarmıştır. Cesur yabancı bu olaydan sonra Baba Madlen diye tanınmıştır. Adam çok kazanıyordur ama kazancının tümünü yoksullara harcamaktadır. Kasabaya hastane, okul ve düşkünler evi yaptırmıştır.

                            Kral,halka yaptıklarına karşı Baba Madlen’e şehrin valiliğini teklif etmiştir. Halkın da sürekli istek ve ricalarıyla bu görevi kabul ederek vali olmuştur. Herkese yardımcı olmaya çalışmaktadır.

                            1821 yılının başlarında Digne şehri piskoposunun öldüğü haberi gelmiştir şehre. Vali Madlen bu habere çok üzülmüştür. Günlerce karalar giyerek yas tutmuştur. Bu durum şehir sakinlerinin dikkatini çekmiştir ve kısa bir süre sonra Vali’yle piskopos arasında akrabalık olduğu söylentileri yayılır. Merakını yenemeyen bir vatandaş Vali’ye bunu sorar. Bu soru karşısında Vali böyle bir şey olmadığını fakat bir zamanlar onun uşaklığını yaptığını söyler.

                            Bu beklenmedik haberle Vali’ye gösterilen saygı tüm yörelerde dillere destan olur. Fakat bu hastalığa polis müfettişi Javert yakalanmamıştır. Bu adam tüm bakışlarını Vali Madlen üzerine çevirmiştir fakat Madlen herkese olduğu ona da içtenlikle davranmaktadır. Bir gün Fauchelevent Babanın ayağı kayar ve bir at arabasının altına düşer. Araba ağır yüklüdür ve tekerler gittikçe çamura gömülmektedir. Kaldıraç getirip ihtiyarı arabanın altından kurtarmak gerekmektedir. Tam bu sırada Vali Madlen olay yerine gelir ve canı pahasına arabanın altına girip Fauchelevent Babayı tekerleklerin altından kurtarır.

                            Vali Madlen, Fauchelevent Babayı kendi fabrikasının revirlerinden birine yatırır. Zavallı ihtiyar ertesi sabah başucunda Vali Madlenin bıraktığı bir zarf içinde kaybettiği atların ve kırılan arabasının bedeli olan bin frank bulur.

                            Fauchelevent baba iyileşmiştir fakat bacağı sakat kalmıştır. Madlen onu Paris’te bir manastıra bahçıvan yapmıştır.

                            Fantine memleketine döndüğünde Vali Madlen’in fabrikasında iş bulup çalışmaya başlamıştır. Her ay kızı için Tenardiye’lere düzenli para göndermektedir. Okuma yazma bilmediği için mektupları başkasına yazdırmaktadır. Sık mektup yazması, hakkında olumsuz söylentilerin çıkmasına neden olmuştur. Fabrika müdürü, bir gün Fantine’yi yanına çağırıp ona elli frank vermiş ve Madlen’in kendisini işten çıkarmak istediğini söylemiştir. Oysa ki Madlen’in hiçbir şeyden haberi yoktur. Bir gün Tenardiyeler’den mektup gelir. Çocuğu hasta olduğu için elli frank istemektedirler. Fantine elindeki son parayı hemen postayla göndermiştir. Kısa bir süre sonra başka bir mektupta çocuğuna çok masraf yapıldığını ve yüz frank göndermezse çocuğu sokağa atacakları yazmaktadır.

                            Fantine’nin bütün parası bitmiştir ve bu parayı bulmak için saçlarını berbere, ön dişlerini dişçiye satarak elli frank toplayabilmiştir ve son durumuyla on beş yaş birden ihtiyarlamıştır gibi görünmektedir. Fantine, bunlara neden olan Madlen Baba’ya lanetler yağdırmaktadır.

                            Bir gün sokakta yürürken, birkaç sokak serserisi ona saldırır ve bu durum karşısında Fantine kendini savunmak için adamları tırmalamaya başlamıştır. Bağrışmalarla etrafta insanlar toplanmaya başlamıştır. Tam bu sırada Javert yanındaki jandarmalarla olay yerine gelerek jandarmalara kadını onunla birlikte karakola getirmelerini emretmiştir.

                            Javert, hazırladığı tutanakla Fantine’ye altı ay hapis cezası verir. Bu ceza karşısında Fantine Cosette’i düşünerek ağlamaya başlar.

                            Askerler Fantine’yi tam götürecekleri sırada Vali Madlen çıkagelir. Fantine gülerek Madlen’e yaklaşır ve “demek vali olacak adam sensin!” diyerek yüzüne tükürür. Müfettiş tam olaya müdahale edecekken Madlen onu engeller ve Fantine’yi serbest bırakmasını emreder. Javert serbest bırakmak istemese de Madlen büyük çabaları sonucu Fantine serbest kalır. Madlen tüm olanları yeni öğrendiğini ve bu durum karşısında üzgün olduğunu söyleyerek özür diler ve tüm borçlarının ödenerek çocuğuna kavuşacağının müjdesini verir.

                            Fantine bu sözler karşısında dayanamaz ve düşüp bayılır. Madlen onu fabrikasındaki revire yatırır. Ertesi gün her şeyi öğrenir ve Tenardiyeler’e bir mektup yazarak Fantine’nin borcunun bir mislisini ödeyeceğini ve çocuğu hemen Monteuil-sur-Mer’e göndermelerini ister.

                            Fantine’nin sağlığı kötüye gitmektedir. Tenardiye’ler parayı görünce çok şaşırmışlardır fakat çocuğu vermek istememişlerdir.

                            Madlen bir gün Fantine’ye Cosette’i almak için birini göndereceğini , olmazsa kendi gideceğini söylemiştir. Sonra Fantine’nin ağzından Tenrdiyeler’e bir mektup yazmıştır.

                            Ertesi gün gelişen olaylar sonucunda Madlen eskiden işlediği suçun cezasını başka birisinin çektiğini öğrenir ve hemen adamın cezasının kesileceği duruşmaya gider. Tam yargıç duruşmayı bitirecekken Madlen yapılan hatayı düzeltmek istediğini asıl suçlunun kendisi olduğunu itiraf eder Bu itiraf daha sonra tanıklar tarafından da onaylandı ve sonun adam serbest bırakılır.

                            Madlen’in gerçek adı Jan Valjan’dır ve aynı gün akşamı Javert; Jan Valjan’ı tutuklama emrini alır. Bu durum sonucunda Fantine yeniden yavrusu Cosette’i göremeyeceği duygusuna kapılarak umutsuzluk ve acı içinde son nefesini verir. Jan Valjan tutuklandıktan sonra hizmetçisine bir mektup yazıp Fantine’nin cenaze masraflarının karşılanmasını ve geriye kalan servetin yoksullara dağıtılmasını söyler.

                            Jan Valjan, Fantine’ye verdiği sözü tutmak için ilk fırsatta kaçmıştır ce küçük Cosette’i bulmak için Monfermeil’e gitmiştir. Jan Valjan ormanın içinden yürüyerek tarif edilen otele doğru giderken, çaresizce inleyen bir ses duyar. Bu ses küçük Cosette’e aittir. Kız su dolu kocaman bir kovanın ağırlığı altında iki büklüm yürümektedir.
                            Jan Valjan küçük kıza yardım eder ve onunla birlikte çalıştığı otele yani Tenardiyeler’in yanına gider ve bu sırada küçük kızın Cosette olduğunu öğrenir.

                            Jan Valjan otele girdiğinde Tenardiyeler’le tanışır ve bir gece orada kalacağını belirtir.

                            Jan Valjan ertesi sabah kalktığında Bayan Tenardiye’ye gideceğini hesabının ne kadar olduğunu sorar. Bayan Tenardiye kocasının hazırladığı yirmi üç franklık faturayı utangaç bir yüzle Jan Valjan’a uzatır. Jan Valjan makbuza bir göz attıktan sonra kazançlarının iyi olup olmadığını sorar.

                            Kadın utangaç bir yüzle hayır diye cevap verir ve Cosette’in kendilerine çok masraf açtığını söyler. Jan Valjan Cosette alabilmek için ilgisiz görünür ve Cosette’i birisinin onlardan alsa nasıl olacağını sorar.

                            Bayan Tenardiye sevinçle onu alıp götürebileceğini sevinçle söyler ve Jan Valjan gizli bir sevinçle kabul eder. Konuşmaları dinleyen Bay Tenardiye Jan Valjan ile konuşmak ister ve ona acilen bin beş yüz franka ihtiyacı olduğunu söyler. Jan Valjan hiç tereddüt etmeden üç tane beş yüzlük frankı masa üstüne atar. Paraları gören Bay Tenardiye hemen çocuğu getirir ve daha sonra Jan Valjan ile Cosette oradan uzaklaşırlar.

                            Jan Valjan Cosette’i Paris’e götürür ve orda eski bir eve yerleşirler. Ertesi Jan Vljan sokakta bir dilenciye para verirken dilencinin ona dik dik baktığını görür ve onun bir polis olabileceğinden şüphelenir. Eve geldiğinde hemen bütün eşyalarını toplar ve Cosette’i yanına alarak oradan uzaklaşır ve bir avluya gelir. Bu avluda topallayarak yürüyen bir ihtiyara rastlar ve adama cebinden çıkardığı paraları uzatarak bir gecelik yer istediğini söyler.

                            Adam geri dönerek şaşkın bir ifadeyle Jan Valjan’ın suratına bakar ve ona Madlen Baba olup olmadığını sorar. Fakat Jan Valjan bu ihtiyarı tanımamıştır. Adam kendisinin bir arabanın altından kurtardığı Fauchelevent Baba olduğu söyler. Sonunda Jan Valjan hatırlar ve Fauchelevnt’in kaldığı bayanlar manastırının arkasında bir kulübeye yerleşir. Fauchelevent onu manastıra kardeşi olarak tanıtır ve onun bahçıvan olarak işe alınmasını sağlar ve Cosette’inde manastıra kabul edilmesini sağlar.

                            Cosette haftada bir gün Jan Valjan’ın yanında kalmaktadır. Manastırda her şey huzur vericidir. Bu durum Jan Valjan’a büyük bir huzur vermektedir. Böylece aradan sekiz yıl geçmiştir.

                            Cosette eğitimini manastırda tamamlamış ve büyümüştür. Bay Jilnorman doksan yaşını geçmiştir fakat hala dimdik ayaktadır. Bir kızı, çocuğunu doğururken ölmüştür. Bay Jilnorman torununu kendisi yetiştirmek istemiş, eğer bu isteğine karşı çıkarsa onu mirasından mahrum edeceğini çocuğun babasına bildirmişti. Maryüs(çocuk)’ün babası Waterloo Savaşı sonrası albay rütbesiyle baron ünvanını almıştır. Oysa Bay Jilnorman büyük devrimin bir haydutluklar yığını olduğunu düşünüyordur. Damadının fikirlerine karşı çıkıyordur fakat torununu da çok sevmektedir.

                            Maryüs’ün babası Vernon’da çocuğunun hasretini çiçekleri severek gidermeye çalışmaktadır. Maryüs on yedi yaşına girmiş, koleji bitirmiş, hukuk tahsiline başlamıştır.

                            Bir akşam okul dönüşü dedesi elinde bir mektupla onu karşılar ve babasının ağır hasta olduğunu ve ertesi günü Vernon’a gideceğini söyler.

                            Maryüs’ün babası hakkındaki kanaati yılda iki mektuptan oluştuğu için Vernon’a gitmekte acele etmez. Ertesi günü Vernon’a verdiğinde gözü yaşlı hizmetçiyle karşılaşır. Albay Pontmercy iki saat önce ölmüştür. Maryüs babasının yatağının başucunda bir mektup bulmuştur. Mektupta imparatorun kendisini baron yaptığını, Jilnorman’ın bu ünvanını tanımadığını fakat onu Maryüs’ün taşıyacağından hiçbir kuşkusu olmadığını belirtir. Mektubun sonunda kendisini savaştan yaralıyken kurtaran çavuşun adı yazıyordur. Oğlu Maryüs’e eğer o adamı görürse ona iyilik yapmasını istemektedir.

                            Maryüs, babasının defin merasiminden sonra Paris’e dönüp öğrenimine devam etmiştir. Dedesi, babasının üniformasını ve kılıcını bir eskiciye satmıştır.

                            Birkaç ay sonra Maryüs bir gün kiliseye duaya gider. Merasim başlamadan yanına yaklaşan yaşlı biri ona eski yerine oturduğunu söyler. Maryüs yan sandalyeye geçer. Bu sırada adam konuşmasında oturduğu yerin eskiden Pontmercy adında bir albayın olduğunu söyler. Kiliseye duaya getirilen oğlunu uzaktan görmek için geldiğini fakat bundan çocuğun haberi olmadığını söyler. Çocuğun anne tarafının ailesi bir miras meselesini araya sokarak çocuğu görmesini engellediklerini fakat kendisine göre siyasi inançları nedeniyle çocuğunu ondan ayırdıklarını söyledi.

                            Maryüs, bir tesadüf eseri babası hakkındaki gerçeği acı da olsa öğrenmişti. O günden sonra babasının bütün hayatını öğrenmeye çalıştı.

                            Maryüs dedesi ile babası yüzünden tartışmış ve dedesinin evini bir daha dönmemek üzere terk etmiştir. Ertesi günü fakültede yeni birisiyle tanışmıştır. Bu kişi, “Maryüs Ponmersi” dendiğinde “burada” diyen ve bu yüzden okuldan kaydı silinen biridir. Adı Legi’dir. Maryüs, olayı duyunca çok üzülmüştür fakat arkadaşı onun aksine çok neşelidir.

                            Maryüs’ün siyasal düşünceleri yüzünden evden kovulduğunu öğrenince çok üzülmüştür. Onu teselli ederek kendi otelinde birlikte kalabileceğini söyler.
                            Maryüs, geceleri çeviri yaparak gündüzleri hukuk fakültesine devam ederek okulunu bitirir. Kaldığı oda Legi Kurfeyrak’ındır. Bu oda eskiden Jan Valjan ile Cosette’in Paris’e ilk geldiklerinde yerleştikleri eski evdi.

                            Kısa zamanda yürekliliği ve çalışkanlığıyla Maryüs yoksul olmaktan çıkmıştır. Almanca ve İngilizce Öğrenmiştir. Pek hukuk davaları almıyor onun yerine çeviri ve gazete makalelerine derleme yapmaktadır. Bu iş ona yılda yedi yüz frank kazandırmaktadır. Boş zamanlarında yürüyüşlere çıkıp bol bol düşünerek hayaller kurmaktadır.

                            Yirmi yaşında yakışıklı bir genç olan Maryüs, Lüxemburg Parkı’nda her gezmeye çıkışında, genç bir kızla yaşlı bir adamın kanepede yan yana oturduklarını görmektedir. Bu çiftin önlerinde her geçişinde yüreği tarifsiz çarpıntılar içinde atmaktadır. Bir gün onları oturdukları eve kadar izler. Fakat durumu anlayan yaşlı adam, hemen oturduğu semtteki evi değiştirdi ve bir daha Lüxemburg Parkı’na uğramaz olmuştur. Bu olay Maryüs için bir darbe olmuştur ve bütün aramalarına rağmen yaşlı adam ve kızı bulamadı.

                            Maryüs, yaşlı adam ve kızını bir türlü aklından çıkaramıyordu. Bir gün Tenardiye’nin kızı Eponin’i görmüştür. Maryüs Eponin’e yaşlı adamın adresini sorar. Kız bunun kendisi için çok kolay olduğunu söyler.

                            Bir hafta sonra Eponin dediğini yapar ve Maryüs’e kızın adresini verir. Maryüs, verilen adrese hemen gider. Gördüğü ev büyük bir bahçe içinde müstakil bir evdir. Maryüs, yaşlı adamın ve komşularının dikkatini çekmemek için elinden geleni yapar.

                            Bir gün genç kızı bahçenin köşesinde otururken görür fakat yanına yaklaşmaz. Genç kız ikinci gün aynı yerde otururken üzerine taş konmuş bir mektup bulur. Mektupu açıp okuduğunda içi kalbinin atışı hızlanır çünkü bu mektubun Lüxemburg Parkı’nda kendisini tatlı bakışlarla süzen gençten geldiğini anlar.

                            Ertesi akşam güzel giyinip aynı yere oturur. Kısa bir zaman sonra arkasında bir gölge görür. Dönüp baktığında onun olduğunu görür.

                            Genç adam özür dileyerek lafa girer ve hayatın onun için yaşanmaz hale geldiğini, geçen akşam kızı dinlediğini ve onu taparcasına sevdiğini söyler.
                            Bu sözler üzerine genç kız heyecanlanır. Maryüs, kızı kolları arasına alır. Genç kız Maryüs’ün elini kalbinin üzerine koyar ve bu sırada Maryüs oradaki mektubu hissederek Kendisini sevip sevmediğini sorar. Genç kız bunu zaten bildiğini söyler ve tanışırlar.

                            O gece birlikte oturup birbirlerini yakından tanımaya çalışmışlardır. Ve bu durum 1832 yılının Mayıs ayı boyunca her akşam böyle devam etti.

                            Bir akşam Cosette oradan ayrılacaklarını söyler. Bu haber üzerine Maryüs çok üzülür ve kendisinin bu durumdan sonra yaşayamayacağını söyler. Cosette, onunda kendileriyle gelip gelemeyeceğini sorar. Maryüs Pasaport parası bulmasının imkansız olduğunu söyler. Cosette bu durumu babasına açacağına söz verir. Maryüs adresini, “Camcılar Sokağı No:16”, yazarak oradan ayrılır.

                            Jan Valjan, manastırdan çıktıktan sonra, Sorguç Sokağı’ndaki evi kiralamıştır. Bir gün parkta dolaşırken Javert ile karşılaşır. Üstündeki elbiselerin farklı olması nedeniyle Javert onu tanıyamaz ve Jan Valjan o günden sonra daha dikkatli davranmaya başlar.

                            Ayaklanmalar Paris’i kuşkulu kimselerin bulunduğu bir ortama dönüştürmüştür. Bu nedenle Jan Valjan Paris’ten ayrılmaya karar verir.

                            Bir akşam Maryüs, Cosette’i eski buluştukları yerde arar fakat bulamaz. Tam o sırada Eponin’i görür. Eponin Maryüs’e arkadaşlarının onu Kenevir sokağındaki barikatlarda beklediğini söyler.

                            Maryüs hemen evine koşup silahlarını alır ve Kenevirciler sokağına doğru yol alır. Maryüs sokağa vardıktan iki saat sonra hükümet güçleriyle göstericiler arasında çatışma başlar. Yalnızca Hal ahallesi’nde üniversite öğrencileri il işçiler yirmi yedi adet barikat kurmuşlardır.

                            Bu çatışmalar sırasında Anjobra ismimde bir adam Javert’i yakalar ve onu bir direğe bağlayarak, barikat düşmeden on dakika önce kurşuna dizileceğini söyler.

                            Uzun çatışmalardan sonra Maryüs öldürülmek istenir fakat ona doğrultulan namlunun ucuna Eponin elini koyar ve Maryüs’ün yaralanmasını hatta ölmesini engeller ve bir süre sonra Maryüs'ün yanına gelerek ona bir mektup verir ve daha sonra başı yana düşerek ölür.

                            Maryüs hemen yandaki salona girer ve mum ışığında Eponin’in verdiği mektubu okumaya başlar. Mektupta Cosette hemen yola çıkmaları gerektiğini, o, akşam Silahlı Adam Sokak No:7’de kalacaklarını söyler.

                            Maryüs biraz düşündükten sonra not defterinden bir sayfa kopararak, evlenmelerinin imkansız olduğunu, kendisinin şansı olmadığını, o akşam evlerine geldiğini fakat onu bulamadığını, verdiği sözü tuttuğunu ve öleceğini yazar. Son olarak onu çok sevdiğini ve onun bu mektubu okuduğu zaman kendi ruhunun onun yanında olacağını ve ona gülümseyeceğini söyler.

                            Gayroş’u çağırıp yazdığı mektubu, yazdığı adrese ulaştırmasını ister. Bu isteği hemen yerine getiren Gayroş mektubu kaptığı gibi karanlıkta kaybolur.

                            Jan Valjan, Sorguç sokağındaki eşyalarını toplamadan kaçmak ister fakat tam bu sırada Cosette’in yazdığı mektubun kurutma kağıdının üzerine geçtiğini görür. Bu satırları tuvaletteki aynada okuduğunda bir acı hisseder. Kağıtta Cosette: “Sevgilim ne yazık ki, babam hemen yola çıkmamızı istiyor. Bu akşam Silahlı Adam sokağı No:7’de kalacağız...” demektedir.

                            Sokağa çıkıp bir taşın üzerine oturur. Her taraftan silah sesleri gelmektedir. Tam bu sırada buz gibi alaylı bir ses duyar. Bu ses Gayroş’un sesidir. Gayroş bu sokakta oturup oturmadığını sorar. Jan Valjan evet diye cevap veriri. Gayroş ona 7 nolu evi gösterip gösteremeyeceğini sorar. Bu sözler üzerine Jan Valjan’ın zihninde aniden şimşekler çakar ve beklediği mektubu mu getirdiğini sorar. Gayroş onun bir erkek olduğunu söyler fakat Jan Valjan bu mektubu kendisinin alması için görevlendirildiğini söyler. Gayroş mektubu verir ve hızla oradan uzaklaşır.

                            Jan Valjan mektubu okuduktan sonra kapıcıya belirli talimatlar verir ve daha sonra bir kaç barikatı aşıp Mondetur Sokağı’na gelir.

                            Jan Valjan’ın devrimciler arasına katılması Maryüs’ü pek etkilemez fakat bu olanlar Jan Valjan için bir rüyadan farksızdır. Javert, Jan Valjan’ın görünce çok doğal bir hareket olduğunu, bir kürek mahkumunun ait olduğu yeri bulduğunu söyler.

                            Uzun çatışmalardan sonra Gayroş ölür Sokağın ucunda omuzlarında baltalarıyla itfaiyeciler görünür. Yol aşmak için askerlerin önünde yürümektedirler. Devrimciler kaldırım taşlarını kucaklayıp evlere sığınmaya başlamışlardır. Bı sırada Anjobra’nın gözü Javert’e takılır ve ona onu unuttuğunu sanmamasını, orada çıkacak son kişinin onun kafasını patlatacağını söyler. Tam bu sırada Jan Valjan bu görevin kendisine verilmesini ister. Anjobra bunu kabul ederek onu arka sokağa götürmesini ve orada işini halletmesini söyler.

                            Jan Valjan elinde tabancası, Javert’i ellerinin bağlandığı ipi çekerek arka sokağa götürür ve orada ellerinin ipini keserek onu serbest bırakır.

                            Javert arkasını dönüp hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya başlar. Bir süre sonra bir kurşunla Maryüs’ün köprücük kemiği kırılır tam yere düşüp bayılacağı sırada Jan Valjan onu tutar ve omzuna alarak ateş çemberinden uzaklaştırmaya başlar. O anda ateş çemberinden kurtulmanın en iyi yolu bir lağım deliğine girerek oradan uzaklaşmaktır ve Jan Valjan bunu yaparak lağım deliğinin içerisinde temkinli adımlarla ilerlemeye başlar. Uzun bir yürüyüşten sonra önünde büyük bir aydınlık görür. Fakat Fakat burası kemer şekline bir demirle kapatılmıştır. Üzerinde kocaman bir kilit vardır.

                            Tam bu sırada tanıdık bir sesle karşılaşır. Bu ses Tenardiye’nin sesidir. Bay Tenardiye para karşılığı demirin kilidini açacağını söyler. Tenardiye Jan Valjan’ı tanımamıştır. Jan Valjan otuz frank vererek oradan çıkmayı başarır. Dışarı çıktıktan kısa bir süre sonra Javert’i görür ve ondan kendisine yardım etmesini ister ve Javert onu Bay Jilnorman’ın evine getirir. Bay Jilnorman torununu görünce telaşa kapılır ve herkes seferber olur. Bu sırada Jan Valjan evine son bir defa girmek istediğini ve daha sonra jendisini tutuklayabileceğini söyler. Javert Jan Valjan’ı arabasıyla evine bırakır ve daha sonra oradan uzaklaşır.

                            Javert kendisinin bir kürek mahkumu tarafından ölümden kurtarılmasını gururuna yediremez ve intihar ederek ölür.

                            Dört ay sonra Maryüs iyileşir ve yasal engellerin hepsi kalktıktan sonra Maryüs ve Cosette evlenirler.

                            Uzun bir süre sonra Jan Valjan Maryüs ve Cosette’in yanında bulunduğu bir zamanda vefat etmiştir. Bu ölüyü iki adet gümüş şamdan aydınlatmaktadır.
                            alıntıdır

                            Yorum

                            • orbay
                              Senior Member
                              • 11-02-2005
                              • 5871

                              #15
                              Konu: 900 Adet Kitap Özetleri

                              Şu Çılgın Türkler

                              AÇIKLAMALAR :*
                              “Şu Çılgın Türkler” adlı, bana ve her halde tüm Türk’lere göre muhteşem olan eser hakkında birkaç açıklama daha yapmak ve zaten kolay olan anlaşılmasını daha da kolay şekle sokmak, fonu meydana getiren zaman ve zemini bir kere daha anlatmak isterim.
                              Niye 4 bölüm ?
                              Aslında bu harika yazılmış, gerçek tarihi olayların arasına serpiştirilmiş, örnekleri bol miktarda gerçek hayatta yer almış olan kurgu kişiler ve olaylarla süslenmiş romanı, sadece iki ana unsur ile tanıtacaktım: denizle ilgili konular olan İstanbul’dan Anadolu’ya geçişin bir yolu ve Rüsumat IV ün Ordu macerası.
                              Ancak roman okundukça daha çok sardı, pek çoğunu bildiğim olaylar yine önümde canlandı, yazıma karada yapılanlardan da bir bölüm eklemek istedim. Böylece bazı kişisel fedakarlıkların anlatıldığı örneklerin peşine bazı açıklamaları da ekleyince 3. ve 4. bölüm oluştular.
                              Aslında tanıtımı, yayınevinin de istediği gibi makul ölçülerde, olabildiğince daha kısa tutmak amacındaydım, daha kısa planlıyordum. Ama roman o kadar harika ki, bence “makul” denebilecek ölçü bu. Daha kısa alıntılar, bütünlüğü bozar, bu ülkeyi ve devletimizi bize verenlere de saygısızlık olur.
                              Kitabın tamamı, kendi dipnotlarıyla beraber 748 sayfa, burada ele alınamayan daha pek çok ilginç olay, gururlandırıcı sahne ve inanılmaz başka hadiseler var. Örneğin kimlerin hangi bayrağı nerede ve nasıl saygıyla selamladıklarını öğrenmek için kitabın tamamını okumanız gerekiyor.
                              *
                              Dönem ve ortamlar :
                              Eser, değişik ve ard arda gelen günleri ele almaktadır. Dönem olarak söylemek gerekirse, öncelikle ve özet olarak I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadele’mizin ilk bölümünden (28.06.1914-01.04.1921) başlamaktadır. Daha detaylı olarak Kütahya-Eskişehir Savaşının hazırlığı ve Savaş dönemini (01.04.1921-24.07.1921), Sakarya Savaşına hazırlık ve Savaşı (25.07.1921-13.09.1921), Türk Büyük Taarruzuna Hazırlık ve Taarruzu ve sonrasını (14.09.1921-27.10.1922) ele almaktadır.
                              Hemen tamamı belgelere ve anılara dayalı olaylar, Yunan Ordusu, Türk Ordusu, İngiltere Yönetimi, Yunanistan Yönetimi, İstanbul Yönetimi, Ankara Yönetimi, Bazı Türk İlleri ve Arazileri olarak özetlenebilecek ortamlarda geçmektedir.
                              Kişilerin büyük çoğunluğu gerçek kişilerdir, konuşmaların ve olayların çoğunluğu kaydedilmiş ve aktarılmış gerçek konuşmalardır
                              Mesela Rüsumat No IV olayının gerçekliğini görmek için “Ordu’lular” konulu şu internet sitesine erişebilirsiniz : http://mitglied.lycos.de/papuc3/rusumat.html
                              Anlatılan dönemlerde İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırma, asker ve sivil kişilerin kaçmaları yoluna girmiş, çetelerin faaliyetleri bitmiş, düzenli ordu teşkili başlamıştır. Bunlar da romanda ele alınıp kısa veya uzun anlatılmıştır.
                              *
                              Rütbesiz Bir Komutan :
                              Mustafa Kemal Paşa, kongre yapmak ve Kurtuluş’u şekillendirmek üzere,
                              Erzurum' a gelişinden 5 gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da, “Sine-i millette bir ferd-i mücahit (milletin bağrında bir mücahit kişi) olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa eder. Artık milletin bir bireyi olarak ; milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine devam edecektir. Yani artık bir rütbesi, bir askerlik sıfatı bulunmamaktadır. Daha sonra, 23 Nisan 1920 de TBMM Başkanı seçilecek ve sadece bu sıfatı olacaktır. Halbuki, dost ve düşmanın kabul ettiği gibi, Kurtuluş’u planlayan ve yürüten güç O’dur.
                              Rütbesi olmayan Mustafa Kemal’e, orduyu tam yetkiyle idare etmek ve geliştirmek üzere, sonradan uzatılan 3 aylık bir dönem için, 5 Ağustos 1921 günlü TBMM gizli birleşiminde, Meclis yetkilerini kullanması kaydıyla, Başkomutanlık yetkisi verildi.* *
                              Hatta Başkomutan’ın seçilmesi ve Tekalif-i Milliye’ye gidişini Sayın Özakman şu satırlarla anlatıyor:
                              MECLİS'in iki gündür içine kapanması, Ankara esnaf ve zanaatkarlarını huzursuz etmişti. Seğmen havalı bir esnaf, ertesi sabah, Merkez Kıraathanesi'ne girdi. Her zamanki masalarda yine bazı milletvekilleri vardı. "Beyler..” dedi, "..iki gündür kendi aranızda konuşuyorsunuz. Bir de milletle konuşsanız..”
                              Milletvekilleri bakıştılar. Sahi, Meclis'e kapanıp milleti unutmuşlardı.
                              "Arkadaşlarla toplandık, sizi bekliyoruz. Buyrun, birlikte gidelim.”
                              Çıkrıkçılar yokuşundan Samanpazarı'na yürüdüler, oradan kale önüne çıkan daracık yola saptılar. Yokuşun iki yanında küçük, gösterişsiz nalbur, hırdavat, urgan dükkanları vardı. Kale önüne çıkınca, seğmen, milletvekillerine yol göstererek bir zahireciye girdi. Tavanı atkılı, bölmeleri zahire dolu geniş dükkanda yirmiden fazla Ankara’lı esnaf ve köylü toplanmıştı. Komşu esnaflar da koşup geldi. Yuvarlak yüzlü, gür bıyıklı bir Ankaralı öne çıktı:
                              "Hoş geldiniz !”
                              "Hoş bulduk !”
                              "Kulağımıza gelenlere göre, Meclis, M. Kemal Paşa'nın başkomutan olmasını istiyormuş ama Paşa kabul etmiyormuş. Demek ki ümit yok !”
                              Süleyman Sırrı Bey irkildi:
                              "Hayır. Paşa daha konuşmadı. Bizleri dinliyor.”
                              "Öyleyse Paşa'ya söyleyin, millet malıyla, canıyla arkasındadır. Başkomutanlığı kabul etsin. Bu dükkan benimdir. Ne varsa hepsini orduya helal ediyorum:*!*»
                              Biri, "Ben de !" dedi.
                              Öteki esnaflar da katıldılar :
                              "Bizimkiler de helal olsun !“
                              Bıyıkları sigaradan sararmış bir köylü, "Biz yakın köylerdeniz..“ dedi,
                              "..hepimiz adına söylüyorum, neyimiz varsa ordunun ayağına sermeye hazırız.. Yeter ki şu gelen kara belayı durdursun !“
                              Üç ay süreyle Başkomutan seçilen ve Meclis'in yetkilerini kullanması kabul edilen Mustafa Kemal, milletin maddi kaynaklarını savaşın emrine verebilmek için çıkardığı 10 maddelik Tekalif-i Milliye (Milli Yükümlülük) emirlerinin 6 sını 7 Ağustos’ta yayımladı:
                              1. Satın almalar için en büyük mülki amirin başkanlığında her ilçe merkezinde ücretsiz olarak çalışacak komisyonlar kurulacak; komisyonlar, ambarları sayarak rapor tutacak,
                              2. Her ev, birer takım çamaşır, bir çift çarık ve çorap verecek, çok yoksul olanların bu yükümlülüğünü de zenginler karşılayacak,
                              3. Asker elbisesi yapmaya yarayan bez ve kumaşların ve ayakkabı malzemesinin ve
                              4. Yiyecek maddelerinin yüzde 40'ına el konacak,
                              5. Ulaştırma araçlarına sahip olanlar her ay askeri araç-gereçleri 100 km. öteye taşıyacaklar,
                              6. Terk edilmiş mallara el konacak, Bu emirlere uymayanlar, vatan ihaneti suçuyla İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanacaklar.
                              *
                              8 Ağustos’ta ise 4 maddeyi daha yayımladı :
                              1) Halk, elinde bulunan, savaşa yararlı bütün silah ve cephaneyi, savaştan sonra geri almak üzere üç gün içinde hükümete teslim edecek,
                              2) Benzin, vakum, gres yağı, vazelin, otomobil lastiği, tutkal, telefon makinesi, kablo, tel gibi maddelerin yüzde kırkına el konacak,
                              3) Demirci, marangoz, dökümcü ve kılıç, mızrak yapabilecek ustaların adları, sayıları, durumları saptanacak,
                              4) Halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabaları ile kağnı arabalarının bütün donatımı ve hayvanları ile birlikte, binek hayvanları, yük hayvanları, deve ve eşeklerin yüzde 20'sine el konacak.
                              İşte bu “topyekun harp”ti. Millet her şeyini seferber ediyordu. Ordu kuruluyor ve geliştiriliyordu. Bir Millet, varlığı ve hürriyeti için her şeyini ortaya koyuyordu.
                              Ben dahil, Türk ulusunun fertleri, Atatürk hayranları, taraflı konuşabiliriz. Onun için sözü bir yabancıya, “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı ünlü kitabın yazarı, hem de hasmımız olmuş bir ulusun evladı Lord Kinross’a bırakmak istiyorum :
                              *…Mustafa Kemal, üzerlerine çöken tehlikeyi, herkesin daha yakından duyması için, her evden birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık da istiyordu.
                              Bu savaş, Mustafa Kemal'in öteden beri gördüğü gibi topyekun bir savaştı :
                              “Harp, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki her şeyle, bütün elde tutulur ve tutulmaz güçleriyle birbirleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bundan dolayı, bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti.”
                              Bir Peygamber gibi şu sözleri de eklemişti: “Gelecekteki savaşların yegane başarı şartı da, en ziyade bu söylediğim hususta yer almış olacaktır.”*************
                              Bu gerçeği yıllarca sonra keşfetmiş olan Churchill, Mustafa Kemal'in elinde yeteri kadar deve ve öküz bulunmadığı için, taşıt işlerinde cephedeki erlerin karılarından ve kızlarından nasıl yararlandığını anlatır. Kadınların seferber edilmesi milli duygunun geliştirilmesinde büyük bir rol oynamış; asker, sivil herkesin topyekün gayret göstermesi ihtiyacını iyice belirtmişti. Sivas, Erzurum, Diyarbakır ve Trabzon gibi dağınık, merkezlerden toplanan silahlar, saman yığınlarının altına yüklenerek kağnılarla taşınıyordu. Şalvarlı, dolaklı köylü kadınları ta Sümerler zamanındaki gibi, gıcırtılı sesler çıkaran kağnılarını sürerek saatte ancak beş kilometre hızla, dağ tepe demeden yüzlerce kilometrelik yolları aşıyor, cepheye doğru ilerliyorlardı. Çoğu, emzikteki çocuklarını, sıkıca sırtlarına bağlamışlardı. Top mermilerini, halat kulplu cephane sandıklarını, kucaklarında taşıyarak arabalara yükleyip indiriyor, iki omuzlarına birer gülle yüklüyor, çok kez tapaları bozulmasın ya da ıslanmasın diye, çocuklarını açıkta bırakmayı bile göze alarak, üzerlerini örtüyle kapatıyorlardı. Tekerleklerin kırılıp kağnının yolda kaldığı da oluyordu. O zaman kadınlar, içindekileri sırtlarına yüklenir ve kilometrelerce taşırlardı. Evlerinde kalanlar at, hayvan ve araçlara el konmuş olmasına bakmadan, çapa çapalıyor, tohum ekiyor, ekin biçiyor, orduya yiyecek yetiştiriyorlardı.
                              Refet Paşa, Milli Müdafaa Vekilliğine geçmiş, bütün enerjisi ve buluşlarıyla çalışmaya başlamıştı. Öküz arabasıyla yapılan taşımayı, yeni bir menzil sistemi kurarak daha hızlı hale getirdi. Artık köylülerin alışık oldukları gibi her kasabaya gelince araba değiştirecek yerde, belirli yerlerde öküzler değiştiriliyor ve taşıtlar, doğruca savaş alanına kadar gelebiliyordu. Kilimlerden askerlere kaput, gaz tenekelerinden ilaç kutusu yaptırdı. Un bulunmazsa, köylülere, değirmenleri tamir edilinceye kadar, buğdayı kaynatarak ya da havanda döverek yemelerini söyledi. Çorak yaylada odun bulunmadığından, ahşap evleri yıktırıp, tahtalarını lokomotiflerde yakıt olarak kullandı.*************
                              Saban demirlerinden kılıç yapılıyordu. Ankara'daki demiryolları atölyesi süngü ve hançer fabrikası haline sokulmuştu. Bir tek bozuk silah kalmaması için her yerde tamir atölyeleri kurulmuştu. Refet Paşa yurdun en ücra köşelerinden bile orduya asker topluyordu. Halk, minarelerden askere yazılmaya çağrılıyordu. Orduya katılmak isteyenler çoğu kez haydutların kasıp kavurduğu yerlerden geçerek; yüzlerce kilometre yaya yürümek zorundaydılar. Geldikleri zaman da kendilerine verilecek silah bulunmadığı olurdu. Bu erlere, cepheye giderken, düşmandan başka, yaralı ve ölülerin silahlarını almaları söylenirdi. Bu arada askerden kaçanlar yakalanıp şiddetli cezalara çarptırılıyor, silah altına yeni sınıflar alınıyor; Adana bölgesinden, Doğu illerinden, Karadeniz' den ve daha başka uzak yerlerden takviyeler getiriliyordu.
                              Türklerin, kendilerini bekleyen önemli savaşa hazırlanmak için ancak üç hafta kadar vakitleri vardı [Sakarya Savaşı]. Ankara, bu haftaları endişe içinde geçirdi. Sivillerin morali adamakıllı çökmüştü. Varlıklı eşraf ve tüccarlar, yanlarına ailelerini ve servetlerini alarak Kayseri'ye göç ettiler. Daha başka kimseler de göç hazırlığına girişti, hatta resmi görevi olanlar bile. Şehir, asker kaçaklarıyla, boş gezenlerle dolmuştu; Yunanlıların çok yakına geldikleri söyleniyordu; kimsede güven kalmamıştı. Kadınlar, çarşafları sırtlarında, yola çıkmaya hazır, sabırla bekliyorlardı. Evlerini, barklarını bırakıp göç etmek zorunda kalacaklar mıydı acaba?
                              Mustafa Kemal de, şimdi Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa ile birlikte cepheye hareket etti. Karargahını Ankara'nın ****en kilometre kadar güneybatısında, demiryolu üzerindeki Polatlı'da kurmuştu. Buraya varınca, atıyla, çevreye hakim bir tepe olan Karadağ'a çıktı; attan inerek düşmanın izlemesi muhtemel olan hücum yönünü görmek istedi. Tekrar atına binerken bir sigara yaktı. Hayvan, kibritin alevinden ürkerek geri tepince, Mustafa Kemal şiddetle yere düştü. Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı; bir an için, ciğerlerini sıkıştırarak, nefes almasına ve konuşmasına engel oldu. Yanındaki doktor, kendisini ciddi şekilde uyardı: “Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer !'
                              Mustafa Kemal: “Savaş bitsin, o zaman iyileşirim.” *diye yanıt verdi.
                              Tedavi için Ankara'ya döndü. Fakat yirmi dört saat sonra yine cephedeydi. Yarası ona acı veriyordu; güçlükle yürüyebiliyor, çok kez bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu…
                              Halide Edip bazen bu toplantılarda Mustafa Kemal'i bir roman yazarına benzetirdi. O da sanki heyecanlı bir konu üzerinde çalışıyor gibiydi. Bu romanın ana konusu savaştı, harita üstündeki iğneler de kahramanları. Her birinin özellikleri, genel plana uygun düşmeli ve hikayenin gelişmesine yardımcı olmalıydı. Mustafa Kemal, düşmanın kuvvetini de kendi birlikleri kadar yakından inceliyordu. Savaşın çok önemli bir anında alınan bir istihbarat raporunda, Yunanlıların kuvvetli bir yığınak yapmış oldukları, Türklerin tuttuğu mevziin savunulmasının güçleştiği ve bırakılması gerekeceği bildirilmişti. Mustafa Kemal hemen: “Bana Yunan birliklerinin hareketlerine dair geçen haftaki raporları getirin !” diye, emir verdi. Bu raporları bir daha gözden geçirdikten sonra: “Bizim istihbarat yanılıyor !“ dedi. “Yenilen biz değiliz, düşmandır !”
                              *
                              Yepyeni bir savaş stratejisi :
                              Zaman zaman, taktik icabı, askerlik bilimine uygun olarak, geri çekilmeler de yapılıyordu. Hatta gereğinde Ankara bile boşaltılabilecekti. Ancak Başkomutan gereksiz ve çarpışılmadan geri çekilmeleri affetmiyordu.
                              Mustafa Kemal'in emri altındaki cephe aşağı yukarı yüz kilometre uzunluktaydı. Savaşın kritik bir döneminde, kullanılacak taktiği, subaylara şöyle bildirmişti:
                              “Hattı müdafaa (savunma hattı) yoktur, sathı müdafaa (savunma alanı) vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunmaz. Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşmaya devam eder. Yanındaki birliğin çekilme zorunda olduğunu gören birlikler, ona uymaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar sebat ve mukavemete mecburdur !”
                              Sakarya Savaşı'nın 5. gününde, 27 Ağustos 1921 de, çarpışmalar şiddetini artırarak devam ediyordu. Cephenin sol ucundaki Güzelcekale'nin yüksek tepeleri Yunanlıların eline geçti. Türkler, sert bir savunma yaparak adım adım çekildi.
                              Daha önceki günlerde bu yeni stratejiyi geliştiren Mustafa Kemal, Alagöz köyündeki karargahında Yusuf İzzet Paşa'ya, "Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. O satıh bütün vatandır. Yurdun her karış toprağı, yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Her birlik, ilk durabildiği noktada düşmana karşı yeni bir cephe kurup savaşmayı devam ettirir..." dedi. Daha sonra da bu yeni stratejiyi orduya günlük emirler arasında yayınladı.
                              Mustafa Kemal'in savunma hatları, kısım kısım kırılıyordu. Fakat derekap, kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Böylece Yunanlılar, her ne kadar toprak kazanıyorlarsa da, ilerlemeleri gayet yavaş oluyordu. On günlük bir savaş sonunda, topu topu on beş kilometrelik yer kazanmışlardı. Papulas'ın hücumda, Mustafa Kemal'in savunmada uyguladığı ilkeleri uygulamasına olanak yoktu. Türk hatlarında bir gedik açabilen bir Yunan birliği, durup komşu birliklerin de aynı hatta varmalarını bekliyor (askeri taktik gereği), bu da Türklere takviye alıp toparlanmak için vakit kazandırıyordu.
                              Ancak Türklerin durumu yine de tehlikeliydi. Yunanlılar saldırıyı, merkeze doğru yöneltmişken, bir kere daha sola doğru kaydırdılar. Hala Türk ordusunu yandan çevirip Ankara'ya doğru yürümeye uğraşıyorlardı. Bu cephede bazı ilerlemeler kaydederek Türkleri mevzilerinden çekilmek zorunda bıraktılar. Türk Cephesi, şimdi kendi mihveri üzerinde dönmüştü. Artık kuzeyden güneye değil, doğudan batıya uzanıyordu. Öyle ki, doğu ucundaki Yunan kuvvetleri, Ankara'ya, batı ucundaki Türklerden daha yakındılar.
                              Savunmanın başarısı ve dolayısıyla Ankara'nın korunması, Çal Dağ'ın elde tutulmasına bağlıydı. Türklerin esaslı iki savunma mevzii arasında, üç yüz metre yükseklikteki bu geniş ve uzun silsile, Ankara'ya ulaşan tren yoluna ve bütün savaş alanına hakim durumda bulunuyordu. Bir sürüngenin sırt kemikleri gibi girintili çıkıntılı olan Çal Dağ, üzerinde gizlenilmesi ve savunulması güç olan bir yerdi. Mustafa Kemal: “Çal Dağ'ı almadıkları sürece korkulacak bir şey yok !” diyordu. “Ancak, alacak olurlarsa, çok dikkatli davranmamız gerekecek. Çünkü kolayca Haymana'yı işgal edebilir ve bizi kapana kıstırabilirler !”
                              Ankara'dakiler; Çal Dağ düşse de onun arkasında daha bir sürü tepe bulunduğunu düşünerek, kendilerini avutabiliyorlardı. İçlerinden biri: “Biz her tepede bu kadar ölü verdirdikten sonra, düşman buraya gelinceye kadar elinde bir avuç asker kalır. Onları da sopa ile döveriz !” demişti. Ama cephede herkes, durumun çok nazik olduğunu biliyordu.*************
                              Netice olarak vuruşmalar ve muharebeler kazanıldı. Churchill'in özetlediği gibi, “Yunanlılar, kendilerini öyle bir siyasi ve askeri duruma sokmuşlardı ki burada nihai zaferden başka her şey bir yenilgi demekti. Türkler içinse, nihai yenilgiden başka her şey bir zafer sayılabilirdi. Türklerin başındaki savaşçı başbuğ, bu durumun hiçbir yönünü gözünden kaçırmıyordu.”
                              Mustafa Kemal şimdi Fevzi ve İsmet Paşaların önerisi üzerine, Meclis tarafından Müşirliğe (Mareşalliğe) yükseltilmiş ve kendisine ayrıca Gazi unvanı verilmişti. Böylece artık rütbesi bulunan bir subay, bir Başkomutan olmuştu.
                              Yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal'e Sakarya savaşını gösteren bir tablo hediye etti. Kendisi, ön planda, yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görünüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal'in “Bu tabloyu kimseye göstermeyin !” demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı: “Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri, bir kemikten ibaretti, bizim de onlardan arta kalır yerimiz yoktu. Hepimiz iskelet halindeydik. Atları da, savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya'nın değerini küçültmüş oluyorsunuz, dostum…”
                              Buradaki bazı anılar, Halide Edip Adıvar’ın “Türk'ün Ateşle İmtihanı” adlı eserinden alınmış ve Lord Kinross’un kitabında tekrarlanmıştır. O Halide Edip ki, romanlarında ve başka kitaplarda anlatıldığı gibi işgal İstanbul’undan Ankara’ya geçmiş, orada Dış İşleri emrinde tercümanlıklar yapmış, Sakarya Savaşı öncesinde “gönüllü er” olarak Batı Cephesi Karargahına katılmış, zaman zaman Kurmay Heyetiyle birlikte cephelerde bulunmuş, Başkomutan’ın otomobilinde birlikte İzmir’e kadar gitmiş ve tabii ki anılarını aktarmıştır. Sakarya Savaşından sonra İsmet Paşa tarafından Onbaşı, Büyük Taarruzdan sonra Çavuş yapılmıştır. Kendi diktiği özel üniformayı giyerdi.*
                              *
                              Sonuç :
                              19 Mayıs 1919’da başlayan, çok önceden planlanan ve hazırlıklarına girişilen ulusal direniş, yokluklara rağmen başarıyla bitirildi. 1919 yılı direnişin şekillenmesiyle, 1920 yılı ulusal gayretlerin düzene girmesiyle, 1921 yılı son darbeye hazırlık savaşlarıyla, 1922 yılı da bu son darbe için hazırlıklar ve kesin zaferle sona erdi.
                              1923 yılı ise yeni devletin uluslar arası ve ulusal planda şekillenmesi ile sürdü.
                              Lozan Konferansı ve Anlaşması peşinden ismi konulmamış bir yönetimin isimlendirilmesi geldi, Cumhuriyetimiz ilan edildi.
                              Artık eski yıllarda kafada şekillenen ilerleme hamleleri, Erzurum Kongresi sırasında bir gece alınan notlar gerçekleştirilecekti. Bu ilginç hikayeyi aktarıp yine çok uzayan yazıyı bitirelim:
                              Mazhar Müfit Kansu’nun kaleminden okuyalım:
                              Erzurum Kongresi günleridir. Bir sabaha karşı saati. Paşa soruyor:
                              ******** Mazhar, not defterin yanında mı ?
                              ******** Hayır, Paşam.
                              ******** Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.
                              Defter gelince :
                              ******** Bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Yiğit) bir de sen bileceksin. Şartım bu...
                              ******** Emin olabilirsiniz Paşam.
                              ******** Öyleyse tarih koy !
                              Kansu, tarihi ve zamanı koydu : 7-8 Temmuz 1919 gecesi, sabaha karşı.
                              ******** Pekala... Yaz ! Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bu bir.
                              ******** İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icabeden muamele yapılacaktır.
                              ******** Üç: Tesettür kalkacaktır.
                              ******** Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
                              Bu anda, gayr-i ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu.
                              Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
                              ******** Neden durakladın ?
                              ******** Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, dedim. Gülerek,
                              ******** Bunu zaman tayin eder. Sen yaz... dedi.
                              ******** Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek.
                              ******** Paşam kafi... Kafi...dedim ve
                              ******** Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter ! diyerek defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım...
                              Atatürk, zaman zaman Çankaya sofralarında, Kansu’yu bu notları yazdırdığı zaman, kendisini hayalperest olmakla suçladığını söylemiş, şakalaşmıştı. Ama daha büyük şakaları da oldu.
                              *23-31 Ağustos 1925 arasında Kastamonu’da Şapka İnkılabını (devrimini) ilan etmiş olarak dönüyordu. Ankara’ya avdet ettiği anda otomobille eski meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan* Diyanet İşleri Reisinin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisine de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden :
                              - Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?
                              İşte, Atatürk bu idi. Her zaman kendinden ve milletten emin, planlı, programlı.
                              Ne şerefli, Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türk Milletine ait olmak !
                              Bu şerefli ve övünülecek geçmişi derli toplu aktaran Sayın Özakman’a ve Bilgi Yayınevi’ne yeniden teşekkürler.
                              Son söz :
                              Bence bir kere daha yazılır veya yayınlanırsa eserin adı değişmeli. Bana göre, gerçekten çılgın olanlar, bu topraklara işgalci olarak gelenler ve ikazlara karşın onları gönderenlerdi…


                              Sayın Turgut ÖZAKMAN üstadımızı tüm Türkiye bilir.
                              “19 Mayıs 1999 - Atatürk Yeniden Samsun’da” isimli 2 ciltlik, duygularımıza tercüman olan kurgu romanını okumamış olanlar, veya “Şu Çılgın Türkler” isimli son romanını okumamış olanlar bile, kendisiyle tanışmışlardır:
                              TRT Kanalları başta olmak üzere, Milli Bayramlarımızda çeşitli kanallar tarafından yayınlanan “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” adlı TV filmlerinin senaristi de kendileridir. Bazı gazeteler tarafından da halka ulaştırılan bu filmler, bir kısım evlerde yerini almıştır.
                              Tüm bu roman ve senaryolarda, yakın tarihimize ait gerçekler, kurgu roman kahramanları da kullanılarak veya yalın olarak, verilmektedir.
                              Yapılan röportajlarda ve söyleşilerde, açıkça sorulmayan bir soruyu, ben burada sormak istiyorum: Aramızda olmayan Atatürk’ü ve Cumhuriyet’imizin kuruluşunu, en azından bazı bölümleri kurgu olan yapıtlara konu olarak almak doğru mu? Cevabım kocaman ve yüksek sesle EVET !
                              Atatürk artık uzun süredir aramızda değil, O’nu bir yana bırakın, O’nu görenlerin, yaşayanların pek çoğu aramızda değil. Özellikle gençlerimiz için, en küçük yaşlarından itibaren sınıflarda bir mask, okul bahçesinde bir büst, bazı meydanlarda bir heykel, belli günlerde gazetelerde çıkan bazı resimler ve klişeleşmiş cümlelerle veya boyun damarları şişerek okunan bazı şiirlerden, ara sıra anılan bir isimden ibaret.
                              Hemen bütün konuşmacıların, özellikle politikacıların ağzında da, samimiyetsizce anıldığını görüp izliyorlar. Kime sorsalar, çok karşı olanlar bile, otomatik bir şekilde “Atatürkçü” olduğunu söylüyor. Halbuki bu inanılmaz niteliklere sahip ebedi yol göstericiyi yaşatmamız ve anlamamız gerek. Bunun da yolu, insan yönlerini ve fikirlerini öne çıkartarak topluma, özellikle de gençlere ulaştırmaktır.
                              Neler için nasıl hazırlandığını, kimlerle ve nelerle nasıl mücadele ettiğini, neleri yoktan var ettiğini, neleri düşünebildiğini, görüşlerini anlamamız ve aktarmamız gerek. Başta Avrupa’lı dediklerimiz bunları bilmedikleri için karşı çıkıyorlar. Halbuki daha Erzurum Kongresi günlerinde bile yapacağı devrimleri düşünüp planladığını (Mahzar Müfit Kansu anıları), Avrupa Birliğini 1932 lerde düşündüğünü bilseler, başka türlü bakarlar.
                              Hepimiz öğrenci ve genç olduk, tarih ile ilgili dersleri ve konuları, nasıl zorlanarak atlattığımızı bir hatırlayın. Ben kişisel olarak tarih ve coğrafya gibi derslerin ezberlenecek yanlarından (tarihler, yüzölçümleri gibi sayılar, v.b.) çok sıkılır ve kaçarım. Ama keyifle roman okurdum. Bu sayede de pek çok tarih ve coğrafya bilgisi ile tanıştım, ilgimi çekenleri daha da ileri seviyede inceledim.
                              Bu günün gençleri, okuma alışkanlığından da uzaklar. Görsel ve işitsel yollar onlara yetiyor. Bu yüzden, konular ekranlara çıkmasa bile, çizgi roman türü, onlara ulaşmak için özel bir yol. Düz yazı ise, mizah baharatıyla süslenince veya hayalleri coşturunca, daha bir okunabilir oluyor.
                              Eldeki bazı kaynaklarda, bir kısmı (artık) pek bilinmeyen, yaşam kesitleri, yaklaşımları ve sözleri var. Eski eşinin kardeşine neler diyebildiğini de, yedi yıl önceden yaklaşan büyük savaşı nasıl gördüğünü de, ağzından bir Balkan Birliği sonrası Avrupa Birliği kavramının da nasıl döküldüğünü, hem de belgeleyerek bilebiliyoruz.
                              Bu ve benzeri bilgilere dayanarak kurgu bir yaşam ve olaylar kesiti yaratmak zor olmasa gerek. Okunabilir olması, biraz dil ve üslup, yani beceri konusu olduğu kadar, kabul edilir olması da bir iyi niyet ve sadakat sonucu oluyor. Zaten bütün
                              anlatımlar, konusu ne olursa olsun böyle değil mi ..
                              Atatürk’ü bir romanda ele almaya cesaret etmek, kabul ederim ki çok iddialı bir iştir. Doğru işlenmesi gereken bir çok ince nokta vardır. Atatürk Yeniden Samsun’da kurgu romanından bir örnek:
                              Hemen ilk sayfalarda yer alan, Canan Yücel ve Mina Urgan’ın dahil oldukları bir grubun, kendilerini bir odada bekleyen Atatürk’ü ziyaretleri var. Yazar, onları karşılamak için Atatürk’ün ayakta beklediğini yazmış. Bilebildiğimiz kadarıyla, aralarında hanımların ve sanatçıların olduğu bir grubu, bu büyük insan ayakta karşılardı. Bu gibi üstün ve ince yanlarını vurgulayarak, O’nu her yönüyle ve daha iyi tanıtabileceğimize inanıyorum.
                              Çok az kaldılar, ama zaman içinde, kendisini bizzat gören, kısa süre de olsa muhatap olan bazı büyüklerimizden, hep böyle insan ve uygar yanlarını duyduk, gençlere ve çocuklara sevgisini öğrendik. Yabancı ve tarafsız yazarlardan da, satır aralarına dikkat ederek, bazı özel yönlerini keşfedebiliyoruz. Mesela Armstrong’un Bozkurt kitabından, Çankaya’daki ilk evinin çalışma odasında, başının üzerinde bir dini yazı (belki Maşallah, belki bir dua, o belli değil) asılı olduğunu, bunun altında çalıştığını öğreniyoruz. Çocukluğunda Atatürk’ü görüp konuşup iznini alarak fotoğraflarını çeken bir kıymetli büyüğümüz, “Atatürk ve Din” konulu yazı ve konuşmasını hazırlarken, bu tip bazı bilgiler, kim bilir ona ne kadar yararlı olurdu..
                              Atatürk ve Eşi Latife Hanım’ın kısa evliliklerinin romanını yazan İsmet Bozdağ, eldeki pek az veri ve ifadeden yola çıkarak Fikriye ile Atatürk’ün olası evliliklerini roman haline getiren Hıfzı Topuz, 1999 yılı 19 Mayıs’ında Atatürk’ü tekrar Samsun’a çıkartıp sonra da Ankara’ya getirten, televizyon konuşmaları yaptıran Turgut Özakman, bu anlayışta öncülük edip, yeni ufuklara doğru koşanlar, Ebedi Önder’imizi samimiyetle tanıtarak fikirlerini yeniden 1920lerin 1930ların heyecanlarıyla hatırlatanlar...
                              Bu kurguların esas amacı, samimiyetle bazı şeyleri canlandırıp hatırlatmak:*
                              Atatürk ölmedi, bizler yaşayıp O’nu ve fikirlerini yaşattığımız sürece de ölmeyecek... En büyük eseri olan Cumhuriyetimiz de ilelebet yaşayacak.
                              Bu cumhuriyetin nasıl kurulduğunu, temelindeki harçları ve taşları öğrenmek ve anlayabilmek için, kendisi için “Türk’üm !” diyen herkes, Türkleri tanımak isteyen tüm dostlar, “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” isimli kitabı okumalı ve okutmalıdır. Keşke bir an önce yabancı dillere de çevrilse !
                              Şimdi kitaptan bazı alıntıları görelim (Sayın Yazar ÖZAKMAN ve değerli yayınevi BİLGİ Yayınevine, eserin hazırlanıp yayınlanması ve nazik yaklaşımları ile ilgili tekrar teşekkürlerimizle).*
                              Kitabın bütününde deniz ile ilgili az bölüm vardır. Sitemiz “Denizce” olduğu için, alıntıları bunlardan derledik :
                              …..
                              AKDENİZ GÜNEŞİNDE yıkanan Sakız Adası'nın kuzeyindeki Kardamilla Köyü, sabahleyin telaşlı çan sesleriyle çalkalanıyordu.
                              Evinin taş duvarı dibine çömelmiş, kemiklerini ısıtan Dimitri Baba (1) irkildi. Vakitsiz çan çaldığına göre mutlaka biri ölmüş olmalıydı. Doğrulmak istedi ama bacakları öyle tatlı uyuşmuştu ki caydı, "Ben iyi ki yaşıyorum" diye geçirdi içinden. Bu yıl toprak erken uyanmış, ağaçlar çok çabuk donanmıştı. Ayaklarının dibinden yavru bir kertenkele aktı. Hava reyhan kokuyordu. Birinin geçtiğini görünce seslendi :
                              "Kim ölmüş?"
                              "Hiç kimse. Bütün gençleri askere alıyorlar:”
                              Kuru ceviz kabuğu gibi buruşuk yüzünü uğuşturdu, "Doğru bilmişim..” dedi kendi kendine, "..işin ucunda yine pis ölüm var:”
                              Birçok genç gibi Dimitri Baba'nın torunu Panayot (1) da asker olacaktı.
                              *
                              (1) Dimitri Baba ve torunu Panayot, romandaki kurgu kişilerdendir.
                              …..
                              İNEBOLU MEVKİ KOMUTANI Yarbay Nidai yerinden fırladı :
                              "Ne diyorsun?”
                              Limanın sığlığı yüzünden İnebolu'nun açığında demirleyen Remo adlı İtalyan gemisine çıkan denetim subaylarından biri, telaşla geri dönmüş, gemide Veliaht Abdülmecit’in oğlu, Vahidettin'in damadı Şehzade Ömer Faruk'un bulunduğunu bildirmişti.
                              "Ankara'ya gidecekmiş.”
                              "Ankara mı çağırmış ?"
                              "Hayır !"
                              "Yalnız başına mı gelmiş ?"
                              "Albay Kel Asım Bey'le birlikte:”
                              Yarbay Nidai Ömer Faruk'u, göğsü dekoratif nişanlarla dolu fiyakalı fotoğraflarından tanır ve can pazarından gelmiş bütün subaylar gibi gülünç bulurdu. Her şey az çok yoluna girdikten sonra, bu delikanlının çıkıp gelmesi midesini bulandırdı. Bilmediği yeni bir durum olduğunu düşünerek, Şehzade'nin karaya inmesine izin verdi ve durumu Ankara'ya telledi.
                              Belediye Başkanı Hüseyin Kaşif Bey, Şehzade ile Albay Asım Gündüz'ü (sonradan yeniden ve tek başına geldi ve Batı Cephesi Kurmay Başkanı oldu. A.S.) eve yemeğe davet etti. Subayların katılmadığı yemek soğuk geçti. Ankara'nın cevabını beklemek için yemekten sonra bahçeye indiler. Kahvelerini içtikleri sırada bir inzibat eri göründü. Elinde bir telgraf vardı. Selam verip Ömer Faruk'a uzattı. Telgraf M. Kemal Paşa'dan geliyordu ve şöyle bitiyordu:
                              "İstanbul'a dönmeniz ve hanedanın bütün üyelerinin hizmetlerinden yararlanılacağı güne kadar orada kalmanız rica olunur:”
                              Şehzade ve Albay Asım, akşam İnebolu'ya uğrayan bir gemiyle İstanbul'a yolcu edildiler. Şehzadenin geri gönderilmesine, İnebolu'da, birkaç yaşlı Hürriyet ve İtilaf Partiliden başka kimse aldırmadı.
                              …..
                              KAÇAK SUBAY ve silah denetimi yapan işgal subaylarının titizliği yüzünden Triestino adlı İtalyan gemisi, İstanbul'dan iki saat gecikmeyle ayrıldı. Gün batmak üzereydi. Çoğu köylü olan yolcular, arka güvertenin küpeştesine dayanmış, sessizce, bu büyülü saatte İstanbul'u seyrediyorlardı. Aralarında bir Fransız çift de vardı. Gemi Anadolu Hisarı hizasına geldiği zaman Madam Amiel (2), suluboya bir rüyadan uyanmış gibi mahmur,
                              "Ama Jean..” dedi, "..Mösyö Konstantinidis haksız ! Ne yana baksan, burası bir Türk şehri. Yunanlılıkla hiç ilgisi yok.”
                              Jean Amiel, yolculuğun asıl sebebini bilmeyen karısına cevap vermedi. 35 yıl önce, birçok becerikli Rum gibi Marsilya'ya yerleşmiş olan Trabzonlu zengin Konstantin Konstantinidis'in yanında çalışıyordu. Konstantinidis, Avrupa ve Amerika'da bulunan Karadeniz Rumlarını, 1918'de Marsilya'da düzenlediği Pontus Kongresi'nde bir araya getirmişti. 500 yıl önce tarihe karışmış olan Pontus devletini diriltmek istiyordu. İstanbul'un bir Yunan şehri olduğunu iddia ediyor, Batum'a kadar Karadeniz kıyılarının da, Rumların nüfusun ancak yüzde onunu oluşturduğuna bakmaksızın, Pontus devletine verilmesini istiyordu. Bütün servetini bu işe ayırmıştı. Venizelos da, Karadeniz kıyılarındaki RumIarın örgütlenmeleri için Albay Katenyotis'i görevlendirmiş, Pontus çetelerinde dövüşen RumIarın sayısı hızla 25.000'e yükselmişti.
                              Buna karşılık Karadeniz Türkleri de silahlanmışlardı. Ankara’da merkezi Amasya'da olan bir ordu kurmuştu. Merkez Ordusu gibi gösterişli bir ad taşıyan bu kuruluşun toplam tüfek sayısı 6.700'dü. Kuzeyde Pontus çeteleriyle, güneyde de, bu tehlikeli dönemde Koçgiri'de isyan etmiş olan Kürt aşiretleriyle çatışıyordu.
                              RumIarın Pontus rüyası bütün sıcaklığı ile sürmekteydi.
                              Jean Amiel’in görevi, Sumela Manastırı'nı incelemek bahanesiyle Pontus hareketinin Anadolu'daki liderlerinden Trabzon Metropoliti Hrisantos'la buluşmaktı. Konstantinidis'den talimat ve para götürüyordu. Eşiyle geldiği için kuşku çekmeyecek, Türklerle Fransızlar arasındaki yumuşamanın da yardımıyla Trabzon'a çıkması zor olmayacaktı.************************************** ***************************************
                              Yemek salonu da köylüler ve taşralı, kılıksız tüccarlarla doldu. Yolcular durgun, yemekler baştansavmaydı. Müzik de yoktu. Madam Amiel'in canı sıkıldı. Oysa Marsilya'dan İstanbul'a, savaştan sonra bütün Avrupa'yı sarmış olan o çılgınca hava içinde eğlenerek, türlü gösteriler seyrederek gelmişlerdi. Erkenden kamaralarına çekildiler. Sabah geç uyandılar. Kahvaltılarını yapıp güverteye çıkmaları öğleyi buldu.
                              Sıralara, yerlere, tahta çantalara, küçük denklere oturmuş, küpeşteye yaslanmış yolcular, hiç konuşmadan soluk kıyıyı seyrediyorlardı. Madam Amiel, sağında duran buruşuk fesli, kirli gocuklar giymiş, gözleri uykusuzluktan kanlı adamlara bakarak yüzünü buruşturdu, "Ne kadar çok köylü var bu gemide.: ” diye yakındı, Fransızca anlamayacakları için de sesini alçaltmadan ekledi: "..ne kadar da çirkin insanlar:”
                              Dr. Hasan (2), "Madam bizi beğenmedi" diye homurdandı. Yüzbaşı Faruk (2) güldü :
                              *"Haklı. Hepimiz manda leşi gibiyiz:'
                              Uğurlamaya gelen İhsan tanıştırmıştı ikisini. Az sayıdaki kamaralar dolu olduğu için Faruk'la doktor, geceyi birçok son dakika yolcusuyla birlikte, pireli ve küf kokan başaltının tahta döşemesi üzerinde geçirmişler, sabaha kadar gözlerini kırpmamışlardı.
                              Madam Amiel başını öbür yana çevirdi, makine dairesinde geceledikleri için kömür tozuna ve yağa bulanmış delikanlıları gördü; utanacakları yerde bu hallerinden pek hoşlanmış gibiydiler, iğrenerek döndü :
                              "Çok da pisler Jean. Güzelim İstanbul'u gerçekten bu ilkel insanların elinde bırakmamalı:”
                              Yan güvertenin sonunda, Yakup Kadri, tel gözlüklü, eski elbiseli bir memur ve tek başına Ankara'ya gitmeyi göze almış, sıkmabaşlı, iskarpinli, adının Nesrin (2) olduğunu öğrendiği bir genç kızla sohbet ediyorlardı. Nesrin heyecanını belli etmemeye çalışarak, "Yunan savaş gemileri yolumuzu kesemez, değil mi?" diye sordu.
                              Tel gözlüklü memur kızı yatıştırdı:
                              "İtalyan gemisi bu küçük hanım, cesaret edemezler. ”
                              Bir delikanlı heyecanla haykırdı:
                              "İnebolu !"************
                              Kerempe Burnu'nu dönmüşlerdi. Ufukta İnebolu kıyısı bir çizgi halinde görünüyordu. Herkes canlandı. Kömürcü çırağına benzeyenlerden biri, "Haydi toparlanalım. İnebolu'da inip biraz gezeriz" dedi. Gençler hiç itiraz etmeden kalkıp güverteden ayrıldılar.
                              Madam Amiel "Pisler gidiyor...” diye müjde verdi, sağına göz attı,
                              "..Oo! Çirkin adamlar da gidiyor.”
                              Dr. Hasan bir an önce kılığını değiştirmek için acele eden Faruk'u durdurdu, Madam Amiel’e döndü, Fransızca, "Aziz Madam.:” dedi, "..size ve eşinize iyi yolculuklar diliyoruz !”
                              Yürüyüp gittiler.
                              Madam Amiel sersemlemişti, "işittin mi...” diye feryadı bastı, "..çirkin köylü Fransızca konuştu. Aman Tanrım ! Bunlar gerçekten acayip adamlar.”
                              İtalyan kamarot ve tayfaların dostça davranışları Yakup Kadri'nin ilgisini çekmişti. Tel gözlüklü memur, "Ee..” dedi, "..bu hatta kaçak silah, cephane ve subay taşıya taşıya, Türklerle içli dışlı olmuşlar.”
                              "Acaba bu gemide de kaçak silah var mıdır ?"
                              "Az da olsa, mutlaka vardır.”
                              “Ama bu defa subay yok galiba. ”
                              Memur gülümsedi:
                              "Olmaz olur mu ?"
                              "O kadar dikkatle baktım ama ayırt edemedim.”
                              "İşgal denetimi çok sıkılaştı. Biz de denetimden geçebilmek için geçici kimliğimize uygun şekilde giyinmek ve davranmak için günlerce önce hazırlığa başlıyoruz: ”
                              Yakup Kadri ile kız şaşırdılar:
                              "Yoksa siz de mi subaysınız ?"
                              "Evet efendim. Talimat uyarınca İnebolu'ya kadar kimseye gerçeği açıklamamamız gerekiyordu. Askeri doktorum.*"
                              Yakup Kadri "Çok iyi..* dedi sevinçle, "..tek doktor da şu sıra
                              Anadolu için büyük kazançtır."
                              Doktor güldü :
                              "Biz 40 doktor, 10 eczacıyız. "
                              Yakup Kadri'nin ağzı açık kaldı.
                              İnebolu sularına girmişlerdi. Neşeli bir uğultu yükselmişti. O yana döndüler. Temizlenip üniformalarını ve başlıklarını giymiş kırk kadar genç, martı sürüsü gibi bembeyaz, güverteye çıkmışlardı.
                              "Bunlar kim ?"
                              "Heybeli Deniz Okulu'nun kaçak öğrencileri. Onlar da damla damla oluşan Deniz Kuvvetlerimize katılmak için Samsun'a gidiyorlar. Biz İnebolu'da ineceğiz. İzninizle."
                              Askerce selam verip ayrıldı.
                              Madam Amiel bu sürprize bayılmıştı. Az sonra güvertelere, üniformalarını giymiş subaylar, askeri doktor ve eczacılar da çıkınca, kendini tutamadı, el çırpmaya başladı. Bugüne kadar hiç böyle çarpıcı bir gösteri görmemişti. Yakup Kadri de heyecan içindeydi. Genç kıza, "Bir romanda yaşıyor gibiyim" diye fısıldadı.
                              Birkaç heyecanlı delikanlı şarkıya başlamıştı:
                              Karadeniz, Karadeniz (3)
                              Gelen düşman değil, biziz..
                              Şarkıya katılanlar gittikçe arttı. Şişman kaptanın her zamanki işareti üzerine tayfalardan biri, dostluk jesti olarak, isten kararmış, buruşuk bir Türk bayrağını direğe çekmeye koyuldu. Yükseldikçe bayrağın buruşukları düzeliyor, rengi açılıyordu. Nesrin'in gözleri doldu.
                              İnebolu'nun Yarbaşı'na doğru set set yükselen beyaz evleri, denize açılmaya hazırlanan büyük kayıklar, yalıda toplanan halk görünüyordu artık. Gemideki bütün Türklerin katıldığı şarkı Anadolu'nun en hareketli deniz kapısı İnebolu'ya yansımaktaydı:
                              Onun sana selamı var,
                              Diyor ki düşmanın ne canı var?
                              Kovsun onu sularından
                              Orada Türk sancağı var!
                              *
                              (2) Amiel ailesi, Dr. Hasan Bey, Yüzbaşı Faruk, Nesrin Hanım, romanın kurgu kişilerindendir. Ancak gerçek hayatta yaşamış örnekleri vardır.
                              (3) Karadeniz Marşı
                              HAVA KEŞİF RAPORU paşaları rahatlattı. Fazıl demiryolu kuzeyinde bir tümen, Sakarya'nın kolları arasında dört-beş, Sakarya'nın güneyinde üç tümen saptamıştı. Bu durumda düşmanın ağırlık merkezi ortadaydı. Kuzeyden gelmeyeceği anlaşılıyordu. Ya merkezden saldıracaktı ya da merkezde zayıf bir kuvvet bırakıp güneye sarkacaktı.
                              Askerlik sanatınca doğru olan güney kanada yönelmesiydi. Ama bunun için güneye çark etmesi, Sakarya'yı aşması, yayılarak güney kanada yanaşması gerekiyordu.*** .
                              Bu bir hafta demekti.
                              Bu amatörce plan, Türk ordusuna en çok ihtiyacı olduğu şeyi, zamanı kazandıracaktı. Bir hafta, bu kritik dönemde, büyük bir nimetti.
                              Hemen iki tümen güneye kaydırıldı. Ertesi gün bu kanatta inceleme yapmaya karar verdiler. Güney (sol) kanat büyük önem kazanmıştı. Savaş burada düğümlenecekti.
                              YUNAN İKİNCİ KOLORDUSU ile Türk 2. Grubu, Sakarya'nın
                              güneyindeki bölgede, aynı sert koşullar içinde doğuya doğru yürümekteydiler. Aralarında bir yürüyüş günü fark vardı.
                              Türk komutan daha deneyimli olduğu için birliklerini küçük gruplar halinde ve daha çok geceleri yürütüyordu. Buna rağmen yalnız bu gün 322 asker hastalanmıştı. Bu zahmete katlanamayıp kaçanlar da olmuştu.
                              Yunanlıların durumu doğal olarak çok daha ağırdı. Çünkü bu bölgeyi hiç tanımadıkları için güvenlik kaygısıyla gündüzleri yürüyüp sıcaktan kavruluyor, gece yatıp soğuktan titriyorlardı.
                              Albay Kalinski sinir içindeydi:
                              "Hani bu yürüyüş askeri bir gezinti olacaktı ?"
                              TÜRK ARTÇI BİRLİKLERİ Yunan birlikleriyle ya dövüşerek, ya göz temasını koruyarak geri çekiliyorlardı.
                              Mihalıççık'taki 1. Piyade Tümeni, geride Süvari Tümenini bırakarak, akşam Sakarya doğusuna geçti.
                              Güneydeki Süvari Grubu da akşam, yaklaşan düşman tümeni yüzünden, halkın gözyaşları içinde Emirdağ'ı boşalttı. Bu insanları düşmanın insafına bırakarak çıkıp gitmek subayları da askerleri de kahretmekteydi. Acı sahneyi uzatmamak için atları mahmuzlayıp kaçar gibi uzaklaştılar.
                              ……
                              M. KEMAL PAŞA, Fevzi, İsmet ve Kazım Paşalar, Binbaşı Tevfik Bey, Yarbay Salih Omurtak, öğleden önce Albay Deli Halit Bey'in komutasındaki 12. Grubu ziyaret için iki arabayla grup karargahının bulunduğu Toydemir köyüne geldiler.
                              Bu grup Sakarya boyunda, demiryolundan güneydeki Yıldıztepe'ye kadarki kesimde mevzilenmişti.
                              Albay Halit Bey ve emrindeki tümen komutanları paşaları bekliyorlardı. Komutanlar eksikliklerin az da olsa sürekli giderilmesinden çok memnundular. Asker neşeliydi. Bunu duymak paşaları sevindirdi. Kaçak sayısı da çok azalmıştı.
                              Başkomutan, "Şu andaki asker sayımız istediğimiz düzeyde değil.:' dedi, "..ama güneye yöneleceği anlaşılan düşman bize zaman kazandırıyor. Askerlik şubelerinde, eğitim alaylarında birçok gencimiz ve askerimiz var. İşlemleri bitenler eğitim alaylarına, eğitimleri sona erenler orduya katılıyor. Millet, çocuklarını saklamadan askere yolladığı için bu akış artık durmaz, savaş boyunca devam eder. İçiniz rahat olsun."
                              Yeni savaş yöntemini (Lütfen bu yöntem için bir sonraki “Açıklamalar” bölümündeki “Yepyeni bir savaş stratejisi” isimli bölümü okuyunuz.) genişçe anlattı ve bir cümleyle özetledi: "Yurdumuzu karış karış koruyacağız !”
                              Nice savaş görmüş komutanları bile heyecan bastı. Gerçek bir ölüm-kalım savaşı olacaktı.
                              Toydemir'den Yıldıztepe'ye çıkıldı. Bu şirin tepeden geniş Sakarya vadisi bütün görkemi ile görünüyordu. Yıldıztepe'nin sarışın yamaçları Sakarya'ya doğru yavaşça, usulca, küçük dalgalar halinde inmekteydi. Ne güzel bir vatandı bu. Bu sarhoş edici güzellikten bir süre gözlerini alamadılar. Yazık ki birkaç gün sonra savaş burasını cehenneme döndürecekti. Bu kesimdeki bazı mevzileri gezip askerlerle bayramlaştıktan sonra, daha güneye indiler.*************
                              İnlerkatrancı Köyü'ne geldiler. Bu köyün güneybatısında, üstü düz bir tepe vardı. Sakarya'ya karışan Ilıca Deresi vadisinin bu tepeden iyi incelenebileceği anlaşılıyordu. Ilıca vadisi Türk cephesinin güney çizgisini oluşturacaktı.
                              Otomobilleri tepenin eteğinde bıraktılar, en yakındaki alaydan yollanan atlara binip ağır ağır tepeye çıktılar.
                              Alay Komutanı Başkomutan'a kendi seçkin atını ikram etmişti.
                              …….
                              ÇIKTIKLARI TEPEDEN, doğu-batı doğrultusunda uzanan Ilıca vadisi gerçekten iyi görünüyordu. Vadinin kuzeyi güneye egemendi. Bu durum savunmaya kolaylık ve üstünlük sağlayacaktı. Esas savunma hattının bu vadinin kuzeyinde oluşturulması, 4. Grubun Yıldız Tepe ile Ilıca vadisi arasındaki kesime kaydırılması kararlaştırıldı. 4. Grubun soluna 2. Grup gelecekti.
                              Doğuya doğru iyice ilerde, çevreye egemen, heybetli bir dağ vardı. Güçlü bir dürbünle çevreyi inceleyen Başkomutan sordu:
                              "Şu koyu renkli güzel dağın adı ne ?"
                              "Mangal Dağı!“
                              Dürbünü gözünden indirdi. Yere serili olan haritaya baktı, dağı buldu, işaretledi:
                              "Sol kanadımızı bu güzel dağa dayayalım. Düşmanın daha doğuya doğru ilerleme olasılığı belirirse, bu dağı esas savunma hattına katarız !”
                              Öğle yemeğini Toydemir'de komutanlarla yiyeceklerdi. İsmet Paşa haritasını toplarken, bir at kişnemesi ve bir erin korku çığlığını duyup başını kaldırdı.
                              M. Kemal Paşa tam ata binerken, bir şeyden ürken at parlayınca, ayağı üzengiden kayıp yere düşmüş, sol böğrünü büyükçe bir taşa çarpmıştı.
                              Fevzi Paşa uzatılan mataradan avucuna boşalttığı su ile M. Kemal Paşa'nın yüzünü yıkadı. M. Kemal Paşa gözlerini araladı, başucunda diz çökmüş İsmet Paşa'nın korku ile terleyen yüzünü görünce gülümsemeye çalıştı:
                              "Merak etme, önemli değil !”
                              Zorlukla doğrulup oturdu. İsmet Paşa'ya tutunarak ayağa kalktı.
                              Yüzünden canının yandığı belli oluyordu. Atı tutan seyise seslendi:
                              "Çocuk, getir onu buraya !”
                              Beyaz, güzel, uzun bacaklı, örme yeleli bir attı bu. Yanlış bir şey
                              yaptığının farkındaymış gibi suçlu suçlu duruyordu. Seyis atı yaklaştırdı. M. Kemal Paşa, "Gel çocuğum.:' dedi, atın yüzünü okşadı, "..senin bir kusurun yok:' Gözlerinin arasından öptü.
                              Yavaş yavaş tepeden indiler.
                              ……
                              2. GRUP öğleyin Gökpınar'a ulaşmıştı. Burası Sakarya'ya karışan gür Gökpınar deresinin kaynağıydı. Dik kayaların dibinden buz gibi duru su fışkırıyordu. Su bol, çevre zehir yeşili çimen, kaynağın ve derenin kıyıları koyu gölge döken sık ağaçlarla doluydu.
                              Disiplin içinde sıralarını bekleyen birliklere soğuk kaynak gölünden kırba, tulum ve testilerle su taşınıyor, sırası gelen askerler, derede zevk çığlıkları ata ata yıkanıyor, daha ilerde de hayvanlar sulanıyordu.
                              Askerler beş sıska koyununu otlatan küçük çoban Musa'yı sevdiler, aralarına alıp karavanaya ortak ettiler.
                              Cehennem yürüyüşü bitmişti.
                              Cephe Komutanlığı Grubun öbür gün akşam Mangal Dağı'na ulaşmasını istiyordu. Selahattin Adil Bey, ''Allaha şükür, çorak bölgeyi aştık.:' dedi, "..bundan sonrası kolay. Kapağı cepheye atınca daha da rahatlarız. Düşman düşünsün !“
                              Doğru söylüyordu.
                              Düşman daha günlerce Anadolu'nun sıcağıyla, tozuyla, gölgesiz ve susuz bozkırıyla boğuşacaktı.
                              …….
                              OTOMOBİLLERLE çok yavaş olarak Polatlı'ya gelmişler, M. Kemal Paşa vagonuna çekilmişti. Yanında Cephe Sağlık Müdürü Dr. Murat Cankat vardı. Paşalar ve karargahın önde gelen subayları, derin bir kaygı ve sessizlik içinde, yandaki vagonda, muayene sonucunu bekliyorlardı.
                              Doktor yarım saat sonra bekleyenlerin yanına geldi. Terini sildi. Ürkmüş görünüyordu :
                              "Bir ya da iki kaburga kemiğinin kırıldığını sanıyorum. Biri ciğerini tahriş ediyor. Sesi kısılmaya başladı. Röntgen çekilmesi gerek !“ Yalnız Ankara Hastanesi'nde röntgen vardı.
                              "Öyleyse Ankara'ya gitmek zorunda !“
                              "Evet, hemen !“
                              İsmet Paşa, yaverine, "Treni hazırlatın.." dedi, topluluğa döndü, "..olayı gizli tutacağız !“
                              Refet Paşa'ya ve Cebeci Hastanesi'ne gizlice bilgi uçuruldu.
                              …….
                              REFET PAŞA, Kazım Paşa, Müsteşar Albay Ali Hikmet Ayerdem, Salih Bozok ile Muzaffer Kılıç başhekimin odasında sonucu bekliyorlardı.
                              Doktorlar Başkomutan'ı, röntgeninin çekilmesi ve muayene edilmesi için alıp götürmüşlerdi.
                              Sol kaburgalarından birinin kırık olduğu anlaşıldı. Kırık kaburganın ucu akciğeri örseliyordu. Kaburga alçıya alınamadığı için Dr. Mim Kemal Öke, belden yukarısını kalınca bir band ile sıkıca sardı. Kırık kaburganın zamanla kaynayıp iyileşmesi beklenecekti.
                              Dr. Adnan Adıvar, Dr. Refik Saydam, Dr. Şemsettin Bey, Dr. Murat Cankat ayaktaydılar. Arkalarında Nesrin Hemşire duruyordu.
                              Mim Kemal Bey, "Paşam..“ dedi saygıyla, "..yatarak, az hareket ederek dinlenmeniz gerekiyor. Aksi takdirde kaburgadaki kırık, ciğerdeki tahriş, başımıza çok iş açar. Velhasıl cepheye dönmeniz mümkün değiL. Yoksa..“
                              Sözünü tamamlamak için yumuşak bir sözcük aradı, bulamadı: "..ölürsünüz !“
                              Öteki doktorlar başlarını sallayarak Dr. Mim Kemal Bey'i onayladılar.
                              Mustafa Kemal Paşa Çankaya'ya döndü.
                              ……
                              PAŞASININ kaza geçirdiğini öğrenen Fikriye Hanım az kalsın bayılacaktı. Kendini zorlukla toparladı, Paşa'yı büyük bir şefkatle yukarıya, yatak odasına çıkardı.
                              Salih Bozok, Dr. Murat Cankat, yaver Muzaffer Kılıç alt kattaki salona geçtiler. Az sonra Abdurrahim de aşağıya indi. Gözleri dolu dolu Salih Bozok'a sokuldu. hiç konuşmadan oturdular. Olayı duyup telaşlanan birkaç Bakan geldi. Fikriye Hanım misafirleri Paşa'nın yanına çıkardı. Az sonra hızla aşağıya indi. Dr. Murat Bey'e, gözleri korku içinde, "Bakanlara yarın cepheye döneceğini söylüyor..“ dedi, "..dönebilir mi ?"
                              Dr. Murat Bey hüzünle gülümsedi:
                              "Bakanların maneviyatı bozulmasın diye öyle söylüyordur. Çünkü dönmesi mümkün değil. En azından iki hafta yatması gerek !“
                              ……
                              2 NUMARALı koğuşta sadece iki yatak doluydu. Birinde Faruk yatıyordu, ötekinde ateşten inleyen bir yaralı. Kalan yirmi küsur yatak boş ve dağınıktı.
                              Faruk, küçük idare lambasının zayıf ışığında, sırt üstü, gözleri kapalı, bu akşam nöbetçi olan Nesrin'in gelmesini bekliyordu. Nöbetçi hemşirelerin koğuşları denetleme saatiydi.
                              Çok iyi tanıdığı zarif ayak sesleri duyuldu, yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı, koğuşa girdi. Faruk bir çığlık bekliyordu. Beklediği oldu. Nesrin çığlığı bastı:
                              "Aaaaaaaaaa! Bu yaralılara ne oldu Faruk Bey? Nerede bunlar ?"
                              Faruk oturdu :
                              "Galiba Beyoğlu'na çıktılar..”
                              Ayaklarını karyoladan yere sarkıttı :
                              "..Pinti felekten bir gece çalacaklar:'
                              "Şaka yapmayın ne olur !”
                              "Peki. Kaçtılar Nesrin Hanım !”
                              Nesrin isyan etti :
                              "Neden ama ?"
                              "Cepheye dönmek istiyorlardı. Doktorlar izin vermeyince, kaçtılar !“
                              *"Hiçbiri daha iyileşmemişti ki …“
                              "Zararı yok. Cephenin havası, karavanası insanı hastaneden daha çabuk iyi eder !“
                              Nesrin kapıya yürüdü :
                              "Ben olayı nöbetçi doktora bildirmek zorundayım…“
                              Faruk uzanıp kızın elini yakaladı :
                              "Hayır, durun lütfen. Dün kaçacaklardı. Bu akşam kaçmalarını ben tavsiye ettim. Çünkü sizin nöbetçi olacağınızı biliyordum, ricamı dikkate alacağınıza güveniyordum. Kaçakların istasyona ulaşıp cephe trenine binmeleri için bir yarım saate daha ihtiyaçları var. Sonra hastaneyi ayağa kaldırabilirsiniz. Şimdi lütfen şuraya oturun. Bir yarım saatçik dinlenmenizi rica ediyorum !“
                              Nesrin'i yanındaki yatağa oturttu. Kızın küçük eli hala kocaman avucunun içindeydi. Fark edince utandı :
                              "Ah affedersiniz…“
                              Telaşla elini çekti.
                              ……
                              NESRİN koğuşta, kaçakların cephe trenine binmesi için gerekli zamanın dolmasını bekliyor ve alçak sesle Faruk'a bugün tanık olduğu büyük sahneyi anlatıyordu:
                              "Doktor Mim Kemal Bey, kırık kaburga oynayıp da ciğeri tahriş etmesin diye geniş bir bandla Paşa'nın göğsünü sıkı sıkı sardı ve cepheye dönemeyeceğini söyledi. Paşa hiç sesini çıkarmadı.“
                              "İtiraz etmedi mi ?"
                              "Hayır.“
                              Faruk hemen teşhisini koydu :
                              "Öyleyse kafasına koymuş, o da kaçacak !“
                              ……
                              SALİH, Muzaffer ve Muhafız Taburu Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, belki Paşa'nın bir emri olur diye erkenden gelmişler, yernek salonunda oturuyorladı.
                              Bir ayak sesi duyuldu. Salih ayağa kalkmaya davranınca, İsmail Hakkı elini tuttu :
                              "Telaşlanma, Fikriye Hanım'dır…“
                              Merdivenden Fikriye Hanım değil, M. Kemal Paşa indi. Tıraş olmuş, giyinmişti. Üçü de ayağa fırladılar. Salih ağlamaklı, 'Aman Paşam..“ dedi, "..niye kalktınız ?"
                              "Böyle günde yatılır mı çocuk ?"
                              Sesi iyice kısılmıştı :
                              "İsmail Hakkı, taburunu topla, yarın cepheye hareket et !“
                              "Başüstüne !“
                              Salih Bozok'a döndü:
                              "Trenlerde arkalığı öne arkaya hareket ettirilebilir koltuklar olurdu. Bana arkalığı öyle olan bir koltuk bulun. Belki demiryolu ambarında vardır. Kazım Paşa'ya haber verin. Bir saat sonra cepheye hareket edeceğiz. Albay Asım Bey'i de bulun. O da bizimle gelsin. Siz de hazırlanın !“
                              "Ama Paşam, doktor…“
                              *"Dediğimi yapın !“
                              *"Peki !“
                              İki yaver ve Yüzbaşı İsmail Hakkı azap içinde çıkarlarken Fikriye Hanım Paşa'nın yanına gelip durdu, sitemle baktı. Paşa, Fikriye Hanım'a tutunarak yavaşça oturdu. Elinden çekerek Fikriye Hanım'ı da oturttu.
                              "Bu kazayı anneme yazma !“
                              "Yazmam.“
                              "Teşekkür ederim. Zavallı kadın, benden yana hep acı içinde yaşadı. Ya hapisteyim, ya sürgünde, ya savaşta. İdama mahkum olduğumu bile duydu…“
                              Genç kadının elini okşadı :
                              "..Sen de üzülme. Allah bana yardım edecektir.”
                              ……
                              KARARGAH TRENİ Ankara'dan sessizce hareket etti. Malıköy'de durdu. İki otomobil istasyonda bekliyordu. Başkomutanlık, Genelkurmay ve Cephe Komutanlığı karargahları Malıköy yakınındaki Alagöz'e alınmışlardı.
                              Yeni karargaha hareket ettiler.
                              Küçük Alagöz çiftliği büyük bir ordugah olmuştu. Her yanı subaylar, askerler, çeşit çeşit çadırlar, arabalar, atlar, telsiz antenleri, telefon ve telgraf direkleri kaplamıştı. Büyük Savaş'tan kalma birkaç da demir tekerlekli kamyon vardı.
                              Türk ordusunun çok uzun yıllardır bu kadar canlı bir başkomutanlık karargahı olmamıştı.
                              Otomobiller Türkoğlu Ali Ağa'nın iki katlı, büyükçe evinin önünde durdular. Ev Başkomutan için hazırlanmış, telefon ve telgraf bağlanmıştı. Orduda bulunan tek asetilen (karpit) lambası da, çok ışık verdiği için Başkomutan'a ayrılmıştı.
                              Fevzi ve İsmet Paşalar ile Başkomutanlık Sekreterliği görevlileri evin önünde bekliyorlardı. Paşalar kucaklaştılar. Üst kata çıkıldı. Bu katta Başkomutan'ın çalışma ve yatak odası ile yemek ve yaverlik odası bulunuyordu. Demiryolu ambarında bulunan arkalığı hareketli koltuğu birlikte getirmişlerdi. Muzaffer Kılıç ile Ali Metin Çavuş koltuğu çalışma odasındaki küçük masanın yanına yerleştirdiler.
                              Odada birkaç iskemle, yerde küçük bir halı vardı. Neşeyle kahve içtiler. M. Kemal Paşa iyi görünmeye çalışıyordu ama kımıldadıkça acıdan yüzü terlemekteydi.
                              Paşaları neşelendiren bir haber verdi:
                              "Halide Edip Hanım cephede bir görev istiyor !”
                              İsmet Paşa Halide Hanım'ı sayardı, bu isteğinden dolayı daha da saygı duydu. Türkiye bir savaş kahramanından daha cesur bu öncü kadınlar sayesinde, ilkel bir toplum olmaktan kurtulacaktı.
                              "Kaydını gönüllü er olarak yaparım. Karargahta çalışır !” Kazım Paşa İsmet Paşa'nın omuzuna dokundu :
                              "Dünyada, ünlü bir kadın yazarın er olarak görev aldığı ilk ordu karargahı seninki olacak !”
                              Paşa gururla baktı :
                              "Evet !”
                              Sohbet iyiydi ama iş yoğundu. İsmet Paşa Albay Asım Gündüz'le birlikte karargahına döndü. Yeni Kurmay Başkanı Albay Asım Gündüz saygıyla karşılandı.
                              ……
                              YATAK ODASINA portatif bir asker yatağı konmuştu. Ama Paşa geceyi çalışma odasındaki arkalığı yatırılan koltukta geçirdi. Zaten az uyurdu. Burada daha da az uyur olmuştu. Herkes yatmaya gidince ya düşünüyor, ya kitap okuyordu. Gelirken İslam tarihiyle ilgili birkaç önemli kitap almıştı yanına.
                              Uyanır uyanmaz Ali Çavuş kahvesini verdi. Karargah berberi bekliyordu. Tıraş oldu. Gecelik entarisini çıkarıp giyindi. Arkalığı yatıkça koltuğa yarı uzanmış durumda oturdu, böylece doktorların tavsiyesine az da olsa uymuş oldu.
                              Albay Asım Bey telefon etti, Merkez Ordusu'nun yolladığı 16. Tümen'in iki alayı yola çıkmıştı: 2.250 subay ve er. Alaylar savaşa yetişebilirse savaşçı sayısı 58.750 olacak, altmış bine yaklaşılacaktı.
                              Doktor sigara içmesini yasak etmişti ama dayanamadı, bir sigara yaktı.
                              ……
                              HALİDE EDİP HANIM kendisini geçirmeye gelen bazı bakanlara, Y. Kadri ve R. Eşref'e veda ederek cephe trenine bindi.
                              Cephe için diktirdiği giysiyi giymişti: Lacivert baş ortüsü, aynı renk uzun ceket, bol pantolon, yumuşak çizme. Cepheye giden bir yüzbaşı bavulunu rafa yerleştirdi.
                              Her istasyonda trene yeni askerler doluşuyor, toprak rengi kadınlar ağlaşarak bir zaman trenle birlikte koşuyorlardı. Malıköy'e vardıklarında ay çıkmıştı.
                              İstasyonda derin bir sessizlik içinde dağıtım bekleyen birçok yeni asker vardı. İsmet Paşa yaverini ve otomobilini yollamıştı.
                              Otomobil Batı Cephesi Karargahı önünde durdu. Halide Hanım'ı Tevfik Bıyıklıoğlu karşıladı. Karargahın alt katındaki toprak zeminli iki odada subaylar çalışıyordu. Yukarı kattaki iki odadan birine götürdü. Odada büyükçe bir masa ile üstü asker battaniyesi ile örtülü portatif bir yatak vardı. Burası Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın makam ve yatak odasıydı. Öbür oda Cephe Kurmay Başkanı'nındı.
                              İsmet Paşa elini sıktı, oturması için bir tahta iskemle gösterdi ama Halide Hanım komutanına saygı gösterip oturmadı.
                              "Artık ordumda bir ersiniz. Sizi Birinci Şubeye atadım. Küçük bir eviniz, bir de hizmet eriniz olacak !”
                              Halide Hanım teşekkür etti.
                              "Başkomutan'ı ziyaret ettiniz mi ?"
                              "Hayır Paşam. Şimdi geldim.”
                              "Hemen gidin. Sizi bekliyor !”
                              Yüzbaşı Hasan Atakan Halide Hanım'ı M. Kemal Paşa'nın karargahına götürdü.
                              Halide Hanım bu sahneyi anılarında şöyle anlatacaktı:
                              *
                              “M. Kemal Paşa oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hala ağrılar içindeydi... M. Kemal Paşa'ya doğru, kalbimde gerçek bir saygı ile gittim. O kendi halindeki odada bütün gençliğin bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun bu odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz.
                              Gittim, elini öptüm.“
                              *
                              Bundan böyle akşam yemeklerini, İsmet Paşa, Kazım Paşa, AIbay Arif Bey ile birlikte Başkomutan'ın sofrasında yiyecek, bu müthiş savaşın kulisinde yaşayacaktı.
                              alıntıdır
                              Son düzenleme orbay; 18-02-2007, 17:26.

                              Yorum

                              İşlem Yapılıyor
                              X